Gönderen Konu: Dağ istiaresi  (Okunma sayısı 2893 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Dağ istiaresi
« : 03 Aralık 2009, 22:52:51 »

Sur kentinin sarayında çalışanlar, tıpkı sarayın kendisi gibi yaşlı ve tutkusuz insanlardı. Zaman, orada bulunanların içindeki renkleri silmiş, arzularını köreltmiş, duygularını sınırlandırmış, eklem yerlerini zayıflatmış, hepsinden önemlisi onları insanların çağıltısından uzak düşürmüştü. Sur sarayının bu yıllanmış çalışanları, yılları birer beylik emri olarak yaşamışlar, hayata birer beylik fermanı olarak bakmışlar, mevsimleri birer beylik töreni olarak geçirmişlerdi. Oysa Bey, bu durgun göle bir taş atmak, bu durgun gölü dalgalandırmak istiyordu artık; bunu yapmazsa suyun canı neredeyse çekilecekti. Nihayet yaşlanmış kökleri taze sürgünlerle aşılamaya karar verdi ve bunca hevesi geçmiş insanın yerine pek çok genç katip yerleştirdi...

Buz tutmuş beylik denizinde birer dalgakıran gibi işe koyuldular genç katipler. Ağır yürüyüşlerin arasındaki dolgun nalça sesleri hemen belli etti kendisini. Teri çoktan soğumuş mermerlerde, kanlı bedenlerin gölgeleri oynamaya başladı. Ölgün geçen onca vakitten sonra sarayın geniş salonunda canlı sesler ve kahkahalar duyulur oldu. Bu iştahlı delikanlılar, yemek öğünlerinin, kazanların ve aşçıların yüzünü güldürdüler. Bey uzaktan uzağa onları izledi: Hepsi de bakir bir ormanda henüz boy atmaya başlamış birer sarmaşık gibiydiler. Ne günlerin uzunluğundan haberleri vardı, ne de yılların kısalığından. Şimdilik sarayın kurallarıyla gençliğin vurdumduymazlığı arasında gidip geliyorlar; taze kanları, emirnamelerin yapraklarından bilinçsizce akıp duruyordu. Gençtiler, hızlı yürüyorlar, gerneşiyorlar, otururken ansızın uzaklara dalıyorlar, hatalar işliyorlar, şakalaşıyorlar, gülüyorlar ve çok konuşuyorlardı...

Çoğunlukla anladı onları Bey: Beyliğin kanunlarının darı tanesini bile yargıladığını söylerken haklıydılar. Hatalar işliyorlardı, çünkü hata bilgeliğin aynasını parlatırdı. Gülüyor, kahkahalar atıyorlardı, çünkü göğüs kafesleri yılların tuğlalarıyla çevrelenmemişti henüz. Uzaklara dalıyorlardı, çünkü bu çağlarda insan kendisini hep uzaklarda arardı. Bunlar elbette doğaldı; doğal olmayan, bu genç katiplerin sözcüklerindeki hafiflikti. Tıpkı gamsız bir serçeye benziyordu onların sözcükleri: Bir daldan diğerine konuyor, oyunlar oynuyor ama bir türlü iki otu hakikatin balçığıyla sıvayıp küçük bir yuva kuramıyorlardı kendilerine. Aşk onların dilinde, soğuk bir ateşte pişirilen aşa benziyordu; ne ateş olmuşlardı ne de kazan. Ekmekten bahsederken, çatlayan bir tohumun sancısından uzaktılar. Yaşlılık kabuk bağlamış bir deriydi onların gözünde, iklimleri yalnızca sözcükleriyle hissediyorlardı. Durmadan konuşuyorlardı genç katipler; durmadan konuşuyorlar, sözcüklerden koca bir dağ oluşturuyorlar, sonra da tek bir sözcükle o dağı yerle bir edebiliyorlardı...

Yaz güneşinin sokakları yorduğu günlerden birinde Bey, genç katiplerini Sur kentinin yakınındaki yüksek bir dağın eteğine götürdü. Tam dağın eteğine vardıklarında, içlerinden en dilbaz olan üç genci yanına çağırıp, onlardan ilkini dağın ilk tepesine, ikincisini orta yerine, üçüncüsünü zirvesine gönderdi. Ve onlara, "vardığınız yerden karşıya bakın, döndüğünüzde gözlerinizin ağırladığını bize getirin," diye emretti. İlk giden çabuk döndü. Bey ona, "yolun kısa, yokuşun zahmetsizdi, ne gördün anlat," dedi. Birinci genç, durduğu yerden karşıya bakınca, pek çok ağaç gördüğünü söyledi, birkaç ev gördüğünü söyledi, bir çoban gördüğünü söyledi, bir koyun sürüsünün yamaçlarda otladığını söyledi ve bütün ayrıntıları sayıp döktü bir bir. İkinci genç ilkine göre daha yorgun döndü geriye. Bey, "bir dağı ortaladın, çektiğin zahmet dudaklarını kurutmuş, hadi anlat bize, nedir karşıya bakarken gördüğün?" diye sordu. Dağı ortalayan, birkaç köy gördüğünü söyledi, bir ırmak, küçük birkaç meşelik ve bazı ayrıntıları. Nihayet, karanlık çöktükten çok sonra, zirveye çıkan üçüncü genç de döndü geriye. Bey, "bitkinsin, bir zirveye çıktın, bir dağla yarıştın. Yolu en uzun, yokuşu en dik olan sendin. Birlikte gittiklerinden çok sonra döndün geriye. Yolun gibi yükün de ağır olmalı. Hadi gözlerindeki yükü dök de hafifle," deyince, bir süre konuşacak sözcük aradı zirveden dönen katip. Sonra şu cevabı verdi: "Bütün bir Sur şehrini ve etrafını gördüm, ama sanki bir tül vardı aramızda, size açıkça söyleyecek hiçbir şey görmedim efendim." Bey, katiplere bakıp gülümsedi ve: "Yükseğe çıkanın sözcükleri ne kadar da az," dedi...

 
 
 
Ali Ayçil 

Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim