Gönderen Konu: Asrı Saadette Tasavvuf  (Okunma sayısı 2923 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Elnurkul

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 41
  • Sadakat Forum
Asrı Saadette Tasavvuf
« : 28 Kasım 2017, 10:24:23 »

Asr-ı Saadet’te tasavvuf

Saadet Devri’nin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi.

Sahabi efendilerimiz de bu mevzuda peygamberlerden sonra en üst tabakayı oluşturuyorlardı. Tasavvuf ve tarikatın adı geçmemekle birlikte, en canlı tasavvufî yaşayış onların zamanında idi.

Nazil olan ayet-i kerimeler müminlerin gönül ve tefekkür dünyasında büyük vakumlar meydana getiriyor, nazarlarını Allah’a çeviriyordu. Kur’an ve hadiste tasavvufun esasını teşkil eden konulara çokça yer verilmişti. İman, kalp, tevbe, zikir, ihlâs, takva, nefs, tezkiye, mücahede, muhabbet, haşyet, sabır, şükür, tevekkül, rıza, fakr, ilm-i ledün, kibir, riya, haset gibi konular bunlardan sadece bazılarını teşkil ediyordu.

Sahabe-i Kiram hazretleri Kur’an-ı Kerim’den okudukları bu konuları önlerindeki Mürşid-i Ekmel’e bakarak yaşıyorlardı. O’nun sohbetinden aldıkları feyizle amel ediyor, nefslerini kibir, ucub, riya gibi bilumum hastalıklardan temizliyorlardı. Zikrin nuruyla kalplerini cilalayıp safileştiriyor, nafile amellerle sürekli yükseliyorlardı. Böylece ruhları kemale eriyor, tefekkür dünyaları zenginleşiyor ve marifet nurları kalplerinde tecelli ediyordu.

Allah Rasulü s.a.v. Kur’an ahlâkına sahipti. Allah’a çok şükreder, ibadet etmekten büyük zevk alır, bazen ayakları şişinceye dek namaz kılardı. Kimi zaman namazında hıçkırıklarla ağlardı. Bazen günlerce oruç tutar, günün muhtelif saatlerinde zikirle meşgul olurdu. O’nun her hareketinde kıyamında, kıraatinde, oturuşunda, kalkışında edep, incelik ve marifetullaha dair sırlar zuhur ederdi. Mübarek kalbi üns ve vahdet nurlarıyla dolu idi. O İlm-i Ledün sultanı idi. Keşf ve müşahedenin en ileri derecesine sahipti. Cebrail Aleyhisselam O’na yerlerin ve göklerin esrarını bildiriyor, ebedi saadetin reçetesini haber veriyordu. Miraç’ta yedi kat semayı aşmış, meleklerin tutamadığı noktaları tutmuş, bütün makam ve menzilleri geçip Allah Tealâ’ya vasıl olmuştu. Dönüşte cennet, cehennem ve melekût âleminin acayip hallerini seyreylemişti. Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere mucizeleriyle akılları hayrete düşürmüştü.

O’nun peygamberlik sıfatından başka bir de velilik sıfatı vardı. Peygamberlik sıfatıyla diğer bütün peygamberlerin imamı ve sonu olduğu gibi, velilik sıfatıyla da, nebiler dahil, bütün beşeriyetin en efdali idi. Ayrıca İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, Hz. Peygamber’in peygamberlik sıfatı velilik sıfatından üstün ve yüce idi.

Mürşid-i ekmel olan Rasul-i Ekrem s.a.v.’in birkaç dakikalık sohbetiyle Sahabe-i Kiram hazretleri bir velinin ömrünün sonuna kadar ulaşamayacağı manevi makamlara yükseliyorlardı. Elde ettikleri manevi hal ve zevk ile cenneti cehennemi görmüş gibi oluyorlardı. Huzur-u şeriflerinde iken sanki başlarında bir kuş var da uçacakmış gibi, büyük bir edep ve tam bir kalbî bağlılıkla O’nu dinliyorlardı. Huzurundan ayrıldıkları zaman da yine hayallerini Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz süslüyordu. Devamlı O’nunla birlikte imiş gibi O’nu düşünüyor, mübarek sözlerini, tavır ve davranışlarını hayal ediyor, her şeyleriyle O’na benzemeye çalışıyor, diğer bir ifadeyle rabıta yapıyorlardı. Allah Rasulü’nü sevdikleri kadar hiçbir beşeri sevmemişlerdi. O’nu kendi canlarından bile, aziz tutuyorlardı.

Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber s.a.v.’in sohbetiyle berzaha uğramadan doğrudan doğruya zahirden hakikate geçiyor ve az bir zamanda Allah Tealâ’ya büyük yakınlık elde ediyorlardı. Çünkü onlar Hz. Rasulullah’ın irşadıyla velâyet-i kübraya mazhar olmuşlardı.

