EĞİTİM, AİLE, KÜLTÜR-SANAT, SAĞLIK > GENEL KÜLTÜR-SANAT
Ali Üsküdari
Tuğra:
Müzehhip ve Çiçek Ressamı ÜSKÜDARLI ALİ
Gönül ne kadar arzu ederdi ki Ali Üsküdari hakkında daha senelerce uğraşarak eksiksiz bir monoğrafi neşrolunsun. Fakat elimize müstesna bir fırsat geçti. Tege Müstahzarat Laboratuvarı sahipleri Eczacı Kimyager Cemil Tuna ve Eczacı Kimyager Hikmet Güney her sene olduğu gibi bu sene de bir sanat eserimizi basmayı teklif etti. Zira bundan önce:
1- Hattat Karahisarî Hayat ve Eserleri (1948)
2- Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Hayatı ve Eserleri (1949)
3- Bursada Yeşil Türbesi mihrabı (1951)
4- Edirne’de Muradiye Camii (1952)
5- Eski Fatih Camii (1953)
Monoğrafilerini muntazaman nefis ve titiz bir surette arkadaşım Kemal matbaasında bastırdılar. Kendilerine sonsuz şükranlarımı takdim ederim. Bu sene her ne kadar tam değilse bile gönlüm nedene XVIII inci asır son ikinci yarısı başlarında çok güzel tezhipler ve lâke ciltler yapan Üsküdarî Ali Efendinin hayat ve eserleri hakkında olmasını arzu etti, ki bu serinin altıncısı olacaktır.
Ali Üsküdarî bizim hiç bir millette eşi ve emsâli olmayan en kıymetli müzehhib, mücellid ve çiçek ressamlarımızdandır. Bilhassa lake ciltler yapmakta mahareti akıllara hayret verecek bir derecededir.
Kolleksiyon meraklıları asıllarını buldukça kaçırmak istemezler ve mutlaka tedarik ederler. Bihassa çok hörmet ettiğim tanıdıklarımdan Hasan Fehmi Enata, Hocam Necmeddin Okyay, Ekrem Hakkı Ayverdi, Halil Edhem Arda çok güzellerine sahibdirler. Bunları bana her zaman göstermek ve üzerlerinde incelemeler yaptırmak lütfunu esirgememişlerdir.
Ayrıca yalnız Topkapı Sarayı Müzesi Yazı Salonunda bir vitrinde bu koca üstadın pek güzel eserleri vardır ki hepsi müfredatiyle sıralanacaktır. Silah Müzesi kısmında da iki müstesna nakışlı yayı saklıdır. Bir de son aylarda İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi kıymetli yazmaları arasında itina ile saklanan iki lake cildli eserine rastladık ki bir tanesi sahifeler arasında otuz adet muhtelif çiçek resimlerini muhtevidir.
Şüphesiz ki hepsi bu kadar değildir. Garp Müzelerinde ve Kütüphanelerinde olup olmadıklarını bilmiyoruz. Biz olmalıdır diyoruz. Bunu bir tarafa bırakalım, daha İstanbul Kütüphanelerinde ayrıca olup olmadığı hakkında kat’î bir fikrimiz yoktur. Bunlar ancak tesadüfle bulunabilir.
Meğer ki kitaplar birer birer bunu anlayan ve bulan birisi tarafından sıra ile görüle. Zira kütüphanelerin bugün itina ile yaptırılmağa başladığı görülen fişlere bile girmiyor. Bunları bulmak ve üzerlerinde imzalarına kadar dikkat ederek bakmak ayrıca bir vukuf ister. Bu cihetle Ali Üsküdarî’nin İstanbul’da, şuralarda, bu kadar eseri vardır bile demiyoruz. Kim bilir daha neleri vardır? Bu cihetle bugüne kadar gördüklerimiz üzerinde bir fikir yürüteceğiz. İnşaAllah bu monoğrafi’yi eline geçirenlerin dikkatini celbeder de bu bahis üzerinde çalışanlar çoğalır. O zaman hakkında böyle bir broşür değil mükemmel kitaplar yazılır ve renkli örnekleri de kütüphane raflarını ve salonlarımızın duvarlarını süsler.
