Gönderen Konu: Arzuhâlim Sanadır, Sahibim…  (Okunma sayısı 2821 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı kenz

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1129
Arzuhâlim Sanadır, Sahibim…
« : 30 Kasım 2007, 00:29:54 »

Öncelikle, Sen’in hoşnutluğunu umarak, Sevgiline selam eder; Sen’den râzı ve hoşnut olmam kolaylaşsın diye lutfettiğin tüm ikramların için şükrü bir borç bilirim. Lütuflarının kadrini bilmekten uzak olsam da, hiç değilse, her birine nasıl da muhtaç olduğumu kavramış bulunuyorum…

Bana bağışladığın her bir nimet, diğerinden öte kıymettedir. Ama özellikle beni kendilerine emanet ettiğin insanlar için hamd ederim. Başta annem ve babam; sonra arkadaşlarım, komşularım, akrabalarım… Hatta, öylesine tanıdıklarım ve kendilerini hiç tanımadığım halde, yanından gelip geçtiklerim olmak üzere, nice insana emanet ettin beni… Kimi için bir ömür, kimi için birkaç sene, bazısı için birkaç saat, bir kısmı içinse bir anlık emanettim…

Aralarında, katından bir hikmet olmak üzere, hıyânet edenlerine rastlamış olmakla beraber, emanetçilerimin çoğunu, Sana mûtî ve vazifelerinde samimi buldum. Onlar vesîlesiyle sevgiyi, yakınlığı, uzaklığı, kolaylığı, zorluğu, içtenliği, kabukluğu ve daha nicesini tattım.

Emanetçilerimin bazısı, Sen’inle nasıl konuşacağıma kadar karışıp, beni hep kendi kalıpları içinde görmeye çalışır, hâllerimi yadırgar, Seninle sohbetin şartını bile kendilerince belirleyip, Sana “Canım!”, “Sevdiceğim!” deyişimi densizliğe yorarlar. Halbuki, Sana “Canım!” diyemeden geçmiş bir ömür, ne de boş gelir bana… Şimdi, kim karışabilir ki, candan bir dosta seslenir gibi seslensem Sana? Kim surat edebilir yakarışıma Sahibim?! Sen tebessümle seyrederken, Sana “Bir tanem!” deyişime, bilmem, kim, ne hakla kızabilir? Senli-benli olmamızı garipseyenler, hâlimi vahim buluyorlarsa, duâlarında benim için de yakarsınlar Sana… Hem zaten emânet, duâsız nasıl muhafaza edilir?

Emanetçilerim içerisinde, benim için pek kıymetli ve özel olan “sayılı” kişi vardır ki, onlar da zaten mâlumundur. İsimlerini ve sıfatlarını defalarca ansam ve sırf onlar için, nice şükür secdesine kapansam yeridir. O sayılı birkaç emanetçim, her baktığımda Sen’i hatırlatan, her coştuğumda kendilerine “Seni seviyorum!” sözünü rahatça haykırabildiğim, kendileriyle her sohbet edişimde ferahladığım, yollarını gözlediğim, seslerini özlediğim kullarındır. Onlar beni diğerlerinden öte korur, saklar ve dinlerler. “Sana aşk ile bakılacak günün” provasını yüzlerinde yaptığım, nadide insanlardır onlar… Ve Sen, öylesine cömertsin ki, ikramına karşılık olan teşekkürü edebilmek, benim için imkânsızdır… Buna rağmen, yine de isterim… Bu arzuhâli yazmama sebep olan murâdım şudur: 

Beni kendilerine emanet ettiğin o güzeller, her ne vakit bir mecliste bir araya gelip de, sonradan ayrılacak olsak, durup “Allah’a emanet ol!” diyorlar. Bu, benim pek zoruma gidiyor. Bu söze pek içerliyorum. Ve Sen’den rica ediyorum: Bana bir daha bunu demesinler…

Geçen senelerden birinde, bir terminalde, valizlerimi birkaç saatliğine bir emanetçiye bırakmıştım. Bir ücret karşılığında, ağırlıklarıma göz-kulak oluvermişti. Geri döndüğümde:

“-Valizlerimi alabilir miyim?” diye, nezâketen sormuştum, o da:

“-Tabii...” demişti.

Emanet bıraktıklarımı alıp, yoluma devam etmiştim…

Eğer o emanetçi, valizlerime bakıp:

“-Sizi sahibinize emanet ediyorum!..” deseydi… Ya da bana dönüp:

“-Buyurun, valizlerinizi size emanet ediyorum.” demeye kalksaydı, ne de komik olurdu. Böyle bir durumda ben de elbet hiç kaçırmaz:

“-Hayırdır kardeş, şaşırdınız herhâlde, valizler zaten benim, kimin malını, kime emanet ediyorsunuz!..” diye çıkışırdım.

