Gönderen Konu: Bir Yeteneğin Keşfi Hikâyesi: Giritli Ahmed Hilmi Efendi  (Okunma sayısı 2426 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

Bir Yeteneğin Keşfi Hikâyesi: Giritli Ahmed Hilmi Efendi


Sanat, sadece sanatkârının muvaffakiyet gösterebildiği müstesna iş. sâni-i Teâlâ’nın nadir kullarına bahşettiği meleke. sanatkâr, yaradılışındaki güzelliği yaratılmışlara aksettiren insan. ve bu güzelliklerin ortaya çıkarılması için yeteneklerin keşfedilmesi sanatın devamında püf nokta. Her eserin bir hikâyesi olduğu gibi sanatkârı keşfetmenin de bir hikâyesi var.

Bir hat nümûnesi gördüğümüzde veya bir tabloyu hayran hayran seyrederken, “Ne sanatkârane olmuş!” deriz. Sanatkârane, yani alışılagelmiş ve sıradan olmayan. Kimi zaman gözlerimize cila çeken, kimi zaman yüreğimizi ılık ılık okşayan sanat eserleri gittikçe azalıyor. Azalıyor, çünkü artık zihinler sanat için müsait değildi ve ortada mâzinin sanat üretmeye müsait şartları olmadığı gibi sanatkâr yetiştiren bir cemiyet de kalmadı.

Cemiyet, sanatkâr yetiştirir mi? Tabi ki yetiştirir. Sanatkârı mahâretli kılan asıl unsur, elbette Allah vergisi yetenektir. Cemiyet ise sanatkârın bu yeteneğini işleyip ortaya çıkarmasına, geliştirmesine vesile olan görünmez güçtür. Osmanlı

cemiyetinin küçük yaşlardan itibaren fertlere ruh ve şahsiyet vermedeki asırlara dayanan tecrübesi, sanatkâr insanların sayısının günümüzden kat kat fazla olmasını sağlamıştır. Devlet desteğine gerek kalmadan vakıflar ve mahallelerdeki dayanışma neticesinde, Osmanlı cemiyeti kendi insanını kâmil manada yetiştirebiliyordu.

Yeteneğin insanlar tarafından keşfi

Bu yazımızda bugün elimizde sadece iki eseri bulunan ve az bilinen bir sanatkârımızın keşfi hikâyesi ve eserlerinden bahsedeceğiz. Girit adasının Kandiye kasabasında yaşayan ve geçimini hakkaklık yaparak sağlayan Ahmet Hilmi Efendi, hâl tercemesine göre çok iyi tahsil görememiştir. Ama sanatındaki mahareti Kandiye’deki yetkililerin dikkatini çekmiş ve Girit Valiliği’nden 8 Nisan 1895’te Ticaret ve Bayındırlık Nazırlığı’na, buradan da Sadâret’e yazılan bir dilekçeyle bildirilmiştir. Bize de ulaşan bu dilekçe ve yeteneğin keşfi hikâyesi şöyledir:

“Kandiye ahâlisinden Hacı Hilmi Efendi’nin tahsil etmiş olduğu hakkaklık sanatından dolayı bir kıta sanayi madalyasıyla ödüllendirilmesi, Girit Valiliği tarafından istenmektedir.

Hilmi Efendi’nin mühürleri, el işi Osmanlı Arması ve el yazısından oluşan nümûne eserleri ekte gönderilmiştir.

Madalyalar hakındaki kanuna uygun olarak Dersaâdet (İstanbul) Ticaret, Ziraat ve Sanayi Odası Başkanlığı’yla bu husus görüşülmüş ve mezkûr şahsın sanatında gösterdiği mahâret takdire şâyân bulunmuştur. Ahmet Hilmi Efendi’nin gayretinin artması ve onun gibi el sanatlarıyla uğraşan ve geçimini sağlayanlara teşvik olması için Sanayi Madalyası ile ödüllendirilmesi, Ticaret Encümen’inde görüşülmüş ve bu zât madalya ile taltif edilmiştir. Vatanın uzak bir köşesinde kendi çabalarıyla klasik sanatları öğrenen ve bunları icra eden birisinin yetkililer tarafından tesbit edilip bizzat padişah tarafından ödüllendirilmesi çok ilginç olmuştur. Osmanlı’nın klasik sanatı ve sanatçıları koruduğu; bu sanatları teşvik edip gelişmesi için gayret sarf ettiği de ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken diğer bir konudur.

Önce yeteneğin kendini bilmesi

Ahmet Hilmi Efendi sadece usta bir hakkâk değildir. O aynı zamanda hakkaklığının neticesi mâhir bir arma ustası ve hattattır. Ticaret Nazırlığı’na gönderdiği el yapımı arma ve hüsn-i hat nüshası bu yeteneğini açık şekilde göstermektedir. Özellikle ilk satırını sülüs, ikinci satırını nesih, üç ve dördüncü satırlarını ta’lik, son satırını ise ta’lik, divânî ve rik’a ile yazdığı hat nüshası onun iyi bir hattat olduğunun alâmetidir. Hattatlar ekseriyetle bir yazı çeşidinde temâyüz ederken, bu eser ile Ahmet Hilmi Efendi’nin yazı çeşitlerinin her dalından behresi/payı olduğu anlaşılmaktadır. Bu hat nüshasında yazılanlardan aynı zamanda, yeteneği ve sanatını nasıl ilerlettiğini ve işini hangi duygularla yaptığını kendi ağzından dinleyelim:

“Ben, eğitim almadığım ve hoca huzûrunda sanat öğrenmediğim hâlde, çocukluğumdan beri kendimde hissettiğim meyl ve yaratılıştan gelen sevkle, her gördüğüm kazınmış kitabeyi taklid etmeye başladım. Bu sâyede hakkaklık sanatını, örneklerde görülen dereceye ulaştırmaya muvaffak oldum. Bundan sonra da her heves ve yetenek sahibinin ilerlemesine yardımcı olan padişahımızın teşviklerine mazhar olmakla, çalışmam artacak ve bunlardan daha mükemmel eserler ortaya koymak hususunda kendimde daha fazla güç bulacağım. Padişahımızın teşvikleri sâyesinde, her tarafta görülen bunca güzel sanat eserleri arasında âcizâne hizmet etmek için, ben de inceden inceye çalıştım. Hünerlerimin bir kısmını göstermek maksadıyla bu kâğıt parçasını yazmaya cüret ettim. 2 Aralık 1894”

Bu hikâye ile geçmişe ait sanatların tekraren münteşir olabilmesi için önce kişinin yeteneğini görmesi ve sonra toplumun yeni yeteneklerin keşfedilmesindeki öneme dikkat çekmek hiç de zor olmasa gerek.


Kasım Hızlı | 07 Mayıs 2013 | İnsan ve Hayat Dergisi