Gönderen Konu: Nuzül hadisini nasıl anlamalıyız?  (Okunma sayısı 5405 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ferdi

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48
Nuzül hadisini nasıl anlamalıyız?
« : 22 Ocak 2012, 17:36:25 »

NUZÜL HADİSİNİ NASIL ANLAMALIYIZ?

ŞÜPHECİ Vehhabi;Rasulullâh ِşöyle buyurmuştur; Rabbimiz her gecenin son üçte birlik bölümü kaldığı zaman dünya göğüne iner ve ِşöyle der: Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? istediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen onu bağışlayaym? İşte bu onun zatıyla yukarıda olduğunun delilidir?

CEVAP;Nüzul: Allâh hakkında “dünya semasına iner” ifadesiyle şüpheciler, Allâh’ın bir yerde bulunduğu veya yükseklerde olduğu anlamışlardır ki, Allâh’ın mekânı olduğu inancı vurgulanmaktadır. Böyle bir inanç Allâh-u Teâlâ'yı yarattıklarına muhtaç olduğunu, yaratmış olduğu melekler, insanlar, cinler gibi varlıklara benzetmek olur. Çünkü meleklerin mekânı göklerdir, cinlerin ve insanların mekânı yerlerdir. Bu varlıklar Allâh’ın yaratmış olduğu mekânlar arasında, Allâh’ın dilediği kadar hareket etmektedirler. Allâh-u Teala, yarattıklarına benzemez.Nüzulun, bizzat Allâh’ın, zatıyla yukarıdan aşağıya indiği anlamına geldiği kabul edilemez. Çünkü Allâh cisim değildir, mekân ve yönden münezzehtir. Ayrca bizzat, Allâh’ın zatıyla dünyanın semasına indiğini kabul etmek akla da ters gelir. Söz konusu olan nüzul hadisi, gelen sahih bir diğer varyantı ile meleklerin inmesi manasında veya bu rivayete muttali olamayan ulema tarafından Allâh’ın rahmetinin vb. inmesi manasında anlaşılmışdır.

Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzul, hâşâ Allâh’ın bizzat kendisi dünyanın semasına indiği anlamına geldiği kabul edilecek olursa o zaman hâşâ “Allâh’ın inmekten başka bir şey yapmadığı'' inancını ortaya çıkarır. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzulün, gecenin son üçte bir bölümünden itibaren sabaha kadar olduğu geçmektedir. Gece ve gündüz vaktinin dünyanın her ülkesinde bir olmadığı herkes tarafndan malumdur. Bu hadis ise dünyann her bölgesi için geçerlidir. Yeryüzünün bir tarafı gündüz iken diğer taraf da gece olur. Bu itibarla gece ve gündüzler nispidir. Dünyanın bir ucunda gündüz ise diğer ucunda da gecedir. Yani 24 saat bazında (tüm vakitlerde) yeryüzünün gece ve gündüzden hali olmadığını bilmek lazım.

Durum böyle olunca Allâh, fiili olarak Arş'ı üzerindedir diyenlere ne demeli..!? Çünkü bu gruba göre Allâh, gecenin bir bölümünde dünyanın gökyüzüne iner. Yukarıda izah edildiği gibi, gecenin o vaktine tevafuk etmeyen hiç bir yeryüzü yoktur. Gecenin tayin edilen o vakti her an ve her zaman yeryüzünün bir tarafına isabet eder.Dolayısıyla hem Arş'ı üzerinde hem de yerin gökyüzünde bulunmak, iki zıttın bir arada bulunması demektir..(Başka bir ifadeyle,iddia edildiği gibi nuzul esnasında Arş boşta kalmıyorsa Haşa ! Bir bölümünün Arş'ın üstünde bir bölümününde dünya semasına kadar uzanmış olması gerekir.) Bu safsatalığada akli selim sahibi kimseler asla kabul etmezler.

Yine tenzihe yaklaşan bazıları, bu iddialara cevap verme telaşı ile ''Nüzül zatıyla hakiki bir iniştir'' dedikten sonra zahir anlamını ''Arş'ın yüce Allah'ın yukarısında kalmasını ve O'nunda Arş'ın altında olmasını gerektirmez'' diyerek bir çeşit tevil yaparlar.Ve nüzül ''hareket ve değişikliği gerektirmez'' derler .

Bizde Allah'u teala'nın mahlukatı yaratmadan önce nasıl idiyse şimdide öyledir.Hareket ve değişikliğe uğramamıştır.İstivası cihet ve mesafe anlamında yukarıda olması ve yükselmesini, yerleşmesini, sınırlı olmasını,oturmasını, mahlukatın içinde ve dışında olmasını gerektirmez diyoruz.O halde bizim bu dediğimiz nasıl sıfatları ''tahrif '' veya ''ta'til''olur? Bizim ki zahir anlamın içini boşaltmak ve tahrif ise, sizin bu düşünceniz nedir? Eğer cevap hudus alemeti taşımayacak ve şanına yakışacak,açık anlamı olan bir yerden bir yere intikal manasına gelmeyecek bir nuzül ise bizim de istiva dahil bütün sıfatlar hakkındaki görüşümüz budur.

