Gönderen Konu: Büyüklere masallar : 'Araplar Osmanlı'ya ihanet etti !' (mi?)  (Okunma sayısı 13805 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892

Türklere 80 yıldır anlatılan bir masalı tekrar ediyor. Bu masal, "Araplar ve diğer 'Müslüman kardeşleriniz' I. Dünya Savaşı'nda sizi sattı" diye başlar ve "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" diye de noktalanır. Türk'ün özellikle de Müslüman dostu yoktur...

Masal budur. Peki gerçek nedir?

Gerçek şudur: Osmanlı'nın çöküş döneminde Türk olmayan Müslüman unsurlar arasında gerçekten isyanlar başgöstermişse de, bu unsurların bir bütün olarak "ihanet ettikleri" kesinlikle söylenemez. Hatta Araplar sözkonusu olduğunda, Osmanlı'ya isyan edenlerin küçük bir azınlık olduğunu, buna karşılık Arap kabilelerinin çoğunun Osmanlılık ve Müslümanlık bağıyla İstanbul'a sadakat gösterdiklerini söyleyebiliriz.
Kürtler ise, daha da belirgin bir sadakatle önce Osmanlı İmparatorluğu'nu ardından da Milli Mücadele'yi desteklemişler ve Müslümanlık bağının getirdiği "kardeşlik"ten asla taviz vermemişlerdir. Ankara'nın kendisi bundan taviz verene kadar...
Önümüzdeki Ocak veya Şubat ayında Doğan Kitap tarafından yayınlanacak olan "Kürtler Nereye? Türkiye'nin Kürt Sorununun Geçmişi, Bugünü ve Geleceği" isimli kitabımda, bu konuyu detaylı olarak inceliyorum. Burada, o kitabın ilgili bölümünden kısa bir pasaj aktarmakta yarar gördüm.
Evet, gerçek, Murat Bardakçı'nın gösterdiği gibi değil. Aşağıdaki gibi...

"Araplar" Osmanlı'yı Arkadan Vurdu mu?

Her Türk genci "Araplar'ın I. Dünya Savaşı'nda bize ihanet ettiğini" öğrenerek büyür. Oysa bu, ancak kısmen doğrudur. I. Dünya Savaşı'nda Mekke Şerifi Hüseyin'in İngilizler ile anlaşarak Osmanlı'ya isyan ettiği ve ordumuzu arkadan vurduğu doğrudur. Ama hep atlanan nokta Şerif Hüseyin'in "Araplar"ın tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu uzmanı tecrübeli gazeteci Cengiz Çandar, "Arapların ihaneti" söylemi ile tarihsel gerçek arasındaki önemli farka şöyle işaret ediyor:
"Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in Hicaz'da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916'da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun 'askeri açıdan' tayin edici bir değer taşımadığını bilir.

İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği 'bağımsızlık vaadi' ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin'in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani 'asıl cephenin gerisi'nde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur.


'Asıl cephe', önce Şüveyş Kanalı ve Kanal Harbi'nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin'de kurulmuştur. Filistin'de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye'de, Irak'ta, Lübnan'da Türk kuvvetlerini 'arkadan vuran' herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul'a yani Türkiye'ye sadık kalmıştır... Arabistan Yarımadası'nın Hicaz bölümünden Akabe'ye kadar olan 'cephe gerisi' dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur."(1)


Aynı gerçek, American-Israeli Cooperative Enterprise (Amerikan-Israil İşbirliği Girişimi) adlı düşünce kuruluşunun başkanı, Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da, sözkonusu kuruluşun sitesinde şöyle vurgulanıyor:

"O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu I. Dünya Savaşı'nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. İngiliz Başbakanı David Lloyd George'un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. [Osmanlı İmparatorluğu'na isyan eden] Faysal'ın Arabistan'daki taraftarları, bir istisnaydı."

Araplar'ın topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir de. Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Dr. Zekeriya Kurşun'un ifadesiyle, "I. Dünya Savaşı'nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir hakikattir." (2)

Arap Milliyetçiliğinin Öncüsü Hıristiyan Araplardı

Üstteki hakikati teslim etmekle birlikte, Arap milliyetçiliğinin Osmanlı'da Türk milliyetçiliğinden daha önce geliştiğini belirtmek gerekir. Arap milliyetçiliği, 1860'larda, Suriyeli Arap entellektüeller arasında doğmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'na ve yönetimindeki "Türklere" karşı ciddi bir antipati besleyen bu entellektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun Hıristiyan oluşuydu. Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap milliyetçiliğini geliştirirken "Arapların İslam öncesi tarihlerine" ilgi duymaları, bundan kaynaklanıyordu.


Buna karşılık muhafazakar Müslüman Arapların çoğu, Osmanlı'ya sadakat duyguları içindeydiler. Hatta sadece Sünni Araplar değil, Irak ve Suriye'deki Şii Araplar arasında bile Osmanlı'ya ve Hilafet'e bağlılık duygusu vardı. (3) Bu konuda büyük bir otorite olan Prof. Kemal Karpat, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hariç, aslında en son noktaya kadar "ayrılıkçı" olmadığına dikkat çekerek şöyle demektedir:

Görülüyor ki Arapların 'milli' hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar Müslüman değil Hıristiyan Araplardı.(4)

Abdülhamid'in Bilgeliği


İngiliz tarihçi Peter Mansfield'e göre, Osmanlı'daki Arap milliyetçiliğinin sınırlı kalmasının iki nedeni vardı: "Birincisi, bu Avrupa kökenli milliyetçilik fikirlerinin bu yerlere (henüz) işlememiş olması; ikincisi de, Sultan II. Abdülhamid'in İmparatorluğun elinde kalanını bir arada tutmak için uyguladığı başarılı ve kurnazca yöntemlerdi."(5)

Tarihçi Zekeriya Kurşun da "Abdülhamid'in saltanatı boyunca Arap milliyetçiliğinin... önceki hızını kaybettiğine" dikkat çeker ve "Abdülhamid, Arap milliyetçiliğinin harekete geçmesini geciktirmiştir" yorumunu yapar.(6)

Sultan Abdülhamid'in politikasının temeli, 19. yüzyılda hâlâ devam eden dini bağlılık ve geleneksel siyasi sadakat faktörünü canlandırarak Osmanlı devletini ve ülke bütünlüğünü kurtarmaktı. Kürtler arasında kurulan Hamidiye Alayları bu büyük siyasetin uygulamalarından biriydi. Sultan, alaylar yoluyla "Kürtlerin babası" olarak anıldığı gibi, Arapların da hamisi oldu. Abdülhamid, uyruğundaki Arapların kalbini kazanmak için Arap ülkelerindeki dinsel kuruluşlara, tarihi camilerin onarım ve süsleme işlerine önemli bir fon ayırmış... çevresindeki danışmanları arasında Arap düşünürlerine her zaman iyi davranmış, değer vermişti. Bedevi Şeyhlerinin çocuklarını eğitmek için özel okullar açmış, bu yolla onlara Osmanlılık bilinci aşılamıştı. Bu politikanın siyasi meyvelerini de almıştı. Örneğin Peter Mansfield'a göre:

"1904'te Osmanlı Padişahı Sina üzerinde hak iddia ettiğinde, Mısırlı milliyetçi lider Mustafa Kamil, İslamcılık ruhu içinde, onun yanında ve Mısır'ın çıkarlarını savunan Lord Cromer'in karşısında yer almıştır." (7)
Kurtuluş Savaşı'nda da ne kitlesel bir "Arap ihaneti" ne de "Kürt ihaneti" yaşandı. Aksine Kürtler, Kurtuluş Savaşı'nı canla başla desteklediler. Mustafa Kemal Paşa, "Müslüman kardeşliği" temasına dayalı propagandasıyla onları kazandı.

Murat Bardakçı'nın sözünü ettiği Şeyh Said isyanı ise, ancak Kurtuluş Savaşı'nın bitmesi ve "Müslüman kardeşliği" temasının hızla yok olup, yerine "herkes Türk'tür" anlayışının belirmeye başlamasından sonra patlak verdi...

Kısacası yakın tarihimiz, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" anlayışını doğrulayacak şekilde gelişmedi.

Mustafa Akyol

1) Cengiz Çandar, "Sharon'cu Vicdansızlar-Filistin Yalanları", Yeni Şafak, 5 Nisan 2002
2) Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, İrfan Yayınevi, İstanbul. 1992, s. 153
3) Kemal Karpat, İslam'ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, s. 379
4) Kemal Karpat, İslam'ın Siyasallaşması, s. 594
5) Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, s. 30
6) Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, s. 30
7) Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, s. 29; Peter Mansfield, The British in Egypt, Londra, 1971, s. 164-165


« Son Düzenleme: 13 Ocak 2009, 17:56:09 Gönderen: Lika »
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Devri Âlem

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 429
Bir de şu 'Filistin Arapların meselesi' ve 'Araplar da Türkleri arkadan vurmuştu,  o zaman bize ne Gazze'den' diyenler var.

Her sıkıştıklarında böylesi aptalca söylemlere sığınan bu kişiler anlaşılan kendi tarihlerini de bilmiyor ya da biliyorlarsa da insanlara yalan söylemek onların karakterlerinin bir parçası olmuş.

Tıpkı tüm konularda olduğu gibi...

Arapların Osmanlı'yı arkadan vurmadığını, tersine yüz binlerce Arap insanın Sarıkamış'ta, Çanakkale'de ve Balkan savaşlarında Türk kardeşleri ile yan yana savaştıklarını kitaplar yazar. Aynı kitaplar ne olduğu herkesçe bilinen İttihat ve Terakki'nin Osmanlı Devleti'ni nasıl, hangi yöntemlerle ve niçin parçaladığını yazar. Önemli olan bu kitapları İsrail, ABD ve yandaşlarının gözü ile okumamaktır.

Pazar günü Zaman gazetesinde yayınlanan Mustafa Armağan'ın köşesini okuyanlar ne demek istediğimi anlar.
Armağan dostumuz, Gazze'nin ve dolayısı ile Filistin ve Arap coğrafyasının nasıl kaybedildiğini çok özet tespitlerle anlatıyor.

Sayın Armağan'a teşekkür ederken izin verirse makalesine katkı olsun diye bir bilgiyi aktarmak istiyorum.
Kasım 1917'de Gazze ve Filistin'de Osmanlı'ya saldıran ve Kudüs'ü işgal eden İngiliz ordusunda Çanakkale'de olduğu gibi 7 bin Siyonist Yahudi gönüllü vardı.

Son olarak da 'İsrail'e karşı yükselen dalga Yahudi düşmanlığına dönüşebilir' diyerek susmamızı isteyenlere bakalım.

Sanki bizim başka bir işimiz yokmuş gibi İsrail'e gidip 'Filistinlileri öldür, biz de Yahudi düşmanı olalım' diyoruz.
Beyler İsrail 'Ben bir Yahudi devletiyim' diyor.

ABD ise 'Siyonistlere saldıranlar İsrail'e, İsrail'e saldıranlar da Yahudilere saldırmış olur' biçiminde yasalar çıkarıyor.
Neyse ki; ABD yasaları Türkiye ve dünyada işlemiyor.

ABD ve yandaşlarına düşen görev; bizi bu yasalarla korkutup sindirerek susturmak değil, İsraillilerin cinayetine, vahşetine, terörüne ve akıldışı ideoloji ve saplantılarına dur demektir.

Yalnız o zaman dünyadaki 12 milyon Yahudi, 4 milyar Hıristiyan ve Müslüman'dan nefret etmeyecek ve Müslüman ile Hıristiyanlar da kendi aralarında yaşayan Yahudilerle barış içinde olacaklar.

Ve işte o zaman da Filistin kurtulur ve dünyada hiçbir problem kalmaz...

Hüsnü Mahalli - Akşam
اَلْعِلْمُ يَرْفَع بُيوتًا لاَعِمَادًا لَهَا وَالْجِهلُ يَهْدِم بِيُوتَ اْلعِزَّ وَلْكَرَمِ

Çevrimdışı Fatihan

  • Administrator
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 6994
  • Milimi milimine Ehli sünnet...
Teşekkür ederiz.İyi bilmek gerek tarihi...

