Gönderen Konu: Ali EREN Hoca İle Mülâkat –I-  (Okunma sayısı 3883 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ali EREN Hoca İle Mülâkat –I-
« : 19 Haziran 2016, 02:32:34 »

Ali EREN Hoca İle Mülâkat –I-



Adımlar Dergisi olarak yayın politikamızın üç temel sacayağı var; din, millet ve vatan. Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve bizi “biz” yapan bu temel değerlerimize yapılan saldırıların farkında olan ve bu saldırılar karşısında mücadele eden az sayıda âlimden birisiniz.

Estağfirullah!.. “Az sayıda kişilerden” diyelim de, âlimlerden demeyelim.


Öncelikle son günlerde kaleme aldığınız şu “Frankfurt Toplantısı”ndan başlayalım. Bununla ilgili okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?
Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Bardakoğlu zamanında başlıyor bu iş. Frankfurt’ta, sözde “İslâm’ı oradaki gençlere öğretmek üzere” bir birim kuruluyor. Anadolu Ajansı’na bu bilgiyi veren o zamanki Diyanet İşleri Başkanı. Finansını da Türkiye Diyanet Vakfı yapıyor. Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı ile Diyanet Vakfı arasında sadece isim farklılığı var. Tamamen iç içedirler, hep beraber çalışıyorlar. Meselâ, Diyanet İşleri Başkanı kim olursa, otomatik olarak Türkiye Diyanet Vakfı Başkanı da o. Yani Diyanet İşleri’nin aldığı müsbet puan aynı zamanda Türkiye Diyanet Vakfı’nındır, Türkiye Diyanet Vakfı’nın aldığı müsbet puan aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığı’nındır. Menfilikleri, olumsuzlukları da aynı… Bu şekilde Goethe Üniversitesi’ne bağlı olarak bir İslâmî birim açılıyor. Oraya da tayin edilen Ömer Özsoy isimli bir ilahiyat profesörü. Ömer Özsoy’un daha Türkiye’deyken faaliyetlerini, sözlerini üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Ehl-i Sünnet itikadıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan sözlerin sahibi. 2008’de orada bir toplantı yapılıyor. Toplantıya otuz civarında konuşmacı katılıyor. Buradan da birkaç kişi gidiyor. Gidenlerden bir tanesi o zamanın Diyanet İşleri Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez, birisi İlahiyat Profesörü Ömer Özsoy, diğer bir İlahiyat Profesörü Mustafa Öztürk, İlahiyat Profesörü olmayan Yasin Aktay ve İlhami Güler.


Yasin Aktay, aynı zamanda AKP Genel Başkan Yardımcısı olan…

Evet evet. O bildiğimiz, “meşhur” Yasin Aktay… Bunlar gidiyorlar. Bunlar orada birer konuşma yapıyorlar. Yalnız, benim Vahdet Gazetesi’nde yazdığım yazı üzerine şimdiki Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez “ben o toplantıda yoktum” diyor. Bunu gazeteye bildirdi. Tamam, yoktum diyorsa yoktur; onun sözü esas alınır da, yalnız orada bulunan yerli ve yabancı kaynaklar orada bulunduğunu ve bir de konuşma yaptığını söylüyorlar. Hani Türkiye’dekiler diyelim “yanlı”, herhangi bir sebebten kızdılar sayın başkana, böyle bir şey yaptı. Orada anormal konuşmalar olduğu için, onun da orada olduğunu söylediler, yazdılar diyelim. Ama yurtdışındakilerin ne alıp veremeyeceği var?


Almanya kaynaklı haber sitesi, değil mi?

Tabii, tabii! Almanya kaynaklı haber sitesi ve üstelik bu haberi yapan site Almanya Dışişleri Bakanlığı tarafından finanse edilen bir site. Dolayısıyla bu durumda benim yazılanları baz almam icab eder tabiî. Sayın başkanımıza orada söyleyecek bir şey yok. Onun söyleyeceği bir şey varsa bize değil de, o haberleri yapan yerlere söylemeleri lazım. Orada, o toplantıda ne oluyor? O toplantıda zehir zemberek şeyler oluyor. Meselâ birçok oryantalist. Oryantalistlerin hiçbir defa Müslümanların ekmeğine yağ sürdükleri görülmemiştir. İslâmî bir toplantıda, isminde Kur’ân kelimesi geçen bir toplantıda oryantalistler konuşuyorlar. İslâmî meseleleri oryantalistlerden öğreneceğiz(!) Yahut da “bizim dinimiz hakkında siz ne diyorsunuz, söyleyin bakalım?” deniliyor, onlar da konuşuyorlar.


Yani tasdik bekler gibi.

Gibi… Değilse, eğer onların İslâm dini hakkındaki yanlış kanatları, yanlış bilgileri ve sapıklıkları öğrenilmek isteniyorsa, onları kürsüye çıkartıp konuşturmak değil bunun yolu. Hattâ enteresandır, orada konuşturulanlardan biri de Zeyd Ebu Hamid diye bir adam. Aşağı yukarı 2004’te bu adamı tanıdığıma göre, 2004’ten önceki senelerde Kur’ân-ı Kerîm ile ilgili İslâm’ın aleyhine yaptığı bir konuşmadan dolayı mahkemeye verildi. Kendisi Mısırlıdır. Mısır Şeriat Mahkemesi’nde mahkemeye verildi. Ve Mısır Şeriat Mahkemesi, “bu mürted olmuştur! Dinden dönmüştür, karısından ayrılmalıdır!” dedi. O mahkeme kararının bir nüshası, Arapça nüshası bende mevcut. Ondan sonra bu adam “efendim ben tövbe ettim, istiğfar ettim!” dedi ama, Mısır Şeriat Mahkemesi, Şeriat kanunlarını gerekçe göstererek kabul etmedi bunu. Ondan sonra ne oldu? Bakın, enteresan; bu adam Hollanda’dan davet edildi. “İslâmiyet’ten çıktığına ve karısının boş olduğuna” dair Şeriat Mahkemesi’nin karar verdiği bu adam. “Zorla karısından ayrılacak” diye bir karar; çünkü bir insan imandan çıkarsa, nikâhı da gider. Hollanda’nın para birimi dolar olmamakla beraber, ayda beş bin dolar maaşla Hollanda davet etti. Ve ölene kadar da, Leiden Üniversitesi var, orada vazife yaptı. Yakınlarda öldü. Şimdi bu toplantıda, bahsettiğimiz Frankfurt’taki toplantıda, bu adam da konuşmacı olarak çağrılıyor. Şimdi, burada konuşma yapacak olanlara sormak lazım; yahu, sizin tarlanız mı var? Hep mi sizin tarlanız bozuk insan yetiştiriyor, konuşucak insan bulamıyorsunuz da, bunları getiriyorsunuz? Hiç mi düzgün insan yok? Biraz da düzgün getirin! Hâ belki diyecekler ki “düzgün insan nerede var?” Ararsanız, galiba düzgün de bulursunuz… Ne diyor orada?.. “Kur’ân’ın, Allah Kelâmı olduğu tartışılır!”, “Allah Kur’ân’ın yazılı olmasını istemiyordu!”, “Zaten Hazret-i Muhammed kendisine bunu vazife olarak kabul etmemişti!” falan… Yani, Kur’ân-ı Kerîm bugün elimizde yazılı olarak olmasa ne olur? Bugün dille bir şey söylerseniz, elli metre ileride birine bir şey söylediğiniz zaman her ân yanılabilirsiniz. Ama kesin bir kayıt, değişmeyen bir kayıt elinizde olursa…


