Asr-ı Saadet’te tasavvuf
Saadet Devri’nin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi.
Sahabi efendilerimiz de bu mevzuda peygamberlerden sonra en üst tabakayı oluşturuyorlardı. Tasavvuf ve tarikatın adı geçmemekle birlikte, en canlı tasavvufî yaşayış onların zamanında idi.
Nazil olan ayet-i kerimeler müminlerin gönül ve tefekkür dünyasında büyük vakumlar meydana getiriyor, nazarlarını Allah’a çeviriyordu. Kur’an ve hadiste tasavvufun esasını teşkil eden konulara çokça yer verilmişti. İman, kalp, tevbe, zikir, ihlâs, takva, nefs, tezkiye, mücahede, muhabbet, haşyet, sabır, şükür, tevekkül, rıza, fakr, ilm-i ledün, kibir, riya, haset gibi konular bunlardan sadece bazılarını teşkil ediyordu.
Sahabe-i Kiram hazretleri Kur’an-ı Kerim’den okudukları bu konuları önlerindeki Mürşid-i Ekmel’e bakarak yaşıyorlardı. O’nun sohbetinden aldıkları feyizle amel ediyor, nefslerini kibir, ucub, riya gibi bilumum hastalıklardan temizliyorlardı. Zikrin nuruyla kalplerini cilalayıp safileştiriyor, nafile amellerle sürekli yükseliyorlardı. Böylece ruhları kemale eriyor, tefekkür dünyaları zenginleşiyor ve marifet nurları kalplerinde tecelli ediyordu.
Allah Rasulü s.a.v. Kur’an ahlâkına sahipti. Allah’a çok şükreder, ibadet etmekten büyük zevk alır, bazen ayakları şişinceye dek namaz kılardı. Kimi zaman namazında hıçkırıklarla ağlardı. Bazen günlerce oruç tutar, günün muhtelif saatlerinde zikirle meşgul olurdu. O’nun her hareketinde kıyamında, kıraatinde, oturuşunda, kalkışında edep, incelik ve marifetullaha dair sırlar zuhur ederdi. Mübarek kalbi üns ve vahdet nurlarıyla dolu idi. O İlm-i Ledün sultanı idi. Keşf ve müşahedenin en ileri derecesine sahipti. Cebrail Aleyhisselam O’na yerlerin ve göklerin esrarını bildiriyor, ebedi saadetin reçetesini haber veriyordu. Miraç’ta yedi kat semayı aşmış, meleklerin tutamadığı noktaları tutmuş, bütün makam ve menzilleri geçip Allah Tealâ’ya vasıl olmuştu. Dönüşte cennet, cehennem ve melekût âleminin acayip hallerini seyreylemişti. Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere mucizeleriyle akılları hayrete düşürmüştü.
O’nun peygamberlik sıfatından başka bir de velilik sıfatı vardı. Peygamberlik sıfatıyla diğer bütün peygamberlerin imamı ve sonu olduğu gibi, velilik sıfatıyla da, nebiler dahil, bütün beşeriyetin en efdali idi. Ayrıca İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, Hz. Peygamber’in peygamberlik sıfatı velilik sıfatından üstün ve yüce idi.
Mürşid-i ekmel olan Rasul-i Ekrem s.a.v.’in birkaç dakikalık sohbetiyle Sahabe-i Kiram hazretleri bir velinin ömrünün sonuna kadar ulaşamayacağı manevi makamlara yükseliyorlardı. Elde ettikleri manevi hal ve zevk ile cenneti cehennemi görmüş gibi oluyorlardı. Huzur-u şeriflerinde iken sanki başlarında bir kuş var da uçacakmış gibi, büyük bir edep ve tam bir kalbî bağlılıkla O’nu dinliyorlardı. Huzurundan ayrıldıkları zaman da yine hayallerini Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz süslüyordu. Devamlı O’nunla birlikte imiş gibi O’nu düşünüyor, mübarek sözlerini, tavır ve davranışlarını hayal ediyor, her şeyleriyle O’na benzemeye çalışıyor, diğer bir ifadeyle rabıta yapıyorlardı. Allah Rasulü’nü sevdikleri kadar hiçbir beşeri sevmemişlerdi. O’nu kendi canlarından bile, aziz tutuyorlardı.
Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber s.a.v.’in sohbetiyle berzaha uğramadan doğrudan doğruya zahirden hakikate geçiyor ve az bir zamanda Allah Tealâ’ya büyük yakınlık elde ediyorlardı. Çünkü onlar Hz. Rasulullah’ın irşadıyla velâyet-i kübraya mazhar olmuşlardı.
Gerçi Sahabe-i Kiram hazretlerinde keşif, keramet gibi hadiseler az görülürdü. Belki sonradan gelen velilerin keşif kerameti daha fazla idi. Fakat Sahabe’nin makamları sonraki velilerden çok daha yüksekti. Onlara yetişebilmek neredeyse imkansızdı.
İşte Asr-ı Saadet mslümanlarının halleri kısaca böyleydi. Yani tasavvufî hallerdi. Fakat adına henüz Tasavvuf denmiyordu.
Semerkand'dan alınmıştır.