Diğer taraftan bu çarpık inancı çürüten bir başka delilimiz ise, Arş’ın göklerden çok daha büyük olduğunu belirten, sıhhatinde şek ve şüphe olmayan kuvvetli hadis-i şeriflerin olmasıdır. Peygamber efendimiz bu büyüklük orantılarını anlatırken gökler, kürsü'nün yanında çölde bir halka gibi, Kürsü de Arş’ın yanında aynı şekildedir (yani çölde bir halka kadardır). Her gِöğün bir altındaki göğe karşı olan büyüklüğü de sabittir. Göklerin, birinci gökten yedinci göğe kadar müthiş orantılarla büyük olduklarına göre yukarıdan aşağıya inecek bir kimse büyüklükten küçüklüğe, şekilden şekle ve hacimden hacme, durmadan bir halden diğer hale değişip duran bir cisim değil midir?Akıllarına şu soru da mı gelmemiştir;Gökler ve yer Kürsi'nin içinde ancak çöldeki bir yüzük kadar yer kaplıyorsa haşa göğe(ya da dünya semasına) nasıl sığmıştır? Öte yandan, Ayete'l-Kürsî diye bildiğimiz ayette Allah Teala Celle Celalühü şöyle buyurmaktadır: "O'nun Kürsi'si gökleri ve yeri içine alır" Dolayısıyla "sonra göğü istiva etti" ayetinde geçen "istiva"yı "yerleşmek, mekân tutmak ve oturmak" anlamında almak mümkün değildir.

Bütün bunlarda bir mekandan diğerine hulul ve intikal da söz konusu olmaktadır. ''Allah'ın nuzülü bu dediklerimizi gerektirmez'' diyerek yine şüpheciler itiraz edebilir.Cehmiyeden biriside ''Allah'ın maiyeti ile ilgi ayetler hululu gerektirmez mahlukatın bereberliğine benzemez,bilmediğimiz.celaline yakışır bir şekilde zatıyla bizimle beraberdir, teşbih, tatil, temsil ve tevil yapmadan celaline yakışır bir şekilde zatıyla her yerde ve yِöndedir'' der ise ne diyecekler? Halbuki iki tarafta bu tür zahiri,açık,dilde bilinen anlamlarının aksine -tasvip etmedikleri halde-onlara yeni anlamlar yüklemektedirler. Artık öyle bir hale gelinmiştir ki,zahiri anlamlarını şüphecilerden başkaları bilememektedir

Yine onlar '' «Selef mezhebi —O'nlara göre bu, aynı zamanda kendilerinin de mezhebidir— sıfatlan inkâr (ta'til) ile Allah'ı yaratılmışlara benzetme (temsil) arasında¬dır. Selef Allah'ın sıfatlarını, yaratıklarının sıfatlarına benzetmezler. Nite¬kim O'nun zatını da mahlukların zatına benzetmezler. Allah'ın ve Rasulü'-nün O'nun zatını vasıflandırdıkları ilâhî sıfatları inkâr edip de güzel isimlerini, yüce sıfatlarını reddetmezler. Böylece Nassı tahrif etmekten, Allah'ın isim ve âyetlerini inkâr etmekten uzak dururlar.» ''derler.

Ne varki, mezhebinin selef mezhebi olduğunu açıklayan, teş¬bih ve tecsimi reddeden bu kişiler ''Zatı ile Allah'ın cihet manasında herşeyin üstünde olduğunu, Arş'ın üstünde olduğunu ve semanın üstünde bulunduğunu bazı ayetlerin zahirinin bunu ihtiva etttiğini ve O'na parmak vs. ile işaret olunabileceğini ifade eden sözler söylemişlerdir Yükseklik ve yüceliği manevimidir? desek şidddetle karşı çıkmışlardır..

Burada itiraf edelim ki, Allah'a (c.c) parmakla işaret etme ile (ki bu yöndür), O'nun gökte ol¬masını kabul etme(ki bu mekandır), O'nun Arş'ın üstüne yerleşme anlamında istiva etmesini kabul etme ve yaratıklara mahsus “üst-alt” gibi izafî sıfatlarla sonuçlanan (fevkıyyet) üstte oluşu kabul etmek ile ,cisim olma ve sonradan olanlara benzemekten mutlak olarak münezzeh olduğunu inanmak nasıl bağdaşır, aklımız almamaktadır.

Ancak biz biliyoruz ki , sahabe bu konuda susmuş, te'vile karşı bir söz söylememiştir. Her ne kadar rivayet olunan lâfızlar tefvide delâlet ediyorsa da, bunlar arasında Allah (c.c) için bir yönü ispat eden de mev¬cut değildir.Artık şüphecilerin Allah Azze ve Celle'yi şu söylediklerine rağmen insanlara benzetmekten tenzih etmesine gelince,onu Haşviyye'de yapmıştır....

Hanbeli Alim İbnu'l Cevzi derki; Onlar demişlerdir ki; Allah'ın gökten nuzulu hadisinin manası ,Allah bizatihi iner. Bir yerden yere naklonur.Sonrada Allah iner ama bizim düşündüğümüz gibi değildir dediler .Böylece hadisi şerifi işiten kimseyi şaşırtıp hisse ve akla zulmetmekle müteşabih hadisleri zahiri manalarına hamletmişlerdir... Bu görüşlerin İmam Ahmed'e isnad edilmemesi için onların reddi lazım geldiği kanaatindeyim..Sukut edip de reddetmezsem ,dediklerine benim de itikad etmiş olduğumu söyleyecekler..(İbnul Cevzi Def-u Şübbetü't-Tebih'den naklen Bkz. Ebu Hamid bin Merzuk,Bera'atü'l-E'ariyyin, Bedir Yayınevi,sh.43)

Oysa "hareket etmek" demek, bir evvelki durumda başka bir hâlde bulunmak, yani bir hâlden başka bir hale intikâl etmek demektir. Hareket etmeden önceki durumu değiştirip başka bir hale geçmek demek, sonradan olan (hâdis/muhdes) bir halin, hareket sahibine hulûlü demektir. Çünkü hareket eden varlık, hareket etmeden önce başka bir hâldedir.Hareketle birlikte bu halin değişmesi, önceden olmayan bir halin, o hareketle birlikte sonradan meydana gelmesi ve ona hulûlü demektir. Havadis'in (ezelî olmayan, sonradan olan şeylerin) Allah Tealâ' ya (Celle Celâlûh) hulûlüne inanmak ise haşâ Allah Tealâ'nın hâdis olduğunu iddia etmek demektir. İbn-i Cevzî de selefin bu konuda te¬vakkuf ettiğini (durduğunu) nakletmiş, Ahmet b. Hanbel'i de böyle kabul etmiştir.

