Gönderen Konu: Dâvâ Adamı Gözü Açık Gider!  (Okunma sayısı 4944 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Dâvâ Adamı Gözü Açık Gider!
« : 10 Ekim 2011, 18:47:48 »

Dâvâ Adamı Gözü Açık Gider!
   
İshak Abi öte göçmüş dediler…

Sabah 10 suları… Bir telefon…

“Gardaş, emr-i Hak vaki oldu. Geceden beri telefon ediyorlarmış; ama biz yeni haberdar olduk. Bu gün ikindi namazını müteâkip cenaze kaldırılacakmış. Bize bir otobüs bileti ayarlayın, hemen yola çıkmamız lâzım…”



Bu, beklediğimiz bir ölümdü; ama yine de yüreğim ağzıma geldi. Demek o dâvâ delisi, gönül adamı, gariban dostu, yüreği yanık ağabey gitti ha… İçimi bulanık bir hava dolduruyor, boğazım düğümleniyor.

Ne demek otobüs bileti? Onun son yolculunda ben de bulunmalıyım. Hemen araba sahibi başka bir gönül adamını, Hüseyin Bey’i arıyorum. “Böyle böyle, İshak Abi vefat etmiş, Fevzi Abi de gitmek için otobüs bileti istiyor. Eğer müsaitsen kalkıp gidelim, biz de vazifemizi yapalım…”

“Gidelim” diyor kardeşimiz, ama yapılacak işleri var. Ayarlayabilirse olacak.

Biraderi arıyorum, şoförlüğü iyidir. “Hüseyin Bey’le gitme ihtimalimiz var; o gidemezse bizim arabayla götürelim.” diyorum. Onun da işleri var; ama birileriyle konuşuyor ve “Tamam, gidebiliriz!” diyor. Rahatlıyorum.

Anlaştığımız saat yaklaşırken Hüseyin Bey arıyor: “Tamam, işleri ayarladım, gidebileceğiz. Fevzi Abiye haber et, 12.00’de yayladan inip hazır olsunlar.” Kardeş bu, kardeşlik bu! Allah eksikliğinizi göstermesin… Haber veriyorum.

12.30 sıralarında yoldayız. Alanya’dan Kırıkkale’ye… Kestirme yolları tanıdıklardan sorup öğreniyoruz. “Kulu kavşağından 25 kilometre doğuda kuzeye bir yol sapar, oraya girin. Hirfanlı barajı, Keskin üzerinden varırsınız…”

Kezban Yengenin elinde Yasin cüzü… Yol boyunca okuyor okuyor… Biz rahmetlinin hâtıralarını yâd ediyoruz.

● ● ●

Keskin bozkırlarında başlayan bir ömür… Anadolu insanının yaşadığı her çileyi, her mutluluğu yaşamış bir sima… Toprakla haşır neşir bir hayat… Anadolu irfanıyla olgunlaşmış bir meyve…

Daha ortaokul yıllarında koyun güderken memleketi inançsızlardan kurtarma planları… Çocukça ihtilal hesapları bile yapılır… Çok erken başlamış bir vatan, millet, iman kaygısı… Artık ömür bu kaygıyla örülecektir. Mezara kadar…

“İmansızlar okuyup her yeri ele geçiriyor. Demek ki memleketi kurtarmanın yolu okumaktan geçiyor.” diyerek İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Bölümüne kapak atılır. Anadolu’dan gelen her çocuk aynı uyanıklıkta değil, uyandırılması lâzım. Bunun için çok okumalı, çok bilgilenmeli… Bilgi hem insan kazanmak, hem de inançsızlarla mücadele etmek için elzem. Öyleyse elde edilmeli… Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Fethi Gemuhluoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti… O devrin eli kalem tutan bütün fikir ve mücadele adamlarıyla tanışmalar… Ufuk iyice açılmış ve yay sonuna kadar gerilmiştir… Durmadan çalışmalı, Anadolu çocukları asli dâvâlarıyla buluşturulmalıdır.

Bu arada tasavvufla tanışma… Gönüller Sultanı, son devrin mes’ulü ve mürşidi ile buluşma… Elinden eteğinden tutunuş… Bağlanış… Artık varlık-yokluk; bu dünya-öte dünya bambaşka bir mânâ kazanmıştır. Hizmet anlayışı eski anlayışından tamamen kopmamıştır ama farklı bir buuta taşınmıştır. Adam kazanmak, sadece memleketi kurtarmak değil, adamın kendini de kurtarmak demektir artık.

Ortaköy’de bir tepe üzerindeki Abdülhamid Han’ın nâzırlarından Abdurrahman Paşa’nın metruk köşkünü elden geçirtir, barınılabilecek hâle getirir. İstanbul’a okumak için gelmiş Anadolu çocuklarından toplayabildiği kadarını toplar, bu köşke yerleştirir. Onları hem barındırır, hem kitaplarla, sohbetlerle imanlı gençler olarak yetiştirir, ondan sonra İstanbul ile yüzleştirir. Maksadı İstanbul’un, nefsani tarafıyla onları bozmasına, öğütmesine, eritmesine, yutmasına mani olmaktır. Gençleri bu bozucu atmosfere karşı kavîleştirir, ondan sonra İstanbul’a salıverir.

Memlekette iş gücü lâzım. Babası bir an önce okulunu bitirip gelmesini beklemektedir. Çünkü okumak iki türlü kayıp: Bir, memleket kendi iş gücünden mahrum; iki, okumak masraf demek… Okul biterse iki yönden de kâr edilecek. Ama dâvâ delileri hesap kitap bilmez ki… Hele bu tür hesapları… Ona göre memlekette geçecek vakit adam kazanmak için lâzım; boşa harcanamaz. Dört yılda bitecek üniversite bir türlü bitmez… Her yıl, ustalıkla bir iki dersten kalınır ve okul uzatıldıkça uzatılır. Tam yedi buçuk sene… Artık babasına, evine, köyüne yüzü tutmadığı için okul biter…

● ● ●

Çorum’un Sungurlu ilçesinde öğretmenim. Okulda okuttuğum kitaplardan idare hoşlanmamaktadır. Çocuklarla görüşmem bile yasaklanır. Ben de okulun karşısındaki dişçi kardeşe gönderiyorum çocukları, arkadan kendim de gidiyorum, nasihatlerimi yapıp, kitapları alıp veriyorum. Orta ikinci sınıfta bir kız talebem Ankara’ya taşınacak. Hayat boyu işine yarayacak nasihatler etmek gerekiyor. Çocuğa dişçiye gitmesini söylüyorum. Aslında seviyesinin üstünde bir kitap alıyorum, ben de varıyorum dişçiye… Bir kenara ilişiyoruz. Ben başlıyorum anlatmaya: “Allah ve Resulü’nün yolundan ayrılma. Bol bol kitap oku. Yeni okulunda inançlı çocuklarla tanış, onlara yaklaş. Kötü arkadaş çevrelerine girme. Yanlışlıkla girdiysen hemen çık… vs” Dişçi koltuğunda sırtı bize dönük bir hastayı sonradan fark ediyorum. Konuşmalarımızı duyuyor. Acaba çam mı deviriyoruz; nasıl bir adam? Dişçinin yüzü bize dönük. İşaret ediyorum, nasıl, konuşabilir miyiz, diye. Dişçi gülümsüyor, “Devam, devam!” diyor. Biz konuşmaya devam ediyoruz. Çocuğa kitabı veriyorum, “İlerde okursun.” diyorum. Meçhul adamın tedavisi bitiyor. Koltuktan yavaşça sıyrılıyor ve bize dönüyor. Yüzü mutluluktan pırıl pırıl. Gözlerinin içine kadar yayılmış bir gülümseme. Dudağı hafif muzibane tebessüm ediyor. Hiçbir şey demeden yanıma geliyor. Ben de ayağa kalkmışım. Yine söz-kelam yok. Bana bir sarılıyor… Sıkıca… Uzunca bir süre bırakmıyor. Sonra bırakıyor ve yüzüme saadetle bakarken, “Bizde de böyle kardeş var mıymış?” diyor. Sonra dişçi bizi tanıştırıyor. Evet o… İshak Abi… Dâvâ delisi, insan kazanma sevdalısı İshak Abi… Adam kazanmak için dört yılda bitecek okulu yedi buçuk yılda bitiren kara sevdalı…

“Bu senin yaptığına ‘kulis faaliyeti’ derler” diyor usta gönül fatihi. Böylece yaptığım işin adını da öğrenmiş oluyorum: Kulis faaliyeti… “En verimli faaliyet budur.” diyor. “Sınıf da bir hizmet yeridir; ama oradaki çocuklar talip değil. Zoraki alıcılar. Ama çocuk şu kapı arkasına geliyorsa mutlaka bir talebi var, senden bir şey bekliyordur. Bu şekilde yetişen çocuk mutlaka kazanılır, adam olur.” Bir müddet konuşuyoruz, dertleşiyoruz. Bir vesile ile çantasını açıyor. Üç dört kitap görünüyor. Kitaplar hakkında bilgi veriyor. Şu, şunu anlatıyor; bu, bunu anlatıyor filan. Bir elektrik mühendisinin çantasında üç dört kitap… Birçok edebiyatçı bile bu kadar kitap düşkünü değildir. Onu kitap düşkünü yapan, dâvâsı, derdi, sancısı… Bunlar yoksa kitap sevgisi de olmaz. Bunlarsız kitap sevgisi varsa da çekiver kuyruğunu, bir işe yaramaz…

