Gönderen Konu: Ciloğlu Deli Bekir  (Okunma sayısı 7311 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı durma

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 4
Ciloğlu Deli Bekir
« : 07 Nisan 2009, 14:11:59 »

Ciloğlu Deli Bekir
Abdulhalim Durma
Genellikle halkın dertlerini dile getirdiği şiirlerinde “Harab” ve “Harabi” mahlasını kullanan Ciloğlu Deli Bekir şair Turabi’nin etkisinde kalmış, koşma, destan ve hicivleri ile şöhret bulmuştur.  Bu şiirlerinin bir kısmı Afyonkarahisar Gedik Ahmet Paşa Kütüphane’sinde el yazmaları arasında yer alır. Edebiyatımızda özellikle 19. yüzyılda adı geçen birkaç Harabi mahlaslı şairden birisi olan Afyonlu Harabi, Bektaşi halk şairi olup 1800’de Afyon’da doğdu. Bazı kaynaklarda  bu tarih 1817 olarak geçmektedir. Deli Bekir, Ciloğlu ve Ciloğlu Deli Bekir diye tanınan Harabi’nin babası Ciloğlu Ali Sadık Ağa’dır. Evleri Yoncaaltı Camii karşısında idi. Bir müddet sıbyan mektebinde okumuştur. İlköğrenimini Afyon’da tamamlayan Harabi yüksek tahsil yapamaz. Bir yemenici yanında çırak ve kalfa olarak çalışır. Yemenici dükkanı açacak imkanı olmadığı için ayakkabı tamirciliği yapmıştır. Şuhut ilçesinden bir hanımla evlenmişse de geçinememiştir. 1841 yılından sonra Afyonkarahisar’a gelen İbrahim Türâbi adlı Bektaşi dervişiyle tanışmış; bu birliktelik 1875 yılına, yani Türâbî’nin vefatına kadar devam etmiştir. Bekir can arkadaşı Turabî’nin ölümüne çok üzülmüş, şehirden ayrılarak Sinanpaşa’ya bağlı Sinir köyüne yerleşmiştir. Bekir burada arkadaşı Hacı Ali Ağa’nın odasında eskicilik yapmaya başlamış, 1879 yılında da burada ölmüştür.  Cenazesi köy mezarlığına defnedilmiştir. Arkadaşları arasında Türâbî ve Hacı Ali Ağa’dan başka Anbanazlı Şahanoğlu İbrahim Ağa da sayılır. Hacı Ali Ağa’nın da vefatında (1879-80) Bekir’in yanına gömüldüğü anlatılmaktadır. Günümüzde mezar taşı yeniden yazılmıştır. Bekir ile Hacı Ali arasında çok büyük bir muhabbet bulunmaktadır. Dönemin ileri gelenlerinden Mutasarrıf Ömer Lütfi Paşa, Müderris Salih Dehşetî, Müderris Müftü Yunus Hoca, Müftü Ahmet Muhtar, Mevlevihâne şeyhi Ahmet Kemalettin Çelebi, Ciloğlu Deli Bekir’i koruyup, hâmîlik eder, rivayete göre dem parası vererek yardım ederlermiş. Şiirlerinden günümüze ulaşanları sevenleri tarafından yazılmış olanlarıdır. Edip Ali Bakı tarafından biyografisi ve şiirleri kitap olarak basılmıştır. Destân, koşma ve hicviyelerinden 10-15 parça tespit edilmiştir. Bunlardan Kıyâmet Destânı’nı 1828’de yazmıştır. Şiirlerinde Harâb, Harâbî mahlasını kullanan Bekir’in hayatı mahlasına uygun şekilde derbeder bir vaziyette geçmiştir. Şair, zamanında gördüğü haksızlıkları ve kötü kişileri çekinmeden hicveder. Mert, kamil, halktan biri ve vatanperver  olan Harabi, şiirlerinde kendi zevkinden ziyade halkın meselelerini dile getirir. Haksızlıklara göz yummaz, nemelazımcı değildir. Bir bakıma halkın gören gözü, duyan kulağı, söyleyen dili ve hisseden kalbi olur. Yine kendisi gibi bir Bektaşi şairi olan İbrahim Türabi’nin etkisinde kalan Harabi 1879’da vefat eder. Şiirlerinin büyük bir kısmı Afyon Gedik Ahmed Paşa Kütüphanesindeki el yazma cönklerdedir. Bu cönklerdeki deyişlerin çoğu da hicviyedir. Padişaha, vezire, mutasarrıfa, softa, hacı ve hocalara, halkı aldatan Ermeni’ye ve Rum’a yüreklice hicviyeler yazmıştır. Gördüğü ve yaşadığı bütün olumsuzlukları çekinmeden eleştiren Harabi’nin sözleri ibret verici olduğundan kimse ona kızmamıştır. Harabi bir gün çarşıda gezerken kendisine sataşanlara:
“Dünya nedir sen neden sezersin,
Bir gün olur ettiğinden bezersin,
Haram helâl yiyip içip gezersin,
Bizi yaratana hizmetin nedir?”
