Eshâb-ı Suffe
Peygamber Efendimiz (S.A.V), Mekke-i Mükerreme’de Dar-ı Erkâm’da başlattığı “Mekteb-i Muhammedi”yi ve tedrisat-ı diniyyeyi, Medine-i Münevvere’de Eshâb-ı Suffe ile devam ettirmiş, en zor şartlarda bile tatil etmemiştir. Sulh ve sükun zamanlarında ise bütün gayretini ulûm-u diniyyenin neşrine hasretmiştir. Yetiştirdiği sahâbîleri civar kabilelere ve şehirlere hoca olarak gönderip, insanlara yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimi ve din-i celil-i İslamı öğretmeye çalışmıştır.
(خيركم من تعلم القرآن وعلمه)
“Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.”
(ومن اوتي القرآن فرأى ان احدا أوتي خيرا منه فقد حقر ما عظم الله تعالى)
“Kime Kur’an (okuma ve okutma nimeti) verilir de o, (bu nimet verilmeyen) başka birine verileni, kendisine verilenden daha hayırlı zanneder(ve ona imrenir)se, Allah’ın ta’zım ettiğini tahkir etmiş olur” , buyurarak dini ilimlerin menşe-i olan Kur’an-ı Kerim’in ta’lim ve taallümünün, diğer pekçok hadis-i şerifle de dini ilimlerin tahsilinin ehemmiyetine işaret buyurmuştur.
Hakim Neysâbûrî der ki:
... تَأَمَّلْتُ هَذِهِ اْلأَخْبَارَ الْوَارِدَةَ فِي أَهْلِ الصُّفَّةِ فَوَجَدْتُهُمْ مِنْ أَكَابِرِ الصَّحَابَةِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَعًا وَتَوَكُّلاً عَلَى اللهِ عَزَّ وَجَلَّ وَمُلاَزَمَةً لِخِدْمَةِ اللهِ وَرَسُولِهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، اِخْتَارَهُ اللهُ تَعَالَى لَهُمْ مَا اخْتَارَهُ لِنَبِيِّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنَ الْمَسْكَنَةِ وَالْفَقْرِ وَالتَّضَرُّعِ لِعِبَادَةِ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ ، وَتَرْكِ الدُّنْيَا ِلأَهْلِهَا
“Eshâb-ı Suffe ile alakalı varid olan haberleri düşündüm ve onları şu üç hususta sahabe-i kiramın en büyüklerinden buldum:
1.Vera,
2. Allah-ü Teala’ya tevekkül,
3. Allah’a ve Rasülü’ne hizmete devam.
Allah-ü Teala nebisi için tercih ettiği (sevip, seçtiği) şu üç özelliği onlar için de tercih etmiştir.
1.Meskenet, fakirlik,
2.(Yalnız) Allah’a ibadet için boyun bükmek,
3.Dünya ve ehlini terk etmek.”
Şu Hadis-i Şerif bunun şahididir:
كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا صَلَّى يَخِرُّ رِجَالٌ مِنْ قَامَتِهِمْ (قِيَامِهِمْ فِيهَا قَالَ فِي الْقَامُوسِ قَامَ قَوْمًا وَقَوْمَةً وَقِيَامًا وَقَامَةً اِنْتَصَبَ) لِمَا بِهِمْ مِنَ الْجَهْدِ ، (مِنَ الْمَشَقَّةِ وَ هُوَ الْجُوعُ وَالضَّعْفُ) وَكَانُوا أَصْحَابَ الصُّفَّةِ حَتَّى تَقُولَ الأَعْرَابُ إِنَّ هَؤُلاءِ لَمَجَانِينُ، فَلَمَّا قَضَى الصَّلاةَ انْصَرَفَ إِلَيْهِمْ، فَقَالَ لَوْ تَعْلَمُونَ مَا لَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ لأَحْبَبْتُمْ أَنْ تَزْدَادُوا فَاقَةً وَحَاجَةً
“Rasülüllah (s.a.v.) namaz kıldırdığı zaman, kendilerindeki açlık ve zayıflıktan dolayı (namazda) kıyamdan yere yığılanlar olurdu. O yere yığılanlar Eshab-ı Suffe’den olanlardı. Hatta bazı bedeviler: Bunlar herhalde “deli”, derlerdi. Rasülüllah namazı bitirir bitirmez onlara doğru döner ve şöyle buyururdu: “Allah indinde sizin için olanları (Allah’ın size vereceği makam ve sevapları) bir bilseniz muhakkak ki ihtiyaç ve yokluğunuzun daha da artmasını ister ve severdiniz”
Allah-ü Teala zenginliği isteyene değil, istediğine vermiştir. Dünya gölgeye benzer onun arkasından ne kadar koşulursa koşulsun yakalanmaz. Gaye ahiret olmalı, güneşe dönüldüğünde gölge de arkadan gelir.