Ali Üsküdarî hakkında bizde ilk araştırmayı arkadaşımız Kemal Çığ yapmış ve neşretmiştir. Bittabi’ o da bu tetkiki görebildiklerine inhisar ettirmek mecburiyetinde kalmıştır. Biz de bunda bilhassa 1953 de tesadüfen İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Müdürü Fehmi Karatay’ın delâletiyle gördüğümüz çiçekleri ve şimdiye kadar üzerinde durulmayan tezhipleri hakkında mütalaamızı bildireceğiz.
Ali Üsküdârî tezhipte bizim klâsik yolu takibediyor, fakat kendisine tevarüs eden bu güzel örneklerden bir şahsî istile sahib olabilmiş. Bunda tenevvua çok riayet göstermiş, fakat XVIII inci asır ortasında tezyinatı bünyemize girdiğinden ve tamamen kendimize mâl ederek bize has en güzel örneklerini veren rökoko tarzını da karıştırarak yapmış, bunda da hususiyetlerini fark ediyoruz.
Çiçek resimlerine esasen lâke kaplarında rastlıyoruz. Fakat bu bir şiir defteri olarak hazırlanan bir boş cönke koyduklarında gördüğümüz incelik, zerafet ve ahnegi ta’rif etmek mümkün değildir. Ondan ancak bir renkli örnek veriyoruz ki bunu Güzel Sanatlar Akademisi Türk Minyatürü ve Teziyanatı öğrencilerinden 17 kişi seçmiş bulunmaktadır. Bir kaçını da çizgi hâlinde bastık. Bunları eserimiz için Asistanım Mualla Şeren ve yanımda çalışanlardan Ayten Büke aldı ve klişelerini Kenan Dinçman yaptı. Nimet Demirbağ İngilizce metni hazırladı. Meşhur lâke cilbend’in fotoğrafını üstadımız Tahsin Öz ve diğerlerinden bir kaçını Kemal Çığ temin etti. Ok yaylarından ikisini muhafızı Ahad gösterdi. İsimlerini verdiğim bu zevatın sayesinde çok şeyler gördk ve faydalandık. Benimle beraber çalışan ve bana kolaylık gösteren bu arkadaşlara da teşekkür ederim.
Ali Üsküdâri’nin bu arada hocası Yusuf efendinin ve Üsküdarlının talebesinden Nakkaş Hasan’ın eserlerinin de gördük. Yusuf’n bir lâke kabı Y. M. Ekrem Hakkı Ayverdi’dedir. Onun da mukayese için esere, sahibine şükranlarımızla, bir örneğini koyuyoruz. Ali Üsküdârî tabii görülecek bir tekâmülle Hocasını her veçhile geçmiştir. Üstadı da bundan herhâlde müftehirdi.
Bizde bugüne kadar yazının an’anesi devm etmiş ve bir mektep hâline gelmiştir. Fakat biz bunun diğer şubelerde yapamamışız. Yani Ali Üsküdârî’nin vefatiyle bu iş devam edememiş. Bunda biz sebeb olarak talebesinden olan Nakkaş Hasan’ın iyi ve kabiliyetli yetişmemesinden buluyoruz. Zira bunu, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde T.4072’de bulunan ve hocasının yapmış olduğu sığır dili diye adlanan cönk tarzında şiir de mahfuz defterinin kabı detaylarındaki asaletini maalesef gösterememişdir. Bu müstesna ekolün bu suretle yaşaması ve hatta ilerlemesi imkânını ortadan kaldırmıştır ki bunu Ali Üsküdârî tezyinat ekolü için eğer başka şahsî bir sebeb yoksa bedbahtlık ta budur. Ali Üsküdârî belki geçilemez derecede bir yüksek merhaleye varmış sayılabilir. Hiç olmazsa aynen devam ettirebilirdi.
Diğer bir nokta vardır ki o da teessürümüzü mucip olmaktadır.
Ali Üsküdârînin biyogrofisine yarayacak hususlar bir yere kayd edilmemişdir. Kendisine tiryakilik derecesinde düşkün talebesi olmaması ve onu tanıyanların hayatında mevcut menakıbini tespit etmemekteki kusurları bize hayatı hakkında bir şey bırakılmasına mani’ oluyor. Doğumunu, ölümünü, medfun olduğu yeri de bilmiyoruz. Biz onu eserlerinde hayatta mahfuz sayıyırsak da fanî vücudünü örten bir mahalli de teessürle söyleyelim ki bilmiyoruz.
Görüyoruz ki zamanın göz bebeği olan ve eşine Şark ve Garp’de bile aslâ tesadüf edilmeyen ve üstad hakkında görebildiğimiz eserlerden başka bildiklerimizin olmaması bize nekadar acı geliyor. Çünkü Ali Üsküdârî bizim millî mefahirimizdendir.