Muhkem…

Muhkem olursa elde… Nitekim dünyanın bir bucağından öbür bucağına kadar, nereye gidersek gidelim, bir yerdeki Kur’ân-ı Kerîm neyse, öbür yerdeki Kur’ân-ı Kerîm kelimesine, harfine ve noktasına kadar aynı. Bitti!.. Şimdi, Osman Özsoy bunu istemiyor! Efendim, “niye yazılı hâle getirildi!”… “Allah istemiyor”… “Allah” da demiyor bunlar, onlar “Tanrı” diyorlar; “Tanrı’nın böyle bir isteği var mıydı, yoksa tersi miydi?”. Sanki haşâ, okyanus ötesindeki adamın iddiası gibi, sanki Hz. Allah ile konuşmuş, Hz. Allah “benim böyle bir isteğim yoktu!” demiş de, böyle olmuş. Ve sanki Hz. Allah istemediği hâlde, Allah’ın isteği dışında bir şey tecelli etmiş.


Bu bahsettiğiniz kişi, hatırlatmak için söylüyorum; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlendirdiği bir profesör. Avrupa’daki bir numaralı temsilcisi.

Tabiî, evet!.. Bir numaralı temsilcisi! Ve üstelik Diyanet İşleri Başkanlığı bunu görevlendirmiş… Şimdi benden önce, o 2008’deki konferanstan sonra Profesör Ahmet Akgündüz, Ebubekir Sifil hocalar da bu meseleyi tenkid ettiler. Her ikisi de İslâmî meseleleri bilen, Ehl-i Sünnet itikadını bilen hocalarımızdır. Bunlar tenkid ettiler, Diyanet’ten hiçbir ses sedâ yok. Ne “evet”, ne “hayır”. Şimdi iki haftadır ben yazıyorum, ondan da bir şey yok. Sadece şu var; “yok efendim ben o toplantıya katılmadım” meselesi var. Toplantıya katılıp katılmamak da mühim de, o ikinci derecede.
Birinci derecede, senin “Diyanet” olarak tayin etmiş olduğun adamın zehir zemberek sözleri. Söylendiği takdirde, insanı iman dairesinden çıkaracak sözler. Ama şu kaydı da oraya koymak lazım aslında, o sözü söylediği zamana kadar imanlı idiyse, o sözü söylediği ândan itibaren insanı imandan çıkaracak sözler. Dediğim gibi, öyle bir toplantıda bulunmak da mühim. Çünkü tamamen reformist insanlar çağırılmış, oraya siz de gidiyorsunuz. Bir de şu var; o toplantıya konuşmacı olarak davet edilenlere ilk önce program veriliyor zaten. Günlerce haftalarca önceden program veriliyor; şu, şu, şu şahıslar konuşacak, şu, şu, şu mevzular konuşulacak filan deniliyor. Gelen insanlar zaten tanınan insanlardır. Ehl-i Sünnet itikadına bağlı bir kimse midir, değil midir? Reformist midir, yoksa samimi bir Müslüman mıdır? Ve branşı nedir? Meselâ Tefsirci midir, Hadisçi midir, Fıkıhçı mıdır? Türkiyeli midir, Almanyalı mıdır; nerelidir? Profesör müdür, Doçent midir? Bunların hepsi teker teker o listede konuşmacı olarak davet edilen insanlara veriliyor. Sayın Başkanımız “ben orada değildim” diyor. Yani böyle, “inancı bozuk kimselerin bulunduğu bir toplantıda bulunmamış olduğu”nu söylüyor. “Söylüyor” değil de, buna mecburen “iddia ediyor” demek lazım. Çünkü, yazılıyor. “Burada vardı” diye… İki haftadır yazdım bunu, üçüncü hafta olacak devam edecek inşAllah yazdığım yazı. Buna cevap verilmesi lazım; ki seneler öncesinde verilmesi lazımdı. Israrla bu yazılan yazılar görmezlikten geliniyor, cevap da verilmiyor. Müsbet, menfi bir cevap verilmiyor. Denilse ki, “tamam, arkadaş söyledi ama, o şu cihetten doğrudur” veyahut da “şu cihetten yanlıştır”. Yok, öyle bir şey yok.


Herhangi bir cevap söz konusu olduğunda bir dava doğacağı için, özellikle ademe mahkum ediyorlar; sanki hiç olmamış gibi. Sizin bu beyanlarınız ve yazılarınız çok rahatsız edicidir onlar için.

Evet… Sanki şimdi kulak duymuyor, o yazıları göz görmüyor; kulak ve göz muattal olduğu için dil de konuşmuyor!.. O meseleler öyle yani.


Sizinle geçmişte, tam da 2008 senesinde yaptığımız röportajlarımızda “Avrupa Birliği Standartları’na uygun Hadisleri ayıklama” meselesi vardı, hatırlarsınız.

Evet, evet…


Ve bunun için de Diyanet tarafından oluşturulan komisyonun başına şu ânki Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in getirilişi üzerine konuşmuştunuz. Bize biraz Mehmet Görmez’den ve kadrosundan bahseder misiniz? Ali Bardakoğlu’ndan sonra getirilişi ve Ehl-i Sünnet ile ilgili duruşuna dair bilgi verir misiniz?