Birkaç yıl evvel kanser olduğunu öğreniyor. Fevzi Abinin haberi yok. Birlikte bir İstanbul ziyaretlerinde “Abi” diyor, “Kırıkkale’deki annemin mezarının yanında bir kişilik yer var; kim erken ölürse oraya konulsun.” Üzülürler diye hastalığını söylemiyor, böylece ima ediyor.

Ben de öğrendiğimde çok üzülüyorum. Yavuz Bülent Bakiler’in “Kanser misin nesin, çek git başımdan” diye başlayan “Kanser” şiirini gönderiyorum. Çok sevmiş. Teşekkür ediyor. “Hislerimizi çok güzel anlatmış.” diyor.

● ● ●

Kırıkkale’ye giriyoruz… Cenaze merasiminin bittiğini telefonla öğreniyoruz. Fevzi Abi oralı olduğu için şehri biliyor. Mezarlık yolumuzun kenarında. Mezarlığa giriyoruz. Biz abdest tazelerken Fevzi Abi kayboluyor. Abdest tamam; ama Fevzi Abi yok. Telefon ediyoruz. Yolu tarif ediyor. Arabayla bir yokuştan çıkıyoruz. Orada! Henüz bir insan boyunda servi ağaçlarının yanında Fevzi Abi taş gibi dikiliyor. Biz de varıyoruz. Fevzi Abi bitmiş… “Kardeşim, kara toprakların altında” diye diye hem ağlıyor, hem dua ediyor. Toprak ıslak. Allah’ın hikmeti, yaz gününde yağmur yağmış. Sonra öğreniyoruz ki, şehrin diğer yerlerine damla bile düşmemiş. İnşaAllah İshak Abinin güzel gidişle gittiğine işarettir… Biz de okuyoruz, dua ediyoruz. O hayat dolu, aşk dolu insanın ayağımızın dibindeki şu toprak yığınının altında yattığına inanmak güç… Gözlerimiz buğulu… Şimdi eteğinden tuttuğu, bağlandığı; elinden gelse bütün insanlığı bağlamak istediği sevgilisiyle beraber… Mücadelen mübarek olsun ey dâvâ delisi ağabeyim!.. Şu yamaç seninle daha güzel… Artık ebediyyen, bağrından çıktığın anacığının kucağındasın. Mahşere kadar sıla-i rahim...

Kursa geçiyoruz. Misafirler hınca hınç… Memleketin her tarafından koşup gelmiş tanıdığımız, tanımadığımız akrabaları, dostları… Kendi isteği üzerine kardeşlerimize iftar veriliyor. Kardeşi Haydar Abi ile konuşuyoruz. Son bir ayı onun başında geçmiş. Hiç panik yok. Güzel bir diyâra yolculuk için hazırlanır gibi… Son nasihatleri, “Birlik beraberliğinizi bozmayın. Gelmeyene gidin, hatta tutun getirin, yedirin içirin.” olmuş. Cenaze merasiminin programını yaptırmış, okutmuş, tasdiklemiş. Vefatından önceki gün aralıksız kelime-i şehadeti tekrarlamış. Son günü dudağından düşmeyen sözler şunlar olmuş: Hak şerbeti şerbeti… Hak şerbeti şerbeti… Son nefesini verdiğini bilememişler bile. Öylesine kolayca teslim edivermiş emâneti…

Son günlerine kadar dâvâ konuştu. Başka bir derdi yoktu. Altmış üç yıllık ömründe dünya hesabıyla yaşadığı bir gün olduğuna inanmam. Bütün derdi adam kazanmak, okumak, okutmaktı. “İllâ kalite!” derdi. Müslümanların ilimde, kültürde, sanatta dünya çapında adamlar yetiştirmesi kara sevdası idi. Sekerat halinde dahi bu hususta bir şey anlatılsa gözlerinin parlayacağına tereddütsüz inanırım.