Müteakib araştırmalarda bulunacaklar bizi inşAllah yeni bilgilere kavuştururlar.
Yazar:A. Süheyl Ünver
Yazı turkislamsanatlari.com adresinden alınmıştır
Tuğra:
İkinci Sultan Bâyezid devri nakkaşlarından olup Kanunî Sultan Süleyman zamanında ölen ve “Baba Nakkaş” diye mâruf olan Şeyh Mustafa’yı en eski tezyinât san’atkârımız olarak biliyorduk.
Bu hususda rahmetli Halil Edhem’in “Elvâh-ı Nakşiyye kolleksiyonu, 1924, s. 14” broşüründe şu izahatla karşılaşıyoruz:
(Sultan Bâyezid’in tasvir nakışlarına rağbeti olmadığı belki doğru olabilir. Fakat asâr-ı nakşiyyeden müteneffir bulunmadığı da Eskisaray’da ve elyevm Topkapı sarayı denilen Yenisaray’da “Baba Nakkaş” nâmiyle marûf olan ve 980 (1572)’de vefat eden Şeyh Mustafa Efendi’ye birtakım tezyinât nakşettirmiş olmasiyle tezâhür eder. (Evliyâ Çelebi, cild 6, s. 152 ve Zeyl-i Şakâyık c. 1, s. 204).
Evliyâ Çelebi Seyehâtnâmesinden (C. 6, s. 152)de şu bilgiyi ediniyoruz:
“Baba Nakkaş Sultan Bâyezid-i Velî müsâhibi ve Özbekîyy-ül asl olup ilm-i nakşda gûya Mânî ve Bîhzâd imiş. Hattâ Eskisaray kapaısı üzere o sihrâsâr münakkaş saçağı ve Saray-ı – cedîd’de Divanhâne-i Bâyezid Hân’ın kubbelerini işleyen bu zâttır. Nukûş-ı Bûkalemûn san’at ve hâlini diyâr-ı Rûm’da, ilk defa kendileri şâyi’ ermiştir. Baba Nakkaş kasabasındaki türbesinde âsûde-i hâldir.”
Görülüyor ki Halil Edhem’in de bildiği m’hazlardan verdiği mâlûmatı esas tutuyorduk. Lâkin sırf bu gibi me’hazlarımıza istinâd ederek yazılanları zamanla biraz şüpheli telâkki etmk icab ediyor.
Evliya Çelebi bizce ihmal olunmıyacak me’hazlardandır, verdiği izâhat arasında başka yerlerden öğrenemeyeceklerimiz vardır. Biz ondan da vâreste kalamayız. Fakat mevzular üzerinde durunca çok defa bizi tatmin edecek bilgileri araştırdığımız nisbette bulabildiğimize yine bizzat şâhid oluruz. Nitekim Baba Nakkaş bizce bir muammâ idi.
En olgun devrile, öldüğü bildirilen zaman arasındaki uzun mesafe tereddüdümüzü mucib olmakta idi ve maalesef elimizde başka me’haz olmadığından işi bir tesadüfe bırakmak zorunda idik.
Nihayet o mes’ut tesadüf bir gün gelip bizi buldu. Baba Nakkaş’ın ahdâfından ve halen vakıfların mütevellisi olduğunu söyleyen arkadaşımız Hâzım Sakaryalı bize üstünde Fâtih Sultan Mehmed’in altınlı ve etrafı tahrirli tuğrasiyle birlikte Safer 880 (1475) tarihini taşıyan Arabca bir vakfiyye getirdi.
Bu vakfiyye, Kazasker Mustafa ibni Mehmed ve Kazasker Ali ibni Yusuf-ül-Fenârî gibi o devirde vakfiyyelerle alâkadar makamlarda bulunan şahsiyetleri tarafından tasdik edilmiş ve Baba Nakkaş’ı tanıyan ve yakınlarından olan Kasım ibni Abdullâh-in-Nakkaş, Mevlânâ Sinan ibni Süleymân-il-Mülâzim, Mevlânâ Mehmed-üt-Tabîb-iş-Şerâvî... gibi zatların isimleri de şahid olarak vakfiyyenin sonuna yazılmıştır.