Efendim, hani Peygamberimiz buyuruyor ya: “Siz nasılsanız, o şekilde idare edilirsiniz”!.. Evet, öyledir! Niçin? Şunun için; her milletin idarecisi kendi içerisinden çıkacağı için, o millet nasılsa öyle idare edilir. Öyle olunca Diyanet’in icraatını, Diyanetin başındaki Başkanı anlatmak suretiyle özetlemiş oluruz… Şimdi, bir “Hadis çalışması” var. Bu “Hadis çalışması”nın bir ön tarafı var, o da şu; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eskiden beri, belki 60-70 senedir, belki 80 senedir basageldiği bir kitap var: Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercümesi… Diyanet’in başucu eseri ve hem de ilmî bir eser. Hem Diyanet mensuplarına lazım, hem sıradan bütün Müslümanlara lazım, faydalı bir eser. Diyanet İşleri Başkanlığı, bu sene itibariyle 18-19 senedir bu eseri basmıyor. Bu çok güzel kitabı basmıyor! Baskı hakkı kendisinde… Efendim, bunun dışında Diyanet’in bir “Hadis çalışması” var. Söylenenler ayyuka çıktı; deniliyor ki, bir “Hadis çalışması” var, 70-80 kişilik bir grup, başında da sayın Mehmet Görmez var. Fakat bu “çalışma”da ayrıca bir danışman olarak bir Papaz var. Cizvit Papazı Felix Körner. Cizvit, Hıristiyanlıkta çok aşırı bir uçtur, bir gruptur. Şiddetli İslâm düşmanıdırlar bunlar. Bu zat Almanya’da ikâmet ediyor. Orada bir yerin, bir kilisenin galiba başkanı. Ankara İlahiyat’ta da çalışmaları var bunun! Bakın, nereden nereye! Öbür taraftan başka bir şey daha var; Almanya’ya “Din adamı” olarak, dinî hizmetler vermek üzere gönderilen hocalara bu kişi ders veriyor.


“Medeniyetler İttifakı”nın söz konusu olduğu…

Evet, enteresandır. Ve bu zatın o “Hadis çalışması”ndaki heyetin de başında olduğu söyleniyor. Bunu biliyordum. Tabiî yakından, meseleye aşinâ olmadığım için hiç yazmadım o zamanlar. Bundan birkaç sene önce şimdiki Diyanet İşleri Başkanımız sayın Mehmet Görmez, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısıyken Grand Cevahir Otel’de bir toplantı yapılmıştı. Orada kendisini öğle yemeğine girerken gördüm. Yemeğe beraber gidiyorduk, bu meseleyi sordum. Dedim ki, “yurtdışında bazı haberler var, gazeteler ve bazı gazeteciler şunu yazıyor, -bu Diyanet’in “Hadis çalışması” hakkında-; “Türkiye’de İslâmiyette, Müslümanlıkta Reform Yapılıyor!” “İftira” dedi. Dedim, “bunun başında bir de Papaz olduğu söyleniyor!” -Körner işte- “O da iftira” dedi. Dedim ki, “sayın hocam, “iftira” diyorsunuz da, Almanya’daki bir gazete aynı şeyi söylüyor, Fransa’daki bir gazete aynı şeyi yazıyor, İngiltere’deki bir gazete aynı şeyi yazıyor, Amerika’daki gazete aynı şeyi yazıyor! Bunlar dedim, birbirleriyle konuşup görüşen kimseler değiller. Fikir birliği yapmaları da mümkün değil, ama yazdıkları aynı.” “İftira!” dedi. “Ne yapacağız?” dedim, dedi ki, “o meselelerin, işin başında ben varım!” dedi. “Ben onun için zaten size soruyorum” dedim. “Yemekten sonra ben sana bilgi vereyim” dedi. “Olur, memnun olurum” dedim. Yemek yedik. Baktım, otelin lobisi geniş, ileride 3-4 kişi ile konuşuyor. Ben de daha geri tarafta onları rahatsız etmeyecek şekilde uzakta durdum, bekliyorum. Epey uzadı konuşma. Fakat öbür taraftan konferansın öğleden sonraki kısmı da başladı. Ben vardım, dedim ki sayın Başkana –tabiî o zaman Başkan yardımcısı-, “efendim, ben zât- âlinizi ileride bekliyorum. Siz konuşmanıza devam edin. Ben oradayım” dedim. “Yok dedi. Ali bey, sen içeri gir. Konuşmaya katıl, orayı sen dinle” dedi. “Tamam da hocam, siz gidersiniz” dedim. “Ben gitmeyeceğim. Akşama kadar ben buradayım” dedi. “Peki nasıl yaparız?” “İkindi çayı verilecek ya. İkindi çayında konuşalım bu meseleyi” dedi. “Peki, tamam” dedim. İkindi çayında konuşmak üzere anlaştık ve ben içeriye girdim. Fakat enteresan; ben içeriye girdikten sonra sayın Başkan gitmiş. Yok!.. Daha sonra -Allah’tan- iki ay sonra başka bir yerde ikinci bir toplantı oldu, orada karşılaştık kendisiyle. Anlattım kendisine, dedim ki “sayın hocam, akşama kadar buradayım dediniz. Ben içeri girince gitmişsiniz siz” dedim. Bana verdiği tek cevap şu; “özür dilerim”. Başka bir şey yok. Hiçbir mazeret ileri sürmüyor. Bir mazereti olsaydı söylerdi ve kendisini temize çıkarırdı. Yok, öyle bir şey söylemedi. Sadece “özür”. “Sebebsiz yere gitti” anlarım ben bunu. O arada ayaküstü konuşmada nasıl olduysa lâf açıldı Musa Carullah’tan bahsettik. Musa Carullah bir Tatar Hocadır. Âlim bir adamdır. Fakat o da reformisttir. Hattâ Lenin’i müdafaa eden, Lenin’e yardımcı olan bir adam. Şu hani Rusya’da “beyaz geceler” olan bir yer var ya, neresiydi orası?


Saint Petersburg?

Saint Petersburg Müftüsü iken Lenin’e yardımcı olan birisi. Yani Lenin’in ne büyük bir dinsiz olduğunun farkına bile varamamış. O derece gâfil. Sonra ne oldu? Lenin ipleri eline aldıktan sonra, canını zor kurtardı. Bundan bahsediyoruz. Nasıl olduysa Mehmet Görmez ile aramızda bu konuşma başladı. Onun bazı sapık inançlarını falan söyledim. “Şöyle diyor, böyle diyor” diye. Bana verdiği cevap şu oldu; “Hocam, âlimlerimizde hatâ ararsak, âlimsiz kalırız!”


Böyle bir genelleme?

Tabi, tabi… Cümle aynen böyle!.. Şimdi âlimlerimizde icabında hatâ ararız, icabında hatâ aramayız. Şöyle ki, şahsi ibadetlerinde hatalıysa, o Allah ile kendisi arasındadır. Ama bir âlim, başkalarına hitâb eden bir kimse itikadda hatalıysa, bunun hatâsı kabul edilmez! Çünkü o itikadî hatası kendisine ait değildir ki. Etrafındakileri zehirler bir kere. Onun hatâsını araştırmak değil, hususi araştırmak lazım! Bu adamın itikadı sağlam mı, değil mi bilelim, ona göre buna itibar edelim. Sözlerine inanalım, inanmayalım; bel bağlayalım, bel bağlamayalım demek icâb eder, dedim… Sayın Görmez ile ilgili yüz yüze hatıralarım bunlar yani.