Çevrimdışı Devri Âlem

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 429
“Araplar bizi arkadan vurdu” edebiyatı
« Yanıtla #3 : 09 Şubat 2009, 04:44:47 »
“Araplar bizi arkadan vurdu” edebiyatı


Hakan Efendi, geçen yazında demişsin ki: “Emperyalistlerin 'böl, parçala, yönet' siyasetine hizmet eden 'Araplar Türkleri arkadan vurdu / Türkler Arapları sömürdü' fitnesinin miadı doldu” demişsin.


Ne yani, hain Araplar bizi arkadan vurmadı mı?

- Tam olarak hangi Araplar? Tam olarak hangi bizi?

- Bildiğin Araplar işte. Biz dediğim de tabii ki Türkler, Osmanlılar.

- Osmanlı ordusunda Araplar yok muydu? Müslümanların müşterek ordusu değil miydi Osmanlı ordusu? Arap düşmanı Falih Rıfkı Atay bile -“Zeytin Dağı”nda- ordunun en önünde giden ve dolayısıyla düşman kurşununu ilk yiyen Arap kardeşlerimizin Kanal Seferi'ndeki fedakârlıklarını zikreder. Halbuki Kanal Seferi denince senin aklına sadece Şerif Hüseyin'in adamlarının sabotajları gelir, değil mi? Belki de bilgi birikimini abartıyorum. Belki de “Arapların bizi arkadan vurması” dediğin şey hakkında biraz detay istesem kem küm edeceksin. Sahi: İsyancı Araplar çoğunlukta mıydı azınlıkta mı?

- Kem küm…

- Şam'da ayaklanma çıktı mı çıkmadı mı?

- Kem küm…

- Şerif Hüseyin'e bağlı birliklerin ve Yemen'deki eşkıyanın sabotajları savaşın seyri ve neticesi üzerinde tayin edici bir rol oynadı mı? “Bunlar olmasaydı Yemen'i kaybetmezdik, Kanal Seferi zaferle sonuçlanırdı” diyor musun?

- Diyelim ki diyorum!

- Bu da bir nevi kem küm oldu şimdi… Neyse… Söyle bakim, Kanal Seferi'nden murat edilen şey neydi? Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın orada bir “zafer” beklentisi var mıydı gerçekten? Nasıl bir “zafer”? Yoksa bir oyalama taktiği mi söz konusuydu? Ne için?

- Kem küm.

- Şu “biz” meselesine dönecek olursak… Geçenlerde Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa'nın Birinci Cihan Harbi'ndeki yoldaşlarından Şeyh Tunusi'nin torunuyla beraberdim. Osmanlı ordusundan “İslam ordusu” diye söz etti. “Türklerin ve Arapların ordusu” ifadesini de kullandı. Böyle bir orduyu arkadan vuranlar sadece Türk'ü değil Arap'ı (ve elbette Kürt'ü, Çerkez'i, Laz'ı…) da arkadan vurmuş olmadılar mı? Öyleyse “biz”i arkadan vuran İngiliz işbirlikçilerini eleştirirken niye Araplara sövüyorsun? Niye “Araplar” diye genelleme yapıyorsun? “Biz”in içinde Araplar yok muydu? “Yoktu” dediğin takdirde Osmanlı'nın sadece Türklere ait bir devlet olduğunu ve dolayısıyla Arap topraklarında işgalci olarak bulunduğunu ileri sürmüş olmaz mısın? Sen Cemal Abdunnasır'cı mısın kardeşim? Mişel Eflak'çı mısın? Baasçı falan mısın? Ha, unutmadan: Türkiye'de bir sürü Amerika ve İsrail uşağı var. Şerif Hüseyin'in askerlerinden çok daha fazla. Biri çıkıp “Türklerin hepsi Amerikan-İsrail uşağıdır” dese bozulmaz mısın?