Belki ona yazıhanesinin üzerindeki “Emânetçi” yazısını gösterir ve:

“-Haddini bil emanetçi!..” demeye bile getirirdim.

Ama bütün bunlara gerek kalmadı; çünkü adam, vazifesinin ne olduğunu gayet iyi kavramıştı. Valizlerimi sadece, bir süreliğine emanet aldı. Onları sahiplenmedi. Zira, “sahip olan” emanet eder, “emanetçi olan” sahibine sadece teslim eder… 

Canım, başım, gözüm, kaşım… Daha kendimden dışarı hiç çıkmadan, sadece vücudumda taşıdığım onca uzuv, benim midir? Eğer benimse, kalbime hükmedemeyişim, neyin nesidir? Eğer benimse, alnımın kazılışı ve bunu pek garip bir ürpertiyle sadece seyredişim nedir?

Herkes gibi ben de ancak bir emanetçiyim. Kendimde ve kendi dışımda sahiplenebileceğim neyim var ki? Çay içtiğim fincanlara, çavdarlı ekmeğe, kağıt havluya, halıya, perdeye, tüle bakayım… Bakıp diyeyim ki hadi: Benim! Madem bunca benim, biraz hastalanınca hepsinden geçişim, hepsini unutuşum neyin nesidir? Ölünce tüm bunları ve daha nicesini ardımda bırakacak oluşum da nedir?

“-Benim çocuğum…” diyerek, oğlu-kızı bana ait zannetmiş olsam, her birinin emanet olduğu gerçeği değişir mi? O hâlde, “bir emaneti kollar gibi” değil de, üzerinde “etkili ve yetkili biricik sahipmişim gibi” davranmalarımın anlamı nedir? Benim olan bir şey üzerinde, nasıl bu kadar kontrolden âciz kalırım? Hem madem benim, eceli geldiği vakit, toprağa bırakışım da neyin nesidir?

Uzuvlar, eşya, evlat… Sen’in tarafından bana bırakılmış valizlerden başka bir şey mi? Ve ben, emanet edilenleri bir süreliğine muhafaza etmekle yükümlü, terminaldeki o emanetçiden, farklı biri miyim?

Arkadaşlarım, akrabalarım, öğrencilerim, komşularım benim midir? Bir “iyelik eki” onları “benim” mi yapar? Ve eğer emanet etmem gerekirse, onları bir başka emanetçiye devretmem daha uygun düşmez mi? Hiç, bir mal, sahibine emanet edilir mi? Eğer bu olacak iş değilse, bir canı Sana, kayıtsız-şartsız, tek ve biricik sahip olan Sana emanet etmek neyin nesidir? Her gün nice insanın, Sana ait nicesini, yine Sana emanet etmesi de nedir?

Sahip, Sen’sin! Ben Seni, benden hiç ayrılmamış buldum… Ayrı kaldığımı sandığım günler boyunca, her an benimle olduğunu, gelişimi aynı sükûnetle karşılamanda hissettim. Sen, bir annenin, çocuğunu ardından seyretmesinden kıyas kabul etmeyecek derecede büyük bir şefkat nazarıyla beni her an seyredensin. Beni Sana neden emanet ediyorlar ki!.. Sen öz sahibimsin, emanetçim değilsin. Bunca emanetçinin, Sana emanet etmesi beni; nasıl da zoruma gidiyor, işte, bilirsin…

Hem o, kendi kıyametleri koptuğunda, kendi derdine düşecek olanlar, neden beni Sana emanet ediyorlar? Sen, her canlının alnından tutan biricik sahip, biricik kudret eliyken, benim alnımdan da her an tutmakta olduğunu bilmiyorlar mı? Hani, “Allah’a emân et!” deseler, anlayacağım ama… Bu emanet etmek de ne oluyor? Tekrar tekrar soruyorum: Kimi, kime emanet ediş bu?!.. Hiç öz malı, sahibine emanet edilir mi yâ Hû!?

Malûm olanın, her an îlan edilmesine gerek yok ki! Ben zaten Sen’in eserinim! Sen’in malınım! Sen’in hazinenim! Ötesi var mı, Sen’in yarattığınım! Sen’inim… O hâlde, beni neden Sana emanet ediyorlar? Yoksa benim, ancak ve ancak kendilerine “emanet” olduğumu unutuyor da, sahiplik mi hissediyorlar?  Hayır, hayır!.. Sanırım onlar, Sen’den daha emîn bir başka makam tanımadıkları için, beni Sana emanet ediyorlar. Ama Sen sahipsin ve Sana “emânet” değil, “teslim” almak yaraşır… 

Kimileri, beni yüceltip duruyor… Onlar, eğer bende gizlenen şerleri bilselerdi, sanırım ne yanıma yaklaşır, ne de yüzüme bakarlardı… Kimileri de beni yerden yere vuruyor… Onlar da bendeki hayırları bilselerdi, dediklerine ve demeye niyetlendiklerine binlerce defa pişmanlık duyarlardı. Beni olduğum gibi bilenlerin sayısı, bir yoncanın yaprakları kadardır, üçü, belki dördü geçmez… Ve onlar arasında, şüphesiz, beni en iyi bilen Sen’sin… Bu durumda, Sen’inle samimi olmuşsam, aramızda mesafe kalmamış da, her an zaten avucunda gezinen bir âcize dönmüşsem, daha niye beni Sana emanet ederler ki?