Şimdi bu “Hadis çalışması” ile alâkalı bir de şu söyleniyor, baştan beri; “Hadislerdeki “kadın haklarına aykırı” hadisler” ayıklanacak.


Türkiye’de de medyada çok konuşulmuştu.

Çok konuşulmuştu. O Hadis meselesini konuşurken ben Mehmet Hoca’ya “yok, dedi. Öyle bir şey yok” dedi. Yok ama, hani derler ya, ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Yani milletin işi gücü yok da Diyanet hakkında haber mi üretiyor, fikir mi üretiyor?

 
Dergimizi ziyaretinizde anlatmıştınız, Ahmet Davudoğlu Hoca’nın eserinin “AB standartlarına uygun olmadığı” gerekçesiyle basılmaması… Hadiseyi okuyucularımız için tekrar eder misiniz?

Hah!.. Anlatayım. Şöyle; bundan birkaç sene önce merhum Ahmet Davudoğlu Hoca’yı anma toplantısı oldu. Şimdiki başbakanımızın soy ismi Davutoğlu “t” ile, o merhum Hocamızın soy ismi Davudoğlu “d” ile. Biri sert, diğeri yumuşak. Yani gerçekten de başbakanımız (gülerek) sert(!), öbürü de çok yumuşak bir Hocamızdı… O anma toplantısında Ahmet Davudoğlu merhumun damadı İbrahim Yıldız şöyle bir şey anlattı; “benim kayınpederim vefât ettikten sonra, kendisinin kaleme aldığı 12 ciltlik Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi kitabı basılmıyordu, bunun basılması için Diyanet’e müracaat ettim, dedi. Ali Bardakoğlu’nun Diyanet İşleri Başkanı olduğu zamanda müracaat etmiş. “Bardakoğlu gördü” dedi, “Oo, tabiî memnuniyetle! Böyle bir eser elimize geçtikten sonra niye basmayalım. Memnuniyetle basarız, dedi” dedi. “Ve bunu o zamanki Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez’e havâle etti, dedi. Ona götürdüm o da aynı şeyi söyledi; memnuniyetini ifâde etti, falan. Yalnız bizde biraz kalması lazım ki, biz bir bakalım, gözden geçirelim, dedi” Ki, haklı tabiî… Gözü kapalı, ne kadar olursa olsun, itimad edilirse edilsin, olduğu gibi hemen basılmaz. Ben de olsam öyle yaparım. “Ondan sonra bir, bir buçuk sene kadar kaldı Diyanet’te o kitap” dedi. Daha sonra Ali Bardakoğlu’ndan sonra Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı oldu. “Onun Diyanet İşleri Başkanı olduğu günlerde bana cevap verdiler” dedi. “Bu kitabın basılıp basılmayacağına dair, verilen cevap şu” diyor. Ağlayarak anlattı! Gözyaşlarıyla anlattı! “Avrupa Birliği Normları’na uymadığı için bu kitabı basamıyoruz!” Mesele bu!.. Şimdi, dediğim gibi, bir devletin başına bakıp, devleti ve milleti anlamak mümkün. Diyanetin de başına bakıp, “Diyanet”i anlamak mümkün… Şunun gibi; hani Osmanlılar zamanında bir gün Ayasofya Camiî’ne bir cenaze gelmiş. O sırada da Ayasofya’ya Bekri Mustafa imam olmuş. Fıkra bu ya. Bekri Mustafa istikameti tam düzgün bir adam değil. Ayasofya’ya da çok büyük âlim olmak lazım ki, imam olabilsin. Ondan sonra cenazenin yanına varmış Bekri Mustafa, cenazeye bir şeyler söylemiş. Ondan sonra gelmiş, cenaze namazını kıldırmış. Millet de merak etmiş “ne dedi?” diye. Demişler ki, “yahu sen cenazenin kulağına bir şey söyledin. Ne dedin?” “Dedim ki, demiş. Şimdi sen öbür tarafa gidince sana dünyadan sorarlar “ne var, ne yok” diye. Sen onlara “Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu” dersen, o zaman dünyanın hâlinin ne olduğunu onlar anlarlar” demiş… Şimdi, eğer Diyanet, Peygamberimizin Hadis Külliyatı’nın değer bakımından ikincisi olan, Sahih-i Buhari’den sonra ikincisi olan Sahih-i Müslim’i “Avrupa Birliği Normları’na uymuyor!” diye basmıyorsa… Tamam, başka hiçbir şey söyleme gerek yok; “Diyanet” anlaşılır. Sordunuz ya “nasıl?” diye. Bundan ibaret. Kaldı ki, Sahih-i Müslim iki ya, birinci sırada ne? Sahih-i Buhari. “Sahih-i Müslim başkasının” basmıyor da, Sahih-i Buhari’yi -kendisinin- basıyor mu? Onu da basmıyor!.. Hâ, bunun yanında şimdi yeni “Hadis Külliyatı”nı bastılar. 7 cilt hâlinde ve o da bende var. Öbürüyle tabiî dağlar kadar fark var. Bugün ilâhiyatçılar içerisinde Ehl-i Sünnet itikadına mensub olan insanları ararsanız eğer, “bulursunuz”!.. Ararsanız, bulursunuz ama, aramak lazım! “Bu ilâhiyatçı!” diye varıp kapılanırsanız, her ân size zehirli fikirler, inançlar empoze eden biriyle karşılaşabilirsiniz. Bulmak için aramanız lazım… Şimdi bu 7 ciltlik kitabın ismi “Hadislerle İslâm”. 7 ciltlik bu “Hadis Külliyatı”nda Hadislerin mânâları veriliyor, ondan sonra bunların izâhı sadedinde ilgiler veriliyor. O “bilgiler”de şu zamandaki ilahiyatçıların kitaplarından falan alınan bilgiler. Kesin şekilde, doğrudan kabul edilmez! Mutlaka süzülmesi ve ondan sonra kabul edilmesi lazım da, fakat elinde süzgeç olan adam lazım! Bugün orada yanlışlar, hatâlar varsa, onları bulabilecek kaç kişi var? “Yanlış”ını “doğru”sunu o teraziden, süzgeçten geçirecek kaç kişi var?!. Ama, herkes onu “Diyanet’ten” diye alacak işte…


Süzgeç vurgunuz çok önemli Hocam…

Tabi!

 
Peki, Hükümetin son 13 yıllık icraatları içerisinde Ehl-i Sünnet ile ilgili tutum ve tavrı hakkında neler düşünüyorsunuz?