Deyiverir. Yine  Bekir’in Sinir köyünde oturduğu yıllarda bir gün, Beyçeşmesi’nin başında Hanife adlı bir geline rast gelmiş. Güzelliğiyle çok mağrur olan genç kadın;
- Bekir Baba, ne olur, bir şiir de bana söyle.. deyince, Bekir irticalen şunu söyler:
“Arıların arısısın
Doğan ayın yarısısın
Bir eşeğin karısısın
Yazık etmiş pederin
Böyle imiş kaderin.”
Kendisine, ‘Sen neden hep hiciv söylersin?’, diye soranlara, “Methedilecek kimse kaldı mı?”, diye cevap verir ve, “İsterseniz rahmetli Sultan Divani’yi methedeyim” , diyerek şu dörtlüğü söyler.
 “Arif-i kutb-i cihansın, şahım Sultan Dîvânî
Salik-i bahş-ı ihsansın, şahım Sultan Dîvânî
Eşref-i ehl-i mekansın şahım Sultan Dîvânî
Özünde Hakk’a irfansın şahım Sultan Dîvânî”
Harabi bir gün sarhoş olduğu bahanesiyle Mevlevi Camiindeki bir ayine alınmaz. Bunun üzerine şöyle der:
 “İşte methettiğin Sultan Dîvânî
Başına toplanmış birçok külhâni”
Şair zamanındaki sahte şeyhleri ve doğruyu seven insanın kalmayışını şöyle hicveder:
“İbâdet diye Hayy u Hûya gitme,
Zamane şeyhleri oldular fitne.
Başına toplanmış bir alay i..e,
Dergâh-ı pîrlerde bürhân kalmadı
Gayrı temel tutmaz söküldü kazık,
Mü’min-i kâmiller sizlere yazık,
Yalvaralım Hakk’a iş başı bozuk,
Doğruyu sever (bir) insan kalmadı”
Onun zulme, bozuk düzene, haksızlıklara baş eğmeyen, göz yummayan kişiliği sonucu devrin ileri gelenleri hiciv oklarına hedef olmuş ve böylece pek çok aksaklıklar da dile getirilmiştir. Bu şiirlerden birisinde de şairin yaşadığı dönemi şöyle anlatır:
 “P..., P... şöhreti buldu,
İşimiz sahib-i zamana kaldı.
Hırsızlık muteber baş sanat oldu
Nâsı ayıplayacak lisân kalmadı.
Söküldü temeller çün tutmaz kazık
Mümin-i kâmiller sizlere yazık
Yalvaralım Hakk’a iş baştan bozuk
Vezîranda ehl-i iman kalmadı.
................................................
Cümle eyâletler sancak emiri,
Kârun gibi akçayı yığman zamiri
Dişi kesse yutar taşı demiri
Haramdan korkar bir can kalmadı.
Sureti düzgüne sen olma emin,
Görünce mangırı değişir dinin,
Ehl-i ticaretin tespihi yemin,
Îcad olmadık bir yalan kalmadı.
Ben bu feyzi erenlerden dinledim,
Derd-i aşkla hararete dayandım,
Meczup Harâbî bu hicvi beğendim,
Mezhebi bekleyen mürîdân kalmadı.”
Bir koşmasında da dönemin kadılarını hicveder:
 “Doğru yol dururken eğriye sapma,
Yol azdıran ehl-i fesat değil mi?
Mazlumun başından sen külah kapma,
Küfrün başlangıcı inat değil mi?
Somurtma hediye gelmiş kaz gibi,
Çekme yüz karası hilebaz gibi,
Ehl-i zulmün kışı geçer yaz gibi,
Son demi topraktan bünyad değil mi?
‘Ermenilerin Destanı’ başlıklı şiiri de onun hicvine tarihi bir örnektir:
 “Senede bir kere gitmez hamama,
Gavurun alçağı mundar Ermeni,
Kıçının tersiyle seğirdir cama,
Dırdır papazından korkar Ermeni.
......................................................
Kel sarraf da olmuş sandık emini,
Kim artırdı bu eşeğin yemini,
Kimini azarlar kovar kimini,
Necaset küpüdür barbar Ermeni.
...................................................
Bir de Işıloğlu türedi şimdi,
Zadeye yan demek üredi şimdi,
“Afyon hırsızlığı” yaradı şimdi,
Hileli terazi tartar Ermeni.
..........................................
Hüccacın elinden aldılar kârı,
Attıkça çift konar onların zarı,
Köylü ne kaldırsa bölerler yarı
Oldu hep muteber tüccar Ermeni.
Sahibine kızar köpeğin döğer,
Müslümanın atının izine söğer,
Ceddi kıpti imiş bunların meğer,
Birbirine derler ahbar Ermeni.”
Kadılar hakkında söylediği bir şiirinde onları şöyle eleştirir:
Hârâbî, bu cihân bî-karâr olur
Ev yıkanın evi hak-sâr olur
Kadıların çoğu ehl-i nâr olur
Yedikleri hakk-ı ‘ibâd değil mi?
Bekir içkiye müptela olmuştur. O dönemde içkiyi Ermeniler satmaktadır.
İşine hile katan bir Ermeni için de şunları söyler:
En doğrusu meyhaneci Yamalı
O da yüz yerinden eğri damgalı
Bekçiyân’ın hemen boynunu vurmalı
Demi bozdu bu hilekâr Ermeni.
Beyhûde kendini üzme ey Harâb
Böyle nutk eylemiş pîrimiz Türâb
Kafirler olmasa bulunmaz şarap
Dem zamanı lazım nâçâr Ermeni.
Afyonkarahisarlı şairlerden Dehşeti’nin Cihanyandı adındaki bir güzel için yazdığı koşması vardır. Harabi de, işte bu Cihanyandı’nın yaşlanması üzerine bir hicviye yazar. Harabi’nin koşması şöyledir:
 “Bir zaman âlemi yakıp kavuran
Felek sillesi mi yedin şaşkın yar
Nice yiğitleri kalbinden vuran
Bunamış, acuze, eski bıçkın yar.
...................................................
Peteği sallanır balı kalmamış,
O nazik vücudun alı kalmamış,
Kurumuş yanağın gülü kalmamış,
Git bana görünme çağı geçkin yar.
