Gönderen Konu: Allah (C.C) ayette Habibini azarlıyor mu?  (Okunma sayısı 4093 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah (C.C) ayette Habibini azarlıyor mu?
« : 22 Mayıs 2013, 11:36:18 »

Allah (C.C) ayette Habibini azarlıyor mu?

İnsanlar; inananlar-inanmayanlar, imanlılar-imansızlar, diğer bir ifade ile kâfirler ve müslümanlar olarak ikiye ayrılır.

Hazreti Allah celle celâlühûnün muhatap aldığı kimseler sadece inananlar ise de insan için sadece inanmak kâfi olmayıp o inancın gereği olarak ibâdet etmek de gerekiyor.

Hatta sadece ibâdet de kâfi olmayıp, ibâdetlerin makbul olması için ihlâs ve samimiyetle yapılmış olması şart.

İşte ebedî kurtuluşun ilk şartı bu. Yani ihlâs ve samimiyetle ibâdet etmek.
Bunun arkasından mânevî derecelerde yükselmek gelir…

İhlâs ve samimiyetle Allah’a ibâdet edenler, farz ve vâciplerden başka nâfile ibâdetlere de devam ederlerse, nâfile ibâdetleri yapmayanlara göre daha yüksek derecelere kavuşurlar.

Hatta ihlâs sâhipleri arasında da derece farkları olacağından, herkes ihlâsı derecesinde sevap kazanır.

Kimin ihlâsı fazlaysa, alacağı sevap da ona göre olup, derecesi de o derece yüksek olur.

Kişi, ibâdet ve ihlâsı nisbetinde belli bir dereceye gelince, mânevî dostluk makamına erişir.

Artık o bir Allah dostudur.

Biz böyle kimselere velî diyoruz.
Velî kelimesinin çoğulu “evliyâ”dır.

Türkçede birden fazla, Arapçada da ikiden fazla kişiye evliyâ denir. Halk tek kişiye de evliyâ dediği ve bu kelime dilimize artık iyice yerleştiği için, tek kişi hakkında da “Evliyâ” demek yanlış sayılmaz. Çünkü, “Galat-ı meşhûre lügat-ı fesîhadan evlâdır.”

Halk bazan velilere/evliyâya, ermiş de diyor. Bu da yerinde bir kelime. Allah’ın dostluğuna ermiş demek…

Evliyâ ve ermiş zatlar, Allah tarafından sevildikleri için, Allah (c.c.) sevdiği bu kimseleri halka da sevdiriyor.

Müslümanlar, böyle zatlara hayattayken gereken hürmeti gösterdikleri gibi, vefatlarından sonra da onları unutmayıp türbelerini ziyaret ediyor, şefaat ve himmetlerini istiyorlar...

HER VELÎ/EVLİYÂ, AYNI DERECEDE DEĞİLDİR…

Velilerin/evliyânın şüphesiz ki hepsi aynı derecede değildir. Aralarında derece farkları vardır.

Tasavvuf lisanında, ilk evliyâlık mertebesine velâyet-i suğrâ, yüksek evliyâlık mertebesine velâyet-i kübrâ, daha yüksek evliyâlık mertebesine ise velâyet-i ulyâ deniliyor…

Çok yüksek mertebelere eren zatlar, Kutbul irşad, Kutbul aktab ve Gavsül âzam diye anılırlar ki, böyle zatlar azın azıdır. Her asırda, böyle makamlara ulaşan zatlar elbette vardır ve olagelmiştir.

Bu mânevî mertebelerin sahipleri, dünyadayken cennet hayatı yaşayan mübârek kimseler olup peygamberlerden sonra Allah’ın en bahtiyar kullarıdırlar.

Tasavvuf ve tarikata muarız olanlar hoş karşılamasalar da bizim duamız şudur:

Allah bizi dünyada öyle zatlardan habersiz ve uzak etmesin. Âhirette şefaatlarından mahrum etmesin. Bizi onlarla beraber haşretsin ve bize âhirette onların sancağı altında toplanmayı nasip etsin. Âmîn.

İslam Ehl-i sünnet inancına göre, evliyâ olarak andığımız Allah dostlarının en yüksek derecede olanları, Peygamberimiz’in ashabıdır. Ashabın derecesine, onlardan sonra gelen hiçbir kimse ulaşamaz.