Cenab-ı Hak Şûrâ Süresi’nin 27. Ayet-i Kerimesi’nde şöyle buyurur:
وَلَوْ بَسَطَ الله الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِى اْلاَرْضِ وَلَكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَاء إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرُ بَصِيرٌ
“Ve bununla beraber Allah rızkı kullarına bol bol seriverse, yeryüzünde azar ve taşkınlık ederlerdi. Ve lakin dilediği kadar bir miktar ile indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarına habirdir ve basirdir.”
Ayet-i Kerime’nin sebeb-i nüzulü, Hz. Ali (k.v.)’in şu sözleriyle ortaya çıkmaktadır:
مَا أَصْبَحَ بِالْكُوفَةِ أَحَدٌ إِلاَّ نَاعِمٌ إِنَّ أَدْنَاهُمْ مَنْزِلَةً يَشْرَبُ مِنْ مَاءِ الْفُرَاتِ وَيَجْلِسُ فِي الظِّلِّ ، وَيَأْكُلُ مِنَ الْبُرِّ ، وَإِنَّمَا أُنْزِلَتْ هَذِهِ اْلآيَةُ فِي أَصْحَابِ الصُّفَّةِ {وَلَوْ بَسَطَ اللهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي اْلأَرْضِ ، وَلَكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَاءُ} ذَلِكَ أَنَّهُمْ قَالُوا : لَوْ أَنَّ لَنَا فَتَمَنَّوُا الدُّنْيَا
“Küfe’de sabahlayan hiçbir kimse olmadı ki nimet içinde olmasın. Onların en fakiri, Fırat’ın suyundan içer, gölgede oturur ve buğday unundan yer. Halbuki Şûrâ Suresi 27. Ayet-i Kerime’si Eshâb-ı Suffe hakkında nazil olmuştur: Bu onların “bizim için olsa” demelerinden dolayıdır. Böylelikle dünyayı temenni ettiler.” Ayet-i Kerime’nin manası kadar sebeb-i nüzulü de dikkatle düşünülmelidir. Ebu Hüreyre (r.a.), “Eshâb-ı Suffe içinde yetmiş kişi vardı ki onların (doğru dürüst) elbiseleri dahi yoktu.” buyurur. Taberânî’nin rivayetinde de: “Buldukları elbiselerini boyunlarına (çarşaf) gibi bağlarlar, elbiseleri bazen dizlerinin altına kadar, bazen de topuklarına kadar gelir, avret mahalleri açılmasın diye elleri hep elbiselerinde olurdu.”
Bu kadar sıkıntılar içinde ilim tahsil eden Eshâb-ı Suffe’nin, zenginliği istemeleri uygun görülmemiş, mes’uliyyetini kaldıramayacakları haber verilerek bulundukları durumun kendileri için daha hayırlı olduğu bildirilmiştir.
Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Eshâb-ı Kiram’ın büyüklerinden, İslam’a çok büyük hizmetlerde bulunan Kur’an Muallimi bir zattı.
Mekkeli gençler arasında en yakışıklı olan ve en güzel elbiseler giyen idi. Ana babası onu çok severlerdi. Müslüman olduktan sonra anne-babası ve akrabaları ona çok eziyet ettiler. Bundan dolayı Habeşistan’a hicret etmişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Ashabıyla otururken Mus’ab (r.a.) huzura geldi. Üzerinde, onu ancak örten bir elbise vardı. Eshâb-ı Kiram, onun bu halini görünce başlarını aşağıya eğdiler. Mus’ab (r.a.) yaklaştı ve selam verdi, Ashab da selamını aldılar. Sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu hayırla yad edip överek şöyle buyurdular: “Ben Mus’ab’ı Mekke’de anne-babasıyla görmüştüm. Ona çeşitli nimetlerle ikram ediyorlardı. Kureyş gençleri içinde onun benzeri yoktu. Fakat Allah’ın rızasına kavuşmak ve Rasülü’ne yardım etmek için tüm bunları terk etti.”