Gördüğümüz bu Arabca vakfiyyenin hülâsası (1) şöyledir:
Büyük meziyyetler sahibi (2) Baba Nakkaş nâmiyle müştehir Şeyh Bâyezid oğlu Mehmed, kendi evlâdı hakkında ihtiyatlı ve gıptaya lâyık menfaatli eserler ihtiyar edince kalb-i selîmden mâada ne mal ve ne de evlâdın fâide ve menfaat vermediği bir günde Cenâb-ı Hakkın rızâsını ve af ve keremini umarak bu vakfı... niyyet-i hâlise ile tescil etti.
Vakıfları: Kutlubey karyesinin tamâmı, İncegöz’de değirmen ve dinkhane denen ev. Hepsini evlâd-ı sulbiyyesine ve o karyedeki mescidin mesâlihine vakfetti. Tevliyetini oğullarına, bunlar inkıraz bulursa, hâkimin münâsib göreceği birisine verdi.
Mescidin imamına günde 2 dirhem, müezzine 1 dirhem, sevâbı vâkıfın ruhuna olmak üzere, günde bir cüz’ Kur’ân okuyana bir dirhem sarfedilenlerden sonra, artan para ürerse 2 kadın hissesi bir erkeğe verilmek üzere evlâdına, evlâdı munkariz olursa kızlarının evlâdına, fazlası fakirlere verilir. Mescid yıkılıp harâb olursa yapılır.
İş burada yazıldığı gibi cereyân edince vakfiyyenin bâlâsını tevki’ eden hâkim dâvâ etmek ve inkâr eylemek salâhiyetini hâiz kimselerin dâvâ ve inkârı ve içtihâdı müteâkib Mevlânâ Sinân ibni Süleyman-ı Tekevî ve Kaasım ibni Abdullah şahâdetleriyle müctehid imamlardan vâkıfın cevazına kaail olanların içtihâdına binâen bu vakfın sıhhat ve lüzumuna hükmeyledi; bozacaklara da bedduâ...
A. Süheyl Ünver
Baba Nakkaş desenleri
Tuğra:
Saz yolu ya da saz üslubu Osmanlı sanatının yaygın bir bezeme üslubudur. Bu üslubu Kanuni döneminde eserler vermiş olan ressam Şah Kulu başlatmıştır. Gerek çini, kalemişi, taş işçiliği gibi mimariye bağlı bezemelerde, gerek kitap resmi, cilt, kumaş, halı sanatları ve diğer küçük sanatlarda yaygın uygulama alanı bulmuş olan saz üslubu, 16. yüzyıl ortalarından 17. yüzyıl ortalarına değin geçerliliğini korumuş, 18. yüzyılda da lâke işçiliğinde yeniden yorumlanmıştır.
Bu üslubun ana motifleri, kıvrık, sivri uçlu, hançer formundaki yapraklarla hatayî çeşitlemeleridir. Özellikle sırt çizgisi kalın çekilmiş iri, kıvrık yaprak motifi 16. yüzyıl ilk çeyreği başlarında, 1520 yılında İstanbul sarayının ehli hiref örgütüne girmiş olan ressam Şah Kulu’nun yorumuyla yaratılmıştır.
Şah Kulu 1514’de Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’i işgalinden sonra, Tebriz’den Amasya’ya sürgün gönderilmiş Bağdatlı bir ressamdır. Bir süre Asya’da kaldığı, daha sonra İstanbul’a geldiği, Kanuni Sultan süleyman ile yakın ilişki içerisinde çalıştığı Osmanlı belgeleri ve kaynak eserlerinden anlaşılır. Kaynaklar, Şah Kulu’nun beğenilmiş bir icadın sahibi olduğunu, onun için Osmanlı Sarayında özel atölye kurulduğunu, Sultanın ona çok büyük miktarda paralar, ödüller ve armağanlar verdiğini, eski ve yeni ustaların başına getirdiğini, zaman zaman gidip, onu çalışırken seyrettiğini belirtirler.
Sultanın meclislerine katıldığına, Penahî mahlasıyla şiir yazdığına ney çaldığına, çok yetenekli bir nakkaş olduğuna ve zamansız öldüğüne de, 16. yüzyıl içerisinde kaleme alınmış bazı şuyara tezkirelerinde yer verilir. Osmanlı belgeleri de, sanatçının bayramlarda Kanuni’ye çeştli armağanlar sunduğunu, karşılığında değerli in’amlar aldığını ve 1556’da öldüğünü bildirirler. 1520 ile 1556 arasında otuzaltı yıl Osmanlı sarayı için çalışan ressam Şah Kulu’nun Osmanlı sanatının klasik çağına azımsanmayacak katkılarda bulunduğu söylenebilir, yine yeni bir üslubu başlatan müzehhip Karamemi’nin de hocası olmuştur.
