EDEBİYAT KÖŞESİ > SERBEST KÜRSÜ

Akıncı ruhu uyumaz

(1/12) > >>

Tuğra:
“Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

Büyüklerin “artık sen de adam ol, silkelen, tut, yakala, zapt et” mesajlı bu şairane iğneleme fena dokunur insana... “Yahu onun babası koskoca padişahtı, bizimki 657’ye tabi memur” kıvırması da, Viyana kapılarına tekrar dayanıp “çıkışa geeel!” tarzı cinnet naraları atmak da insanı rahatlatmaz...
Fetih geni

Türk evladııı, uykuda rahatlar! O sebeptendir ki deli yatar. Ancak maalesef ‘deli uyurlar’ hep dışlanır. Hem yataktan hem toplumdan... İtiraz ediyorum hâkim bey! Bu, bir özür değil bilakis genlerimizin bize bahşettiği bir hediye! Niye?.. Gel hele bi soluklan yiğenim anlatayım. Şimdi, siz hiç uyurken etrafı sandalye ve köşe yastıklarıyla çevrelenmiş bir ecnebi çocuğu gördünüz mü?

Göremezsiniz, çünkü onlar çamura sevdalı malak gibi uyurlar. Oysaki bizim bebeler, uykuda bile genlerindeki ‘akıncı şevkiyle’ yerleşik düzene inatla kafa tutar ve göçer. E haliyle, kütdenek yere düşmemesi için fetih alanını genişleten o tesisat şart!

Sıkılır Türk evladı. Kendinizden pay biçin, hiç tam uykuya dalacakken “ufff, biraz da şu şekil yatayım” demediniz mi? Asırlar boyu göç etmiş, fetih kupalarını saksı gibi dizmiş ataların evladı, öyle beton çivisi gibi dümdüz uyuyamaz! Kol bir yerde bacak bir yerde, yatılan zeminin her santimetrekaresine sefer düzenler.

Uyurken tek hareketle yüz seksen derece dönebilen tek ırkız biz! Onun için duvarın ne tarafta olduğunu unutmamak gerek. Dengesiz ve hızlı dönüşlerde kafayı duvara sürtme sıkça yaşanan kazalardan. Abartıp kıvılcım çıkartanlar bile olabiliyor.

“E, insaf Selami! Ayaklarının yastık kılıfının içinde ne işi var?”
 
Akıncı, beklenmedik zamanlarda sefere çıkar! Fısır tısır uyurken genler gürler; “bre oğul kalk hadi uyku zamanı değüldür! Devir fethetme devrüdür!” Allah, ondan sonra artık ne yorgan kalır ne yastık, çarşaf zaten kayıp aranıyor...

Deli uyurlar yorganı çekip yanındakini ayazda bırakabilir, komodine kafa atabilir, yastığın bilumum fırfır benzeri gereksiz atraksiyonlarını yolup atabilir, yanındakini tekmeleyip “padişahım çok yaşa!” deyu bağırabilir, taş düşebülü, ayı çıkabülüü...

Deli uyurlar, benzeri hareketleri uyku esnasında şuursuzca yapmaktadırlar. Dolayısıyla, “Büyüğe kalkan el, kol, bacak taş olur” korkutmaları yersiz ve gereksizdir. Tamam mı anne?..

Ni­nem diyor ki:
Davetsiz gelen döşeksiz oturur...


Halime <gürbüz

Tuğra:

Seksenlerde çocuk olmak keyifliydi. Ve fakat travmatikti. Bu yazı, geçmişi yad etmekten ziyade 80’lerde yaşananların yıllar sonra bir travma sebebi olduğunun farkına varılması ve şimdilerde erken 30’larını sürdürmekte olan bir jenerasyonun neden bu kadar saçma sapan bir düşünce ve hareket tarzına sahip olduğunun anlaşılması adınadır...

Travma-1:

Eve alınan ilk televizyon; 80’lerin çocukları eve televizyon alınan günü hayal meyal hatırlar. O gün, bütün hayatımızın değiştiği ve geleceğimizin belki de bambaşka bir biçimde şekillendiği gündür. Evde artık yeni bir varlık yaşamaktadır; saat 12’de karşısına geçip selam durduğumuz ve ailece İstiklal Marşı söylediğimiz bir yaratık...