Sonra Ashabı’na şöyle buyurdular:
“Size şöyle şöyle haller gelecek. Hatta Faris ve Rum diyarları fetholunacak da herhangi biriniz sabahleyin bir elbise, akşamleyin başka bir elbise giyecek; önünüze sabah bir tabak konulacak akşam öbür tabak konulacak” Ashab: “O günkü halimiz mi bu günkü mü daha iyidir? diye süal edince Rasülüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Hayır, siz bu gün o günkünden daha hayırlısınız. Siz dünya hakkında benim bildiklerimi bilseniz, artık dünyadan rahat bulursunuz (dünyalık her hangi bir şeyi arzulamazsınız).”
Habbab bin Eret (r.a) der ki: “… İçimizden bazıları, dünyadaki mükafatından hiçbir şey alamadan Allah yolunda şehit oldular. Uhud harbinde şehit olan Mus’ab bin Umeyr onlardan birisidir. Mus’ab bin Umeyr şehit edildiğinde geride bir elbise parçasından başka hiçbir şey bırakmamıştı. Kefenlemek için elbisesini başına örttüğümüzde ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüzde başı açılıyordu. Bunun üzerine Rasülüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Elbisesiyle başını örtün, ayaklarını da ızhır otu ile örtün”. Şehit olduğunda kırk yaşında idi. Rasülüllah (s.a.v.) başucunda şu Ayet-i Celile’yi okumuştu:
مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا
“Müminlerdendir o erler ki, Allah’a verdikleri ahde sadakat gösterdiler. Kimi adağını ödedi (şehit oldu) ve kimi de gözetiyor (şehitlik bekliyor). Hiçbir surette (sözlerini, hak yolundaki azim ve gayretlerini) değiştirmediler.”
Bir gün Alâü’d-Devle es-Simnânî, Hace Ali Râmîtenî (k.s.)’e şu sualin cevabı için bir haberci gönderdi: “Bizler de sizler de fakirlere miskinlere hizmet ediyoruz. Biz zahmet çekerek bunu yapıyoruz, siz ise hiç zahmet çekmeden elinizde ne varsa onunla hizmet ediyorsunuz. Fakat insanlar sizden râzı oluyor, size teşekkür ediyor, bizden râzı olmuyor, şikâyetçi oluyorlar. Bunun sebebi nedir?” Ali Râmîtenî (k.s.) Hz. şöyle cevap verdiler: “Yaptığı iyilikleri başa kakarak hizmet edenler çoktur. Yaptığı iyiliğin kabulünü ümid ederek hizmet edenler ise azdır. Sizler bu şekilde hizmet etmeye çalışın ki, hiç kimse size karşı öfkelenip şikayetçi olmaz.”
Ebu'l Faruk Hazretleri (k.s.), evlatlarına şöyle tenbih ederlerdi:
“Evlatlarım, bu ilimleri okumak isteyen birisi daima Ben Allah rızası için okuyacağım, okuduklarımı da Ümmet-i Muhammed’e öğreteceğim bu suretle batağa düşmüş insanları kurtarmaya çalışacağım diye düşünmeli ve gayesi hep böyle olmalıdır. Hatta müftü veya vaiz olmak niyeti ile ilim okumak haramdır. Eğer içinizde böyle düşünen ve bu maksatla aramızda bulunan varsa hemen dengini toplayıp gitsin. Zira Enbiya mirası olan bu ilimler dünyevi gayeler için okunmaz.”
Eshâb-ı Suffe’nin Mezkür Meziyetlerinden Müstağni (Tokgözlü) Olmak
İstiğna: Cenab-ı Hakk’tan başka kimsenin minneti altına girmemek, gönül tokluğu, elindekini kâfî bulmak, nazlanmak, azamet ve tekebbür etmek ve kendini ihtiyaçtan vareste göstererek, nâsa arz-ı iftikardan vikaye-i nefs gibi manalara gelir.
Dünyevî ihtiyaçlar için insanlara karşı gösterilen istiğnâ-tekebbür derecesine varmadıkça- bir meziyettir ki, buna “tokgözlülük” de denir. Ancak, Allah-ü Teala’ya, O’nun Rasülüne, din büyüklerine ve uhrevî nimetlere karşı gösterilen istiğnâ, Allah’a karşı isyan ve azgınlıktır. Nitekim Mevlamız şöyle buyurur: (كلا إن الإنسان ليطغي أن رآه استغنى إن إلى ربك الرجعى) “Sakın okumamazlık etme ya Muhammed! Çünkü insan kendini müstağnî görmekle, muhakkak tuğyan eder-azar, haddini aşar, hakka karşı gelir, halka ziyan eder. Haberin olsun ki nihayet rucû Rabbına’dır.”
