Gönderen Konu: Ataletin Gölgesinden Adaletin Işığına  (Okunma sayısı 2497 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ataletin Gölgesinden Adaletin Işığına
« : 14 Nisan 2014, 12:03:55 »

Ataletin Gölgesinden Adaletin Işığına


Küçük hesaplar, büyük hedefleri öyle örtmüş ki artı(+)lardan kurtulup çarpı(x) larla düşünemiyoruz. “Adalet” mefhumu “eşitlik” kelimesine öyle eşitlenmiş ki az bir gayretin bile büyük bir nimetle mükâfatlandırılabileceğini göremiyoruz.

Başarılı olmanın yolları üzerine çok şey yazılıp çiziliyor. Herkes için geçerli ve tek maddelik bir başarı formülü vermek bu yüzden zor gözüküyor. Fakat bu konuda fikir beyan eden herkes, başarıyı, yaptığı işi sevmekle irtibatlı görüyor.

Günlük hayatın “koşturmaca” olarak adlandırıldığı asrımızda kıran kırana bir yarış var. Rekabet, başarının önüne geçmiş. Gelecek kaygısı taşıyan gençler huzursuz. Nasıl huzurlu olsunlar ki? Bir yandan gençlerin çok okumaları, iyi çalışmaları isteniyor; diğer yandan zihinlerine bunların boş işler olduğu telkin ediliyor. Sürekli “Bu devirde dayın olacak, adamın olacak! Zaten çalıp çırpmadan zengin olunmaz! Ya topçu ya popçu olmak lâzım! Okuyup da ne olacak?” lâkırdıları güven duygusunu zedeliyor, hatta yok ediyor.
işte bu noktada sarsılan güven, adâlete duyulan güvendir. Çükü başarıların, ödüllerin, nimetlerin âdilce paylaşılacağına duyulan güven yok ediliyor. Gençliği “Adâletin bu mu dünya?” isyanına sürükleyen âmil “haksız rekabet” ve “fırsat eşitsizliği”dir. Güven duygusu sarsılınca muvaffakiyet arzusundaki talebede, kazanç peşindeki iş adamında, birinciliğe koşan sporcuda şevk mi kalır?

Âdil bir yarışta olmadığını düşünen kimse, emeğinin karşılığını alacağından tereddüde düştüğü için mutsuzdur, heyecandan uzaktır. Bu yüzden ya koşmaktan vazgeçecek ya da türlü hilelere başvuracaktır.

İşin doğrusu

Aslında durum o kadar vahim değil. Belki de yanlış düşünüldüğü için karamsarlığa sürükleniliyor. Şimdi gelin, “başarı başarı” diye çırpındığımız yalan dünyanın bazı gerçeklerine bakalım. Başarı söz konusu olduğunda adâlet nasıl işliyormuş görelim. Başarının önemli (?) kriterlerinden “para kazanmak” üzerinden bir hesapla girelim mevzuya:

Başarı ka(na)tlanarak gelir!

Önce bir sual: Yüz bin lira değerinde bir dükkândan ayda bin lira kira geliyor. 300 ay (25 yıl) biriktirilirse bu kiralarla kaç dükkân alınır? Bu soruyu çoğu insan şöyle cevaplıyor: “300 ay boyunca biner lira kira gelirse (300 x 1000 = 300.000), bu kira gelirleriyle aynı değerde 3 yeni dükkân alınır (300.000 / 100.000 = 3).” Halbuki 100 ay sonra ilk yeni dükkân alındığında o da kiraya verilerek aylık gelir iki katına (2000 liraya) çıkabilir. Böylece iki dükkândan da kira geldiği için 50 ay sonra 2. yeni dükkân, ondan 34 ay sonra 3. yeni dükkân alınacaktır… Sonuçta 300 ay (25 sene) dolmadan on taneden fazla dükkân alınabilecektir. (iş’te adâlet!)

Bu ikinci hesabı açıkladığınızda bazıları size “Ya dükkânlar boş kalırsa? Ya deprem falan olursa? Bazı kiracılar ödeme yapmazsa? 25 sene yaşayacağımız ne mâlum? Bir dükkân, satılık değerinin yüzde biri kira getirir mi? Sahi, başlangıçtaki dükkân hangi parayla alındı?” türünden sorular yöneltebilir. Aslında bu soruların hepsi geçersizdir! Çünkü bu soruların hepsi, sonucu “3 dükkân” olan hesap için de geçerlidir!

Küçük hesaplar, büyük hedefleri öyle örtmüş ki artı(+)lardan kurtulup çarpı(x)larla düşünemiyoruz. “Adâlet” mefhumu “eşitlik” kelimesine öyle eşitlenmiş ki az bir gayretin bile büyük bir nimetle mükâfatlandırılabileceğini göremiyoruz. Başarıyı o kadar dar bir çerçeveye oturtmuşuz ki yapabileceklerimizi hayal edemiyoruz.