Sonuç:

Eve alınan her pahalı ürünün yüce niteliğe sahip olduğunun sanılması. Özel köşe hazırlanması. Bir süre melül melül seyredilmesi. Zarar verici hareketlerden kaçınılması, zarar verenlerin dövülmesi. Üstüne dantel örtü hazırlanması ve serilmesi.

Travma -2.

Perma, kelebek toka, vatka; vatkalı ceketin iç açılar toplamını hesap ededurduğumuz tüm dünyanın zevksizlik etrafında dönüp durduğu zaman dilimi; estetik karşıtı bir dönem...

Sonuç:

Rengârenk kelebek tokaların hafızanızda kol kola dans ettiği, kabus dolu bir geçmiş. Ve o geçmiş asla yakanızı bırakmaz. Her an bir yarasakol tarafından esir alınacağınız korkusuyla hoyratça savrulursunuz ordan oraya.

Travma- 3.

Travmatik çocuk kitapları; okumayı yeni söken çocuğa kaşağı, kibritçi kız, Ant, Kemalettin Tuğcu hikayelerinin okutulması sebebiyle sabinin manyaklaşması şeklinde tezahür etmiştir.

Sonuç:

Ebeveyn ve kardeşlerin ölümünden histerik biçimde korkmak. Ölümlerini göz önüne getirerek ağlayabilmek. Diğer bütün korkuların da giderek keskinleşmesi ve obsesyona doğru kendinden emin adımlar.

Travma -4.

Yerli Malları Haftası’nda meyve olmak; zamane çocuklarına şaka gibi gelebilir. Bilakis, biz elma, şeftali, muz, kestane ve hatta karpuz olmuş bir nesiliz. Bu meyveleri içselleştirmiş, bu meyveler için şapka yapmış ve başına takmış, yine bu meyveler için maniler şiirler ezberlemiş ve hatta bu becerilerimizi bir ton yetişkinin önünde sergilemek zorunda kalmış bir nesiliz. Armut olduğumuz için alkış toplamış bir nesil...

Sonuç:

Olunan meyveye karşı anlamsız bir antipati beslemek. Anamur muzunun iyi, diğer muzların kötü olduğuna inanmak. Yerli Malları Haftası kutlamayan genç nesillere gıcık olmak... Armut olduğumuz için alkışlanmayı üzerimizden atamamak...
 
Halime Gürbüz

Tuğra:

Kimi kadınlar vardır ki, tatlı bir rüyaya çevirirler hayatınızı. İçinde çeşit çeşit hayaller dolu bir sırt çantasıyla çalarlar kapınızı. Yapacak başka bir şey bulamayıp pazarlamacı olan zavallı birisi zannedersiniz ilk görüşte.

Kendinden bir şeyleri size bırakıp karşılığında kazanç elde etmeye çalışıyor zannedersiniz.

Çünkü tüm hayatınızı karşılıklı alışverişlerle geçirmeye, her şey için bir bedel ödemeye alışmışsınızdır. O size farklı hayaller bıraktıkça hesabı düşünmeye başlar, çekinir hale gelirsiniz.

Tüm bu birikenleri nasıl ödeyeceğiniz düşüncesiyle agresifleşir, beklentileri olabileceğini göz ardı edersiniz.

Beklentiler evet, o ayakta durmak değil girip hayatınızda biraz oturmak ister muhtemelen. Belediye otobüsü bekler gibi tetikte ve rahatsız değil, kendi yazlığının bahçesindeki çardakta oturur gibi, huzurla, düşünce ve endişeden uzak oturmak ister...

Sırtındaki torbadan çıkardığı hayallerini size teslim edince en azından birkaç tanesinin gerçekleşmesini umar, bekler ve belki hak eder...

Lakin anlamazsınız ya da anlayamazsınız... Beklemezsiniz çünkü. İnsanlardan beklenebilecek bir şey değildir sizin için; içten olmak, gerçek olmak, sıcak olmak, hayalleri sadece istediği için sırtında taşıyıp kapıyı çalmak...
 