İbni Hacer derki;''İbnü’l Cevzî’nin haberî sıfatlardaki mezhebi tafviddir. Selefin çoğu bu tür sıfatları te’vilden kaçınmışlar, nasıl vârid oldular ise öylece kabul etmişlerdir. Vârid olduğu çerçevede kabul edilmesi Allah’ın sıfatlarının mahlûkâtın sıfatlarına benzemediğinin itikâd edilmesi sûretiyle olur. Yine Allah noksanlıklardan tenzih edilerek bu sıfatlardan muradın ne olduğunun bilinmediği ifade edilir.''(Fethu'l Bari)

İmam Âzam Ebû Hanîfe'den: “Allah Teâlâ gökten iner” şeklinde rivayet edilen hadîs-i şeriften sorulunca, “keyfiyetsin olarak iner” cevabını verdi..(Aliyyu'l Kari'den Fıkhu'l Ekber Şerhi)

Allâme Muhaddis Yûsûf el-Bennûrî
, Tirmizî’deki bu Nüzûl Hadîsinin şerhinde şöyle diyor: (Allah’a nisbet edilen) ‘inmek,’ ‘gelmek, ‘istivâ,’ ‘yed’/‘el’, ‘vech’ /‘yüz’, ’yemîn’/’sağ el’ ve başkaları hakkında Selef’in çoğundan ve dört imâmdan nakledilen, bunlar, Allah Teâlâ’yı (yarattklarına) benzetmekten tenzîh ederek/pâk tutarak, (Mevlâya nisbet edilen şu fiilerin ve isimlerin) nasıl olduğunu düşünmeden ve söylemeden, (bunları) inkâr ve te’vîl etmeden nasıl geldilerse, icmâl yolu üzere îmân etmektir. Nitekim Bedr(uddîn el-‘Aynî) ve Şihâb (İbnü Hacer el-Askalânî) böyle dediler.

Hâfz İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu'l-Bari eserinin Kitabü't-Teheccüd bahsinde diyor ki:"Allah'a cihet isnad eden kimse, bu hadis-i şerifle [hadis-i nüzul ile] istidlal ederek ‘'cihetten maksad yukarı cihettir'’ demiştir. Ama cumhûr- ulemâya [alimlerin büyük çoğunluğuna] göre, bu görüşü kabul etmek, Allahü teâlâya tehayyüz [mekânda yerlemiş olma] mânâsına gelir ki, Allahü teâlâ bu vasıftan uzaktır." (bkz. Ehl-i Sünnetin Müdafası, Bedir Yay., ist., 1994; s. 465; Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neriyat, s.222)

Buhari şarihi İbn Hacer el-Askalânî mezkûr hadîsin şerhinde der ki: "Nüzul" kelimesinin manası üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür;

(Bir):Bazıları kelimenin zahirî ve hakiki (teşbih çağrıştracak) manasını kabul etmişlerdir; bunlar müşebbihedir.(Günümüzde Vehhabilerin görüşü)

(İki): Bazıları, bu mevzuda varid olan hadislerin sıhhatini inkâr etmişlerdir; bun¬lar havaric ve muteziledir.İşin garib tarafı, buna benzer Kur'ân âyetlerini de tevil etmi¬şlerdir. Fakat bu, gerçeği bildikleri halde srf inatçılıktan başka bir şey değildir. Yahutta cehalet¬leri yüzünden bu hadîsleri inkar etmişlerdir.

(Üç):Bazları da Allah Ta'âlâyı, keyfiyet ve teşbihten tenzih ederek, hadîsin manasını icmâl yolu üzere/tafsîlâta girmeden kabul etmişlerdir. Bunlar da sahabe ve tâbiûndan olan ekseri seleftir. el-Beyhakî ve diğerlerinin naklettiğine göre Dört imâm, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Ahmed İbnü Hanbel, iki Süfyân (Süfyân- Sevrî ve Süfyân ibnü ‘Uyeyne), iki Hammâd (Hammâd ibnü Süleymân (veya Zeyd) ve Hammâd ibnü Seleme), Evzâî, Leys ve diğer bir çok imam, bu görüşe sahiptir... (İşte bahsettiğimiz Selef'in görüşü)

(Dört): Kimileri lâyık olacak ve Arab dilinde kullanılan bir şekilde te’vîl etmişlerdir...(Bu da bahsettiğimiz Halef'in görüşü).(bak: Fethü'1-Bârî, III, 20-25)

Buhari şarihi Bedruddîn el-Aynî Umde(tü’l-Kârî)’de (3/623) ِşöyle demiştir: -''Şübhe yok ki, nüzûl /inmek (zahiri anlamı) cismin üstten alta intikâlidir ve Allah bundan münezzehdir. Nüzûl hakkında gelen rivâyetler Müteşâbihât’tandırlar. Onlar(ın anlaşılması) husûsunda âlimler iki kısımdırlar:

Birincisi, Müfevvıda/(ne demek olduğunu Allah’a) bırakanlar. Onlara îmân eder, te’vîllerini Allah’a bırakırlar. Bununla beraber Allah’ı noksân sıfatlardan kesin olarak tenzîh ederler.Hattâbî şöyle dedi: Bu hadîs Sıfât hadislerindendir. Selef’in bunun/bu hadîsin hakkındaki Mezhebi /gittikleri yol, ona îmân etmek, onu zâhirleri üzere icrâ etmek ve keyfiyeti/nasıl oluşu ondan nefyetmektir. Hiçbir şey O’nun gibi değildir. Ve O, hakkıyla işiten ve hakkıyla görendir.