Sevdâlarına kavuştu mu? Elbette bu gün dünden farklı. Birçok gelişmeler, güzellikler görmüştür mutlaka. Ama dâvâ adamı hizmete doymaz. Onu dâvâ adamı yapan bu husûsiyetidir zaten. O, bütün dünyayı hedefine uygun hâle getirse, gözünü fezâya diker ve “Acaba, dâvâma ihtiyacı olan birileri var mı?” der. Dâvâ adamlarının bazı hususlarda tenkid eder tavrı bundandır; daha çoğunu, daha ilerisini, daha büyüğünü istediklerinden… Onları anlamalı ve sevmeliyiz. Bu yüzden “Dâvâ adamları hep gözü açık gider.” Daha yapmak istedikleri neler neler olduğundan…

İnanıyorum ki İshak Abi gözü açık gidenlerdendir.

Bir gün “Dâvâ Tarihimiz” yazılır da orada “Yetiştirdiğimiz Büyük Dâvâ Adamları” diye bir başlık açılırsa İshak Abi o listenin başlarına yazılmalıdır. Herkes tanımıyorsa sessiz yaşamaya râzı oluşundandır; bu da büyüklüğün başka bir yönüdür.

Bir kitap yazmadı… Ama en güzel kitapları dâvâ arkadaşlarının, kardeşlerinin yazmasını çok istedi. Nerde bir kıvılcım gördüyse oradan yangınlar çıkmasını bekledi. Nerde tohuma benzer bir şey bulduysa cihanı saracak dallara dönmesini ümit etti. Böyle olması için elinden geleni yaptı. Yazabilseydi şayet neler neler söyleyecekti… Bahtiyar Vahapzade’nin annesinin ölümü üzerine yazdığı şiirde dediği gibi:

Sene yalnız sene sene demekçün
Könlümde ne gader menim sözüm var.


Kardeşlerimize, sadece kardeşlerimize söylemek için gönlünde kim bilir ne kadar sözleri vardı… Onun hâlini Necip Fazıl’a söyletelim:

Ölecek miyim, tam da söyleyecek çağımda

Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda…

Ama ne gam…

Garip geldik gideriz, rafa koy evi, barkı

Tek dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı…

Allah rahmet eylesin, o âlemde seni sevdikleriyle beraber kılsın sevgili ağabeyim.

Sevdâların kalanlara emânettir.


Ahmet Ar

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Dâvâ Adamı Gözü Açık Gider!
« Yanıtla #1 : 11 Ekim 2011, 02:00:08 »
İkinci Kez Görüşemediğimiz Bir Dostun Arkasından...



Bundan yirmi yıl kadar önce, Vezneciler’de, döküntü bir binanın en üst katında, bir başka firmayla paylaşımlı kullandığımız iki odalı yazıhanede, memleketin edebiyat tarihine altın harflerle birşeyler kazımak sevdasına düşmüş üç beş üniversite talebesi, kıt imkanlarla hazırlanan ve ömrü 32 sayıdan ibaret olacak bir derginin dördüncü veya beşinci sayısını hazırlamakla meşgulüz.

Mevsim ilkyaz. Saat akşamüstü…

Büyük Hayaller Dergisi idarehanesinde tatlı bir telaş. Öğle yemeği, ikindi kahvaltısı, yorgunluk çayı ve akşam yemeği niyetine, talebeliğin efsanevi sofrasını kurmaya çabalıyoruz. Masaya serilen gazete sayfaları ve üzerinde ekmek, domates, zeytin, peynir ve, tuvaletten bozma mutfağımızda demlediğimiz, çay. (Bir de lüzumsuz ayrıntı: Keyfe gelip çayı fazla kaçırmamak lazım, aksi halde en yakın tuvalet Laleli Camii veya Bayazıt Meydanı’nda...)

Tak tak tak…

Yakın eş dost haricinde pek de kimsenin uğramadığı yazıhanemizin kapısı çalınıyor. Açıyoruz. Orta yaşlı (eh, o yıllarda biz 10’lu yaşları henüz bitirdiğimiz için, 40’lı yaşlar bizim nazarımızda “orta yaş” kategorisine giriyor) tıknaz bir beyefendi, mütebessim bir çehreyle içeri giriyor: “selamün aleyküm”.

Verilen selamı, büyük işler yaptığına inanan ve kurduğu hayallerde kendisi için makamlardan makam beğenemeyen acemi çaylakların mahcubiyetiyle aldık: “ve aleyküm selam”. Mahcuptuk çünkü yarısı yenmiş gariban sofrası, ofisin darma dağın görüntüsü üzerine tüy dikiyordu. Büyük Hayaller Dergisi idarehanesinde, peynir ekmek yerken “yabancı” biri tarafından “basılmıştık”.

