Gönderen Konu: Din eğitimi ve aile  (Okunma sayısı 6836 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Miftahulkuluub

  • Administrator
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 1959
    • http://www.sadakat.net
Din eğitimi ve aile
« : 11 Kasım 2012, 17:56:04 »




Her ne kadar benim takdim edeceğim konunun başlığı "Din Eğitiminin Engellenmesinin Aileye Olumsuz Etkileri" şeklinde belirlenmiş idiyse de, konunun "Din Eğitimi ve Aile" gibi daha kuşatıcı bir başlık altında ele alınmasının uygun olacağı düşüncesiyle, çerçeveyi biraz daha geniş tutmaya çalışacağım.

İslam medeniyetinin çekirdeğinde aile vardır.

Bu hüküm cümlesinin ne anlama geldiğini idrak etmeden İslam'ın inşa ettiği toplumsal yapının dinamiklerini konuşmanın da, "Müslümanlar'ın çağdaş problemleri" başlığı altına giren pek çok meseleye zoraki cevaplar üretmeye çalışmanın da ve nihayet bugünün dünyasında sağlıklı bir toplumsal yapı için dinle barışık/ahlaklı bireylerden oluşan ailenin ne denli önemli olduğunu vurgulamanın da nihai anlamda sonuç getirici olmayacağı açıktır.

Fıkıh kitaplarımızda "nikâhta denklik" diye bir "mesele"nin yer almış olmasını "tarihsel" bir durum olarak izah etmek ne kadar doğrudur? Ya da İslam'ı çağın idrakine söyletme çabalarında hayli sıkıntı oluşturan miras paylaşımı, çok eşlilik gibi "problemler" konusunda "çağdaş" anlayışı ikna etmek ne kadar mümkündür?

Temel referanslarımızın aile kurumuna, hayatın bütünü içinde yaptığı vurguyu ve yüklediği temel rolü göz ardı etmek, sadece bu ve benzeri soruların azmanlaşarak "sorun" haline dönüşmesine yarayacaktır.

Burada, "Eğer aileyi din eğitiminden mahrum bırakırsanız şunlar şunlar olur" ya da "Yaşadığımız şu şu olumsuzlukların temelinde manevi ve kültürel değerlerinden uzaklaştırılmış aile modeli vardır" diyen ve yaşanmış hayattan da birkaç çarpıcı örnek zikreden bir sunum yapmak, daha doğrusu söyleyeceklerimi bunlarla sınırlandırmak, konuyu hak ettiği vurgudan mahrum bırakmak olacaktır.

Yanlış anlaşılmasın, öyle bir sunumun faydadan hali olduğunu söylemek istemiyorum. Yaşadığımız problemleri tahlil ederken, insanın/insanımızın dinî/ahlakî değerlerle mesafesi üzerinde yoğunlaşmak şüphesiz çok önemlidir. Toplumun temel yapı taşı ailedir ve bünyenin buradan kapacağı enfeksiyon, bütün uzuvları, alt ve üst yapılarıyla toplumun tamamını etkisi altına alacaktır.

Aldığı aşırı dozda uyuşturucuyu kaldıramayarak hayatını kaybeden gencin babasının, "Acaba din eğitimi almasını mı sağlamalıydım?" sorgulaması, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir arızayı işaret etmektedir. Bu ülkede, deprem felaketini çapul yapmak için fırsat bilenlerin ruhundaki yırtılmada, aftan yararlanarak çıktığı cezaevine, aynı veya benzer suçlar işleyerek tekrar dönenlerin yaşadığı savrulmuşlukta, hayvanî duygularını 17 aylık bebek üzerinde tatmin edenlerin zifiri karanlık dünyasında hep aynı arıza mevcuttur.

Ülke olarak, insanlık olarak geleceğimiz adına yeterince endişe verici olan bu ve benzeri vakıalar, kaynağını Allah ve ahiret inancında bulan erdemlerden mahrumiyetin sonucudur elbette.

Ancak meseleyi bütün boyutlarıyla ve ağırlığıyla mütenasip bir çerçevede ele almadan söyleyeceğimiz sözlerin ayaklarını yere bastırmamız mümkün olmayacaktır.

Öncelikle kavramsal çerçeveyi netleştirelim. Din eğitimi dendiğinde ne anlamamız gerekiyor? Anlaşılması gereken, basit ilmihal bilgilerinin ve Kur’an okumanın öğretildiği bir süreç midir?