İkincisi de Müevvile(te’vîl edenler)’dir. Onlar yerler(in)e göre lâyık oldukları şekilde te’vîl ederler. Bu sebeble onlar “Allah’ın iner” (hadîsin)in manasının “Allah’ın emri iner,” yahut “melekleri (iner)”, veya bunun istiâre olduğunu ve ma’nâsının duâ edenlere bolca lütûfta bulunmak ve duâlarını kabûl etmek v.b. demek olduğunu söyemekle te’vîl ettiler.Kadı Beydâvî şöyle demiştir: Kat’î olan aklî delîllerle O’nun cisim olmak ve bir mekânda bulunmaktan münezzeh olduğu sübût bulunca, O’na, “bir yerden daha aşağı bir yere intikal” ma’nâsında olan “nüzûl” imkânsz olur. O halde (Nüzûl ile) murâd edilen rahmetinin nûrudur.''-(Umde(tü’l-Kârî)’de (3/623)

Umdetü’l-Kârî'de el-Aynî özetle şöyle diyor: Nuzûl, intikaal, i'lâm, kavi,ikbâl, teveccüh ve bir hükmün çıkması ma'nâlarına kullanılır. Bu ma'nâların hep¬si lügatçılar arasında bilinen şeylerdir. Madem ki nüzulün böyle müşterek manâsı vardır; Allah'ın kendisiyle tavsîfi caiz olan bir ma'nâya hamledilmesi en doğru bir harekettir. Burada Allah'ın rahmetle dileklerini vermekle, mağfiret¬ler etmek suretiyle teheccüd kılanlara ikbâl ve teveccüh buyurmasıdır denilebilir.Bu (aslında) bir te'vîl değil, fakat lâfızı, medlulü olan müşterek ma'nâlarıdan birisine ham¬letmektir kî, İmâm Mâlik gibi bâzı selefin te'vîlleri de hep bu yolda bir te'vîldir (Umde III, 618-623).

İmam Zürkânî, Ebû Bekir İbnu’l-Arabî’den, O’nun (İmam Mâlik’in), ;ينْزِلُ رَبُّناَ=/‘Yenzilü Rabbuna’/‘Rabbimiz iner’ hadîsi hakkında şöyle dediğini nakletti: Nüzûl/iniş Allah Teâlâ’nın Zatına değil, fiillerine döner.. Hatta bu, O’nun emri ve nehyini indirecek olan meleğinin inişinden ibarettir. Şu halde nüzûl/iniş hissîdir/fizîkîdir ve de kendisiyle emrin gönderildiği meleğin sıfatıdır. Veyâhud da ma’nevîdir; yani '‘önce yapmayıp da sonra yaptı'’ ma’nâsında, bunu, ‘nüzûl’, yani ‘bir mertebeden bir mertebeye inmek’' diye isimlendirmiştir. Bu sahîh bir Arabça ifade tarzıdır.(Zürkânî, Şerhu’z-Zürkânî ale’l-Muvatta:2/35)

Nüzul hakkında İmam-ı Gazali'nin yazdıkları ise şöyledir:

Bir kimsenin kulağına nüzûl (inme) kelimesi çalınınca, bunun müşterek isim olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünya semâsına iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir. İnsanın hâtırına cismin inmesi gelebilir. Ba’zan nüzûl cisimler için kullanılır. O zamân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâcı vardır. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cisimdir. İkincisi, yine sâkinine mekân olan alçak cismdir. Üçüncüsü, aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya intikâl eden cisimdir. Aşağıdan yukarıya çıkmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.

Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir. Ba’zan da nüzûl lafzı cisimden başka ma’nâda kullanılır. O zamân cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi, altıncı âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan sekiz çift indirdi وَأَنزَلَ) buyurmuşdur. Deve, sığır gibi hayvanların gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunların rahimlerde yaratıldığı bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ vardır. İmâm-ı Şâfi’î “radıyAllahü anh” da, “Mısıra gitdiğimde, Mısır halkı sözümü anlamadılar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim” buyurmuşdur. İmâm-ı Şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağıya indiğini kasd etmemişlerdir. [Halkın seviyesine indiklerini söylemişlerdir.] O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakkında nüzûl, birinci ma’nâda olduğu gibi, bir şahsın cesedi ile yukarıdan aşağıya intikâli olmadığını kesin bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cisimdir. Allahü teâlâ ise cisim değildir.

Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye hâtırına bir düşünce gelirse, ona deriz ki: Semâdan devenin indirilmesini anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlânın dünyâ semâsına nüzûlünü anlamakda dahâ da âcizsin. Bu konu seni ilgilendirmez. İbâdetin ile veyâ mesleğinle meşgûl ol. Dilini tut. Her ne kadar hakîkatini ve nasıl olduğunu bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlânın azamet ve celâline yakışır bir ma’nâsının câiz olduğunu bilmelisin.'' (Gazzali'den nakil bitti)

Hüccetü'l-İslam İmam Gazzali'nin şu veciz açıklamasından sonra Selef'in Bila-Keyf sıfatları kabulü umarım anlaşılmıştır.