Meselâ, Ehl-i Sünnet değil, Ehl-i Bidat dahi, İslâm’da zinanın haram olduğunu kabul eder. Ama bu arkadaşlarımız parmak kaldırdı “zina yasak değil!” diye… Şimdi diyorlar ki, “zinayı biz serbest hâle getirmedik, zina yasağını biz kaldırmadık” Hem kaldırdılar, hem kaldırmadılar. İkisi de doğru. Şöyle doğru; 2004 senesinde bu zina meselesi ortaya atıldı Meclis’te. O zaman erkekler zina yaptığı zaman suç kabul edilmiyordu, ceza verilmiyordu, kadınlara zina yaptıkları zaman ceza veriliyordu. O zaman AK parti dedi ki, “bunda bir dengesizlik var. Adaletsizlik var; erkek zina ettiği zaman suçlu kabul edilmiyor, kadın zina ettiği zaman suçlu kabul ediliyor. Bu böyle olmaz, erkek zina yaptığı zaman da suçlu kabul edelim”. Bak, hakkını veriyorum, ilkin böyle dedi. O zaman CHP’de dedi ki, “hayır… Evet sizin dediğiniz gibi burada adaletsizlik var ama, şöyle yapalım; erkek zina ettiği zaman suçlu sayılmıyor, ceza verilmiyor, kadın zina ettiği zaman suçlu sayılıyor. Suçlu sayılmada adaletsizlik var. Kadınlar da suçsuz sayılsın” dedi. “Kadın da erkek de zina etse, kanuni ceza verilmesin” dedi… Allah için, AKP tam tersini söyledi, bunlar da tam tersini söylediler.

 

Bunun karşısında hükümetin tutumu ne oldu?

Onu söyleyeceğim. Esası işte burada! Bundan sonrası mühim!.. O zaman CHP’nin başında Deniz Baykal vardı. Dedi ki, “eğer siz bu hususta diretirseniz, biz de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmemesi hakkında diretiriz!” O zaman, deminki “Avrupa Birliği Normları” gibi işte, Avrupa Birliği’ne girmek elden gitmesin diye, AK Parti onların sözünü kabul etti. Ve kadınların da erkeklerin de zina yaptıklarında suç işlemeyeceklerine, yani zinanın suç olmadığına karar verdiler! Şimdi, dediğim gibi, “hem kaldırmış olmuyorlar, hem kaldırmış oluyorlar” Kaldırmış değil, “zinanın suç olduğunu kabul edelim” diye fikir ileri sürdüler, ama öbür taraf dedi ki “hayır, kabul etmeyelim. Zina suç olmasın” dediler. Sonra Avrupa Birliği’nin, Gavurların “nazik”, o nazlı hatırları kırılmasın diye, “Avrupa Birliği varken Kur’ân’ın Hükmü nedir?!” mânâsı gibi oldu ve CHP ile beraber “zina suç olmaktan çıkarılsın” kararını bastılar. “Suç olsun mu, olmasın mı?.. Olmasın diyenler?” Bütün AKP’liler parmak kaldırdı! Kaç tâne AKP’li parmak kaldırdıysa, “zinaya, harama hayır!” diyenlerin suçu neyse, hepsi o suça dahil oldu!.. Onun suçu Kur’ân-ı Kerîm’de var!


Eğitimde de benzer kavramlar üzerinden ders kitaplarında bazı “düzenlemeler” yapıldı. Hükümetin uygulamalarından bahsediyorum. “Şeriat”, “cihat” gibi kavramlar kitaplardan çıkartıldı…

O zaman galiba İçişleri Bakanlığı tarafından oldu. Öyle hatırlıyorum ben. 40 tâne İslâmî kelimenin Milli Eğitim Bakanlığı’nın kitaplarında kullanılması yasaklandı!.. Şimdi, meselâ seçmeli Kur’ân-ı Kerîm dersleri, dinî dersler falan var. İlk önce kaba çizgilerle baktığımız zaman “iyi, güzel, hoş” görünüyor. “Ne güzel, Kur’ân öğreniyoruz” İyi de bunu şu şekilde düşünmek lâzım. Meselâ namaz kılmayan bir arkadaşımıza, bir müslümana “namaz kıl” desek, “kıl ama nasıl kılarsan kıl! Abdestsiz de olsan kıl” desek olur mu? Namaz kılacaksa kaidesine göre kılacak. Yani abdestli kılacak.


Usûl ve esasları dairesinde…

Usûl ve esasları dairesinde… Şimdi, seçmeli Kur’ân dersleri, dinî dersler diyoruz. “Nasıl olursa olsun verilsin” desek olur mu? Nasıl ki, “namaz kıl da, nasıl kılarsan kıl. Abdest almasan da olur” olmayacağı gibi. Kur’ân dersleri de, kaidesi ve usûlüne göre, Din ne istiyorsa ona göre olması lazım.


“Derslerden bir ders” gibi… Fizik, matematik gibi olmaz…

Olmaz!.. Öyle olmaz!.. Abdestsiz Geometri okursun ama, abdestsiz Kur’ân okuyamazsın! Bir de öbür taraftan bu Kur’ân dersi alan kızların niceleri buluğ çağında. Bunlar âdet görüyorlar. Âdetli kızlar Kur’ân okuyor. Öğretmenlerde “sen âdetli misin, değil misin” sorma imkânı, böyle bir vaziyet, böyle bir imkân, böyle bir hassasiyet var mı? Yok! Aynen “abdestli de olsan, abdestsiz de olsan namaz kıl” gibi, “abdestli ol, abdestsiz ol, âdetli ol, olma Kur’ân oku!” Bu “okumak” insanın başına belâ getirir! Hiç okumamak daha iyidir.

 

Tabiî ki…

Hiç namaz kılmamak, abdestsiz namaz kılmaktan günah bakımından azdır! Hiç Kur’ân okumamak, âdetli veya abdestsiz Kur’ân okumaktan günah bakımından daha aşağıdadır…


1 Eylül 2015 Salı 20:31 | http://www.adimlardergisi.com/ali-eren-hoca-ile-mulakat-i/


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ali EREN Hoca İle Mülâkat –II-
« Yanıtla #1 : 20 Haziran 2016, 12:39:19 »
Ali EREN Hoca İle Mülâkat –II-




– MEZHEP NEDİR?

– ERDOĞAN’IN “NE ŞİÎ NE SÜNNİYİM” LÂFI ETRAFINDA

– AKP HÜKÜMETİ VE EHL-İ SÜNNET KARŞISINDAKİ TAVRI

– “PARALEL” CÂMİALAR




Hatırlarsanız Erdoğan 2008’de Irak’taki bir gezisinde “Ben ne Şiîyim, ne Sünnîyim!” diye bir açıklama yapmıştı. Geçtiğimiz ay da bu defa İran’a yaptığı bir ziyaret sonrasında da benzer bir ifâde kullandı. Öncelikle “mezheb” nedir? Ve Erdoğan’ın mezhebinin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Benzer cümleler karşısında Ehl-i Sünnet Âlimlerinin geçmişte tutumları ne olmuştur?

