Gönderen Konu: Din Hırzısı Alimler  (Okunma sayısı 3187 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Eşraf

  • okur
  • *
  • İleti: 58
Din Hırzısı Alimler
« : 08 Ekim 2007, 07:49:37 »

Gerçek şu ki, bu zamanda şeriat işlerinde baş gösteren her zaaf ve gevşeklik, İslâm dininin yayılması ve kuvvetlenmesi hususunda görülen her kusur, ancak kötü âlimlerin bereketsizliğinden ve niyetlerinin,bozukluğundandır.

İmam Rabbânî Hazretleri'nin Mektûbât'ını elime alıp şöyle bir karıştırdım. Yetmiş bin evliyanın reisi, ikinci bin yılın müceddidi kabul edilen, o büyük Allah dostunun yazmış olduğu mektuplardan bazılarına göz gezdirdim. Şüphesiz her birinde alınması gereken pek çok dersler var.

Lâkin bir tanesi çok dikkatimi çekti: 1. cilt, 33. Mektup… İmam Rabbânî Hazretleri bu mektubunda; dünya muhabbetinin esiri ve şöhret tutkunu olan âlimleri kınamış, Allah katında çok değerli olan bu ilimlerini dünyevî ihtirasları ve menfaatleri uğruna aracı kıldıklarından dolayı zemmederek, onları "ulemâu's–sû'" (kötü âlimler) diye nitelendirmiştir.

İlim rütbesi, gerçekten çok büyük bir rütbedir. Âlimlerin Allah katında ne kadar kıymetli olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Kur'an–ı Kerîm'de "Kullar içinde Allah'tan hakkıyla ancak âlimler korkar." (1) buyrulmuştur. Bir hadis–i şerifte ise:

"Kıyamet günü âlimlerin mürekkebiyle şehidlerin kanları tartılacak ve âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanlarından ağır gelecektir." (2) buyrularak yine ilmin kıymetine işaret edilmiştir. Böylesine yüksek makamlar sahibi olan hatta uykuları dahi ibadet olarak kabul gören âlimler, şayet ilimlerini dinin yücelmesi için değil de isimlerinin ön plana çıkması veya birtakım dünyevî menfaatler için kullanır, dini tahrif etme yoluna giderlerse, o takdirde bu yüce makamlardan alçakların alçağı bir dereceye yuvarlanır, "kötü âlim"lerden olurlar.

Yine o mektupta İmam Rabbânî Hazretleri bizlere ibrete şâyân bir olay naklediyor. Şöyle ki:

"Büyüklerden biri şeytanı bomboş vaziyette otururken görmüş. O mel'una, böylesine boş oturmasının hikmetini sormuş. Şeytan şöyle cevap vermiş:
"Bu zamanın kötü âlimleri işimde bana çok büyük destek sağladılar. Benim yerime insanları saptırma işini onlar üstlendiler. Böylece ben de işime karşı kayıtsız vaziyette oturuyorum."

Şeytanın bu cevabını okuyunca düşündüm de, asırlar önce bu sözü söyleyen şeytan, herhalde şimdilerde insanları saptırma işinden tamamen el etek çekmiş, belki de emekliye ayrılmıştır. Zira âhir zamanda kötü âlimlerin çoğalacağı rivayetlerde geçmektedir.

Şimdilerde bakıyoruz ki, ekranlar ulemâdan geçilmiyor. Yeni fikirler, yeni içtihadlar gırla gidiyor. Aykırı görüşleri savunanlar, bugüne kadar sapasağlam gelmiş olan İslâmî hükümlerin hilafına görüş serdedenler âdeta birbiriyle yarışıyorlar. Netice itibariyle, milletin kafası allak bullak, hangisine inanacağını şaşırıyor. Efendim şimdi bu milletin kafasını, şeytan bu kadar karıştırabilir mi? Allah bilir ya, şeytanın bile kafası karışıyordur.

İmam Rabbânî Hazretleri yine o mektubunda şuna dikkat çekiyor:

"Gerçek şu ki, bu zamanda şeriat işlerinde baş gösteren her zaaf ve gevşeklik, İslâm dininin yayılması ve kuvvetlenmesi hususunda görülen her kusur, ancak kötü âlimlerin bereketsizliğinden ve niyetlerinin bozukluğundandır." Ne kadar ilginç bir tespit değil mi? Şimdi bu tespite göre; bu millet dinini hakikî mânada bilmiyorsa, İslâm'ı elinden geldiğince yaşamak yerine bilinçsizce tartışıyorsa, Din–i Mübin–i İslâm'a asırlarca sancaktarlık yapmış bir neslin evlatlarından binlercesi, maalesef Hıristiyan olabiliyorsa, acep suç kimindir?!