- Kem küm…

- Kem küm, kem küm… Ama ne zaman Araplarla yakınlaşma gündeme gelse sağda solda bıdıbıdı vıdıvıdı konuşuyorsun. İnanılmaz derecede ahlaksız ve mantıksız bir tavır olan Arap düşmanlığını 'payidar kılmak' için bütün cehaletini seferber ederek canla başla çalışıyorsun. Niye böyle yapıyorsun? Derdin, muradın ne? Hasta mısın? Din kardeşliğimizin ihyası için doğan fırsatlara dikkat çektiğimde niye hop oturup hop kalkıyorsun? Birinci Cihan Harbi'nde bütün Arapların İngilizlerle iş tuttuğuna bile inansan –ve din kardeşliği gibi bir hassasiyet bile taşımasan- sırf Türkiye'nin menfaatleri için Araplarla yeniden yakınlaşmayı savunmalı değil misin? Bu yöndeki gelişmeleri memnuniyetle karşılamalı değil misin?

- VAllahi bravo! Zeytin yağı gibi üste çıktın! O çok sevdiğin din kardeşlerimiz dini-diyaneti bir kalemde silip halifeye karşı İngilizlerle saf tuttular, ama sen hâlâ Araplarla yol yürüyebileceğimize inanıyorsun.

- 1000 yıllık bir beraberliği iki yıllık bir fitneye –üstelik de Araplar içinde azınlık olan bir grubun kapıldığı fitneye- kurban etmek insafsızlıktır. Araplarla geçmişte olduğu gibi gelecekte de yol yürüyebileceğimize elbette inanıyorum. Erol Güngör ve Cihan Harbi kahramanlarından Teşkilat-ı Mahsusa şefi Kuşçubaşı Eşref'ten birer alıntıyla bitirelim:

Erol Güngör: “…müslümanların Osmanlı ordularına karşı İngilizler safında çarpıştıkları veya onlar hesabına Türklere ihânet ettikleri söylenir. Meseleyi biraz derinliğine araştıranlar göreceklerdir ki bu iddiâlar bâzı gerçeklerin yanlış yorumuna dayanmaktadır… İngiliz propagandasının Cihâd Fetvâsı'ndan daha tesirli olduğu ve bu propaganda sâyesinde fetvânın tam tersine bir maksat için kullanıldığı anlaşılmaktadır… Nitekim Mekke Emîri Şerif Hüseyin de kendi isyân hareketinin 'Halife'nin değil, ancak bozkurda ibâdet edecek derecede Turancılıkla meşbû olan nâzırların aleyhine' olduğunu bildirmişti...”

Kuşçubaşı Eşref: “(Lavrens bazı Arapları ayartırken) biz de kendimize yardımcı, tertemiz, vefalı Araplar bulduk. Rahatça söyleyebilirim ki, halkın büyük kısmı, bizimle beraberdi. Karşımızda olanlar, daha çok politikacılar, siyasi kanallardan menfaatlerini temin etmek isteyenler, yabancı propagandalara âlet olanlardı. Bunlar, Arap halkının daha sonra da başına belâ oldular ve halka huzur yüzü göstermediler.”

 
Hakan Albayrak
Yeni Şafak
timeturk.com
..
Kısa dipnot:

Yazar önceki makalesinde

Emperyalistlerin "böl, parçala, yönet" siyasetine hizmet eden "Araplar Türkleri arkadan vurdu / Türkler Arapları sömürdü" fitnesinin miadı doldu, çok şükür.

Henüz tam dolmadıysa da dolmak üzere.

Fitne imparatorluğu çatır çatır çatırdıyor, yıkılması an meselesi.



cümlelerine ithafen sanırım kendisine gelen eleştirilere bu makale ile yanıt vermiş oluyor.
« Son Düzenleme: 14 Aralık 2010, 23:18:43 Gönderen: Lika »
اَلْعِلْمُ يَرْفَع بُيوتًا لاَعِمَادًا لَهَا وَالْجِهلُ يَهْدِم بِيُوتَ اْلعِزَّ وَلْكَرَمِ

Çevrimdışı helps

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 47
Ynt: Büyüklere masallar : 'Araplar Osmanlı'ya ihanet etti !' (mi?)
« Yanıtla #4 : 14 Aralık 2010, 21:30:08 »
Teşekkür ederiz.İyi bilmek gerek tarihi...
Fani dünyada kendini hiç edersen, hep olursun.