Nüzul kelimesinin anlamları: “Gökten tertemiz bir su indirdik.” ( Furkan(25): 48) ayetinde intikal, “Onu Cebrail indirmiştir.”(Şuara(26): 193) ayetinde bildirmek, “Allah’ın indirdiğinin
benzerini ben de indireceğim.” ( En’am(6): 93) ayetinde söz söylemek, “falanca üstün ahlakla dünyasına yöneldi.” ifadesinde bir şeye yönelmek/yöneltmek, “falanca oğulları başımıza geçinceye kadar hayır ve adalet üzere idik.” cümlesinde idare etmek anlamında kullanılmaktadır.

Dilciler tarafında bilinen bu anlamlar içerisinde Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarına en uygun olanı “rahmetini kullarına yöneltmesidir’’ denmektedir

Şeyhimiz Allâme Kevserî, Beyhakî’nin“el-Esmâ ve’s-Sıfât” isimli kitâbına yazdığı Ta’lîkât(450)’ında da şöyle dedi:- “ــÜstelik gecenin yarısı ve üçte birisi de güneşin doğduğu ve battığı yerlerin değişik olmasıyla değildir. Nitekim bunu, araştıracak olanlar zarûreten bileceklerdir. Sâbit olmuştur ki bu, her ufuk sâhibine (duânın) kabûlünün kapısının açılmasıdır. Bunu/inişi bir yerden bir yere intikal olarak kabûl eden kimse aklî bürhân’a ve şer’î delîl’e ve de hissin zarûretine muhâlif davranmıştır

. ''- Başka bir yerde ise Allâme Kevserî '' Rivayetlerde zikredilen, Yüce Allah'ın gece dünya semasına inmesi, yukardan aşağıya doğru bir iniş olarak düşünülmemelidir. Bunu böyle düşünmek cehaletin ifadesidir. Dolayısı ile buradaki "nüzul", ya mecazî bir anlatımla Allahü teâlânın, bahse konu hadisin kimi varyantlarında zikredilen nidayı yapan bir melek göndermesi, ya da bu gece yapılan dua ve istiğfarları kabul etmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu kelimenin bu şekilde kullanılması, Arap dili açısından da sahih bir kullanımdır."- (Makâlât, 62-63;)

İbni Hazm rahimehullah'da Nuzül etmek ve gelmek fiillerinin bir yerden bir yere nakil ve hereket anlamında anlaşılmayacağını,zira O'nun bir yerden bir yere inkikal ve hareketten münezzeh olduğunu söyler.(İbni Hazm sd-Durre sh.233 İbni Hazm kelami görşüleri tez.Murat Serdar)

İbni Hazm’a göre Kur’an ve Sünnet’te Allah’a nisbet edilen ‘’yed, vech, ayn, nefs, cenb'’ lafızları ile kastedilen zâtı ilâhî olup Müşebbihe ve Mücessime’nin iddia ettiği gibi bunlar Allah’a mahsus organlar değildir. Arşa ‘’istivâ'’ da Allah’ın arşta gerçekleştirdiği bir fiil olup yaratıklarının burada son bulması, onun ötesinde hiçbir yaratığın mevcut olmaması demektir. Hadislerde zât ı ilâhiyyeye nisbet edilen ‘’kadem'’ ilâhî ilimde mevcut olan ümmet, ‘’nüzûl'’ ise duaların kabul edilmesiyle ilgili bir fiildir, ‘’esâbi‘'’ de işleri yürütmek ve nimet vermek demektir (el-Fasl., II, 290-291, 347-358 Prof.Dr.Yusuf Şevki Yavuz).

İbni Hacer rahimehullah ''İbn Hazm ’ın nüzûl sıfatını te’vili, Allah bu fiili dünya semâsında yapar yaratır şeklindedir. Evlâ olan ise teslim etmektir''der.(Fethu'l Bari -13/468)

İmâm Ebu Bekîr İbnül-Arabî nüzûl hadisi hakkında şöyle diyordu: "O rahmet inişidir; yoksa bir yerden bir yere nakil inişi değildir." diyerek Halefin Te’vîl-i Tafsîlî yolunu tutmuştur.

İbni Hibban
rahimehullah ise nüzül hadisi hakkında;''Allah'ın sıfatları keyfiyetsizdir,keyfiyet verilemez.İnsanların sıfatları ile kıyaslanamaz.Allah diş,dudak dil gibi alet (uzuv) ile konuşmaz.İnsanlar ancak uzuv arac ile konuşur.Allah ise uzuva ihtiyaç duymaksızın ,aletsiz konuşur.Basar (görme) ve sem (işitme) böyledir.Allah beyaz siyah olan ,etrafı kapaklar ve kirpikler ile çevrili bir gözle görmez.Dilediği gibi ,bir alete (uzuva) ihtiyaç olmadan görür.İşte Allah'ın gece dünya semasına nüzülüde böyledir.O bir alete ve vasıtaya ihtiyaç duymadan iner.Allah'ın inişini insanların inişine kıyaslamamak gerekir.Allah dilediği gibi iner ve inişi insanlara benzemez.İnsanlar aletle ve hareketle ve yer değiştirmek suretiyle inerler.Allah ise aletsiz,hareketsiz,bir yerden bir yere intikal etmeksizin dilediği gibi nüzül eder ''(Emir el-Farisi 2/195-196) diyerek Selefin Te’vîl-i icmâlî ile tenzîh yapan yolunu seçererek anlatır.İki İmam’da (İbnül-Arabî, İbni Hibban ) Allah'u teala'yı zahiri manadan tenzih ederler.