Gelen misafirin “yabancı”lığı ve bizim ürkekliğimiz, birkaç kelamdan sonra dağılmış, mükellef soframızın başında keyifli bir sohbet başlamıştı. Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız işe bizden fazla kıymet veriyor, bizi, hayallerimizin ötesinde mevkilere layık görüyordu. Bir yandan cesaret verici sözlerle bize moral aşılıyor, diğer yandan kendisinin bir türlü böyle şeylere fırsat bulamadığından yakınıyordu. Elektrik mühendisiydi. Fabrikası vardı. Fakat sanki bunlar kötü bir şeymiş gibi mahcuptu. Sırf bizim bu çabamıza katkı verebilmek, bize birkaç cümle motivasyon enjekte edebilmek, “çocuklar, yalnız değilsiniz, pes etmeyin” diyebilmek için gelmişti.

Taze ekmek, zeytin, peynirden ibaret sofranın başında, tuzun domatesle aşkını damağımızda eritirken; kendimiz, Bezm-i Elest’ten o güne kadar bir türlü görüşmeye fırsat bulamamış (ve dünya gözüyle ikinci kez buluşamayacak olan) kadim dostların koyulaştıkça tatlanan sohbetinde eridik. Ve bütün sohbetlere uhrevi bir tat katan çayın buğusunu gözlerimizin buğusuna perde ettik.

Cep telefonuma düşen “…İshak Pehlivanlı vefat etmiştir…” mesajını alınca, cep telefonsuz yıllara ait yukarıdaki hâtırâ geldi gözümün önüne. O tuzlu domatesin lezzetini damağımda, çayın buğusunu gözpınarlarımda hissettim.

Bir yerde mi okumuştum yoksa birinden mi duymuştum? Deniyordu ki, Cennet hayatındaki en büyük keyiflerden birisi, dünyadaki dostlarla bir araya gelip, hatırâları yâd etmek olacakmış…

Madem öyle, biz de bu dua ile bitirelim yazıyı.

İkinci buluşmayı, Cennet sofrasında yapmak umuduyla, İshak ağabeye Allah’tan rahmet diliyorum.


Osman Bülent Manav - 24 Ağustos 2011 Çarşamba
http://manavdukkani.blogspot.com

mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Dâvâ Adamı Gözü Açık Gider!
« Yanıtla #2 : 11 Ekim 2011, 07:47:04 »
Alıntı
Bir gün “Dâvâ Tarihimiz” yazılır da orada “Yetiştirdiğimiz Büyük Dâvâ Adamları” diye bir başlık açılırsa İshak Abi o listenin başlarına yazılmalıdır. Herkes tanımıyorsa sessiz yaşamaya râzı oluşundandır; bu da büyüklüğün başka bir yönüdür.

Gelmiş geçmiş bütün dava insanlarına Allahtan rahmet dilerim.Allah mekanlarını cennet bahçesi kılsın.
« Son Düzenleme: 26 Şubat 2013, 23:45:50 Gönderen: mazhar »

mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Dâvâ Adamı Gözü Açık Gider!
« Yanıtla #3 : 26 Şubat 2013, 23:51:40 »
Dava Adamı

Kavurmuş kalbini iman ateşi
Yandıkça pişiyor dava adamı
Alın teri varken, yemez beleşi
Doydukça coşuyor dava adamı

Doğmayan güneşe etmez ki kahır
Bitmeyen umuttan cesaret alır
Dünyadan göçse de davası kalır
Yaşadıkça yaşar dava adamı..

Kalbine yas dolsa, durur namaza
Hakikat nur’una gösterir rıza
Bütün zorlukları yükler omuza
Ezildikçe çeker dava adamı..

Bu güne güvenip yan gelip yatmaz
Çalışmayı sever, başından atmaz
Vatanın sevgisi kalbine batmaz
Sevdikçe seviyor dava adamı…

Bir kere konuşur, yüz defa dinler
Herkese saygılı, uzaktır kinler
Fikir damlaları kalbinde inler
Doğruya yön olur dava adamı..

Cesaret iksirin kalbinde bulan
O’dur al-bayrağa selamın duran
İnancı mukaddes, imanı Kuran
Doldukça nur açar dava adamı..

Kör dünyanın perdesini yırtacak
Fatih tuğrasını Arş’a basacak
Geçilmeyen çetin yollar aşacak
Yürüdükçe yürür dava adamı..
Ramazan Özütürk