Sana yalvarıyorum, ne olur, şu kulların artık bana:

“-Allâh’a emanet ol!..” demesinler… Emanet değil, olsa olsa teslim olmak dilerim sana… “Emanet” olmak değil, “emân eden” olmak dilerim… O emanetçilerim, beni Sana emanet etmeyi bırakıp, benim için Sana emân etsinler. Benim için diyorum, çünkü -âhirette belli olur da- bir başkası için yardım dilerlerse, zaten kendileri için de iki katını dilemiş olurlar.   

Bana emanet ettiklerin için de, elbet ben sadece bir emanetçiyim. Onlardan ayrılırken:

“-Allâh’a emanet ol!..” demem! Zaten Onunsun derim… Sahibine teslim ediyorum derim… İçim, benimle beraber oldukları zamandan daha rahat olur… Çünkü onları Sana bırakır giderim… Üstelik, birlikte olduğumuz zamanlarda da, yine Sen’in aynı kudret elinin içinde durmaktayızdır… Yani bir yandan birbirimize emânet, öte yandan, aslında zaten her an, yine Sana teslimizdir…

Nice hayırlı emanetçiyle karşılaştırdığın için beni, şükran doluyum… Nicesine hayırla emanetçi olmak nasip ettiğin için de minnettarım Sana… VAllahi, canım da dâhil olmak üzere,  şu âlemde bana ait bir şey yok... Başım da dâhil olmak üzere, ben, hiçbir şeye sahip değilim… Benim de, bana emanet ettiklerinin de biricik sahibi Sen’sin. O hâlde, onları neden Sana emanet edeyim?!..

Gün gelecek, kendimce en çok koruduklarımı bile koruyamaz, en çok sakındıklarımı bile sakınamaz olacağım… O gün, ellerimin kendine bile hayrı kalmadığı, bakışlarımdaki ferin söndüğü, sesimin-soluğumun kesildiği gün olacak... Hani aklımın, gönlümün yetmediği çaresiz demlerimde nasıl bıraktıysam kendimi Sana, o gün, en sevdiğimi de öylece, hem de temelli bırakacağım Sana… Öldüğüm gün, mademki olacak bu, ölmeden önce de, Sana bırakabilmeliyim… Sana teslim etmeliyim, “ölmeden önce ölerek” kendimi ve herkesi… Belki, ilk ölümün ardından başlayan “bir haddini biliştir, Sana teslim etmek”…

Günüm gelip de, bir beyaz bez içinde, toprağa verir gibi yapıp, Sana temelli teslim ettikleri gün… İşte o gün, belki anlar emanetçilerim; benim sadece ve sadece Sana ait olduğumu… Ama ne olur, o güne bırakma ya Rabbi!.. Ne olur, bana dünya gözüyle göster, beni Sana emanet etmekten vazgeçtikleri günü… Ve o güzel kullarının dostluğundan, arkadaşlığından ayrı koma ki, onların “emanetçilik” vazifelerini hakkıyla yerine getirmelerini de, kendi emanetçiliğimi de seyredebileyim...

Şunun şurası, iki saat, iki yıl, hadi olsun yirmi, bilemedin kırk yıl emanet aldı diye, sahip çıkarsa biri diğerine, nasıl iştir bu? Hiç değilse an için, o az gelir üç saatliğine, ne bileyim beş yıllığına,  lütfunla artır da, olsun kırk seneliğine… Yok, o da yetmez, hem neden o kadarıyla yetineyim ki?! Lutfet, “teslim olmanın ve teslim etmenin huzurunu istiyorum”, bir ömürlüğüne!..

Şimdi, tam da burada, yani tam da arzuhâlime son verirken… Ey bütün emanetlerin ve emanetçilerin biricik sahibi! İşte yine Sen’den Sana dönüyor… Ve aşk ile her dâim, yâdını diliyorum Sen’den…


Neslihan Nur Türk
İNSAN akli ile melekleşen nefsi ile iblisleşen bir aciptir İNSAN
İNSAN kendi kabahatini bilmeyen cehli ile dünyalara sığmayan bir mağrurdur İNSAN
İNSAN bütün zaaf ve acziyyetine rağmen kudrete kafa tutan taşkın bir şaşkındır İNSAN
İNSAN maziye bağlı hâle aldanmış istikbali gözler bir taştır İNSAN