وأما من بخل واستغنى وكذب بالحسنى فسنيسره للعسرى “Ve ammâ her kim bahillik eder ve istiğnâ gösterir ve husnâyı tekzib eylerse, onu da usrâya (cehennem yoluna) kolaylayacağız.”
( اما من استغنى فأنت له تصدى وما عليك الا يزكى)
“Amma istiğna edene gelince, sen onun sadasına özeniyorsun. Onun temizlenmemesinden sana ne!”
“Senden ve Kur’an’dan istifâde etmek istemeyen müstağnînin temizlenmemesinden, İslam’a girmemesinden sana bir mes’ûliyet teveccüh etmez.”
İstiğnânın mergûb ve makbul olanı, dünyevî ihtiyaçlar ve menfaatler için insanlara arz-ı iftikâr etmemektir. Ulum-u diniyye uğrunda dünyevî meşgalelerden sarf-ı nazar eden talebe ve hocanın dünyaya rağbet etmeyip müstağnî davranması ne güzel bir meziyettir. Bu meziyet Eshab-ı Suffe’nin hâlidir ki, Mevlamız onları Kur’an-ı Kerim’de şöyle senâ buyurmuştur:
للفقراء الذين احصروا فى سبيل الله لا يستطيعون ضربا فى الأرض يحسبهم الجاهل أغنياء من التعفف تعرفهم بسيماهم لا يسألون الناس الحافاً
“Verin o fakirlere ki, Allah yolunda kapanmışlar, şuraya, buraya dolaşamazlar, istemekten çekindikleri için, bilmeyen onları zengin zanneder, onları sîmâlarından tanırsın, halkı bîzar etmezler.”
Demek ki Allah yolunda hizmet için ziraat, ticaret ve sanaat gibi dünyevî kazanç yollarına iltifat etmeyip, muhtaç oldukları zaman bile, istemekten çekinen müstüğnî ve tokgözlü kimseler, Allah katında öyle bir dereceye sahiptir ki, onlara infakta bulunmak, Allah’ın rızasına vesîledir. Allah o has kulları için diğer müminlerin sadaka vermelerini istemektedir. İşte, Eshâb-ı Suffenin mezkür meziyetleri, kıyamete kadar onların yolunu takip edecek ulum-u diniyye erbabı için bir numûnedir.
Bu sebeple hoca ve talebeler, mümkün olduğu kadar eldeki imkanlarla iktifâ etmeye çalışmalı, kendileri için başkalarından bir şey istememelidir. Eğer çok mecbur kalmışsa halden anlayacak, takva sahibi kimselerden ihtiyacı kadar istemelidir. Menfaat mülahazasıyla varlıklı kimselere yakınlık gösterip, onlara hususî muâmele ve yağcılık yapmamalıdır.
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
من تواضع الغنى لغناه ذهب ثلثا دينه) )
“Kim zengine karşı zenginliğinden dolayı tevazu gösterirse dininin üçte ikisini kaybeder.”
Din hizmetleri adına insanların yardımlarına müracaat eden hizmet erbâbı da bu vazîfeyi, dînin izzet ve şerefine münasib bir tarzda yapmalıdır. Yardım alabilmek için, haddinden fazla fakr ve tezellül izhar edip, muhatabı, kendisinin de inanmayacağı vasıflarla göklere çıkararak, hizmetlerin vakar ve îtibarını zedelememelidir. Bir taraftan ihtiyaçları karşılamak, diğer taraftan da insanların yardım yapmasına vesîle olmak maksadıyla ve münâsib bir lisanla, edây-ı vazîfe yapmalıdır. Muhatabı zorlayıp mahcup etmekten ve nefretine sebep olmaktan uzak durmalıdır.
Aç gözlü ve haris insanlar, ilim sahibi olsalar bile şeref ve izzet sahibi olamazlar. Müstağnî meşreb olmayanlar, zillet ve hakaretten kurtulamaz, dinin izzet ve şerefini koruyamazlar. Ulvî olan ilmi, basit menfaatlere alet ederler.
Müstağnî ve tokgözlü olmanın îcablarından biri de, paylaşmasını bilmek ve bundan zevk almaktır. Cemiyet halinde yaşayan insanlar, bilhassa talebe ve hocalar, umumun ihtiyacı için elde bulunan imkânları, insaf ve adaletle paylaşmalı, hakkına düşene râzı olup, fazlasına ve başkalarının hakkına tenezzül etmemelidir. “Elimdeki imkan ve nimeti benden alacaklar veya ona ortak olacaklar”, kaygısıyla maiyyetindeki kardeşlerinden rahatsız olup, huysuzluk ve huzursuzluk yapmak din ve dâvâ şuuruna sahip olamamanın alametidir. Kendini o nimete ehak ve elyak görüp, başkalarını hakir görmenin neticesidir.