Hıristiyan olmak deyince, bir kardeşimiz şöyle söylemişti:

"Misyonerlerin kendi dinlerini anlatmasında ne sakınca var? Biz de kendi dinimiz anlatalım." Güzel kardeşim! Hıristiyanların kendi dinlerini tebliğ etmeleri konusunda bizim onlardan çekindiğimiz falan yok. Lâkin şayet onlar Hıristiyanlığı anlatır, istedikleri gibi bunun propagandasını yaparlar da, sen Yüce İslâm'ı hakkıyla anlatmaz, millete lâyıkıyla dinini öğretmezsen, o zaman bu Müslüman toplumu misyonerlerin kucağına atmış olursun.. İ

şte sakınca burada güzel kardeşim. Nitekim misyonerlerin Türkiye'mizdeki faaliyetleri malûm. Ayrıca "Dinler arası diyalog ve hoşgörü" toplantıları da buna fazlasıyla zemin hazırladı ve onlara bu konuda iyice cesaret verdi. Yani anlayacağınız onlar tam gaz gidiyor.

Din âlimleri ne yapıyorlar?

Peki, ya bizler?! Özellikle de İslâm'ı anlatması gereken din âlimleri ne yapıyorlar?!

Müstesnalar olmakla birlikte gördüğümüz kadarıyla bir kısmı bunu dert bile edinmiyor. Bir kısmı da "Geleneksel İslâm'ı(!)" (ne demekse) yıkmakla meşguller. Adamların dertleri, gayretleri bu…

Misyonerlerin faaliyetleri ortadayken, konuşulması ve anlatılması gereken pek çok hakikat varken, şu Müslüman halkı aydınlatmak yerine onların kafalarını karıştırma gayretinde olanlar, İslâmî hakikatleri gizleyenler, Allah'ın lânetine uğramaktan korkmuyorlar mı? Nitekim Rabbimiz "İndirdiğimiz açık hükümleri ve doğru yolu biz insanlara Kitap'ta beyan ettikten sonra gizleyenler var ya, işte onlara Allah lânet eder, bütün lânet ediciler de lânette bulunurlar."(3) buyurmuştur.
 
Nice din âlimi vardır ki, Allah'ın dinini hakikî mânada öğrendiği hâlde ondan sapmış ve onu gerektiği gibi değil de, olduğundan başka türlü açıklamıştır. Elde ettikleri bu ilimle bilinçli tahrifler yapmışlar, içinde bulundukları durum veya birtakım menfaatler sebebiyle keyfî fetvalar vermişlerdir. Onlar ilimden kanatlarıyla yüce âlemlere uçabilecekken bu nimetten sıyrılmışlar, alçaldıkça alçalmış ve insanlık konumundan hayvanların düzeyine düşmüşlerdir.

Bilirsiniz, Musa Aleyhisselâm zamanında yaşamış Bel'am b. Bâura adında biri vardı. Bu kimse önceleri ilim, irfan sahibi olup, Allahu Teâlâ'nın kendisine öğrettiği ism–i âzam ile dua ettiğinde duasına mutlaka icabet edilen bir zat idi.

Fakat daha sonra Allahın kendisine ihsan ettiği bu nimeti isyanda kullanmış, Hz. Musa'ya ve ona tâbi olanlara beddua ederek sapıtmış, böylece Allah'ın rahmetinden uzak olmuştu. Bu olaya Kur'an–ı Kerîm işaret buyurmuştur. Bel'am b. Bâura'yı konu eden âyet–i kerîmeler şöyledir:

"Onlara, o kimsenin haberini de anlat ki, kendisine âyetlerimizi vermiştik de o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan da onu arkasına taktı da azgınlardan oldu.

Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevasına uydu. Artık onun meseli öyle bir köpeğin hâline benzer ki, üstüne varsan dilini çıkarıp solur veya kendi hâline bıraksan yine dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki düşünür ibret alırlar." (4)

A'raf sûresindeki bu âyetler sebebiyle çeşitli tefsir ve tarih kitaplarına girmiş olan Bel'am b. Bâura ile ilgili olarak kaynaklarda özetle şunlar anlatılmaktadır:

Rivayete göre; Mûsa Aleyhisselâm cebbar bir toplulukla savaşmak için hazırlanmış ve Kenânilerin Şam'daki topraklarına girmişti. Bu sırada Bel'am, el–Belkâ köylerinden Balâ'da bulunuyordu. Kenâniler'den bazıları onun yanına gelerek:

"Ey Bel'am, Mûsa b. İmrân, ordusunun başında olduğu hâlde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi. Bizim ülkemize İsrail oğulları'nı yerleştirecek. Oysa bizlerin yerleşecek bir yeri yok. Sen duası kabul edilen bir kimsesin. Onları defetmesi için Allah'a dua et." dediler. Bel'am evvelce Musa Aleyhisselâm'ın peygamberliğine inanan bir kimse olduğu için onlara:

"Yazıklar olsun size! O Allah'ın elçisidir; melekler ve mü'minler de onunla beraberdir. Allah be nim bildiklerimi bilip dururken, onlar aleyhine ben nasıl beddua ederim?!" diye red cevabı verdi. Ama kavmi dua etmesi hususunda ısrar etti. Hanımına gidip pek çok hediyeler vaad ettiler, kendisine bazı tekliflerde bulundular. Ve neticede Bel'am'ı kandırıp ikna ettiler.

Ulemâu’s-sû ve bel’am b. bâura

Nihayet Bel'am da merkebine binerek İsrâil oğulları'nın çıkmakta olduğu Husban dağına doğru ilerledi. Biraz gittikten sonra merkebi yere çöktü, ilerlemedi. Bunun üzerine Bel'am inerek onu dövdü ve merkebini yürütüp tekrar bindi. Biraz ilerledikten sonra hayvan yine çöktü. Bel'am yine inerek, onu tekrar dövdü. Hayvan kalkınca Bel'am tekrar bindi.

Biraz yol alınca mübarek hayvan yine çöktü. O yine inip merkebi yerinden kalkıncaya merkebi dile geldi ve:

"Ey Bel'am! Nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun?! Allah'ın elçisi ile mü'minlere beddua etmek üzere mi gidiyorsun?" dedi.

Fakat Bel'am'ın artık basireti kapanmıştı. Meseleyi bir gurur ve inat hâline dönüştürmüştü. Merkebin dile gelmesine aldırış etmeden onu döverek yürütmeye zorladı. Allahu Teâlâ da merkebin yolunu serbest bıraktı, o da yürüdü. Nihayet merkebi onu Husban dağına çıkardı. Bel'am b. Bâura orada Hz. Mûsâ ve onun askerlerinin aleyhine beddua etmeye başladı.

Fakat Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi. Onlara hangi kötülükle beddua etmişse, dili kendi kavmine çevrildi. Kavmi içinde ne hayır dua etmişse, onu da Hz. Musa ve onun askerleri lehine çevirdi. Yanında bulunan kavmi, onun kendi aleyhlerine beddua etmekte olduğunu görünce:

"Ey Bel'am! Ne yapıyorsun? Sen onlara hayır dua, bize ise beddua ediyorsun!" dediler. O:

"Ben bunu kendi ihtiyarımla yapmıyorum. Allah dilime hâkim oldu." dedi. Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göğsüne kadar sarktı. Bel'am bunun üzerine kavmine dönüp:

"İşte şimdi dünyam ve âhiretim gitti, geriye ancak hile ve yalan kaldı." dedi.
Tabiî kıssa devam ediyor, lâkin ibret için bize bu kadarı kâfi…

Burada, Allah'ın âyetlerini apaçık olarak gördüğü hâlde bu âyetlerin gösterdiği yolda yürümeyenlerin durumu gözler önüne serilmektedir. Bel'am, burada dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah'ın dinini tahrif eden bir din adamını sembolize etmektedir.

Müfessirler tarafından âyetlerin nüzûl sebebi olarak burada her ne kadar Bel'am da, bu âyetlerin hükmü sadece ona değil; Bel'am gibi olan herkese şâmildir. Kibir ve dünyevî arzular sebebiyle sapıklığa düşen Bel'am, hak ve hakikati gördükten sonra Allah'ın bu nimetinden sıyrılıp, şeytanın peşinden giden, neticede şekil değiştirerek hayvanların mertebesine inen kimselere çok güzel bir misâldir.

İşte her kim ilim ve hidayet sahasından ayrılır, nefsanî arzularına yönelir ve şehvetlerine tâbi olursa, ne acıdır ki onun hâli soluyan köpeğin hâline benzetilmiştir. Bu solumalar ise, birtakım emellerin ve dünya hayatının geçici güzellikleri peşinde koşarken zâhir olan, salyalı solumalardır...
 
"…İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler."


Rabbim bu âyetleri göz önünde tutup, bizleri bu kıssadan ibret alanlardan eylesin. Dini tahrif eden kötü din âlimlerinin şerrinden cümlemizi muhafaza buyurup, ehlisünnet âlimlerinin yolundan bizleri ayırmasın. Amin!

Dipnotlar:
1– Fâtır, 28
2– Deylemî, "el–Firdevs", 8840
3– Bakara, 159
4– A'raf, 175–176

Mustafa Özşimşekler

« Son Düzenleme: 05 Kasım 2010, 01:15:48 Gönderen: Tuğra »
Bu dünyanın cefasından sefasına nöbet gelmez.
Gâfil olma ilme çalış, geçen zaman geri gelmez

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Ynt: Din Hırzısı Alimler
« Yanıtla #1 : 05 Kasım 2010, 01:16:00 »
Hz Allah Razı Olsun
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Şecaatli

  • okur
  • *
  • İleti: 83
  • TEK DÂVÂM İSLAM'DIR.GERİSİ BAŞKASININ OLSUN.
Ynt: Din Hırzısı Alimler
« Yanıtla #2 : 05 Kasım 2010, 11:09:14 »
Güzel bir payalaşım olmuş.Allah razı olsun hepinizden..
« Son Düzenleme: 05 Kasım 2010, 12:32:57 Gönderen: Tuğra »
Neden mi mutluyum?.Çünkü Allah var, sıkıntı yok!
Gerisi imtihanımdır.

Bir ayet:“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız;
oysa o, hakkınızda hayırlıdır.Olur ki, siz bir şeyi seversiniz;ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır.
Allah bilir, siz bilmezsiniz. ” (BAKARA SURESİ-216)