Şimdi, Erdoğan’ın mezhebinin ne olduğunu düşünmek değil de, insanın sözü kendisini bağlar. Sayın Erdoğan’ın kendi sözünden gitmek lazım. Meselâ, kendisi, kendi ağzıyla Şiîliği de, Sünnîliği de reddetti! Ne dedi; “ben müslümanım, benim ne Şiîlik ve ne Sünnîlik diye bir dinim var!” dedi. Şimdi burada bir de “elastikiyet” var. Şöyle ki, “bizim, diyor, ne Şiîlik ve ne Sünnîlik diye bir dinimiz var. Yok böyle bir şey!” diyor. İyi de, dünyada “benim dinim Şiîliktir!” veya “benim dinim Sünnîliktir!” diyen birisi var mı? Böyle bir iddiada bulunan var mı? Yok!.. Olmadığı hâlde “var” gibi düşünerek bu cümleyi söylemek, Şiîliği ve Sünnîliği reddetmektir!.. Şöyle dese; “Müslüman olan bir kimse, benim dinim Şiîliktir, benim dinim Sünnîliktir derse yanlıştır” deseydi bu tamam. “Çünkü Sünnîlik ve Şiîlik mezhebdir” deseydi bu tamam. Sünnîlik ve Şiîliği o cümleyle bir kenara atıyor, itiyor, kenara alıyor; “beni dinim İslâm!” diyor. Pekiyi de, İslâm da, İslâm’ı sen neye göre yaşayacaksın? Mezhebe göre yaşayacaksın!.. Şimdi meselâ, Edirne’den birisi girdi Türkiye’ye. Türkiye’de yapacağı işleri görmesi için herhangi bir yola girmesi icâb eder mi, etmez mi? Orada kalmak olmaz, mutlaka bir yola girmesi lazım. Müslüman da, eğer İslâm’ı yaşayacaksa, mutlaka bir yola girmesi lazım. O da mezheb işte! Şimdi “Peygamberimiz zamanında mezheb var mıydı” diyen cahillere, burada cevap vermeye lüzum yok. Meselâ bir yeri insanın kanadığı zaman abdesti bozuluyor. Bu şekilde namaz kılamıyoruz. Bu bir mezheb hükmüdür. Şimdi o zaman mezheb din mi, değil mi?!. Mezheb bir mânâda, tam mânâsıyla dindir işte!


“Mukadder oluş” hâlinde, dinin aynıdır.

Tabiî, tabiî… Tabiî dindir işte!.. Bu mânâda dindir!.. Sen mezhebi ortadan kaldırırsan, dinini nasıl yaşayacaksın? Hadi Hanifî değilsin, Şafiî değilsin, Malikî değilsin, Hambelî değilsin. Türkiye’de yaşadığın için zaten Şiî de değilsin. Nasıl yaşayacaksın?!. Kur’ân-ı Kerîm namazı emreder ama “günde her Müslüman üzerinde 5 vakit namaz farzdır” ifâdesi açıktan açığa yoktur Kur’ân-ı Kerîm’de. Ne yapacaksın? Senin dinin, namazı emretmiyor mu?!. Nasıl olacak?.. Mezheb nedir? Mezheb şudur: Bir insan, bir Müslüman, dinî bir meseleyi bilmediği zaman ne yapar? Herkes dinî meseleleri bilemez zaten. Bir bilene sormaz mı?


Evet.

Bu işleri en iyi bilenler de Mezheb İmamları’dır işte! Biz de gitmiş, onların sözlerine uymuşuz, o şekilde yapıyoruz. Din ayrı, mezheb ayrı değil ki! Din ile mezheb, ikisi de birbirinin aynısıdır yani… Hâ şunu söylüyorlar mezhebi reddetmek için, İlâhiyat ders kitaplarında var; “bir insanın Müslüman olması için, illâ bir mezhebe bağlı olması şart mı?”… Müslümanlığa girmesi için bir insanın mezhebe bağlı olması şart değil. “Lâ İlâhe İllAllah, Muhammeden Resûlullah!” derse veya “Eşhedü En-Lâ İlâhe İllAllah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abdühû ve Resûlüh” derse müslümandır, tamam; olduğu yerde Müslüman. Demin ki “sınırdan içeri giren adam” misâli gibi; ondan sonra Müslümanlığı yaşamaya devam ederse, o zaman bir mezhebe girmesi lazım. Müslüman olması için bir mezhebe girmesi şart değil, ama Müslüman yaşaması için bir mezhebe girmesi şart!.. Pekiyi, kimin bir mezhebe girmesi şart değil? İmam-ı Âzam Hazretleri’nin bir mezhebe girmesi şart değil. Çünkü bütün meseleleri kendisi biliyor… Aynen, “Peygamberimiz zamanında mezheb var mı?” Peygamberimiz zamanında mezhebe girmesi yok, çünkü Merkez kendisi!

 
Ve Sahâbîlerin birbirini taklidi caiz değil ki, her biri içtihad ehli.

Tabiî… Şimdi diyorlar ki, “Peygamberimiz zamanında mezheb var mıydı?” Bal gibi vardı: Ashâb-ı Kirâm’ın her biri bir mezheb imamıydı!.. Ama onların tâbileri kalmadı, ayrı mesele yani…


Mezhebsizlik, biliyorsunuz, 80 ve 70’lerde moda. Önce İrancılar mezhebsiz oluyor, sonra tekrar İrancı oluyorlar, “particilik” karşıtı sonra “Partici” oluyorlar, en sıkı “demokrasi savunucuları” oluyorlar. Böyle gidip gelmeler oluyor böyle insanlarda.

İşte Zahid-ül Kevserî diyor ki, “mezhebsizlik, insanı dinsizliğe götüren bir köprüdür!” Mezhebsizlik böyle bir köprüdür yani… Dediğim gibi bir adam, bir Hıristiyan Müslüman oldu, bitti. Tamam; imanlı. Namaz kılacak, neye göre kılacak namazı? Mutlaka bir mezhebe girecek, başka çâresi yok çünkü.