Gerçi Sahabe-i Kiram hazretlerinde keşif, keramet gibi hadiseler az görülürdü. Belki sonradan gelen velilerin keşif kerameti daha fazla idi. Fakat Sahabe’nin makamları sonraki velilerden çok daha yüksekti. Onlara yetişebilmek neredeyse imkansızdı.

İşte Asr-ı Saadet mslümanlarının halleri kısaca böyleydi. Yani tasavvufî hallerdi. Fakat adına henüz Tasavvuf denmiyordu.

 Semerkand'dan alınmıştır.

Sûfî bâtınını ve zâhirini Allah’ın Kitabına ve Resulünün sünnetine uyarak arıtandır. O, sâfiyeti arttıkça vücud denizinden çıkar; iradesini, dilek ve ihtiyarını terkeder.

Çevrimdışı Elnurkul

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 41
  • Sadakat Forum
Saadet Asrından sonra Tasavvuf
« Yanıtla #1 : 28 Kasım 2017, 10:38:35 »
Saadet Asrı’ndan sonra tasavvuf

Sahabe neslinin sonları ve Tabiûn neslinin başlarına doğru iç savaşlar dolayısıyla huzursuzluklar artmış, gündemdeki meselelerle zihinler karışmıştı. Kerbelâ vakası, Haricîlerin gaddar tutumları ve Emevîler dönemindeki siyasi gelişmeler de işin tuzu, biberi olmuştu.

Öte yandan sürekli devam eden fetihler sayesinde ganimetler alınmış, refah ve zenginlik artarak müslümanların hayat standardı yükselmişti. Böylece Saadet Devri’nde görülmeyen, bir anlamda lüks sayılabilecek bir hayat tarz ve telakkisi ortaya çıkmıştı. Bu, şimdiki neslin aksine o günkü neslin hiç de alışık olmadığı bir durumdu. Saadet Devri’nde Hz. Fatıma r.a.’ın edindiği bir çul vardı. Yatarken altlarına serseler üstleri, üstlerine serseler altları açıkta kalırdı. (Bugün ise, bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi, maddi imkan olmadan müminlerin imanlarını muhafaza etmeleri bile son derece zorlaşmıştır.)

Daha ziyade hicrî II./miladî VIII. asırda ortaya çıkan bu dünyevîleşme, siyasileşme, yabancılaşma, bid’atlerin zuhuru ve dine karşı bir derece lâkaytlık, devrin zühd ve takvaya önem veren müminlerini, diğer bir ifadeyle zahidleri incitmişti. Onlar, Hz. Peygamber ve Sahabe neslinin tertemiz, berrak akidelerine sarılarak dünyanın yalancı yüzünden el etek çektiler. Kendilerini ilme, ibadete, Kur’an ve Sünnet’te üzerinde durulan derunî hayata verdiler. Zühd ve takvaya bürünerek gayet sade bir hayat yaşadılar. Bu arada gayet tesirli vaazları, insanları ağlatan ateşli konuşmalarıyla halkı irşad ettiler.

Bu grubun arasında devrin büyük alimlerinden Hasan Basrî Hazretleri (ö. 110/728), mücedditlerden kabul edilen Emevîler’in devlet başkanı Ömer b. Abdülaziz Hazretleri (ö. 101/719), aşıklardan Rabiatu’l-Adevî Hazretleri (ö. 185/804) gibi simalar da vardı.

Hicrî birinci-ikinci asırda yaşayan bu zahidlerin dönemine “zühd dönemi” adı verildi. Bu dönem, tasavvufun özünü ve başlangıcını oluşturuyordu. Söz konusu zahidler, aynı zamanda Sahabe devrinde zühd ve takvalarıyla öne çıkmış Ehl-i Beyt, dört büyük halife, Suffa Ashabı, Tabiûn’dan Üveys el-Karanî gibi şahıs ve zümrelerin de bir bakıma devamıydılar.

Hicrî 200/815 senelerinden itibaren olgunlaşan zühd hayatı Tasavvuf cereyanını doğurdu. Amel, ibadet, ahlâk, nefsle mücahede ve istikametin ön plâna çıktığı zühd devrinden sonra yaşadıkları manevi tecrübelerle zenginleşen sofiler, birikimlerini Kur’an ve Sünnet ekseni etrafında izah ederek, yeni kitaplar telif ettiler. Tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivayetlerine, fakihlerin içtihatlarına kendi ruhanî tecrübelerini, aşklarını, şevklerini, vecdlerini, keşfî-manevi bilgilerini, Allah Tealâ Hazretleri’ni sevmek, tanımak ve O’na yakınlaşmakla ilgili marifetlerini de ilave ederek farklı ekoller geliştirdiler. Sahabe ve Tabiûn devrinde olduğu gibi, amel ve ibadetleri ihlâs, itikat, marifetle birleştirerek manevi derinliği canlı bir şekilde devam ettirdiler.