Hiç bir evliyâ da, derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, peygamber derecesine ulaşamaz.

PEYGAMBERLİK MAKAMI…

İnsan çalışmakla evliyâ olabilir, ama peygamber olamaz.
Çünkü, peygamberlik çalışmakla değil Allah’ın seçmesi ve tayiniyledir.
Peygamberlik makamı, çalışmakla elde edilmesi mümkün olmayan yüce ve yüksek bir makamdır.

Bazı peygamberler şeriat sahibidir yani yeni bir şeriat getirmiştir. Bazıları da kendinden önce gelen veya kendi zamanında yaşayan peygamberin şeriatıyla amel eder ve onun şeriatını tebliğ eder.

Meselâ İbrahim Aleyhisselam şeriat sahibi bir peygamberdir. Onunla aynı zamanda yaşayan oğlu İsmail Aleyhisselam ile yeğeni Lut Aleyhisselam ise hem İbrahim Aleyhisselam’ın şeriatıyla amel etmiş hem de onun şeriatını tebliğ etmişlerdir.

Hazreti Musa’ya göre Hazreti Harun, Hazreti İbrahim’e göre Hazreti İsmail ve Hazreti Lut gibidir…
Peygamberler arasında derece farkları da vardır. Rabbimiz Teâlâ onların bazısını bazısından üstün kıldığını Kur’an-ı Kerim’inde haber veriyor. (Bakara sûresi, âyet: 253)

Peygamberler içinde derecesi en üstün olanlar “Ulül azm” denilen peygamberlerdir. (Ahkâf sûresi, âyet: 35)

İbni Abbas radıyallâhü anh Hazretleri’nin beyanına göre, Ulül azm peygamberler beş tane olup onlar Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed Aleyhimüsselam hazırâtıdır.

Bu peygamberlerin içinde en üstün makamın yani Makâm-ı Mahmûd’un sahibi olan da Habîbullah, Allah’ın sevgilisi olan Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri’dir… (Allah celle celâlühû şefaatından mahrum etmesin. Âmîn)

Onun makamından daha üstün bir makam olmadığı gibi, yaratılanlar içinde onun makamından daha yüksek bir makam sahibi de yoktur..
Şimdi yukarıdan beri anlattıklarımızı sıralayarak şöyle bir özetlemeye geçebiliriz:

En altta inançsızlar, yani kâfirler var. Bunların hiçbir üstünlükleri ve dereceleri yoktur. Onlar için derece değil dereke (sıfırın altı - cehennem çukurları) vardır.
İnanç sahipleri ise kademe kademe, derece derece şöyle sıralanıyor:
İbâdet edenler,
İbâdetlerini ihlasla yapanlar,
İhlasta ileri olanlar,
İhlas ve samimiyetle ibâdet ve kulluk etmekle beraber nâfile ibâdetler de yapanlar,
Farz, vâcib, sünnet ve nâfile ibâdetlerde, hayır ve hasenatta ileri giderek evliyalık derecesine ulaşanlar,
Derecesi yüksek veliler,
Peygamberler,
Ulül azm peygamberler,
Ve son peygamber, Habîbullah / Allah’ın sevgilisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri…

İnsanlığın ve yaratılmışların en üstünü, zirvesi, Allah’ın Habîbi/sevgilisi…
Allah (c.c.) O’nu o kadar sevmekte ve ona o kadar değer vermekte ki, Kelâm-ı Kadîm’inde onu bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildirmektedir. (Enbiyâ sûresi, âyet: 107)

O’na itaat etmeyi, kendisine itaat kabul ediyor. (Nisâ sûresi, âyet:80)
Onun kendiliğinden konuşmadığını, onun konuşmalarının ancak vahiy olduğunu bildiriyor. (Necm sûresi, âyet: 3-4)

Allah, RESÛLÜNÜ AZARLIYOR MU YOKSA YÜCELTİYOR MU?..

Peygamberimiz’in Allah indindeki değeri ve derecesi böyle olmasına rağmen, müslümanlar içinde gördüğümüz bazı kimseler, Peygamberimiz’in Müslümanlar tarafından lüzumundan fazla yüceltildiğini söyleyebilmekte ve Hazreti Allah’ın Peygamberimiz’i azarladığını yazabilmektedirler.
Peki, Müslümanlar bizzat Allah’ın yücelttiği Peygamberimiz’i yüceltmeyip de ne yapsınlar?