Ressam Şah Kulu’nun yarattığı yeni üslup, öncelikle mürekkep resimlerinde belirmiştir. Sanatçı, ustaca kullandığı fırçasıyla ancak büyüteçle seçilebilecek ayrıntılara sahip peri resimleri, yaprak, hatayî çeşitlemeleri arasında ejderler, simurglar resmetmiştir. Osmanlı sanatında geleneksel tasvirlerden (minyatürlerden) ayrılan bu yeni resimler, kaynaklarda belirtilen sanatçının yeni icadı olmalıdır.
Bu resimle, boyanmamış kâğıtlara siyah mürekkep ve fırçayla çalışılmış, bazı kere yer yer sulandırılmış renklerle, altın veya gümüşle boyanmıştır. Yeni çalışma tekniği ve işlediği motifler Şah Kulu’ndan sonra, pek çok nakkaş tarafından sevilerek yorumlanmıştır. Bu sanatçılar arasında imzasıyla tanınan en ünlüsü Velican’dır. Velican da, Şah Kulu gibi Tebriz’den gelmedir. 16. yüzyılın ikinci yarısında, yaklaşık olarak 1580 ile 1600 yılları araında eserler vermiştir.
Saz üslübu 16. yy. 2. yarısı
Saz üslubundaki çalışmalarında perileri, hatayî, yaprak kümeleri arasında kuşları işlemiş, kişisel yorumunda ressam Şah Kulu kadar ayrıntıcılığa kaçmamıştır. Fırçasından çıkan peri resimleri oldukça sade, az bezenmiş ve göz, kaş biçimlendirmesiyle kendine özgüdür. Şah Kulu ve Velican’ın dışında sanatçılara ait imzasız saz üslubundaki resimler, albümlerde toplanmış olarak veya tek yaprak halinde dünyanın birçok özel koleksiyonu ve müzelerinin yanısıra, İstanbul Topkapı Saaryı Müzesi ile İstanbul Üniversitesi Kütüphanelerinde korunmaktadır.
Saz üslubu, Osmanlı kitap sanatında resimden sonra, en görkemli örneklerini tezhip dalında vermiştir. 18. yüzyıl kaynak eserlerinde söz edildiği gibi, Osmanlı nakkaşhanesinde tezhip ile saz işlemek ayrı bir yol ve ayrı bir koldur.
16. yüzyıl başlarından itibaren yetişen her sanatçının, şakirdliğinden başlayarak, ustalığa erişinceye kadar geçirdiği çeşitli eğitim aşamalarından birinin de, saz kolu olduğu anlaşılır. Şah Kulu’nun öğrencilerinden en değerlisi ve yeteneklisi KaraMemi’nin ve diğerlerinin yaptıkları tezhipler arasında saz üslubunu yansısıra en güzel örnekler, albümlerde izlenir.
Özellikle III. Murad albümü olarak tanınan 1572 tarihli bir albümdeki sayfa kenarı çalışmaları saz üslubunun süsleme sanatında ulaştığı noktayı sergiler.
Banu Mahir
Tuğra:
Çiçek minyatürleride denilen şükufe Türk tezyinatında tabi ve üsluplaşmış çiçeklerden oluşur.
Çiçekler, dal ve yapraklar “şükufedan” denilen kaplar ve vazolar içinde ya da fiyonklarla bağlanarak, kimi zaman doğaya yakın natür-mort kavramı içinde çalışılmıştır.
Bu üslupta teknik olarak tarama ve akıtma boya olduğu kadar noktalamaya da yer verilmiştir. Şükufe ince fırça darbeleriyle gölgelendirme yapılarak çalışılan, özellikle kitap sanatında çokça eserler verilen ince bir üsluptur. Özellikle 18.yy ve 19.yy larda benimsenmiş bir süslemedir.
Ali Üsküdari, Ahmet Ataullah, Hüseyin Hüsnü, Salih Efendi gibi sayısız çiçek ressamları dönemlerinin en önemli üstatlarıdırlar.
nakkaş.net
Tuğra:
Navigasyon
[0] Mesajlar
[#] Sonraki Sayfa
Tam sürüme git