Kısa sürecektir gerçeği fark ediş anı. Çünkü gerçek, o giderken çarpar suratınıza. Hayallerini kapınızın arkasına bırakıp giderken... İçinde yıllarca biriktirip paketlere doldurduğu tüm hayallerini usulca bırakıp çeker gider büyük bir sevgiyi hak etmeye.

Siz ise, tüccar gibi davrandığınızla, pazarlamacı gibi baktığınızla kalırsınız ortada. Yaptıklarınız nedeniyle ömür boyu sürecek acının habercisi bir çuval hayalle yalnız kalırsınız.

Birkaç çıkış görürsünüz o anda; ya bu çuval dolusu yükü sırtlanıp kapı kapı, sokak sokak, şehir şehir dolaşıp o kadını bulmak... ya oturup yıllarca geri dönmesini beklemek umutsuzca...ya da çıkıp onun yaptığını yapmak; insanlara hayallerinizi anlatmak, paylaşmaya çalışmak, benzer bir tepki ile karşılaştığınızda ise çuvalı bırakıp kaybolmak, yitmek...

Kimi kadınlar bir rüyaya çevirirler hayatınızı. Zaman mefhumundan uzak kısadır kalışları. Gittiklerindeyse; hayat başlar kapkara kâbuslar doğurmaya. Teselli ise; kâbus da bir rüyadır sonuçta...

Ni­nem diyor ki:

Göle su gelene kadar kurbağanın gözü bozarır.

Halime Gürbüz

Tuğra:
Efendim, her kim cemiyet içinde yer etmek arzusunda ise, “telefon” telaffuz edilen asrı zaman keşfinin âdâb-ı muâşeretini bilmesi, uygulaması ve bittabi emsal teşkil edecek tele-hasbihaller yapması zaruridir! Şart! İş bu fikriyatın cazibesinden mütevellit, biz de bu okurlarımız için “hatmetmekte” olduğunuz bu tefrikayı kaleme almayı münasip gördük...

Telefon çaldığı vakit, dü lü lü lüüü (ağzımla icra ediyorum) şahsiyet-i cinnet-ül manyak gibi höykürmeyiniz. ‘Kimsiiğn, neeeağ, ne var?’ ile açmayınız. Ümüğü “hıhım” suretiyle temizleyip “alo” yahut “buyurun efendim” deyiniz.

Velev ki, arayan siz iseniz evvela zatınızı takdim edip hal hatır sorunuz. “Falancayı versene, tanımadın mı len? Mıstafaaa, sen misiiin?” muadili lakırdılar etmeyiniz.

Numaraları tane tane, kudretle tuşlamak ve son rakama daha uzunca bir müddette basmak evladır. Ninelerimizden öyle gördük... Bu, kusurlu aramalara, şahsınızın telefon sapığı zannına mani olacaktır. (Hususiyetle seyyar telefonlarda) Aksi halde, “Hayatımcım, nerde kaldın canım yaauvv?” sualinize “Oo gardaş, bura gırşehir” cevabı muhtemeldir.

Beriki cenah sizi görmüyor olsa dahi, muhabbet esnasında duvardaki fosil-ü sivrisinek tırnakla kazınmaz, göbeği kaşımak yakışık almaz. Telefon kordonuyla tesbih çekebilir, zülüflerinizle oynayabilir, tavanı seyre dalabilirsiniz.

Çiçek, kalp, daire, kare muadili mutat motifler çiziktirmek âdetten olmakla beraber, asabiyet halinde motiflerin koyulaşması, kapatmayı müteakip telefonun duvara patlatılması usuldendir...

Refikasıyla, yavuklusuyla hoşbeş eden er kişiye yandan musallat olmak, “yalan söylüyor yengeaa he he” minvalinde tıynet-ül musibetlik yapmak sıklıkla vuku bulan bir münasebetsizliktir.

Telefon nihayetinde bir muhabere aracıdır, “daha nasıl randıman alırım?” deyu beyhude zihin yormayınız! Havadisi aldıktan, meramınızı anlattıktan sonra, sıhhat huzur temennili veda kelamlarını takiben artık telefonu kapatınız.