Ezanda bile Lâ ilâhe illAllah Muhammedür resûlüllah diyerek, adının Allah’ın adıyla beraber anılması emredilen zatı, Allah’dan sonra ikinci varlık olarak sevmesinler mi?

Ama bazı kimseler nedense, Müslümanların Peygamberimiz’i bu derece fazla sevmelerinden pek fazla rahatsız oluyorlarlar. İlim sahibi olmayanların ilk nazarda anlayamayacakları âyetleri ele alarak, Müslümanların zihinlerini bulandırmaya çalışıyorlar.

Bu kimseler, “Allah’ın, Peygamberimiz’i azarladığını söyleyerek” Peygamberimiz’i Müslümanların zihninde küçük düşürmek gayretindeler.
Halbuki, onların “Allah, Peygamberi azarlıyor” dedikleri âyetlerde, Allah’ın Peygamberimiz’i azarlaması değil, ikaz ve hatırlatmaları var. Hatta azarlama var dedikleri bazı âyetlerde onların söylediklerinin tam tersi bir mânâ bile mevcut.

Önce şunu bilelim:
Allah’ın, Peygamberimiz’i azarladığını söyleyenler kimler?
Peygamberimiz’in, Allah (c.c.) tarafından azarlandığını yazanlardan biri, ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu.

İslamoğlu, adı geçen kitabının 216. sahifesinde, “Tevbe sûresinin 43. âyetinde Peygamberimiz’in azarlandığını” söylüyor.

Oysa mesele onun söylediği gibi değil, hatta tam tersi.
İslamoğlu’nun, Peygamberimiz’in azarlandığını söylediği âyetin meâlini görelim. O âyette Peygamberimiz’e hitaben şöyle buyuruluyor:
“Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?”
(Elmalı Tefsiri, c: 4, sa: 349 sadeleştirme)
Meselenin izahı:

Tebük Seferi’ne çıkılacaktır. Bazıları Peygamberimiz’e gelip, harbe gitmemek için mazeret beyan ediyorlar. Peygamberimiz de onların söylediklerinin doğru olup olmadığını araştırmadan onlara izin veriyor. Âyet bu meseleyle ilgili.

TEFSİRLER NE DİYOR BU ZAT NE DİYOR?..

Bu âyette, İslamoğlu’nun söylediği gibi Peygamberimiz’i azarlama falan var mı yok mu, bunu biz söylemeyelim de kendisinin eserlerinde sık sık kaynak olarak gösterdiği Tefsir-i Kebir müellifi Fahreddin Razî söylesin.
İslamoğlu’nun “Peygamber’i azarlıyor” dediği Tevbe sûresinin 43. âyetinin tefsirinde Tefsir-i Kebir bakın ne diyor:

“Bu, Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber’i iyice ta’zim edip (büyüklüğünü gösterip) yücelttiğine delâlet eder. Bu tıpkı, bir adamın kendi nezdinde çok kıymetli olan birisine, “Hay Allah affedesice, benim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; benim bu sözüme karşı senin cevabın nedir? Allah sana âfiyet versin, sen benim kadrimi bilemedin” demesi gibidir. Binâenaleyh, bu kimsenin bu sözünden maksadı, o kimseyi iyice tebcil etmekten (yüceltmekten) başka bir şey değildir.”

***

İslamoğlu aslında yeni bir şey söylüyor değil. Tarihte, onun gibi “Peygamberimiz’in Allah tarafından azarlandığını” söyleyen başka kimseler de olmuştur. Fakat Tefsir-i Kebir’de Fahreddin Râzî Hazretleri onlara gereken cevabı veriyor. O cevaplar aynı âyetin ( Tevbe 43) tefsirinde zikrediliyor.
Eserlerinde iki de bir Tefsir-i Kebir’e atıf yapan Bay İslamoğlu, mesele Peygamberimiz’in azarlanması olunca, Tefsir-i Kebir’in ne dediğine hiç itibar etmiyor.

