Gönderen Konu: İnsanoğlu  (Okunma sayısı 3070 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

zaman_1453

  • Ziyaretçi
İnsanoğlu
« : 25 Temmuz 2008, 01:45:06 »

Az Ye Çok Yaşa

Az yemenin vücuda faideleri, çok yemenin zararları hakkında pek çok sözler söylenmiştir. Bunların bazılarını Mevlamız küffarı zem makamında “hayvanlar gibi yediklerini” ifade buyurur. Müminler “yiyin için, israf etmeyin” ayet-i celilesinde “yeyin, için” kısmını alıp ta “israf etmeyin” tarafını gözardı etmemeli.

Peygamber Efendimiz S.A.V. bir hadis-i şeriflerinde vücudu harap eden, hastalıklara sebep olan, ibadette tembellik meydana getiren çok yemeden men buyurmuştur. Yine mide dolu olduğu zaman insanın kuvve-i fikriyesinin uykuda olacağını hikmetlerin gideceğini, azaların ibadet ve amelden kalacağını haber vermiştir.
Ekabirden biri de “Karnını hazine-i şeytan kılmasın, istediğini doldurmasın” demiş.

Yusuf (a.s.)’a, “Bu nice hazinelere sahip olduğun halde niçin karnını doyurmazsın?” demişler.  “Karnımı doyurursam açları unuturum” buyurmuş.

Hz.  Lokman oğluna, “En güzel yemeği ye ve en mükemmel yatağa yat” demekle, az yiyip çok yürümeye işaret etmiştir.

Hz. Ömer buyururlar ki, “Peygamber Efendimizin S.A.V. hane-i saadetlerinde iki çeşit yemek bulunur. Birini fakirlere tasadduk ederdi.

Hukema-yı Arap, “Az ye, rahat uyu” derler. Yine bir hikmet ehline, “Hangi yemek daha iyidir?” demişler. “Açlık” cevabını vermiş. Hâkimin maksadı mümkün olduğu kadar mideyi boş bulundurmanın hem vücuda hem ahlaka büyük tesir olacağına beyandır.

Semûre b. Cündeb’e, “Oğlun o kadar yemek yedi ki, neredeyse ölüyordu” demişler. “Ölse namazını kılmazdım” demiş.

Obur birine, “Ne kadar güzel yemek yiyorsun?” demişler. “Doksan senedir bundan başka marifetim mi var!” demiş.

Emevî emirlerinden Mesleme b. Abdülmelik, Kayser-i Rûm’a, “Sizde hangi ademîyi ahmak sayarlar?” demiş. Şu cevabı almış: “Eline geçeni karnına dolduran şahıs..”
 
Bukrat’a, “Çok az yiyorsun, sebebi nedir?” demişler. “Ben yaşamak için yerim, başkaları ise yemek için yaşar” cevabını vermiş.


Dünya


Dünya: Bu isim halen mahiyeti anlaşılamayan bir ism-i has ki; manası hep meçhûlâttır. Evet, medlûl-ü manası “kâinât” demektir görülüyor. Fakat mahiyeti bilinemiyor. Ne vakit başlamış, ne vakit bitecek, bâki mi, fâni mi? Elbette fânidir. Öyle ya, şu kelimeleri okuyan zata diyebiliriz:

-Yüz sene evvel sen yoktun. Geldin, şu dünyanın içine atladın. Bir vücut oldun, oturup kalktın, yedin içtin, ağladın güldün, işittin söyledin, okudun yazdın, ne anladın bakalım?

-Ne gördünse hazır idi. Bir şey ilave edemedin. Bir şey de eksiltemezsin. Boğazından geçen şeyler bir şeye inkılap edip yine çıkıyor. Geldiğin yeri bilmiyorsun. Nereye gideceğini de bilemiyorsun. Gidenlerden bir haber de alamıyorsun. Hatta onların isimleri de unutulmuştur. Bir gün sen de böyle öleceksin.

Şimdi hülâsa, diyebiliriz ki, yok idik, yok olacağız. Bu iki yokluk arasında muvakkat varız. Lakin şu muvakkat zamanın dünü geçti, gelmez, yarını bilinmez. Elde kalan ise, ancak bir haldir. Bu halde içinde bulunduğumuz an hazırdır. Bîçâre ademoğluna yapısını, kendisini düşünmek istidadı verilmiş, düşünmek için de bu mahlûkât-ı masnûât dikkatine sunulmuş, bakıyor, düşünüyor. Bir zerreyi, bir habbeyi tahlile uğraşıyor, nihayet hilkat-ı akıl ve izan kifayet etmiyor.

Bîçâre ademoğlu en nihayet, âh-ı vâh ile gözünü yumuyor. Düşlerinden, dünyasından ayrılıyor, gözlerden gizleniyor. Topraklar ile örtülüyor, kim bilir sonrası ne oluyor? O yine kendi âleminde, başka cereyanlara kapılmıştır. Belki bir emelin nihayeti başka bir emelin bidâyeti olmuştur.
   
Dünya bir mihman evi (misafir evi) insan garip bir misafir, ecel mihmandar.(misafir ile alakalanır. Konar göçer, gelir geçer, mehd ve lahd (beşik ve kabir) iki kapı dünya arada alayişli (görülmeli) bir yayı sûreten mamur, manen virane, öte beri serpilmiş elf ve ellaf (bin ve binler) âb ve dâne, insan kendi kısmetini toplamaya fıtratı mecbur bir divane... Kimi mağfi, kimi meşhur, kimi şakır, kimi nankör. Gel git, kalk otur, sus söyle, gül ağla, ne derlerse peki, öyle ya hep evet , hayır, var mı, bakalım hayır demeye güç kuvvet var mı?

Beyt:

Nazar ettim şu dünyaya    
Sanki bir tuzağa benzer…        
“İnsanlar uykudadır. Öldükleri vakit uyanırlar” buyurulmuş.  Acaba bu karışık rüyalı uykunun, uyanıklığı, nasıldır, nedir? Bu varlık yok olacak, herkes  ölecek, kabre girecek, yaptığını görecek, rütbesini erecek. Ne kadar yaşasak, payidar olsak, ölüm yine ölümdür. Heyhat, hani ümmühât (analar), hani ceddât ( neneler)? Gidenden haber yok, gidip gelmeyen pek çok... 

Bostan-ı sefâya daldıklarından mı? Zindan-ı cefada kaldıklarından mı?
Ne diller çürütmüş, ne bülbüller eritmiş bu dünya; neler yutmuş, neler öğütmüş, ne yüzler, ne gözler, ne saçlar, ne kaşlar, ne başlar, daha neler neler.... 

Bir Kalbe Beş Muhabbeti Nasıl Sığdırıyorsun?
Peygamber Efendimiz, Hz. Ali (KV)’ye bir gün şu suali sormuşlar:

“Yâ Ali! Allah’ı sever misin?”
“Şüphesiz ya RasülAllah!”
“Beni sever misin?”
“Severim.”
“Fatıma’yı sever misin?”
“Severim.”
“Hasan ve Hüseyin’i sever misin?”
“Severim.”
Cevaplarını vermeleri üzerine,
“Kalp bir; muhabbet beş… Bu beş muhabbeti bir kalbe nasıl sığdırıyorsun?” sualine karşı Hz. Ali cevap veremediler.
Sonra bu meseleyi zevce-i muhteremeleri Cenâb-ı Fâtımatü’z-Zehra (RA)’ya açtıklarında Fatıma Validemiz cevaben,
“Cihetler ayrıdır; Allah’ı sevmek akıldan, peygamberi sevmek imandan, evladı sevmek tabiattan, zevceyi sevmek muhabbettendir.”

Hz. Ali bu doğru cevabı Peygamber Efendimize arz ettiklerinde Rasül-ü Ekrem Efendimiz bu cevabın kendisinden olmadığına işareten,
“Bu meyve (cevap) ancak bir nübüvvet ağacındandır” buyurarak çok güzel bir latifede bulunmuşlardır.


Kıyamet Gününde Kimler Rasülullah’ı Göremeyecek?


Hz.Aişe-i Sadika Validemiz anlatıyor:

“Bir gece Rasülullah Efendimizin yırtıklarını dikmek için kandil yakmıştım. Bu esnada kandil söndü. İğnem elimden düştü, bulamadım. Karanlıkta otururken Rasülullah geldi, nurundan odam aydınlandı, iğnemi buldum.
“Ne güzelsiniz, nûrunuzdan iğnemi buldum” deyince Peygamber Efendimiz, “Beni kıyamet günü göremeyenlere yazıklar olsun.” buyurdu. Ben de dedim ki, “Ya Rasülullah, kıyamette, sizin mübarek yüzünüzü göremeyen de olur mu?”
Bunun üzerine, “Kıyamette üç sınıf beni göremez, bunlar: Anasına babasına asi olanlar, benim sünnetlerimi terk edenler, benim ismim zikirolunduğunda benim üzerime salavat-ı şerife okumayanlardır” buyurdu. (Halvü’n-Nâsihîyn)
 
Keşke Ben de Ademoğlu Olaydım!

Peygamber Efendimiz S.A.V. Hz. Ali’ye hitaben,

“Ya Ali, kıyamet gününde Cebrail (AS) şöyle temenni eder: “Keşke ben de ademoğlu olaydım ve yedi iş işleyeydim:

1) Beş vakit namazı cemaatle kılaydım,

2) Âlimlerle oturaydım,

3) Hastadan hâl-ü hatır soraydım,

4) Cenaze namazını kılaydım,

5) Su dağıtaydım,

6) Dargın olan iki kimse arasını sulh edeydim,

7) Yetimlere şefkat edeydim” dedi.

“Ya Ali, sen de bunlar üzerine harîs ol” buyurdular. (Mecmûât-ül Cevahir)


Hızır (AS)’ın Başına Gelenler


Hz. Hızır, peygamber midir, yoksa veli midir? Bu hususta ulema ihtilaf etmişler ise de, esah olan nebi olduğudur. Hz. İlyas denizlere memur olduğu gibi, Hızır (AS) karada olan mahlukatın darda kalanlarına yardım ederler. Fakat hiçbir zaman Cenab-ı Hakk’ın iradesinin dışına çıkmazlar.

Bakın bir çıkınca başına neler gelir:

Bir gün Hızır (AS) bir dilenciyi görmüş ki, açlıktan helak olmak üzere imiş. Ona merhameten, irade-i ilahiyeyi beklemeden hemen ekmekçiden bir ekmek alır. Saile verir. Sail o ekmeği yemeye başlayınca ekmek boğazına durup derhal vefat eder.

Hızır (AS)’ın fakire ekmek verdiğini görenler hemen Hızır (AS)’ın üzerine hücum edip, “Ey adam, sen niçin bu fakiri öldürdün?” diye elini bağlayıp hakimin huzuruna götürmüşler. O halde her ne kadar insanların gözünden kayıp olmaya çalışsa da kadir olamayıp hakimin huzuruna çıkarılmış. Hakim hiç beklemeden Hızır’ın asılmasını emretmiş.

Hemen cellatlar alıp darağacına götürdüklerinde içinden Cenab-ı Hakk’a niyaz ve tazarru edip bundan sonra Allah’ın iradesi olmadan hiçbir iş yapmayacağına tevbe ve istiğfar etmekle Hak Teâlâ Hz.leri af edip evvelki kuvveti ve hali verilip insanların gözünden kayıp olmuş ve kurtulmuştur. (Gâyetü’d-Dakâik)

*****


Yine Hızır (AS) bir deniz kenarından geçerken güzel bir rüzgar esmiş.

“Şurada bir ağaç olsa gölgesinde otursam” diye hatırına gelmiş. Ve oraya daha sonra geldiğinde gölgesinde oturmak üzere bir ağaç dikmiş. Bu davranış ve düşünce dünyaya meyil etmek olduğundan Cenab-ı Hakk razı olmamış. Cenab-ı Hakk Hızır (AS)’ı cezalandırmış. Hemen bir sail gelerek Allah için bir şey istemiş. Hiç verecek bir şeyi olmayan Hızır (AS) saile demiş ki,

“Hiçbir şeyim yok, ama beni götür, köle pazarında sat, aldığın para ile istifade et” demiş.
Sail de öyle yapmış. Mülmem isimli bir şahıs Hızır (AS)’ı almış. Evine götürmüş. Evinin yanında kırılıp düzeltilmesi icap eden büyük bir kaya ve tepeyi kırıp düzeltmesini söylemiş. Kendisi başka bir iş için oradan ayrılmış.

Birkaç saat sonra gelince, birkaç kimsenin birkaç günde yapacağı bir işi az zamanda tek başına böyle kölenin yapması efendinin dikkatini çekti ve çok taaccüp etti. Karnını doyurup hal ve hatırını sordu. Daha sonra da, “Allah için söyler misin, sen kimsin, nesin? Sen de insanüstü bir kuvvet var!” deyince, “Madem Allah için sordun, cevap vereyim: Ben Hızır’ım, durum bundan ibaret” deyince efendinin hayreti bir kat daha arttı.
“Şimdi ne olacak?” demeye başladı. Hızır (AS):
“Ben senin kölenim, nasıl istersen öyle yap” dedi. Efendi:
“Ben seni Allah rızası için azat ettim, beni duadan unutma” diyerek vedalaştılar.

Hızır (AS) yoluna devam ederken bir kimsenin dua ettiğini gördü ve ona yaklaşarak duasına “Amin!” dedi. O şahıs duasında, “Ya Rabbi, Hızır kulunu affet, sen gafursun, o hata etti, sen hataları bağışlayıcısın, onu kölelikten kurtar” diyordu.

Sonra Hızır (AS) o şahsa sordu: “Hızır nasıl bir hata yapmış?”

O şahıs dedi ki: “Hızır rahat etmek için deniz kenarına ağaç dikmiş. Bu da Allahımızın hoşuna gitmemiş; bu yüzden cezalanmış.”
Bunun üzerine Hızır (AS) o şahsa şöyle dedi: “Müjde, Allah senin duanı kabul buyurdu. Ben Hızır’ım, kölelikten kurtuldum, sana da çok teşekkür ederim, zira benim affım için duada bulundun…” (Nevadiru’l-Usûl)
 
Hz. Ali ile Hz. Selman’ın Sohbetleri

Hz. Ali bir gün evinden çıkınca Hz. Selman ile karşılaştı ve Hz. Selman’ın hatırını sordu. Selman cevaben: “Ya Emira’l Müminin! Dört büyük sıkıntım var, dertliyim” dedi. Hz. Ali, “Nedir sıkıntın, Allah sana rahmet eylesin” dedi. Hz. Selman cevaben:

1. Ailevi sıkıntım var. Yiyecek isterler, temin edemiyorum.

2. Rabbim ibadet taatla emrediyor, onu da layıkıyla yapamıyorum.

3. Şeytan isyan ile emrediyor, o da sıkıntı veriyor.

4. Melekül Mevt ruhumu talep ediyor, ben ise ölüme hazır değilim. Bu sebeplerden çok büyük sıkıntıdayım, dedi.

Bunun üzerine Hz. Ali şöyle söyledi:
-Ya Ebâ Abdullah! Seni tebşir ederim, bu sıkıntıların her birinden dolayı sana senin için çok büyük dereceler vardır. Bir gün ben de aynı senin gibi Rasülullah’ın yanına varmıştım. Rasülullah S.A.V. bana, “Nasılsın Ya Ali?” buyurdu. Ben de cevaben: “Dört büyük sıkıntı içindeyim Ya Rasülullah” dedim. “

1- Evde sudan başka bir şey yok, yavrularımın hali beni üzüyor,

2- Rabbime hakkıyla ibadet edememekten üzüntülüyüm.

3- Ölürken hangi halde öleceğimi bilememekten gamlı ve kederliyim.

4- Melekül mevt peşimde, ruhumu nasıl alacağını bilemediğimden üzüntülüyüm” deyince

Rasülullah Efendimiz S.A.V., “Seni tebşir ederim Ya Ali, zira aile içi üzüntün cehennemden perdedir, Rabbime layıkıyla ibadet edemiyorum sıkıntısı ise, azab-ı ilahiyeden emniyet, akıbeti düşünmek ise cihattır. Bu ise altmış sene ibadetten efdaldir. Ölüm meleğini düşünmek ise, bütün günahlara keffarettir, buyurdu.
Bu haberi alan Selman çok sevindi ve Hz. Ali’ye şöyle dua etti:

-Ya Ali, Allah senin şerefini ziyade etsin, ben bu sebeplerden çok gamlı kederli idim, beni rahatlandırdın, dedi.
Hz. Ali ise şu hadis-i şerifi nakletti:
-Ben Rasülullah’tan şöyle işittim: “Çocuklarının nafakasını helalinden temin için sıkıntı çekmeyenin cennetten nasibi yoktur” (Hadis-i Erbaîyn Şerhi)

« Son Düzenleme: 25 Temmuz 2008, 10:23:00 Gönderen: Tuğra »