Gönderen Konu: Bir Ramazan Rüyası  (Okunma sayısı 2464 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Bir Ramazan Rüyası
« : 05 Ağustos 2014, 13:48:44 »

Bir Ramazan Rüyası


Heyecandan uyuyamıyordu. Yorganı başının .üzerine de çekse, bir sağa bir sola da dönse bir türlü kendini uykunun kollarına bırakamıyordu. Uyku, elinden kaçan balon gibi sürekli uzaklaşıyordu. Ne dedesinin anlattığı masalları düşünmek, ne de gözlerinin önünde canlandırdığı koyunları saymak işe yarıyordu. Belki de onu uyutmayan içindeki kıpırtıydı.

Yataktan kalktı. Anne, babasının kapısını tıkladı. Bu akşam yüzlerce kez söylediği cümleyi babasına bir kez daha söyledi. “Beni sahura kaldırmayı unutmayın sakın!” Babasından “tamam” kelimesini duymadan gitmedi yatağına. Ferahlamıştı. Göz kapakları ağırlaştı. Yastık biraz daha yumuşak, yorgan biraz daha sıcak, döşek biraz daha rahat geldi vücuduna.

İlkokul birinci sınıf öğrencisiydi Feyza. İlk defa bu sene oruç tutacaktı. Geçen senelerde büyüklerin “çocuk orucu” dedikleri oruç ile hep bu seneye hazırlamıştı kendini. Çocuk orucunda sabahtan öğlene kadar olan zaman orucun ilk bölümünü, öğlen yemeğinden iftara kadar olan zaman da ikinci bölümünü oluşturuyordu. Şimdi hep heveslendiği büyümenin, bir eşiğini daha atlayacak, büyüklerin orucundan tutacaktı.

Yatmadan önce bayram gecelerinde bayramlıklarını koyduğu başucuna şimdi susuzluğu, açlığı, sahuru, iftarı dizmişti. En üstlerine de heyecanı bırakmıştı itinayla. Hayaller kurarak uyuduğu için rüya görmeye başlaması zor olmadı. Kapattığı gözleri ona bambaşka bir dünyanın kapısını araladı.

Eyüp Camii’nin bahçesindeydi. Bembeyaz mermerler gözünü alıyordu. Bütün dükkânlarda hummalı bir çalışma vardı. Caddelerde masalar, üstlerine tertemiz örtüler seriliyor, çatal kaşıklar konuluyordu. Çerçevelerde bulunan mis gibi yemek resimleri ilgisini çekiyordu ama en çok da yan yana dizilmiş buz gibi su şişelerine takılıyordu gözleri. Oruçluydu, hava sıcaktı ve susamıştı. Meydanın ortasında çağlayan fıskiyeyi gördü. Susayan kuşlardan biri kalkıyor birkaçı konuyordu. Gagalarına aldıkları suyu başlarını havaya kaldırıp yutuyorlardı. Terini sildi. Yutkundu.

Duasını yapıp caminin arka kapısından çıktı. Bu taraf daha labalıktı. Bütün herkes yolun iki yanına dizilmiş ortası boş kalmıştı. kendisine bir boşluk bulup kalabalıkla birlikte dikilmeye başladı. Dedesi burasının cülus yolu olduğunu, Topkapı Sarayı’ndan çıkan yeni padişahın kayıkla Eyüp iskelesine oradan da bu yolu kullanarak Eyüp Sultan’ı ziyarete geldiğini, tahta çıkmasının şerefine kese kese altınlar dağıttığını anlatmıştı. Ortadaki boşluğa çıkan bir adamın gür sesiyle bütün kalabalık sustu: “Cülus merasimine gelen herkes, padişahımız Dokuzuncu Mehmet’in has misafiri sayılır. Padişahımız iskeleye gelmiş bulunmaktadır. Gereken ihtimamı gösteresiniz.” Çıt çıkmıyordu.