-Hz. Mevlana-

mazhar

  • Ziyaretçi
Araplar bize ihanet etti, bizi arkadan vurdu yalanı – Şerif Hüseyin meselesi







Her Türk genci “Araplar’ın I. Dünya Savaşı’nda bize ihanet ettiğini” öğrenerek büyür. Oysa bu, ancak kısmen doğrudur. I. Dünya Savaşı’nda Mekke Şerifi Hüseyin’in Ingilizler ile anlaşarak Osmanlı’ya isyan ettiği ve ordumuzu arkadan vurduğu doğrudur. Ama hep atlanan nokta Şerif Hüseyin’in “Araplar”ın tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu uzmanı tecrübeli gazeteci Cengiz Çandar, “Arapların ihaneti” söylemi ile tarihsel gerçek arasındaki önemli farka şöyle işaret ediyor:

“Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916′da Ingilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun ‘askeri açıdan’ tayin edici bir değer taşımadığını bilir. Ingilizlerin daha sonra yerine getirmediği ‘bağımsızlık vaadi’ ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani ‘asıl cephenin gerisi’nde Ingiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur. ‘Asıl cephe’, önce Şüveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini ‘arkadan vuran’ herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ‘ezici çoğunluğu’, Istanbul’a yani Türkiye’ye sadık kalmıştır… Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.”[1]

Aynı gerçek, American-Israeli Cooperative Enterprise (Amerikan-Israil Işbirliği Girişimi) adlı düşünce kuruluşunun başkanı, Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da, sözkonusu kuruluşun sitesinde[2] şöyle vurgulanıyor:

“O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu I. Dünya Savaşı’nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. Ingiliz Başbakanı David Lloyd George’un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. Faysal’ın Arabistan’daki taraftarları, bir istisnaydı.” Araplar’ın topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir de. Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un ifadesiyle, “I. Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir hakikattir.”[3] Arap Milliyetçiliğinin öncüsü Müslüman değil;

“Hıristiyan” Araplardı.

***





Araplar Filistin’de Türklerle omuz omuza



http://belgelerlegercektarih.files.wordpress.com/2012/05/araplar-bizi-arkadan-vurdu-ihanet-etti-yalani-libyali-ayyildiz-sancak1.jpg?w=490&h=320

mazhar

  • Ziyaretçi
Prof. Neumark'ın İtirafları
« Yanıtla #6 : 22 Temmuz 2013, 19:05:09 »
VII. Bölüm

YABANCI İLİM ADAMLARININ GÖRÜŞLERİ

PROF. NEUMARK’IN İTİRAFLARI

Avrupa ülkeleri, bilhassa akıl hocaları İngilizler, planlarını hep İslam düşmanlığı üzerine kurdular. “Ne yapalım da İslamiyet zayıflasın, dolayısıyla Hıristiyanlık kuvvetlensin” düşüncesi bu planlarına esas oldu. Dün olduğu gibi bugün de geçerlidir bu kural. Demokrasi, din ve vicdan hürriyeti kendileri için, yani Hıristiyanlık için geçerlidir. Müslümanlar için böyle bir şey söz konusu değildir. “Nerede görülürse sinsice yok edilmelidir ” prensibi uygulanmış hep. En büyük düşmanları da Osmanlı olmuş.

Sebebi de şu: İslamiyeti, Eshab-ı kiramdan sonra gerçek manada, en mükemmel şekilde sadece Osmanlılar temsil etmişler ve üç kıtaya yaymışlar. Dünyanın en büyük Müslüman Türk İmparatorluğunu kurmuşlar. Türk = Müslüman olarak algılanmış asırlar boyunca. Hal böyle olunca da nasıl yeni nesli, Osmanlıdan uzak tutabiliriz hesabı yapıldı. Bu yapılmazsa gerçek islamı öğrenirler diye korkuyorlar. Bunun için de Abbasilerden sonraki islam tarihini dondurdular; yok farzettiler. Çünkü bundan sonra, Selçuklulular ve Osmanlılar dönemi geliyor. Ne zaman dolaptan çıkardılar? Birinci Dünya savaşından sonra, yani Osmanlının fiilen bitişinden sonra.