“Hadi çok kontör girdi”, “su yakmıyor bu” demeye katiyen tevessül etmeyiniz!..

Bahis konusu kaidelere riayet etmek cemiyetin sıhhat ve intizamına binaen elzemdir. Riayet etmeyenler için, “tiz urun kellelerini!” deeermişim, bütün hanedanı gerermişim...

Ninem diyor ki:

Hakkın sillesinin sedası yok. Bir vurursa devası yok...

Halime Gürbüz
 

Tuğra:

Gazetede vardı; Şili’de yapılan bir araştırmaya göre kadınlar, kendilerine verilen bir sırrı en fazla 47 saat 15 dakika tutabiliyorlarmış. Yalan! Aleni yalan. O kadar uzun sürmez!

- yine tutamadın değil mi?

- evet yine kaçırdım... : (

Ne zannediyordunuz milleti, işkencelere direnen ser verip sır vermeyen yiğit mi? Sır nedir? Kendimiz tutamayıp, tutması için başkasına verdiğimiz şey değil mi? Siz saklayamazken o da bir başkasına verdi diye kınayamazsınız ki...

Şimdi bir kere “Aramızda kalsın”la başlayan her cümle merak dalgası, her “hadi anlat”tan sonrası da şişkinlik yapar!.. Yine aramızda kalıyor ama ara açılıyor birazcık. Bir düğünde bir hamamda bir de meydanda söylenmesine ramak kalacak kadar...

Atalarımızın ‘söyleme sırrını dostuna, o da söyler dostuna’ diye dinlenmesi gereken süper bir sözü var. “... sonra saman doldururlar postuna” diye de devam eder ama oralara girmeyelim şimdilik... Neyse... Üç merhaba, dört canım, beş cicim’den sonra insanları dost belleyip anlatırsanız, o da gider ‘iyi niyetle’ dostuna anlatır...

Bir bakarsın ki; normalde yemek tarifi bile vermeyeceğiniz insanlar en mahrem meselelerinizi masaya yatırmış tartışıyorlar.
‘Derdini anlatmaya derman bulamaz’ düsturunu benimseyerek kaygısızca paylaştığınız sır, nihayetinde ikincinin içinde patlayacak, laf bohçalanıp üçüncüye iletilecektir.

Çoook nadir kişiler emanet edilen sırları biriktirir. Şüpheci bir yaklaşımla derim ki; kim bilir belki de bu, sırf “Konuşursam yer yerinden oynar” diyebilmek içindir.

Sırrı saçacak kişi daha on metreden belli olur. Dikkat edin bakın, paylaşmayı dedikoduya dönüştüren hatunlarda SAS komandosu ciğeri gelişilmiştir. Cümleleri o kadar aralıksız ve seridir ki, insanın “bi nefes al be kadın!” diyesi gelir.

İlaveten bunlarda aşırı “dedi” tüketimi gözlenir. Girdikleri diyalogları anlatmak için sürekli ve gereksiz yere “dedi” kullanırlar.

Örnek “ben dedi, evlenince dedi, kaynanamla oturmam dedi. Ayrı ev açtıracakmış. Düğün bi olsun dedi, bak gör dedi, neler olacak dedi...” Bakınız, altı det kullanıldı ve inanılmaz bir dedi israfı yapıldı... Hem ahlaki hem edebi açıdan kınıyoruz ve tekraren uyarıyoruz;

iki kişinin bildiği sır değildir! Hatta kimi durumlarda üç kişinin bildiği ‘suç duyurusu’ olabilir. “Kimseye söyleme!” denmesi gereken ise bizzat ‘kendimiz’dir.

Unutmayın ki; dedikodu yapmak için, illa panceresinden sarkacağınız bir ev, meraklı bir komşu yahut mahalle tiplemesi gerekmemekte. Sır, bazıları için hayatta var olma, bazıları için yok olma sebebidir.Zira kendinize saklamadığınız sürece, sır yoktur...

Halime Gürbüz

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git
Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek