Gönderen Konu: Ayetlere Zorlama Manalar Verme Gayretleri  (Okunma sayısı 3221 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ayetlere Zorlama Manalar Verme Gayretleri
« : 03 Haziran 2013, 23:01:36 »

Ayetlere Zorlama Manalar Verme Gayretleri

Rabbimizin emir ve yasakları ve bize bildirmek istediği gerçekler, kendi kelamı olan Kur’an-ı Kerim’dedir.

Onun için, Kur’an’a mânâ verenlerin bu mühim işte çok hassas davranmaları şarttır. Nitekim asırlar boyunca gelen İslam âlimleri âyetlere mânâ verirken âdeta titremişlerdir.

Yeterli ilme sahip olan âlimlerimiz, Kur’an’a elbette mânâ vermeli ve müslümanları Kur’an âyetleriyle uyarmalıdırlar. Çünkü ilim sahiplerinin değişmez vazifeleri budur.

Ancak, zamanımızda bu konuda yadırganacak bazı tavırlara şahit olmuyor değiliz. İlminin yeterli olup olmadığına bakmadan âyetlere mânâ vermeye kalkışan bazı kimseler, hallerine bakmadan devirmedik çam bırakmıyorlar.
Bu da bir kıyâmet alâmeti olsa gerek.

Âyetlere yanlış mânâ veren bu kimseleri iki kısma ayırmak mümkün.
Bir: İlminin kâfi gelmediğini bile bilmeden, düşünmeden âyetlere mânâ vermeye kalkışanlar.

İki: Doğrusunu bildiği halde, kendi hevâsına uyup âyetlere bile bile yanlış ve zorlama mânâlar verenler.

Birinciler, işledikleri vebâlin büyüklüğünü düşünmeksizin, sahip olduğu azıcık ilimle âyetlere mânâ vermeye, izah ve tefsir etmeye kalkışan bir güruhtur. Bunlar hadlerini bilmeden, yaptıklarının doğru mu yanlış mı olduğunu düşünmeden âyetlere manâ vermeye kalkışırlar. Dînî hassasiyetten mahrum olan bu kimseler, giriştikleri bu boylarından büyük işin vebalinin farkında bile değiller ve olamıyorlar. Fakat, âyetlere mânâ vermenin şakaya gelir bir tarafı olmadığı için, yaptıklarının Allah indinde bir süal ve hesabı elbette olacaktır…
İkinci gurup ise bu vebâli bile bile yüklenenlerdir. Bile bile yaptıkları için, bunların vebâlleri birincilerden daha fazladır. Böylelerine ulemâi sû’ / kötü âlimler deniliyor. Âhirette bunların vücutlarının, “Buğday danelerinin iki değirmen taşı arasında öğütüldüğü gibi cehennemde öğütüleceği” haber veriliyor.

Her iki gurubun da veballeri varsa da ikinci kısımdan olanların halleri hepten felâket…

EN BÜYÜK FELÂKET!..

Değerli okuyucu!

İşledikleri cürüm bakımından bu iki guruptan da ileri olan üçüncü bir gurup var ki, onlar hem ilimsiz olup hem de yanlış-yamalak mânâlar verip bir de o mânâyı bile bile saptıranlardır...

Böyle kimselerin âhirette başlarına gelecek felâketin ise haddi hesabı yoktur.

Öyle ya canım!

Hem âyetlere mânâ verecek kadar ilmin olmayacak, hem ilmin varmış görünerek yanlış mânâlar vereceksin, hem de bu verdiğin mânâları olmayacak yerlere yani kendi istediğin mecrâlara çekeceksin…

İşte bu olmaz! Olmaz ama, bazıları “Ben yaptım oldu” dercesine bu cinayeti işliyor ve bu vebâli yükleniyor.

Misal mi istiyorsunuz? İstemediğiz kadar…

Ancak misallere geçmeden önce bir noktaya işâret etmek icap ediyor:
Kur’an lisanı olan Arapça geniş bir lisandır. Bu lisandaki her kelimenin karşılığı Türkçede yok. Onun için, âyetlere mânâ verirken eksik kalan mânâları tamamlamak için zaman zaman parantez içi izahlar kullanmak normal. Buna bir şey denilemez.

Ama âyetlerde olmayan hayâlî kelimeler uydurup, âyette olmadığı halde, varmış gibi parantez bile kullanmadan kafadan mânâlar vermenin vebalini teraziler tartamaz.

Çünkü ele alınan metin başka bir şey değil Allah kelamıdır. Allah kelamı da yanlış mânâyı kaldırmaz…
Artık misallere geçebiliriz. Önce hafifinden başlayalım.

FARKLI OLSUN DA VARSIN YANLIŞ OLSUN…

Kendisini Kur’an müfessiri makamında gören Yazar Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının 250. sahifesinde Müddessir sûresinin ilk âyetlerine güya mânâ vermiş.

Güya diyorum, çünkü tahmin ettiğiniz gibi verdiği mânâ yanlış. Ayrıca da gülünç…

Müddessir sûresinin iki kelimeden müteşekkil 2. âyetine verdiği mânâ şöyle:
“Kalk! (İnsanları) da kaldırıp uyar!”
Mânâ vermeye kalkıştığı âyette iki kelime var. Bu iki kelime Peygamberimiz’e verilen bir emirdir:
Kum fe enzir…
Eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ömer Nasûhi Bilmen’in âyete verdiği mânâ şöyle:
“Kalk artık korkut”
Elmalı Tefsiri de şöyle mânâ vermiş:

“Kalk artık inzar et”

İnzar et de uyar demek.
Yani Elmalı ile Ömer Nasuhi Hoca ikisi de aynı mânâyı vermişler.
Bahsettiğimiz yazar ise, “Kalk! Kaldırıp uyar” şeklinde mânâ veriyor.
Önce şunu bilelim:

Âyete eksik mânâ vermek de mânâda fazlalık yapmak da yanlış. Yazarın verdiği mânâda ise hem bir fazlalık domayısıyla yanlışlık hem de bir gülünçlük var.

Âyetde “Kalk, (insanları) uyar” buyuruluyor ama, “Kaldırıp uyar” buyurulmuyor. Yani “Kaldırıp” kelimesinin âyette karşılığı yok. Yani İslamoğlu olmayan bir kelimenin mânâsını veriyor.
Eğer bizim sözümüz yanlışsa, buyursun “Kaldır” kelimesinin âyetteki karşılığını söyleyiversin…

GÜLÜNÇ MÂNÂ…

Gülünçlüğe gelelim:
Peygamberimiz’e niçin “Kaldırıp uyar” emri verilmiş olsun ki?
Peygamberimiz gidip insanları yataklarından kaldırıp mı uyaracak?
Veya onlar otururken önce onları ayağa kaldırıp ondan sonra mı uyarma vazifesini yapacak?

Gülünçlük işte burada.

Bazıları niçin böyle yanlış ve değişik mânâ veriyorlar dersiniz?
Araplar, “Hâlef tu’raf” derler. Aykırı konuş ki tanınıp meşhur olasın demek.
Böyle mânâ verenlerin gayesi de bu olsa gerek. Farklı görünme, farklı tanınma, farklı bilinme ve meşhur olma hevesi…

İkinci misal:

Tebbet sûresindeki “Hammâletel hatab” âyetine “Odun taşıyıcı” mânâsı vermesi gerekirken “Laf taşıyıcısı” diye mânâ veriyor. (Sahife: 252)
Yani “Hammâletel hatab”daki “Hatab” kelimesi “Odun” demek iken, o “Laf” mânâsı veriyor.

Bu da yanlış…

Gerçi insanlar arasında lâf taşıyanlar hakkında, günah işlediği için mecâzen “Cehennemine odun taşıyor” denir ama -dediğimiz gibi- bu bir mecazdır. Aslolan, âyetin hakikî mânâsını vermektir. Esas mânâ anlaşılırsa mecaz mânâya gidilmez. Bir âyete hakiki mânâ verilemez yani o mânâdan bir şey anlaşılmazsa ancak o zaman mecaza gidilir… Bu söylediğimiz , tefsir ilminde değişmez bir kâidedir.
Tekrar edelim: Kelimenin hakikî mânâsını vermek özürlenir yani hakikî mânâsını vermek imkanı olmazsa ancak o zaman mecâzî mânâya gidilir.
Âyetlere mânâ vermeye soyunan kimselerin bu usulü bilmeleri icap ederdi…
Değerli okuyucu!
Yukarıda, ”Önce hafifinden başlayalım“ demiştik ya şimdi hafifler bitti.
Artık yavaş yavaş ağırlarına geçelim.

DEĞER ÜRETMEKMİŞ!..

Yazar, kitabında (Sahife: 255) Fussılet sûresinin 33. âyetine şöyle mânâ vermiş:

“(İnsanları) Allah’a davet eden, değer üreten ve (Allah’a) kayıtsız şartsız teslim olanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”

Buradaki “değer üreten” ifadesine dikkat!

İslamda “Amel-i sâlih” denilen bir şey var. Bu, “Sevap olan ve Allah’ın sevdiği iş ve hareket” demektir. Farz ibâdetler dâhil bütün ibâdetler amel-i sâlihin içine girer. Yazar ise amel-i sâlihe “değer üretmek” mânâsı veriyor. Yani “Amel-i sâlih”imizi “Değer üretmek” diyerek değersiz ve anlaşılmaz bir hale getiriyor…

Bunun kabul edilmesi imkânsız…

Yanlışlar Mâûn sûresine verdiği mânâda da devam ediyor.
Bu sûredeki “Namaz kılanlar” mânâsına gelen “Musallîn” kelimesine, “İbâdet edenler” mânâsı vermiş.

Evet namaz da bir ibâdettir ama gelgelelim verilen mânâ yanlış.
Yüksek İslam Enstitüsünü bile bitiremeyen, Ezher Üniversitesi’nin de ancak birinci sınıfını bitirip ikinci sınıfından ayrılan Bay İslamoğlu gibiler bilmez ama biz söyleyelim. Namaz ile ibâdet arasında “Umum husus mutlak” kâidesi vardır. Her namaz ibâdettir ama her ibâdet namaz değildir. Meselâ hac, zekât ve oruç da bir ibâdettir ama namaz değildir.

Hazreti Allah “Namaz kılanlar” buyuruyor, yazar ise “İbâdet edenler” mânâsı veriyor. Eğer namaz yerine ibâdet denilecek idiyse Hazreti Allah “Namaz kılanlar” yerine “İbâdet edenler” buyuramaz mıydı? Öyle buyurmamış ve “Müsallîn/Namaz kılanlar” buyurmuş.

Bunu değiştirmeye kimin hakkı, kimin salâhiyeti olabilir?

Yazar, Mâûn sûresinin Mekke’de bir bütün olarak indiğini kendi kendine bir sebep olarak görerek, hiçbir kâideye dayanmadan bu âyet hakkında, “İbâdet edenler şeklinde çevrilmesi gerekir” diy(ebiliy)or.

Neye göre? Hangi ilmî kâidiye göre? Kâide mâide yok!...
İlim haysiyeti bu olmasa gerek…

İslamoğlu’na sormak isteriz:
Usûl-i tefsir / tefsir usulü diye bir ilim vardır. Bu ilmin hangi kâidesine göre müsallîn kelimesine ibâdet edenler mânâsı veriyorsunuz?

İSLÂMÎ ŞUUR…

Hele bir de kendince namazı ve Peygamberimiz’i güya övücü ifadeleri var ki, Yazar’ın İslâmî şuura uzaklık ve yakınlığının tam bir tarifi olsa gerek.
Şu ifadeye bakınız:

“Namaz, insanda yepyeni bir hayat tasavvurunun oluşmasını sağlar; Allah kaygısını önceleyen bir hayat tasavvuru…”

Allah aşkına, Allah kaygısı ne demek?

Namaz ehli bir kimsede hiç Allah kaygısı olur mu?
Yoksa Allah korkusu demek mi istiyor?
Sayın Yazarın İslâmî ifadelere bu derece yabancı olmasını anlamak mümkün değil.
Bir Müslümanda Allah kaygısı değil, Allah korkusu ve Allah sevgisi olacağını bu zat nasıl bilemez, nasıl düşünemez hayret!
Yazarımız, bir önceki makalemizde anlattığımız kabul edilemez hata gibi bir hataya tekrar düşüyor. Peygamberimiz’i değerlendirmeye tutarcasına şöyle diyor:
“Hz. Peygamber işte bu tasavvur ve bilincin kendisinde mükemmel bir biçimde oluştuğu insandı.”
Ya ne olacaktı Sayın İslamoğlu! Tabii ki öyle olacak. Çünkü O bir peygamberdir ve üstelik kâinatın efendisi ve Allah’ın son resûldür. Her güzelliğin onda en mükemmel şekilde olacağını normal değil midir?

Ama burada Yazar namına bir çelişki var. Şöyle ki:

Peygamberimiz’i bu şekilde öven Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî’yi tenkit ediyordu. Şimdi bu sözleriyle kendi tenkidine kendi düşmüş oluyor.
Ama neyse, bu sadece bir çelişki. Ya Resûlüllah’ı namaz konusunda değerlendirmeye tâbî tutmasına ne demeli! Bakın:
“Namazın bu gücünü keşfettiği için namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü.”

Yazarımız yazmış da biz de öğrenmiş olduk ki namaz meğer Peygamberimiz’e hiç zor gelmiyormuş. Üstelik namaz onun için bir haz ve neşe imiş.
Bir peygamber için zaten tersi mümkün müdür?


ANLAMADAN, ZORLAMA ÖVGÜLER…

Değerli okuyucu!
Hazreti Resûlüllah hakkında böyle sözler söylemek, peygamberlik makamını hiç mi hiç bilmemenin, anlamamanın ve anlayamamanın ifadesidir.
Namazın Peygamberimiz’e haz ve neşe kaynağı olduğunu yazmaya lüzum var mıdır? Tabii ki öyle olacaktır.
Resûlüllah hakkında “Namazın gücünü keşfetti” demek de yakışıksız bir ifade.
Yani uğraştı didindi ve niyayet “Namazın gücünü keşfetti” demek gibi bir şey.
Peygamberimiz hakkında, “O, Allah’a gerçekten inanıyordu” demek ne kadar yersiz ve ne kadar abes ise, “namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü” demek de o kadar yersiz ve o kadar abestir.

Tarihte hiçbir müslüman yazarın Peygamberimiz’i övme sadedinde böyle bir değerlendirmeye gittiği ne görülmüş ne duyulmuştur.

Bu tür sığ, basit ve zorlama değerlendirmeleri biz bırakalım da bu dini yaşamayıp İslamı sadece kitaplardan öğrenen gayr-i Müslimler yapsınlar. Bize ne oluyor?

Onun için, İslamoğlu’nun bu satırları nasıl kaleme aldığını anlamak, maalesef mümkün olamamıştır.
Sonra, böyle değerlendirmeler Hazreti Resûlüllah hakkında değil, onun ümmetleri hakkında yapılır. Peygamberimiz hakkında ise böyle bir değerlendirmeye gitmeye asla yol yoktur.

Öbür taraftan, bu sözler Peygamberlik müessesesini hiç mi hiç bilmemenin ispat ve ifadesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu sözler, Peygamberimiz’i değil, bu sözlerin sahibi olan yazarın Peygamberlik anlayışını anlatan ifadeler olmuştur.

Şimdi Sayın Yazar’ın başka bir paragrafını okuyalım.
“Resûlüllah, oruçlunun karısını öpmesinin hükmünü soran birine bunun doğru olmadığını söylerken, aynı soruyu soran bir başkasına bunda bir beis olmadığını söylemişti. Bu birbirine zıt gibi duran iki fetvanın muhataplarına baktığımızda nedenini anlamakta zorlanmıyoruz: Hayır dediği genç, cevaz verdiği ise yaşlıydı.”

Gördüğünüz gibi, Sayın Yazar Peygamberimiz’in birbirine zıt gibi görünen iki fetvasına itiraz etmeyip kabul ediyor. Çünkü birbirine zıt gibi görünen bu fetvaların sebebini anlamış…

YA ANLAMASAYDI?..

Evet, ya anlamasaydı?

Tabii ki “Olmaz öyle şey” deyip çıkacak, kabul etmeyecekti.
Kabul etmemesinin Peygamberimiz’e itiraz şeklinde gözükmemesi için de iki fetvanın birbirine uymamasının akla ve mantığa aykırı olduğunu söyleyecek ve bunun yanlış rivâyetlerden ileri geldiğini yazacaktı.
Hele şükür anlamış da kabul ediyor.

Peki, Bay Yazar’ın dinî bir meseleyi kabul etmesi için o meselenin ille de onun aklının alacağı seviyede mi olması lâzım?
Evet aynen öyle. Değilse hemen inkâr ve itirazı basar.
Bize sayısız eserler bırakan eski yazarlar ne kadar büyük âlim olurlarsa olsunlar, eğer onların yazdığı dinî bir meseleyi yazarımızın aklı ve mantığı almazsa o mesele kesin yanlıştır(!).
Sanırsınız ki, âlimler kitaplarını onun mantığına uygun şekilde yazmak mecbûriyetindeydiler…
Evet…
Sayın Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde baştan sona sergilediği tavır aynen böyle.

ÜÇ MUHAMMED isimli eser, baştan aşağı iki büyük âlimin, (Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî’nin) iki meşhur eserindeki (Şifâ-i Şerif ve El-Hasâis-u Kübrâ’daki) Peygamberimiz’in üstünlüğünü anlatan gerçekleri, ret ve inkârlardan ibâret…
Yazar Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını, yukarıda isimlerini verdiğim ve asırlardır hem ilimlerine hem şahsiyetlerine hürmet duyulan bu iki büyük âlimin bu iki meşhur eserini tenkit için kaleme almış.
Bunu, gizlemeksizin kendisi söylüyor zaten.

O iki meşhur eserde kendi aklının almadığı ne gördüyse hepsini inkâr ediyor. İnkârdan da öte bu iki İslam âlimiyle yer yer dalga da geçiyor…

Bendeniz Sayın İslamoğlu’na, “Sen kiiim Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî kim!” demeyeceğim. Hükmü ben değil siz okuyucular veriniz. En başta da ehl-i sünnet İslam âlimleri...

Zaten de veriyorlar. Melekler de kayda geçiyor…


Ali EREN | 03.06.2013 13:02 | www.haberkita.com