Elinde bulunan imkân ve nimetleri, din ve dava kardeşleri ile paylaşabilmek, hatta kardeşlerinin menfaatini, kendi menfaatine tercih etmek ise, yüksek bir ahlaka sahip olmanın ve nefsin şuhhundan korunmuş olmanın alâmetidir. Fenâ fil-ihvan ancak böyle tahakkuk eder.
Allah ve Rasülünün sevgisi ve dîn-i celil-i islâm uğrunda herşeylerini bırakarak, Medineye hicret eden müminlere, kucak açıp ellerindeki bütün imkanları onlarla paylaşan, hatta onları kendilerine tercih eden Ensar-ı Kirâm hazaratının halini, Yüce Mevlamız Haşr süresinde şöyle beyan buyurur:
والذين تبوؤا الدار والإيمان من قبلهم يحبون من هاجر إليهم ولا يجدون فى صدورهم حاجة مما أوتوا ويؤثرون على أنفسهم ولو كان بهم خصاصة ومن يوق شح نفسه فأولئك هم المفلحون
“Ve şunlar ki (ensar) onlar (muhacirun)dan önce yurdu hazırlayıp îmana sahip oldular, kendilerine hicret edenlere muhabbet beslerler ve onlara verilenden nefislerinde bir kaygı duymazlar, kendilerinde ihtiyaç bile olsa îsâr ile nefislerine tercih ederler, her kim de nefsinin hırsından korunursa işte onlardır o felah bulanlar.”
İbn-i Ömer (R.A) hazretlerinden rivayet edildiğine göre Eshab’dan bir zata bir koyun başı (kelle) hediye edilmişti. O, “falanca kardeşim ve çocukları buna bizden daha muhtaçtır”, diyerek komşusuna, o da aynı düşünceyle diğer komşusuna göndermişti. Böylece koyun başı, yedi evi dolaşıp ilk zâta geri geldi. Bu hadise üzerine ويؤثرون على أنفسهم ولو كان بهم خصاصة kavl-i celîli nâzil oldu. Bu ayetin sebeb-i nüzûlünde benzer rivayetler zikredilmiştir. Zaten Eshab-ı Kiramın hayatı böyle îsar hadiseleri ile doludur. Yermük muharebesinde son nefeslerini vermek üzere olan mücâhidlerin suyu birbirlerine ikram etmeleri çok ibretlidir.
Görülüyor ki istiğnâ ve tokgözlülüğün mertebe-i âlâsı olan îsar-ı ihvan şuhh-u nefisten vikaye ile alakalıdır. Nitekim, diğer evsâf-ı rezîleden olduğu gibi bu vasıftan tezkiye ve tasfiyesi de, rabıta ve zikr-i kalbî ile mümkündür. Pîrânın himmeti ile bu hususta muvaffak olanlar şüphesiz felah bulacaklardır.
Dipnotlar
1- Kamil Miras Tecrid-i Sarih c.11 s.240 Hadis No: 1775 Emel Matbaası 3. Baskı Ankara 1975
2- Gazali, İhya c.1 s.17 Müessesetü’l-Halebi Kahire 1967
3- Hakim, el-Müstedrek ale’s-Sahihayn, 4259 numaralı hadis-i şerif’in izahında
4- Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, Hadis No: 15193
5- Hakim, el-Müstedrek ale’s-Sahihayn, Hadis No: 3621
6- Hakim, el-Müstedrek ale’s-Sahihayn, Hadis No: 4259
7- Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, Hadis No: 3430
8- Hakim, el-Müstedrek ale’s-Sahihayn, Hadis No: 6716
9- Ahzab 23
10- İbn-i Sa’d, Tabakat-ı Kübra, c.1, s.116-122
11- Reşâhât, s.47
12- Ziya Sunguroğlu’nun Notları, s.39
13- Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat Turdav Yayınları İstanbul 1997, Bilmen, Dini ve Felsefî Ahlak Lügatçesi s.10 Bilmen Yay, 1967 İstanbul
14- Alak 6-8
15- Leyl 7-9, Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili c.8 s.5878 Eser Neşriyat ve Dağıtım
16- Abese 5-7
17- Elmalılı, a.g.e c.8 s.5576
18- Bakara 273, Elmalılı, a.g.e c.2 s.907
29- İmam-ı Rabbani, Mektûbat, c.1 mektub:138 s.192
30- Haşr 9, Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili c.7 s.4812, Eser Neşriyat