Belki de Ebu Bekîr İbnü’l-Arabî ve İbni Hibban radyAllahu anhuma’ya ve diğerlerine bu inişi açıklayan hadis ulaşmamış veyahut ulaşmıştır da, o anda akıllarına gelmemiştir. Veyahut kendine itimad edilmeyecek bir yolla ulaşmıştır da ona itimad etmeden bu şekilde söylemişlerdir.Yoksa, Nesâî Sünen’inde ki sahih rivayetle artık ortaya çıkmıştır ki, Nüzûl’un Allah Teâlâ’ya isnâdı, yani “Allah indi” demek, mecâzî bir isnaddır; “Allah'ın münadisi indi” manasındadır.Öyleyse, Mecâz isnaddadır. Müsned veyahutta müsnedün ileyh’de değildir. İkisi de hakikattır ama isnad mecazdadır. Bu Kur'ân Azîz'de garib bir şey değildir."(Hüseyin Avni Kansızoğlu .Darusselam)

Raviyetü'l Asr İmam Kevserî, “Tekmile-tü’r-Redd Alâ Nûniyyeti İbni’l-Kayyim(13,1321)”de şöyle demiştir: -Meselâ nüzûl hadîslerini teşbîh /benzetme ve nakil manalarından uzaklaştırmak Ehl-i Hakk’ın/Ehl-i Sünnet’in Selef ve Halef’i arasında ittifak yeridir. Onlar/nüzûl hadîsle-rini tarafda mecâza veya isnâd-i Mecâzî’ye yorulması sahîh bir Arabça kullanmasıdır ve tenzîh’e uyan bir kullanmadır. Kimisine göre birinci/tarafta mecâz, kimilerine göre de ikinci /isnâdda mecâz ağır gelmektedir.Fakat katında “inzâl” /indirmek” rivâyeti sahîh veya Sünenü’n-Nesâî’deki Ebû Hureyre hadîsinin sahîh olduğuna muttali olan kimse diğer rivâyetlerde isnâd-ı Mecâzî murâd edildiğine kesin karar verir. Böylece nüzûl hadîsi onun nazarında Müteşâbihâttan çıkıp muhkem’e dâhil olur.Çünki onu bu Nesâî hadîsine çevirir.''

Hadis hafızı El-Irâkî, hadis-i şeriflerin hangi şekilde en doğru bir biçimde tefsir edileceği hususunda şöyle demiştir: “Hadisin en güzel açıklanması yine hadisledir.” Bu nüzul hadisinde geçen nüzul’den, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Allâh’ın emriyle bir melek iner. Bundan anlaşılıyor ki, bu konuda değişik ama sahih açıklamalar var ve bu açıklamaların hiç birinde Allâh, bizzat kendisi iner diye kabul olunmamıştır.

İmam Ahmed b. Hanbel Müsned’inde, İmam Kurtubi Tefsirinde, Hafz İbni Hacer Askalani “Fethul Bari” adlı kitabında ve Hafz İbnul Cevzi, “Zad el-Mesir” adlı tefsirinde şöyle dediler: “İmam Nesâ’i Ebu Hureyre’den naklettiğine göre Peygamber efendimiz şöyle mealen buyurdu: “Gecenin üçte biri geçtiğinde Allâh, birine (bir meleğe) şöyle nida etmesini emreder:.........”. Öyle ki, bir başka hadis-i şerifte de “Yunzilu Rabbuna ...” diye geçmektedir, yani “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir. Veyahut ( İmam El-İz b.Adusselem,İmam Dehlân'a göre) rahmeti iner manasındadır.

İmam- Kurtubî, "nüzul hadisini" şu şekilde açıklıyor-:"Bu buyruğun te'vili hakkında farklı göِrüşler vardır. Buna dair yapılan açıklamaların en uygunu Nesâî'nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivayettir: Ebu Hureyre ile Ebu Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayete göre şöyle demişlerdir: Rasûlullah (aleyhisselam) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir münâdiye emrederek ِşöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? istediği ona verilecek." Ebu Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İşte bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her türlü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi kabilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki... anlamındadır. Yine buradaki "iner" kelimesi "indirilir" şeklinde de rivayet edilmiştir ki, bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa açklık getirmektedir. Başarımız Allah'tandır."- (Al-i imran 17 tefsirinde)

mazhar

  • Ziyaretçi
Hadislerin Vürûd Sebebini Bilmenin Önemi

KUR’AN-I KERİM’de; Peygamberimiz Efendimiz’e (sav) sorulan bir sual veya meydana gelen bir hadise sebebiyle indirilen âyetler vardır. Bunların nüzûl sebeblerini araştırmak ve öğrenmek gerekir.

Sahabe-i kiram döneminde; tefsir ilmi, sebeb-i nüzûlü bilmekle sınırlıdır. Hz. Abdullah b. Mes’ud’un (r.a.) “Allah’a yemin ederim ki, Kur’an-ı Kerim’de bulunan ayetlerin kim için, hangi hadise üzerine ve nerede nâzil olduklarını en iyi bilenlerden birisi benim’(1) demesi, bu ilmin önemini ortaya koymaktadır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan ahkâmı doğru anlamak için âyetlerin ‘sebeb-i nüzûlünü’ bilmek ne kadar önemli ise, hadisleri doğru anlamak için onların ‘vürud-u sebebini’ bilmek o kadar önemlidir.


Bir hadisin vürûd sebebini bilmek Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) muradını anlamaya vesile olur.