Bu dönemi merak edenlere karşı da devamlı karalama kampanyaları düzenlediler. Çeşitli akıl almaz iftiralar sebebi ile de Arap ülkelerinde ve bizde de bu kampanyalar kabul gördü. Bilhassa, Arap ülkelerinde arap milliyetçiliğini kuvvetlendirerek, asırlardır kendilerine hizmet eden Osmanlıya Arap ülkelerini düşman ettiler.

Batının bu faaliyetlerini, sadece biz söylemiyoruz, kendilerinden insaf sahibi olanlar da söylüyor. Bunlardan biri de Alman Prof. Dr. Fritz Neumark’tır. Her Müslümanın bilmesi gereken çok önemli tespitleri var bu meşhur ilim adamının.

Kimdir Bu Neumark? Yabancı sayılmaz, bizi ve Avrupa’yı çok iyi tanıyan biri. Hitler’in zulmünden kaçarak 1933’te Türkiye’ye gelen, İstanbul Üniversitesi İktisat ve Hukuk Fakültelerinde , maliye ile iktisat dersleri veren,1952’de Almanya’ya döndükten sonra Frankfurt Üniversitesinde hocalık ve rektörlük yapan, Türkiye’de kaldığı 1933-1952 yılları arasında ülkemizde Cumhuriyetin yerleşmesinde önemli katkıları bulunan bir ilim adamıdır Alman Prof. Dr. Fritz Neumark.

Yıllar sonra ziyarete geldiği ülkemizde kendisine, Avrupa’nın bizi sevmemesinin, ezeli düşmanlığının sebebi sorulduğunda samimi itiraflarda bulunuyor. Diyor ki:

“Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı, Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır Kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. Sebeplerine gelince; en başta Müslüman olduğunuz için sevmez. Ama faraza, laiklik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam ederler. Çünkü sizler hangi kimliğe bürünürseniz bürünün, her zaman onların korkulu rüyasısınız. Sizi silahla yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağlamağa çalışıyorlar. Böylece kendilerini İslamiyet tehlikesinden korumuş olacaklar.

Sizler farkında değilsiniz, ama onlar şu gerçeğin farkındalar: En az 400 yıl Avrupa’da sırtımızda ve ensemize at koşturdunuz. Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanlar’ı, Haçlı ordusuna mezar ettiler. Bizlere medeniyeti, insanlığı öğrettiler. Avrupa Müslüman olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Osmanlı Arşivi, tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an, Avrupa’nın refahı ve medeniyeti yıkılır.

Bunun için sizler, Avrupa’nın tarihi düşmanısınız ve daima düşman olarak kalacaksınız.

Selçuklu ve bilhassa Osmanlı ,İslamiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslamiyet bugünkü varlığını belki sadece Hicaz da varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki ,Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz Sömürgeler Bakanlığının adamlarıdır.

Batı her yerde yetiştirdiği adamları vasıtasıyla İslamiyeti sapık inançlara kanalize etti. Bütün bunlara rağmen, Osmanlının inancını bozamadı; Osmanlı, Asr-ı Saadeti temsil etmeğe devam etti. Bünyesinde, bozuk düşünce, bozuk mezhep barındırmadı. Evet, Kilise size kin kusmaktadır. Ve sebepleri bunlardır.”

Sadakat.Net © İslami web hizmetleri

mazhar

  • Ziyaretçi
İsrail Katliamında Londra Faktörü
« Yanıtla #7 : 01 Ağustos 2014, 08:11:02 »
İsrail Katliamında Londra Faktörü


Tarih boyunca savaşların bir görünen bir de görünmeyen sebepleri olmuştur. İsrail bugün, vahşi katliamlarında görünür sebep olarak kaçırılan 3 vatandaşını gösterse de gerçek neden asla bu değildir