İslamoğlu, Hazreti Allah’ın Peygamberimiz’i azarladığını söylese de, ehl-i sünnet âlimleri tam tersini söylüyorlar. Meselâ büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen, bahse konu âyetin ifadesinin, Peygamberimiz’i azarlama değil aksine iltifat olduğunu söylüyor. Ömer Nasuhi’nin ifadesi de şöyle:
“…Bu bir iltifattır ve söze başlamak mukaddimesidir.”
(Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, c: 3, sa: 1273)

Önceki sahifelerde, ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarının, tasavvuf ve tarikat erbabını suçladığını söylemiştik. Yazar, “Tasavvuf ve tarikat erbabının Hazreti Resûlüllah’ı örnek almak yerine, ona sadece bir masal kahramanı gibi hayranlık duyduklarını” söylüyordu. (Sa: 206)
Bu açık bir iftiradır, bunu geçelim.

Ama hemen geçmeyelim de onun bu iftiraları atarken kendisiyle nasıl ters düşüp nasıl gülünç hale geldiğine bakalım.
Yazara göre, Peygamber’e hayran olunmaz, o örnek alınırmış. Yine yazara göre, bu mesele Kur’an’a ve Peygamberimiz’e sorulsa, “Örnek alınması” gerektiği cevabı alınırmış. (Sa: 206)

Bunu yazan İslamoğlu, bundan birkaç sahife sonra ne yapıyor biliyor musunuz? Peygamberimiz’den bahsederken, orada yazdğının tam tersini yazıyor.

İşte birkaç sahife sonra Peygamberimiz hakkında kitabına koyduğu başlık:
Hayranlık Verici Bir Ahlâk (alâ hulukin azîm) (Sahife: 224)
Şimdi ona dönüp sormayalım mı?

Sayın İslamoğlu!

Peygambere hayran olunmaz o örnek alınır diyordunuz. Ona siz de hayranlık duyuyorsunuz ki kitabınızda şu başlığ koymuşsunuz: “Hayranlık Verici Bir Ahlâk.”

İslamoğlu’na kendi üslübüyla soralım!
Bu başlık ne böyle?

Hazreti Peygamber’i örnek alacağınıza ona hayran mı oluyorsunuz?
Bu başlığa bizim itirazımız yok da, size ne oluyor? Ne bu kendi kendinizle ters düşmek böyle?

Yoksa kitabınıza bu başlığı sizden habersiz başkaları mı koydu?
Hani siz birbirine uymayan şeyler yapmazsınız da. (!)

BU NE TEVAZU(!) BÖYLE…

Adamın biri, pehlivan falan olmadığı halde kendisini büyük bir pehlivan zanneder, bunu da etrafa kabul ettirmek istermiş. Bunun için büyük pehlivanları nasıl yendiğini anlatmaya çalışacak ama bunu anlatmaya kalksa, kimsenin kendisini dinlemeyeceğini ve mühimsemeyeceğini de biliyormuş. O da kendince bir plan yapmış ve onu uygulamış.

Ortaya bir pehlivan lafı atıp meşhur pehlivanları övmeye başlamış. Anlattıkları doğru olduğu için halk da kendisini dinliyormuş.
Anlata anlata nihayet baş pehlivana gelmiş. Onun anlatırken, “Gerçekten büyük pehlivanmış hepsini yendi” dedikten sonra şöyle söylemiş:
Onu da ben yendim…

Gördünüz mü kurnazlığı?

En başta, “Ben baş pehlivanı yendim” dese kimse dinlemeyecekti…
O da ne yapsın? Garibim kendisini öne çıkarmak için işte böyle bir kurnazlık düşünmüş.

Şimdi de İslamoğlu’nu dinleyelim ve iki hadise arasındaki benzerliğe bakalım.
İslamoğlu şöyle diyor:

“Hz. Peygamber’in muhteşem bir ahlâk üzere olduğunu söyleyen âyetin içinde bulunduğu Kalem sûresi, Süyûtî gibi Kur’an ilimleri otoritelerine göre ilk inen beş âyetin ardından indirilen ikinci sûredir. Ne ki bizim kanaatımız, bu sûrenin Müddessir’den sonra üçüncü sûre olarak indiği yönündedir.” (Sa: 224)
Dikkat ederseniz, İslamoğlu burada “Bizim kanaatımız” diyor.
Bu “Bizim kanaatımız” ifadesi bile onun söylediğinin hiç bir değeri olmadığının isbatıdır. Çünkü dinî meselelerde kanaat olmaz, delil, belge ve isbat olur. Kanaatla hiç bir dini mesele hakkında hüküm verilemez. Sayın İslamoğlu ise belgesiz ve ispatsız olarak sadece kendi kanaatıyla bir karara varıyor. Elbette ki bunun hiçbir değeri yoktur.