Erdoğan’la ilgili 80 öncesinde olan bir hâdiseyi anlatmıştınız…

Bir Hoca arkadaşı, bir gün gelmiş o Hoca arkadaşının yanına. 1979’dan sonra. Humeyni’nin İran’a geldiği ve Türkiye’de bir Şiîlik sempatizanlığı olduğu zaman. Kitaplarımızda Ahir Zaman’da gelecek olan Mehdi’nin Sünnî olacağı yazılı olduğu hâlde, “bir iki lâf söyledi Amerika’nın aleyhinde” diye, “bu Mehdidir!” diye bir yaygara kopardılar Türkiye’de Humeyni hakkında. O günlerde işte, vaaz eden arkadaşının yanına birkaç arkadaşıyla beraber geliyor Tayyip Erdoğan. Arkadaşı da daha vaazdan yeni inmiş, daha üzerinde cübbe ve sarık duruyor. Diyor ki “sen Humeyniye ‘Kâfir!’ demişsin! Nasıl dersin?!” O da diyor ki, “ben Humeyni’ye ‘Kâfir’ falan demedim”, “Yok, demişsin!” falan…


Hararetli bir şekilde…

Tabiî, hararetli bir şekilde… Hesap soracak bir havada… Hoca da diyor ki, “daha yeni indim kürsüden, görüyorsun başımda sarık duruyor, sırtımda cüppe var, cemaate karşı ayıp olur, diyor. Bu mesele burada konuşulmaz” İleride, zaman zaman beraber gittikleri bir dükkan varmış. “Falan dükkana gidin, ben de oraya geleyim, konuşalım” diyor. “Olur” diyorlar ve gidiyorlar. O Hoca arkadaşımız da, bir taraftan sarığı ve cübbesini çıkartırken bir taraftan da düşünüyor; “yahu, acaba herhangi bir yerde ben böyle bir şey demiş miydim?” Ve hatırına geliyor. Ondan birkaç gün önce birisi, Humeyni’nin Hazret-i Aişe Validemiz’in iffetsiz olduğunu söylediğini, söylemiş.

 
Ki, kitaplarında var bu… Açık.

Tabiî… Şiîler Hazret-i Aişe Validemizi -haşâ!- iffetsizlikle suçlarlar. O arkadaşım da demiş ki, “eğer Humeyni, Hazret-i Aişe Validemiz hakkında böyle dediyse kâfirdir! Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Aişe Validemizin iffetli olduğunu söylüyor! Âyet var bu hususta.”


Mutlak olarak bağlıyor…

Tabiî Mutlak olarak; Âyet var! “Âyeti inkâr etmiş olacağından kâfir olur!” demiş… Bunu hatırlıyor o Hoca arkadaşımız, “haâ, demek ki bunu söylüyor bunlar” diyor. Neyse, sarığını, cübbesini çıkardıktan sonra o da dükkana varıyor. Diyor ki, “birkaç gün önce birisi bana böyle söylemişti. Humeyni’nin, Hazret-i Aişe Validemiz aleyhinde konuştuğunu söylemişti. Ben de, “eğer Humeyni öyle söylediyse, Aişe Validemiz’in iffet ve namusu Âyet ile sabit olduğu için, onun tersini söyleyen kâfir olur. Dolayısıyla Âyeti inkâr ettiği için Humeyni de kâfirdir” demiştim. Bunu mu söylüyorsunuz? Eğer bunu söylüyorsanız, evet söyledim! Yoksa durup dururken “Humeyni kâfirdir” demedim” diyor. Aralarında yine karşılıklı münâkaşalar, konuşmalar oluyor. Ondan sonra çekip gidiyorlar… Böyle bir şey de var yani.

 

Hükümetin son 13 yılda Ehl-i Sünnet ile ilgili tutumu derken, Ehl-i Bidat, reformist ve sapık bazı kişilerin önünü açması da söz konusu. Mustafa İslamoğlu gibi marjinal kişilerin önünün açılması.

Evet… Meselâ Hayrettin Karaman’a “Hocam, Hocam!” diye iltifat ediyorlar. Hayrettin Karaman, “Kur’ân, Ehl-i Kitab’a, “Peygambere inanın” demiyor!” diyen birisi… Hayrettin Karaman, “Hanefiler “kılınmaz!” diyorlar ama, kadın-erkek yanyana niye namaz kılmasın. Kılınır!” diyen birisi… Hazret-i Muaviye’nin aleyhinde bulunan birisi. Bilhassa Hazret-i Muaviye düşmanlığı, Şiî-Sünnî ayırımının kalın çizgilerinden birisidir.


Ve Erdoğan’ın dinî meselelerde başdanışmanı gibidir, değil mi?

Tabiî, öyle!.. Meselâ, Haliç Kültür Merkezi’nde üç kitabın tanıtım toplantısı oldu. Bir, bu 7 ciltlik Hadîs kitabı. İki, Türkiye Diyanet Vakfı’nın 44 ciltlik İslâm Ansiklopedisi, bir kitap daha… Buraya, Tayyip bey de katıldı ve konuştu. Ve takdir ve tebrik etti, bu hususta emeği geçenleri. Hâlbu ki, Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkartmış olduğu 44 ciltlik kitapta “Âzab’ın ebedî olmadığı”, “Cehennem’in ebedî olmadığı” yazıyor. “Azab” maddesine ve “Cehennem” maddesine bakarsanız, görürsünüz. Bu ne demektir?!. Görüşleri sıralıyor, sıralıyor, en sonunda da kendi görüşünü ve hükmünü basıyor; “Azab ebedî değildir! Cehennem ebedî değildir!” diyor. Bu itikadî yanlışlık! Bu şu demektir aynı zamanda; “Hıristiyanlar ve Yahudiler, kâfirler ebedî Cehennem’de kalmayacak” demektir. Olur mu öyle şey!

 

Âyetle sabit!

“Ebedâ!” kelimesi vardır Âyet’te… Ankara İlahiyat’tan bir hoca var –ismini söylemeyeyim şimdi- işte “Cehennem ebedî değil” falan, filan diyormuş talebelerine. Talebeleri de demişler ki, “Hocam siz öyle söylüyorsunuz da, Kur’ân- Kerîm’de “ebedâ” kelimesi geçiyor? Buna ne diyeceksiniz?” demişler. “Yahu orayı ben de anlayamıyorum!” demiş… Yani “oraya ben de inanmıyorum!” diyemiyor da, “ben de anlayamıyorum!” diyor… Bir… Bir de, bilgisizlik var. Şöyle ki; Yusuf Nebhani isminde bir zat var. Büyük tasavvuf âlimidir. Tasavvuf ile ilgili bir çok kitabları vardır. “Nebhani” maddesine giriniz, bakınız. Orada göreceksiniz; diyor ki Türkiye Diyanet Vakfı’nın “İslâm Ansiklopedisi” “Nebhani” maddesinde, “Nebhani tasavvufa karşıydı!”