Meselâ: Hz. Ebu Hüreyre’den (ra) rivayet edilen ve sual sormanın doğru olmadığını ifade eden Hadis-i şerifi anlamak için ‘vürûdu sebebini’ bilmek gerekir. Hadis-i şerif mealen şöyledir:


“Peygamberimiz Efendimiz (sav) bize bir hutbe irâd etti ve dedi ki: ‘Ey insanlar! Allah Teâlâ size haccı farz kılmıştır. Bu emre uyarak siz de haccedin.’ Bir kişi dedi ki: ‘Her sene mi haccedeceğiz Ya RasulAllah?’ Efendimiz sükut etti, cevap vermedi. Adam bu suali üç defa tekrarladı. O zaman Rasulüllah (sav) buyurdu ki: ‘Şayet (evet) deseydim her sene haccetmek farz olurdu, siz de buna güç yetiremezdiniz. Ben sizi kendi halinize bıraktığım ve tafsilat vermediğim müddetçe siz de beni kendi halime bırakın. Açıklama yapmamı istemeyin, sual sormayın. Çünkü sizden evvelkileri Peygamberlerine lüzümsuz, çok sual sormaları ve bunun neticesi olarak Peygamberlerine muhalefette bulunmaları mahvetmiştir.” (2) İmam Nesai, bu suali soran kişinin, Hz.Akra b. Habis olduğunu ifade etmiştir.(3) Hz. Akra b. Hâbis, kalbi İslâm’a ısınsın düşüncesi ve niyyeti ile kendine zekât gelirlerinden tahsisat bağlanan kimselerden (müellife-i kulûb) birisidir. İmam Dârekutnî, bu hadisi zikrettikten sonra Mâide Sûresi’nin 101. Ayetinin bu soru ve cevap üzere indirildiğini belirtmiştir.(4) Bu hadis-i şerifin vürûd sebebini bilmeyen bir kimse, Peygamberimiz Efendimiz’in ‘Sual sormayın’ emrini dikkate alarak, sual sormanın caiz olmadığını ileri sürebilir. Halbuki fazla sual sormayı nehyeden hadis-i şerifin bir vürûdu sebebi vardır. Mükellefin ‘her sene mi haccedeceğiz’ sualine ‘evet her yıl haccetmeniz gerekir’ cevabı verilirse, buna kim güç yetirebilir? Kaldı ki her sene haccedilmesi icabediyorsa, bunu Peygamberimiz Efendimiz (sav) herhangi bir suale ihtiyaç duymadan tebliğ ederdi. Dolayısıyla buradaki ‘Sual sormayın’ emri mutlak değildir. Esasen Ashab-ı Kiram’dan bazıları Resûl-i Ekrem’e sual sormuş ve aldığı cevaba göre hayatını düzenlemiştir.


Bununla ilgili bazı misaller verelim.


l Hz. Ebû Mûsa el-Eş’arî’nin rivâyet ettiği şu hadis bunun en güzel misâlidir.Hadis Mealen şöyledir: ‘Ya RasûlAllah hangi müslüman daha faziletlidir?’ sualini sonrum, Peygamberimiz Efendimiz (sav) ‘Dilinden ve elinden diğer müslümanların selamette kaldığı kimsedir’ buyurdu. (5)


l Fakih sahabelerden Hz. Abdullah b. Amr (r.a) diyor ki: bir adam Rasûlüllah (sav)’e sordu: ‘İslâm’ın hangi ameli hayırlıdır? Daha fazla hangi amel ile meşgul olayım?’ Peygamberimiz Efendimiz şu cevabı verdi: ‘Yemek yedirir, bildiğin ve bilmediğin müslümanlara selâm verirsin.’ (6)


l Ebû Hüreyre (ra) diyor ki: Peygamberimiz Efendimiz’e (sav) ‘Hangi amel daha üstündür?’ diye soruldu. ‘Allah’a ve Rasulüne iman etmektir’ diye mukabele etti. ‘Sonra hangi ameldir?’ denildi. ‘Allah yolunda cihaddır, cevabını verdi. Sonra hangisidir?’ diye soruldu. Efendimiz: ‘Kabul edilmiş olan hacdır’ dedi.(7)


l Hz. Ebu Zer (ra) diyor ki: Rasulüllah (sav) Efendimiz’e SAV) ‘Amellerin hangisi daha faziletlidir?’ diye sordum. ‘Allah’a iman etmek ve Allah rızası için yolunda cihad ibareteni edâ etmektir’ dedi.


l Hz. Abdullah b. Mes’ud (ra) diyorki: Peygambearimiz Efendimiz’e (sa) ‘Allah’a (cc) karşı işlenen en büyük günah hangisidir?’ dedim. ‘Seni yaratmış olduğu halde, senin O’na ortak tanımandır’ dedi. Bu gerçekten de büyük bir günahdır, dedim, ‘Sonra hangi günah büyüktür’ diye sordum.’ Seninle birlikte yemek yiyecek, rızkına ortak olacak diye korkarak çocuğunu öldürmendir’ buyurdu. Daha sonra hangi günahdır büyük olan? ‘Komşunun hanımının namusunu kirletmendir’ cevabını verdi.(9)


l Yine Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “İman eden ve imanlarına zulüm elbisesini giydirmeyen, imanlarına zulmü karıştırmayanlara gelince... İşte onlar için bir emniyet vardır. Hidayete ulaşmış olanlar da onlardır. (El En’am Sûresi: 82) Ayeti indiği zaman bu müslümanlara ağır geldi. Dediler ki: Ya RasulAllah, hangimiz nefsine zulmetmemiştir ki?.. Peygamberimiz Efendimiz şu cevab verdi: ‘Bu ayetteki zulüm, sizin anladığınız manâdaki zulüm değildir. Şirk manâsınadır. Lokman’ın oğluna nasihat ederken söylediğini işitmediniz mi? Ey oğulcağızım, Allah’a şirk koşma. Çünkü şirk koşmak büyük bir zulümdür’ demişti.(10)


Peygamberimiz Efendimize (sav) sual soran ashab-ı güzin, edeb hudududu aşmama hasusunda hassasiyet gösterirdi. Sorulan sualin yersiz, lüzumsuz olmaması, Millet-i İslâmiyeyi zor durumlara düşürecek halin sorulmaması ve cevabının istenilmemesi gibi noktalarda hassasiyet göstermişlerdir.