Bir de şu kurnazlığa bakın.

İslamoğlu’nun söylediği gibi, İmam Süyûtî gerçekten Kur’an ilimlerinde otoritedir. İslamoğlu önce onun Kur’an ilimlerinde otorite olduğunu söylüyor, sonra sözü otorite olan bu büyük âlimin söylediğinin isabetsiz olduğuna getirip, “Bizim kanaatımız” diyerek onun söylediğine zıt olarak kendi kanaatını ortaya koyuyor.

Demek istiyor ki,
“Süyûtî Kur’an ilimlerinde otoritedir ama ben ondan daha büyük otoriteyim. O öyle söylese de yanılıyor.

O öyle söylüyorsa ben de böyle söylüyorum. Kur’an ilimlerinde otorite olan Süyûtî’ye göre öyle ise bana göre de böyle” diyor.
Aynen, “Baş pehlivanı da ben yendim” diyen adam gibi.
Âlim dediğin, işte böyle tevâzû sahibi(!) olmalı değil mi değerli okuyucular.
Ama bu derece tevâzû da fazla yani. Bu tevâzû karşısında insanın gözleri yaşarıyor…

Ancaaak!

Sayın İslamoğlu kusura bakmasın ama, Süyûtî gibi Kur’an ilimleri otoriteleri dese de aslında İmam Süyûtî’yi Kur’an ilimlerinde otorite olarak kabul ettiği falan da yok.
Onu otorite olarak falan kabul etmiyor, sadece basamak olarak kullanıp kendisini ortaya koyuyor.

BU DİRENİŞ NİYE!..

Fî tarihinde, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz meselesini de nereden çıkarıyorlar!” diye bir yazı yazmıştı.

O sırada ikimiz de aynı gazetede yazıyorduk. Kendisine derhal gereken cevabı vermiştim. O da, İmam Süyûtî’yi Kur’an ilimlerinde otorite kabul ettiğini söyleyerek, o zatın El-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an isimli eserinden kendince bir delil getirerek bana cevap vermeye kalkışmıştı.
Delili de delil olsa bari. İmam Süyûtî, “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın câiz olduğunu” değil “Abdestsiz olarak ezbere Kur’an okumanın câiz olduğunu” yazıyordu.

Bizim ona zaten itirazımız yoktu. Çünkü abdestsiz olarak ezbere Kur’an okunabilirdi. İslamoğlu, bunu bildiği halde meseleyi saptırmaya çalışıyordu.
Kendisiyle aramızdaki mesele, “Abdestsiz olarak ezbere Kur’an okumanın câiz olup olmadığı”değil, “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunulup dokunulamayacağı” idi.

Süyûtî’nin, delil olarak sunduğu El-İtkan kitabında ise “Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz olarak dokunmanın haram olduğu” açıkça yazılıydı. Yani İslamoğlu’nun iddiasının tersi, bizim söylediğimizin de aynısı…
Kitabın cild ve sahife numarasını bildirerek kendisine cevap vermiştim…
Çünkü, kendisinin Kur’an ilimlerinde otorite olarak kabul ettiği İmam Süyûtî’, onun söylediğinin tam tersini söylüyordu.

Bu durumda, “Madem Süyûtî öyle yazıyor, öyleyse doğrudur. Çünkü o, Kur’an ilimlerinde otoritedir” deyip kabul etmesi icap etmez miydi?
Etmemişti…

Hâlâ da etmiyor…

“El elden üstündür tâ arşa kadar” denildiği gibi, galiba o da “Otorite otoriteden üstündür” diyerek kendisini acaba İmam Süyûtî’den üstün mü görüyor ki, Kur’an ilimleri otoritesi dediği İmam Süyûtî’nin yazdıklarını bir türlü kabule yanaşmıyor.

Soruyorum:
Şimdi bu tavır ilmî dürüstlük mü oluyor?..
Tabii ki bunun cevabını vermek kendisine düşer…


Ali EREN | 22.05.2013 09:00 | www.haberkita.com