Böylece, Fıkıh, Kelâm, Tefsir ve Hadis alimlerinin yaptıkları gibi, sofiler de Kur’an ve Sünnet’e dayanan amelleriyle, derunî/manevi tecrübelerinden çıkardıkları içtihatlarıyla ve yazdıkları eserleriyle özel konusu, hedefi, metodu ve ıstılahları olan Tasavvuf ilmini sistemleştirip, müstakil bir ilim ve amel yolu haline getirdiler.     Semerkand 
Sûfî bâtınını ve zâhirini Allah’ın Kitabına ve Resulünün sünnetine uyarak arıtandır. O, sâfiyeti arttıkça vücud denizinden çıkar; iradesini, dilek ve ihtiyarını terkeder.

Çevrimdışı Elnurkul

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 41
  • Sadakat Forum
Tasavvuf Tarihinin İlkleri
« Yanıtla #2 : 28 Kasım 2017, 10:48:10 »
tasavvuf tarihinin ilkleri

Bu kutlu zatlar, peygamberlerin de giyindiği gayet mütevazi bir elbise olan “sûf” (yün) elbise giydikleri için, yaygın olan kanaate göre, kendilerine “sûfî” adı verildi. “Tasavvuf” kelimesi de “sûf” kelimesinin değişik istihalelerinden türeyen bir isim olarak böylece tarihe geçti.

Tarihçilerin tespitine göre, ilk sûfi (veya halk dilinde “sofi”) ismini alan zat, Ebu Haşim Sûfî’dir (ö.150/767). İlk tekke de Suriye’nin Reml şehrindeki Ebu Haşim Tekkesi’dir. Fena-beka, cezbe, sülûk ve sair bir kısım isimler de her ne kadar tasavvuf ismi gibi sonradan ortaya çıkmış ise de, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin de beyan ettiği gibi, hakikatleri itibariyle hepsi Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e dayanmaktadır. Sofiler sadece bu gibi halleri anlatabilmek için muhtelif isim koymuşlardır.

O devirde İbrahim b. Edhem, Fudayl b. İyaz, Cüneyd-i Bağdadî, Bişr-i Hafî (Allah cümlesinin sırrını mübarek kılsın) gibi çevrelerinde manyetik alanlar meydana getiren büyük veliler, etraflarına halkı topluyor, sonra da Rasul-i Ekrem s.a.v.’in evrad ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı. Böylece, bu müstesna zatlar sayesinde yeniden gönüller Allah’a teveccüh ediyordu.

Temel bir kaide olarak “Mahlukatın nefesleri adedince Hakk’a ulaştıran yollar vardır.” Hepsi Kur’an ve Sünnet’e dayanan bu yollardan bazıları giderek sistemleşmeye başlıyordu. Müteakip asırlarda bunlardan her biri, tasavvufun içerisinde birbirinden güzel kolları oluşturacaktı. Nitekim Şah Abdülkadir Geylanî ve Ahmed Rifaî Hazretleri’nin yaşadığı hicrî VI. miladî XII. asırdan itibaren farklı irşad usulleriyle tarikatlar zuhur ederek Kadirîlik, Rufaîlik, Mevlevîlik, Nakşîlik gibi tarikatlar kuruldu ve İslâm dünyasının dört bir yanını nura gark ettiler. Allah onlardan razı olsun.

Sonuç itibarıyla; Fıkıh, Kelâm, Tefsir, Hadis, Tasavvuf ve sair ilimlerin her biri dinin kendisinden başka bir şey değildir. Bunlar her ne kadar müstakil birer ilim haline gelseler de, tek bir tanesini bile şeriattan ayrı düşünmek dalâlettir. Zira bunlardan herhangi birini şeriattan ayrı düşünmek Kur’an ve Sünnet’in bir bölümünü yok saymaktır. Akaid veya Kelâm ilmi olmasa ortada din ve inanç esasları diye bir şey kalmaz. Fıkıh olmasa, Hakk’a nasıl ibadet edileceği ve kullar arasında nasıl muamele edileceği anlaşılmaz. Tasavvuf olmasa, bütün ibadetlerin ruhu yok olur ve ibadetler sadece şekillerden ibaret hale dönüşerek boşa gider. Nefs ve şeytanın hileleri bilinip onlara karşı tavır alınmadığı için de din-iman yıkılmaya mahkûm olur. Tefsir ve Hadis ilmi olmasa zaten diğer ilimler hiç olmaz.

O bakımdan bir müminin Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf ilimlerini hiç değilse ihtiyaç miktarınca öğrenmesi farzdır. Zira dinin müstakim olarak yaşanması ancak bu ilimleri öğrenmekle mümkün olabilir.
Sûfî bâtınını ve zâhirini Allah’ın Kitabına ve Resulünün sünnetine uyarak arıtandır. O, sâfiyeti arttıkça vücud denizinden çıkar; iradesini, dilek ve ihtiyarını terkeder.