          Deli Bekir bir bakarsın çok güzel şiirler söylemektedir, arkasından bakarsın meczup. Sanki o bütün bunları ‘insanların zihni dağılıp parçalanmasın’ kabilinden yapmaktadır. O dönemde Afyonkarahisar kilisesindeki papaz dahi Deli Bekir'den çekinmektedir. Herkes haklı olarak, ‘Deli Bekir'de bir iş var’, düşüncesini taşımaktadır. Haluk Nur Baki’nin  Afyonkarahisar’ın bu Melami-bektaşi  dervişi hakkında anlatmış olduğu bir menkıbe, halkın da kanaatlerini yansıtması bakımından oldukça ilgi çekicidir. Deli Bekir, Turabi’nin müridi olduğu kadar bir mürşiddir de. Yalnız onun irşadına herkes nail olamaz. O adeta seçtiği kimselere yol gösterir. Ve bu irşad, nasıl olur bilinmez, kendisi ile müridi arasında kalır. İşte onun en cazip öyküsü, dünya sahnesindeki defteri kapatırken yaptığı gösteridir.   Bir gün bayram namazında Yunus  isimli bir müftü büyük bir şevkle vaaz ederken kapıda Deli Bekir görünür. Müftünün içine doğmuş gibi, ‘şimdi bir iş çıkacak’, diye birden keyfi kaçar. O sırada vaazın konusu Sırât-ı Müstakîm’dir. Deli Bekir söze karışır.
— Müftü Efendi çok güzel anlatıyorsun, ağzına sağlık. Halk da dinledi... Ama bu anlattıklarının uygulaması yok. Uygulaması olmayınca da anlaşılmaz ki ...
          Müftü, “Nasıl yani Deli Bekir”, der.
— Meselâ ben.. Sırat-ı Müstakîm’de miyim değil miyim söyle cemaate…
          Müftünün içine inme iner. Çünkü Deli Bekir'in öyle halleri vardır ki, o hâlini Sırat-ı Müstakim ile izah etmek mümkün değil. Kendisi anlasa bile insanlara nasıl izah edecek. Deli Bekir'e Sırat-ı Müstakîmdesin dese halk diyecek ki, "Şimdiye kadar ne anlattın? Anlattıkların bu adamın hâliyle taban tabana zıt...”.  “Sırat-ı Müstakîm'de değilsin”, dese Deli Bekir'in bir oyun çıkaracağını biliyor.
— Gözünü seveyim Bekir. Bayramdan sonra nasılsa ziyaretime geleceksin. Bu meseleyi o zaman konuşuruz, der.
— Olmaz, diye ısrar eder Deli Bekir. Bir müslüman vaizin doğruyu ve gerçeği hiç kimseden çekinmeden söylemesi gerekir. Ya Sırât-ı Müstakîmdeyim, ya da değilim. Söylemek zorundasın, der.
          Müftü hemen bir cankurtaran simidi bulur.
— Mürşidinin hakkı için yakamı bırak, der.
— Peki, der Deli Bekir. Kapıları kilitledin ne yapayım. Ve çıkıp gider.
          Deli Bekir'in o zaman için Afyon'da evi yok barkı yok. Yalnız çamaşırlarını yıkamak, ara sıra bir kaç gün istirahat etmek üzere bir kadının evinde kalırmış. O kadın da Afyon’da hayat kadını olarak tanınırmış. Bekir geliyor kadının evine.
— Bana biraz kâğıt ver, diyor.
— Ne oldu Deli herif, diyor kadın.
— Ben biraz sonra dünyamı değiştireceğim, müftüye iki satır bir şeyler yazacağım onu götürür verirsin, diyor.
— Aman her işin bitti de, şimdi de keramete mi başladın, diyor kadın.
Bir kese kâğıdının kenarından yırtıyor veriyor. Deli Bekir iki satır bir şeyler yazıyor ve ben dünyamı değiştirdikten sonra bunu müftüye götür ver diyor.
— Ne sen dünyanı değiştirirsin, ne bir şey olur. Sen bana eziyet olsun diye böyle yapıyorsun, diyor kadın.