Padişah az sonra geldi. Önce uzun siyah bir makam aracı Hüsrev Paşa Kütüphanesinin önünde belirdi sonra kalabalığın arasındaki boşlukta ilerleyerek caminin kapısına yakın bir yerde durdu. Etraf kulağında telsiz kulaklığı bulunan iri yarı adamlarla doluydu. Ön kapıdan inen kişi hemen arka kapıyı açtı. Kalabalık aracın etrafına toplanmıştı. Dokuzuncu Mehmet araçtan inmiş halkı selamlıyordu. Üzerinde lacivert bir takım elbise, boynunda aynı renkten bir kravat vardı. Ayakkabıları siyah rugandı. Kimisi alkışlıyor, kimisi “Padişahım, çok yaşa.” diye bağırıyor, kimisi de elindeki cep telefonuyla padişahın fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Çevredeki turistler de olan biteni şaşkınlıkla izliyor, ilk defa gördükleri padişahı tepeden tırnağa inceliyorlardı. Dokuzuncu Mehmet ziyaretini yapmak üzere camiye girdi. Görevliler dağılan halkı tekrar sağlı sollu düzene sokup yolun ortasını boşalttılar. Feyza daha güzel bir yere geçmişti. Padişahın aracına bineceği noktada duruyordu. Çok geçmeden padişah geldi, tam da Feyza’nın önünde durdu. Kameralara kayıta geçmiş, muhabirleri mikrofonları uzatmıştı. Cülus bahşişi dağıtacağı için konuşmasını kısa kesti: “Yüce rabbimize bizi bu sene de Ramazan ayına ulaştırdığı için şükrediyoruz. Ramazan-ı şerif ayı, vatanımız ve milletimiz için hayırlara vesile olsun.”

Padişah, korumalarının verdiği çeyrek altın dolu keselerinden kalabalığa doğru fırlatıyordu. Bu sırada koruma çemberini geçebilen bazıları padişahla fotoğraf çektiriyor, sonra da sosyal medyada kendini etiketliyordu.

Tören bitmiş sayılırdı. Şimdi padişah aracına binecek, halkın koridor haline getirdiği yoldan iskeleye geçip, Topkapı Sarayı’na geri dönecekti. Dokuzuncu Mehmet aracına bineceği sırada durakladı. Feyza ile göz göze gelmişti. Eliyle gel işareti yaptı. Korumalar açıldı. Feyza, padişahın yanındaydı.

“Adın ne bakayım senin.” Feyza, fısıldar gibi adını söyledi. Padişah oruç tutup tutmadığını sordu. iki
bin on dört senesinin ilk ramazan günü ilk orucuna niyetlendiğini öğrenince bir kese de Feyza’ya verdi. Yanağını okşadı. Korumaların bagajdan çıkardığı kocaman bir oyuncak bebeği de eline tutuşturdu. Padişah ile Feyza’nın etrafını saran basın mensupları ardı ardına flaşları patlatıyorlardı. Padişah, yarıya kadar açtığı camdan Feyza’ya ve halka el salladı. Uzaklaşırken büyük bir uğultu yükseldi: “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var.”

Feyza, cebindeki bir kese altın ve kucağındaki kocaman bebekle çarşıya girdi. idris-i Bitlisi tepesindeki toplar birer birer patladığına göre padişah saltanat kayığı ile saraya doğru yola çıkmış olmalıydı. Birazdan Feshane açıklarında olur, oraya toplanan halka da el sallardı. Çarşıda dudakları kıpırdayan ihtiyarları gördü. Sonra ellerinde poşetlerle hızlı hızlı evlerine giden hanımları, tatlısız olmaz diyerek paket sardıran amcaları, sıcak pidenin çıkmasını kuyrukta bekleyen çocukları gördü. Sırtı kızarmış dönere upuzun bıçağını mütemadiyen sürten ustaları da gördü. Tane tane pilavı didiklenmiş tavuğa karıştıran aşçıları da. Susuzluğu gitmiş, yerine karnını guruldatan açlığı gelmişti. Çarşının ortasındaki sahneyi görünce açlığını unutuverdi.

-    İnternetten faturaları ödüyordum da o yüzden hemen gelemedim.

-    İnegöl’den gelen fasulyeleri mi dövüyordun?

-    Ne inegöl’ü, ne fasulyesi Karagöz! Su, elektrik, doğalgaz faturaları var ya, onları ödedim diyorum.

Sahnedekiler sahiden de Hacivat ile Karagöz’ün ta kendisiydi. Sandalyelerden birine kendi oturdu, diğerine kucağındaki bebeği oturttu. Cebine koyduğu altın kesesini yokladı, yerinde olduğundan emin oldu. Kah gülüyor, kah katılıyordu. Bu yüzden kolunu dürteni fark etmedi.

“Feyza hadi kalk kızım, sahur vakti!”

Yüzüne bakmadığı kişinin sesini duyunca gözlerini açtı. Babasıydı. Bir yandan rüyaya devam etmek, öbür yandan sahura kalkmak istiyordu.

Mahmurluğunu attı. Sevinerek yüzünü yıkamaya gitti.


Erhan Genc | 07 Temmuz 2014 | http://insanvehayat.com/bir-ramazan-ruyasi/