Bu soruya evet demek, meseleyi fazlasıyla hafife almak olacaktır. Zira din eğitimi, hem nesiller arası iletişim kanallarını işler kıldığı için geçmişi bugüne bağlayan, hem de bireye, dolayısıyla aileye toplumsal sorumluluklarını öğreten komple  bir süreçtir.  

Aileyi konuşurken de, aslında İslam'ın inşa etmeyi hedeflediği "ekrem" bireyi konuşuyoruz. Müslüman denince akla gelmesi gereken takva, samimiyet, fedakârlık, diğergâmlık, sevgi-saygı, nezaket, cesaret, tevazu, kanaat… gibi kavramların ete-kemiğe büründüğü ve hayatın içine girdiği bir toplumsal yapıdan bahsediyoruz. Böyle bir yapıda hem bireyden topluma doğru, hem de toplumdan bireye doğru olmak üzere çift yönlü hareket eden bir seyyaliyet, otokontrol ve denetim söz konusudur. Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker'i hayatın temel ilkesi yapan bir toplumsal yapı da ancak böyle oluşur. Cüzlerinin birbirine son derece sıkı bağlarla merbut bulunduğu böyle bir yapıda elbette her kompartıman, parçası olduğu bütün içinde anlamlı ve berhayattır.

Böyle bir bütünlük içinde aileyi toplumun temelinden çekip aldığınızda geriye kalan neyse, manevî ve ahlakî değerleri ailenin harcından çıkardığınızda geriye kalan da odur; yani kaos!

Bu ifadeyi abartılı bulabilecekler için aşağıdaki istatistikler ikna edici olacaktır:

Sigara ve alkolün yanı sıra uyuşturucu kullanımının da ilköğretim çağına kadar inmeye, haber bültenlerinde okul basan öğrenci haberlerinin görülmeye başladığı bir süreci yaşıyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu'nun verilerine göre, 27 ilde çeşitli nedenlerle güvenlik birimlerine gelmiş veya getirilmiş çocukların sayısı 1997'de, 33.568 iken, 7 yıl sonra 2004'te % 110'dan daha büyük bir artış göstererek 70.920'ye çıkmış. Bunların arasında madde bağımlıları var, terk edilmiş çocuklar var, hırsızlık, kapkaç ve sair suçlardan getirilmiş olanlar var.

2006 yılında Türkiye’de işlenen toplam suç sayısı 1.078.133 olarak kayıtlara geçmiş. Yani her 39 saniyede bir suç işlenmiş. Her 6 dakikada bir ev, 7 dakikada bir otomobil ve 9 dakikada bir işyeri soyulmuş. Her 4 dakikada bir yaralama veya darp, 4 saatte bir cinayet suçu işlenmiş. Her 26 dakikada bir kişi intihar etmiş veya intihar girişiminde bulunmuş.

Emniyet bölgesinde toplam suç sayısı 2006 yılında bir önceki yıla göre % 60 artarak 785.510 olarak gerçekleşmiş. Jandarma bölgesindeki suç sayısı ise geçen yıl 292.623 rakamını bulmuş. Artış yaklaşık % 13.

Yukarıdaki rakamların, mahkemelerde bekleyen dosyaları ve kayıtlara geçmeyen suçları kapsamadığına özellikle dikkat edilmelidir.

Bu istatistikler bize çok şey söylüyor. Ama öncelikli olarak iki şey söylüyor:

1. Türkiye'de suç işleme oranı korkunç bir hızla artıyor.

2. Şehirler, kırsal bölgelere ve köylere göre daha hızlı dejenere oluyor.

Aslında bu iki maddeyi teke indirgeyerek şöyle bir tesbitte rahatlıkla bulunabiliriz: Modernleştikçe çürüyoruz. Evet, bütün bunları "alarm zilleri" olarak görmemek ve bu toplumun geleceği adına endişelenmemek mümkün müdür?

Resmî rakamlara bakarsanız, ülkemiz gittikçe ilerliyor, gelişiyor. İnsanımızın eğitim düzeyi ve milli gelirden aldığı pay artıyor.

Peki burada bir anormallik yok mu? İlerledikçe suç oranı ve suçlu sayısı artan bir topluma dönüşüyoruz. Bununu böyle olması tesadüf müdür?