Bazı bedevilerin lüzûmsuz sualleri karşısında Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) kızdığı ve üzüldüğü olmuştur. Böyle bir hâdiseyi Hz. Enes b. Mâlik (ra) naklederek diyor ki: Bir defasında Peygamberimizi (sav) sual yağmuruna tuttular. Neticede Pevygamberimiz Efendimiz sinirlendi, minbere çıktı. “Bugün bana ne sorarsanız cevabını vereceğim,” buyurdu. Ben sağıma soluma bakmağa başladım. Gördüm ki herkes başını elbisesiyle bürümüş gadab-ı ilâhî’nin tepelerine inivereceği korkusu ve Rasûlüllah’ı (sav) üzmenin üzüntüsü ile ağlıyor. Bir de baktım ki, insanlarla kavgaya tutuştuğu zaman babasından başkasının ismiyle çağrılan birisi dedi ki: ‘Ya RasulAllah, benim babam kimdir?’ Efendimiz: ‘Huzâfe’dir’ buyurdu. Bundan sonra Ömer (ra) Efendimize hitabeden şu sözleri söyledi: ‘Biz Rab olarak Allah’a din olarak İslâm’a, Rasul olarak Muhammed (sav)’e razı olduk. Fitne çıkmasından Allah’a sığınırız.’ O sözden sonra Peygamber Efendimiz’in (sav) kızgınlığı geçti ve söyle buyurdu ki: “Bugünkü kadar açık şekilde hayır ve şerri görmüş değilim. Cennet ve Cehennem bana açıkça gösterildi. O derecede ki onları duvarın hemen berisinde gördüm.(11) Peygamber Efendimiz’in (sav) tebliğ ettiği konularda müslümanlar için bir muhayyerlik olmadığı gibi, açıklama yapmadığı konularda da zorluk yoktur. Peygamber Efendimiz’in (sav) kendiliğinden açıklama yapmadığı konularda sual sormak; külfeti artırır, fayda yerine zarar getirir.


Nitekim İsrail oğullarının, Hazreti Mûsa (as)’a, boğazlanması emredilen inek hakkında uzun uzadıya sualler sormaları ve her sorunun cevabında da gittikçe artan bir müşkilatın ortaya çıkması bu konuda oldukça güzel bir misâl sayılır.(12) Peygamberlere muhalefet etmek, onların zıddına bir yol tutmak, onların öğrettiği ahkâmdan başka bir ahkâmı benimsemek; insanlar için bir felâketin ta kendisidir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) her vesileyle “Sizi nehyettiğim şeyden çekininiz, emrettiğimi de gücünüz yettiği nisbette yapın...” buyurmasının bir değil, birden fazla hikmeti vardır.


Allah Teâlâ’nın (cc) nehiylerine olan îtina ve ihtimamı, emirlerine olandan fazladır. Emredilenin güç yettiği kadarıyla yapılması istenilirken, nehyedilenlerde böyle bir durum olmadığı görülüyor. Yani gücünüz yettiği kadar terkedin denilmiyor. Emirleri tutmak bir ibâdettir. Nehyedilenlerin terk evdilmesi teslimiyetin zaruri bir neticesidir. Nikah, nafile ibadetten daha üstün kabul edilen bir ameldir. Fakat zinanın terkedilmesi, zinaya yaklaşılmaması ondan daha üstün bir hayırdır. Ana babaya itaat iyidir, fakat onlara isyan etmemek daha önde gelen bir vazifedir. Onlara itaat etmenin verdiği bir huzur vardır. Fakat onlara isyanın, onlara hakarette bulunmanın neticesi bir felâkettir. (Misak)

_______________________
(1) Ez Zerkani-Menahil’û’l İrfan fi Ulûmi’l Kur’an-Kahire: 1372 C: 1 Sh:102, Ayrıca İmam-ı Suyuti-El İtkan fi Ulûmi’l Kur’an-Kahire: 1368 C: 1 Sh: 9
(2) Sahih-i Müslim-İst: 1401 K. Hacc: 2/975,b. 73.
(3) Sünen-i Nesaî-İst: 1401 K. Hacc: 5/110, b.1.
(4) İbn-i Hacer Eyl Askanani-Fethu’l-Bârî: C:13 Sh:220
(5) Buharî, K. el-İman, 1/9, b. 5.
(6) Buharî, K. el-İman, 1/9, b. 6.
(7) Buharî K. el-İman, 1/12, b. 18, Müslim, K. el İman, 1/88, b. 36.
Buharî K. el-Itk, 3/117, b. 2. Müslim, K. el-İman, 1/89, b. 36.
(9) Buharî, Müslim, K. el-iman, 1/90, b. 36.(10) Müslim, K. el-İman, 1/114, b. 56.(11) Buharî K. ed-Deavat, 7/157, b. 35.Gazetevahdet.com[size=0px].[/size]Hüsnü Aktaş
« Son Düzenleme: 29 Aralık 2014, 03:16:25 Gönderen: mazhar »