Kâğıdı bir tarafa atıyor. İki saat sonra çorba yapmış getirmiş, “Bekir Bekir”, diyor. Bekir gitmiş, gerçekten dünyasını değiştirmiş. Kadıncağız, "Eyvahlar olsun kıymetini bilemedim Bekir", diyor. Saçını başını yoluyor. Hemen kâğıdı arayıp buluyor, fırlayıp Müftü Efendiye gidiyor.
Yüz otuz sene evvel mutaassıp bir ilde bir hayat kadınının müftünün evine gitmesi başlı başına bir olay. Ama kadın kimseyi dinlemiyor giriyor müftünün yanına, Müftü de o sırada çok ileri derecedeki eşraf sınıfını ağırlıyor kadın heyecanla.
— Müftü Efendi şu kâğıdı al Bekir gönderdi, diyor.
— Bekir nerede? Deyince
— Bekir dünyasını değiştirdi, diyor kadın. Müftü bunu duyunca bembeyaz oluyor, kâğıdı açıp bakıyor. "Yunus ben Sırat-ı Müstakîm'de idim. Eğer bunu mertçe söyleseydin, Sırat-ı Müstakîm'in gerçeğini halka gösterecektim", diyor.       
…..
Harabi’nin hayat hikayesinin sonu farklı şekilde de anlatılır. Mehmet Gündoğan kitabında  onun vefatının, yine menkıbevi tarzda, hayatının son yıllarını geçirdiği Sinir köyünde olduğunu yazar. 93 Harbinin mağlubiyetine öfkelenen Harabi en küçüğünden Padişaha kadar sert şiirler yazar, sataşmalar  sövme derecesine gelir. Artık halk dayanamaz, sonunda onu şeyhi Turabi’ye şikayet eder. Turabi’de bir gün Harabi’yi çağırarak,
-Ey Harabi! Senin sesinin kısılma zamanı geldi. ‘S’ ile başlayan bir yer beğen, der.
          Sonunda Harabi çok sevdiği köylerden Sinir (bugünkü ismiyle Tınaztepe) köyünü seçer. Bekir’in karısından, kızından, memleketinden ve en önemlisi şeyhinden ayrı kaldığı bu dönemde bir müddet sonra Turabi’nin ölüm haberini duyar. Kederinden sağda solda söylenmeye başlar.
-Ben bugün kalıbı dinlendireceğim. Ölüme sakın dokunmayın. Siz kahyası değilsiniz. Anbanazlı Şahinoğlu’na da haber salın. Cuma’ya gelsin.
Köyün imamına da laf atar.
-Cuma günü kazanları yak. O kadar.
Şahanoğlu gelince onunla kucaklaşır. Ağlaşırlar. Ve sonunda Deli Bekir ruhunu teslim eder. Şahanoğlu gece kalkıp şöyle der.
-Çocuklarım. Bekir Ağa bugün geçindi (öldü). Danaya bir yular takıp hazırlayın.
Acele ile şehre gelip kasaplara danayı satar. Kefenlik alıp Sinir köyünün yolunu tutar.
Yıllar sonra hernasılsa kabristanlık açılacak olmuş. Köylülerin hazır bulunmasıyla kabir açılmış. İhtiyarlar Harabi Bekir’in çenesinden ve sakalından tanımışlar.
Afyonkarahisar’ın bu halk çocuğu yörenin kendine has kıyafeti ile, başında fesi, ayağında şalvarı ve belindeki kuşağı ile, bıyıklı, karagözlü, kır ve kısa sakalı, orta boylu, kara ve çatık kaşları ile tarihin sisleri arasında yerini alır.


Çevrimdışı kuruhüyük

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 44
Ynt: Ciloğlu Deli Bekir
« Yanıtla #1 : 07 Nisan 2009, 16:59:30 »
Selamü aleyküm.....evet emeğinize sağlık,elleriniz dert görmesin,ne değerlerimiz var ruhları şad olsun,bu sitede mümtaz tarihimizin,mümtaz şahsiyetlerini,her zaman bulmak dileğimmiz dir,tekrar teşekkürler aziz kardeşim.kuruhüyük.