Gönderen Konu: Bir Eski İstanbul Masalı  (Okunma sayısı 2573 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı aşk yolcusu

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 13
Bir Eski İstanbul Masalı
« : 20 Ocak 2009, 15:26:43 »

Bir Eski İstanbul Masalı

Bir eski İstanbul masalı kahramanı,
Kaldırmış aradan zamanı ve mekânı,
Dolaşıyor dar ve kıvrımlı sokakları.

Gözleri hayretle,
İzliyor yangına giden tulumbacıları.
Zaptiye arıyor yangına sebep olanları,
Elinde körüğüyle kıvılcıma ateş sunanları.

Peki ya ben ne olacağım?
Görmüyor musunuz ayaklı yangını?
Beyazıt kulesi edemedi mi farkı?
Nereden çıkar sandı bu dumanları?
Ney’in sedası ateş olup kime sıçradı?
Yaktı kül etti garip kuşun yuvasını.

Ne yapsın?
Yanan yürek arıyor tulumbacısını,
Tulumbacı mı koşup bulurdu yangını?
Yoksa yangın mı arardı tulumbacısını?

Neredesin be tulumbacı?

Böyle yangın görmedi İstanbul, İstanbul olalı,
Yoksa senin bundan haberin mi olmadı?

Sordum seni saltanat kayıkçılarına,
Dediler ki ‘istersen sen bir de Sadâbad'a uğra’
Haliç yoluyla gidiyoruz biz Eyüp Sultana.

Sadâbad da yoksun Nakkaş babada da,
Bir neyzenden başka kimse yok orada.
Dayanmış bir mezar taşına,
Boynu bükük, gönlüne bakmada.

Biri daha var ileride Yasin-i Şerif okumada,
O da başladı ‘selam ün gavlen’e gelince ağlamaya.

Kime sorayım seni?
Haber alamadıktan sonra,
Göz yaşlarım anlatıyor seni,
Düşüyorlar yangının tam ortasına.

Artık son bir umutla gidiyorum sana bakmaya,
Belki de son kez uğrayacağım Süleymaniye avlusuna,
Orada bana yer yok mu yumuşacık kucakta?

Geçemiyorum,
Kapamış yolları Yeniçeri kazan kaldırmada,
Onların derdi de,
Hiç bir zaman olmayan hoşafın yağında.

Açın yolları beni bekleyen var o avluda,
Şikayet mi edeyim sizi Kanuni Sultan Süleyman’a.

Ben gidiyorum orada kandilleri yakmaya,
Teker, teker mahyaları dolaşmaya,
Saflara karışıp esra da yol almaya.

Karışmak istiyorum yanan kandillerin dumanına,
Yol bulup gitse yüreğim Süleymaniye’nin is odalarına,
Sesimi çıkarmam saklanırım ben orada,
Ta ki bir hattat kazıyıp, ben benden alınıncaya.

Assın beni Surre Alayının develerinin boynuna,
Onlarla gitsem Hicaz’a, yerim deve boynu olsa da,

Kızarlar mı bana kandil yağı katranına karıştığıma?
Mürekkep olur muyum o yollarda çalkalana, çalkalana?

Misk-i amber mi, bezir isli siyah mı, safranlı siyah mı- kırmızı mı?
Olsan, olsan olacağın ancak kurum karası.

Zaman gelip o mürekkep hokkaya konulunca,
Kamış kalemler o hokkalara batırılınca,
Yazı denilen artık san'at olunca,
San'at hüsn-i hat’a kavuşunca,
Ben belli oldum ‘vav’ ın ucundan kayınca.

Hatayı aradı hattat kalemin ucunda,
Hata ne sende hoca ne de kalemin ucunda,
Hata kendini mürekkep sanan bu âciz adamda.

Hürmetkâr hattat levhada ki hatayı dilinle yalayınca,
Acı bir tat oluştu dilinde, damağında.
San'atın sırrı âşikar oldu hokka da saklanana,
Ne mutlu; bir deyimin hikayesinden anlayana.

Ey! Hattat, benden selam söyle o tulumbacıya,
O beni arıyor, bense hâla onu aramada,

Ver ona benden bir hediye olsun bu levha,
Assın beni artık odasının duvarına,
Baktıkça hatırlar belki yangından geriye kalana.

Masal kahramanı muradına erememiş olsa da,
Biz hazırlanalım kerevetine çıkmaya…
 
Abdülkadir Kalay