Hakikati tersyüz etmek…

Tam tersi etmek!.. Cahilliğin dik alâsı bu!.. Ondan sonra, Adnan Aslan isimli bir zat bir kitap yazmış. Bu kitabında, “yeryüzünde bugün dinleri bozuk bile olsa, diğer din mensupları kendi dinlerine göre hareket ederlerse, onlar da Ahiret’te kurtulurlar” diyor. Bu kitap, Türkiye Diyanet Yayınevi bünyesinde basılıyor! Aynı zamanda bu şahsa “İslâm Ansiklopedisi”nin 5, 6 cildinde yazı yazdırılmış!.. İşte Türkiye Diyanet Vakfı! İşte, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı! İşte bunları öven sayın Cumhurbaşkanımız!


Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Efendim, şimdi Bakanların, Başbakanların, Cumhurbaşkanlarının danışmanları olur. Bir de bunların Başdanışmanları vardır. Hani şimdi “AK Parti ile Parelel Yapı kavgalı” ya. Ama bu “kavga” enteresan bir kavga. Değil ama, sanki “danışıklı dövüş” gibi. Meselâ Diyalogçuların bir vakıfları var; Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı. Bir de Kültürlerarası Plâtform var. Bu da Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı’yla aynı binayı, aynı odaları, aynı bilgisayarları, aynı sandalye ve masaları kullanan bir müessese, kuruluş. “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” ifâdesi tenkid yediği için, “Kültürlerarası Plâtform” diye bir şey kurdular. Onun Başkanı da Prof. Bekir Karlıağa… Bekir Karlıağa her zaman onların başında. Kültürlerarası Plâtform’un Başkanı zaten. Daima “Dinlerarası Diyalog Toplantıları”na katılan bir kimse. Sonra ne oldu? Aradan “Paralel Yapı meselesi” ortaya çıktı. Enteresandır; Paralel Yapı’nın baş adamlarından biri olan Prof. Bekir Karlıağa’yı aldı sayın Tayyip Erdoğan Başbakanlığında kendisine Başdanışman yaptı. Bu Bekir Karlıağa kim? Bekir Karlıağa, “bir insan, bir Tanrı’nın, bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etsin de, isterse bu kimse Budist olsun, ister Yahudi olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Mecusi olsun, isterse Zerdüş olsun cennete gider” diyor! Böyle birisi… Şimdi, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?.. Eğer Paralel Yapı yanlışsa, yanlış hareket ediyorsa, kullandığı kimseler tarafından yapılıyordu bu yanlış. Aynı yanlışlığı yapan bir adamı sen alıyorsun, Başbakan Başdanışmanı yapıyorsun kendine!


Şu ânki pozisyonu nedir o kişinin?

Cumhurbaşkanı olduktan sonra Başbakan Başdanışmanlığı bitti tabiî. Ama şimdi Kültürlerarası Platform’un Başkanı ve orada duruyor.


Yani, Paralel söylemi içerisinde aslında Ehl-i Sünnet’e karşı çalışmaları ortak bir şekilde devam ediyor.

Ediyor tabiî.


“Diyalog” meselesi var ve bir de Tayyip Erdoğan’ın Medeniyetler İttifakı Başkanlığı var.

Evet. Aynı… “Medeniyetler İttifakı”, “Medeniyetler Buluşması”, Dinlerarası Diyaloğun aynısı! Tenkid yedikçe başka başka isimlerle devam ediyorlar… Meselâ enteresan bir şey söyleyeyim; Sayın Cumhurbaşkanı, haklı olarak HDP’yi şu şekilde tenkid etti: Bunların eski Diyarbakır Müftüsü ayları var, dedi. Bu Müftü dedi ki, dedi, “benim partim Zerdüşt de olsa, ben yine de bu Parti’ye girerim!” dedi, dedi… Kötülüyor. Aleyhinde konuşuyor. Tamam, iyi, güzel! Ama sayın Erdoğan’ın Başdanışmanı sadece Zerdüştleri değil, öbürlerini de Cennet’e koyuyor! Sadece “Zerdüştler de Cennet’e girecek” dese, ikisi de aynı seviyede olur. Birisi, HDP’nin milletvekili adayı “Zerdüşt de olsa benim için mühim değil, benim Partim” diyor.


Etnik Kürtçülerin geçmişine atıf yapıyor, değil mi?

Evet öyle… Ama Bekir Karlıağa, Başbakan’ın Başdanışmanı daha ileri gidiyor! Sadece Zerdüştleri değil, onun yanında Yahudileri de, Hıristiyanları da, Budistleri de, Mecusileri de, hepsini alıyor…

 

Evet.

Sonra, ikinci bir şey daha söyleyeyim. Şimdiki Başbakanımız Ahmet Davutoğlu… “Siyasî görüşleri ne kadar isabetli olduğu?”nu izah sadedinde söylüyorum. Aynen Bekir Karlıağa ve sayın Cumhurbaşkanının meselesi gibi, aynı durum sayın Başbakan’da da var. Zaman Gazetesi’nin 10-15 senelik bir yazarı vardı; Etyen Mahcupyan. Ermeni bir yazar, Ermeni bir vatandaşımız. Tabiî Zaman Gazetesi, bu “Paralel Yapı” faaliyetinin başta olan müesseselerinden birisi. Gazeteye yön veren yazarlardır. Yazarlardan birisi de işte Etyen Mahcupyan. E, şimdi sen Başbakan olduğun zaman al, bu Etyen Mahcupyan’ı, yani tenkid ettiği “Paralel Yapı”nın bir personelini al, kendine Başdanışman yap!.. Ondan sonra da bu Etyen Mahcupyan, bu Ermeni Meselesi’nde dedi ki: “Ermenilere soykırım yapılmamıştır” demek mümkün değildir, dedi! Onun üzerine tenkidler aldı ve “seni Başbakanlık Başdanışmanlığından atıyorum!” da demedi Davutoğlu. Adam, tenkidler karşısında kendisi çekildi… Bu ne kadar isabetli bir siyasi tavır ki, kimin ne olduğunu ve ne konuşacağını hiç bilemiyorsun bile!.. Ve tenkid ettiğin müessesenin, teşkilâtın fikir babalarını kendi yanına çekiyorsun, onları konuşturuyorsun… Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların danışmanları vardır. Adı üzerinde “danışman”. Ona danışırlar. Derler ki “nasıl hareket edelim?”. Onlar da derler ki, “şöyle, şöyle hareket edelim” ve öyle hareket edilir. E pekiyi, kılavuzu böyle olanların yaptıkları yanlış olmaz mı?!.


“Kimlerle istişare yaptığına bakmak yeterlidir” diyorsunuz?

Gayet tabiî!


2 Eylül 2015 Çarşamba 19:12 | http://www.adimlardergisi.com/ali-eren-hoca-ile-mulakat-2/