.Bu olayda MOSSAD’ın rolü de ayrı bir yazı konusu…Çünkü bir sonuç daha çok kimin işine yarıyorsa sebepte de onun rolüne bakmak gerekiyor. Son dönem bölgede zorunluluktan azalan ABD egemenliğinin yerini giderek İngiltere almaktadır. Zaten İsrail’in bugünkü kanlı yayılmacı politikalarının tarihi arka planında da İngilizlerin büyük desteği yatmaktadır.Geçmişi tekrar hatırlayalım…İngiliz ajanı Lawrence’la birlikte Nili Örgütü’nü kuran Aaronson Ailesi, Romanya’daki Yahudi soykırımından kaçıp 1882 yılında Osmanlı’ya sığındı. Aaronsonlar, daha sonra gizli yollardan Filistin’e geçtiler. Büyük devlet adamı Abdülhamit handan alamadıkları toprakları Araplardan yüksek fiyatla satın alarak “Zihron Ya’akov” adını verdikleri topraklara yerleştiler. Önceleri sadık vatandaşlar gibi davranarak Osmanlı’nın merhametinden istifade ettiler. Ardından her türlü şeytani desiselere başvurdular. Canlarını Osmanlı askerleri koruyordu ve ne zaman Araplar veya bedeviler tarafından bir saldırıya uğrasalar Osmanlı koruyuculuğuna başvuruyorlardı. Aaronsonlar ve Feinbergler, Nili öncesinde, Gideonim adında bir haberalma örgütü kurmuşlardı. 1914’ten sonra, Gideonim’in uzantısı niteliğinde faaliyete başlayan Nili, Aharon Aaronson’un adamlarından Avshalom Feinberg ve kız kardeşi Sarah Aaronson tarafından, 400 kişilik bir istihbarat örgütü olarak Filistin içinde kuruldu. Bu tarihten sonra Aharon Aaronson ise İngilizlerin Mısır’daki karargâhında istihbarat subayı olarak görev aldı. Nili adı, Eski Ahit’teki “İsrail’in Kurtarıcısı Yalan Söylemez” anlamına gelen bir ayetin baş harflerinden oluşuyordu. Bugün Nili ismi, İsrail’de kız çocuklarına halen verilen kutsal bir isme dönüşmüş durumda. Filistin’de Osmanlı’nın koruması altında bir botanik mühendisi olarak çalışan Aharon Aaronson, İsrail devletinin kurulması için Osmanlı’nın yıkılması gerektiğine inananlardandı. Amerikan ve İngiliz makamlarıyla ilişkiye geçmiş ve Filistin’i işgal etmeleri için onlara yardımcı olabileceklerini söylemişti. Aynı dönemde, sonradan Siyonist hareketin önderi olacak Haim Weizmann ise, İngiltere ordusu için patlayıcılar üretiyordu. Aharon Aaronson, Weizmann sayesinde üst düzey İngiliz yöneticilerine ulaştı ve onları meşhur Balfour Deklerasyonu’nu yayınlamaya ikna etti. Balfour Deklerasyonu, Lloyd George’un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabinesinde Dışişleri Bakanı olan Althur Balfour’un girişimiyle başlatılan ve sonuçta Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına yol açan girişim olarak tarihe geçti. İlk Balfour Deklarasyonu’nun ardından 1926 yılında ikinci bir Balfour Deklarasyonu yayınlandı. Lord Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir Musevi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirdi. Mektup ve ardından gelişecek olan olaylar, dünya Siyonist kesimin desteğinin İtilaf Devletleri yönüne çekilmesinde önemli rol oynadı. Ayrıca ABD tarafından da desteklendi. Söz konusu deklarasyondan sadece 30 yıl sonra ise İsrail devleti kuruldu.O günden bu güne de İslâm coğrafyasının kalbine saplanan kanlı, zehirli bir hançer gibi varlığını sürdürüyor.MOSSAD eliyle ürettiği her türlü tezgah ve sinsi yöntemleri kullanarak vampirler gibi Müslüman kanı akıtıyor. Bayram demiyor, Ramazan demiyor, iftar demiyor, sahur demiyor, yaşlı demiyor, bebek demiyor, sivil demiyor, hastane demiyor aralıksız vuruyor.İslam aleminden anladığı dilden cevap verilmedikçe de İsrail bu geleneğine daha çok devam edecektir. Yener Dönmez.Habervaktim.com
« Son Düzenleme: 01 Ağustos 2014, 08:12:42 Gönderen: mazhar »