Satrançla ilgili hikâyeyi duymuşsunuzdur:

Asırlar evvel satrancı îcat eden adam, bu oyunu ülkenin sultanına takdim eder. Sultan, oyunu çok beğenir ve bu bilge kişiye “Dile benden ne dilersen!” der. O da satranç tahtasındaki siyahlı-beyazlı 64 kareyi göstererek şöyle söyler: “Birinci kare için bir tane, diğer kareler için de bir öncekinin iki katı sayıda buğday istiyorum.” Yani adam, satranç tahtasındaki kareler için sırasıyla 1, 2, 4, 8, 16, 32……tane buğdayın hesaplanarak kendisine verilmesini ister. Sultan “Ben ki hazineler sahibi bir sultanım! Sen ise geçmişsin karşıma, tane tane buğday hesabı yapıyorsun?” diye kızar. Bilge adam “Sultanım, murâdınız bir iyilik yapmaksa benim arzum budur!” diyerek noktayı koyar. İyice sinirlenen sultan, adamlarına hesabı yapıp bilgeye bir tane bile fazla buğday vermemelerini emreder. Gelin görün ki bu bilge kişinin istediği buğdayı veremezler. Çünkü yeryüzünde o kadar buğday yoktur. Binlerce yıl boyunca üretilen toplam buğday da bu isteği karşılamaya yetmeyecektir. Çünkü katlanarak büyüyen rakam, 64. karede öyle bir noktaya gelir ki bilgenin talebini karşılamak için, yalnızca son kareye yüz milyarlarca ton buğday düşmektedir.

Başarıya artarak değil, katlanarak ulaşılmasından dolayıdır ki ilk başlarda ilerleme çok yavaşmış gibi geliyor. işte tam bu noktada pek çok kimse vazgeçiyor. Yukarıda verilen dükkân misalini hatırlayalım. İlk dükkân için 100 ay beklenirken, yıllar sonra birkaç ayda bir dükkân satın alma imkânı doğacaktır. Sonra satranç hikâyesine bakalım ve küçük rakamların katlanarak nerelere ulaştığını görelim.

Tarihten de benzer misaller vermek mümkün. Bi’setin altıncı yılında İslamiyet’i kabul eden Hz. Ömer (r.a.) kırkıncı Müslümandır. Peki, bir o kadar süre daha geçtiğinde, kırk kişi daha mı Müslüman olmuştur? Hayır. İslam tarihinin ilk nüfus sayımı, hicretin ilk senesinde yapılmıştır ve inananların adedinin bin beş yüzü geçtiği görülmüştür. Yani kırka kırk eklenmemiş, neredeyse sayı kırka katlanmıştır.

Eşit değil, fakat âdil!

Hayatın çeşitli safhalarından, cevabı adâlete çıkan bazı sorular üzerinde düşünelim:

Bir mağazadan her müşteri aynı miktarda mı alışveriş yapar? Bir şehirdeki hırsızların % 5′i yakalansa ve bunlar her gün soygun yapan en azılı hırsızlarsa, o şehirdeki hırsızlık oranı yalnızca % 5 mi azalır? Daha evvel yüz kitap okuyanla, bin kitap okuyan iki ayrı kişiye aynı kitabı versek ikisi de bu kitaptan aynı oranda mı istifade eder?

İkinci yabancı dili öğrenirken ilki kadar zaman harcamak gerekir mi? Ya üçüncüsü için?

Bu soruların mantığının aksine durumlar da olabilir. Her gün spor yapan birinin vücudundaki gelişme, her zaman ilk günlerdeki kadar kayda değer oranda devam edebilir mi? Elbette hayır. Vücut çalışırken önce ciddi bir gelişme sağlanır, sonra gelişme yavaşlar. Zaten işin sırrı, her şeyin aynı hızla ilerlemediğini anlamakta yatıyor.

Küçük (!) bir teklif

Biraz uykudan, biraz gün içindeki oyalanmalardan tasarruf ederek her gün 29 dakikayı farklı ve faydalı bir işe ayırma teklifini bir düşünün. Az da olsa sürekli devam edecek bir gayret: Kitap okuma, çocuklara bir şeyler öğretme, spor yapma, yabancı diller öğrenme, işyerinde fazladan mesâyi yapma vesâire… Yirmi dokuz dakikanın, yirmi dört saatin yüzde ikisine denk geldiğini düşünerek cevaplayalım:

Günümüzün yüzde ikisini değiştirsek hayatımız yüzde kaç değişir?

İşte adâlet!


İdris EREN | 09 Nisan 2014 | http://insanvehayat.com/ataletin-golgesinden-adaletin-isigina/