"Modernleşme" tabirinin içini, sekülerleşme, bireyselleşme, manevî ve kültürel değerlerden uzaklaşma olarak doldurmak yanlış olmayacağına göre, yukarıda zikredilen istatistiklerin ülkemizin modernleşme macerasının kaçınılmaz sonucu olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Bunun üzerine, özellikle 28 Şubat sürecinde başlayan ve devam etmekte olan, dini ve dine ait olanı öcü görme/gösterme anlayışının etkisini de ilave edersek, karşılaştığımız sonucun niçin şaşırtıcı olmadığı anlaşılacaktır. Eğer maddî ilerleme ve gelişme, ahlakın, maneviyatın ve kültürel kimliğin rağmına, onları aşındırarak yahut "bastırarak" meydana geliyorsa, elbette yaşanan travmanın sebebini burada aramak durumundayız.

Yukarıda zikredilen istatistikleri sadece ekonomik yetersizliklerin doğurduğu bir sonuç olarak okumak şüphesiz ki büyük bir yanılgıdır. Zira herhangi bir Batı ülkesinde yaşandığında toplumsal patlamalara yol açan nice ekonomik ve sosyal problem, bu ülkede krize dönüşmüyorsa, burada onu bünye içinde absorbe eden mekanizmaların varlığını görmemek için ya kör veya kör taklidi yapıyor olmak gerekir!

Kore savaşının ardından, savaşa birlikte girdiğimiz başta ABD olmak üzere BM ülkeleri önemli bir sosyal problemle yüzyüze gelmişti: Savaş gazilerinin rehabilitasyonu. Gerek savaşın modern insanın psikolojisinde yol açtığı yıkıcı ve yıpratıcı etkiler, gerekse modern toplumsal yapının çökerttiği ailenin yerini dolduracak herhangi bir kurumun söz konusu olmaması sebebiyle savaş gazileri bu ülkeler için önemli bir problem oluşturmuştu. Kimisi bazı uzuvlarını kaybetmiş, kimisi de psikolojik travmalar yaşayan bu insanlar hayata intibak edemiyorlar, etseler de toplum tarafından dışlanıyorlardı.

Bu problemin çözümü için oluşturulan bir komisyon, Türkiye'yi de ziyaret etmişti. Burada karşılaştıkları, daha doğrusu karşılaşmadıkları durum bu defa da komisyon üyelerini şoka soktu. Zira ülkelerine döndükten sonra Türk savaş gazilerinin hiç birinde Batı'da görüldüğü türden bir problem gözlenmiyordu.

Sebebin anlaşılması uzun sürmedi: Aile, akrabalık ve arkadaş ortamının sağladığı dayanışma, paylaşma, sevgi ve saygı. Bütün bunlar, dinin ve toplumun şehitliğe, gaziliğe ve gazaya bakışındaki farklılık ile birleşince ortaya "rambo" tipi dışlayan ve dışlanan psikopatlar değil, müstesna bir sevgi ve saygıyla her zaman el üstünde taşınan "gazi"ler çıkmıştı.

Bu yapıyı oluşturan mekanizmaların başında şüphesiz aile gelmektedir. Bireyi ve toplumu inşa edici fonksiyonu dolayısıyla İslam'ın ilk tebliğ çağrısı da Efendimiz (s.a.v)'e, "en yakınlarını" uyarması şeklinde olmuştu. "Önce en yakınlarını uyar."[1]

Toplumu bir arada tutan dayanışma, paylaşma… gibi temel davranış kodları aileden komşuya, akrabaya, mahalleye ve oradan bütün toplum kesimlerine yayılır. Bu sebeple ailede başlayan bir çözülme, komşuluk ilişkilerini, mahalle kavramını, akrabalık olgusunu ve giderek bütün toplumu olumsuz yönde etkileyecektir.

Aileden başlayarak yakın ve uzak akrabalara, mahalleliye, hemşehriye ve giderek bütün millete uzanan güçlü "mensubiyet" bağlarını muhafaza eden toplumu "geleneksel toplum" olarak ifade ederseniz, ya da böyle ifade edilmesini kabul ederseniz, zımnen dönemini doldurmuş, yaşama şansı kalmamış, müzelik olmuş bir şeyden bahsetmiş oluyorsunuz. Doğrusu, buna "fıtrî toplum" demektir. Dolayısıyla bunun karşıtı da "modern" yani fıtratı bozulmuş toplum olacaktır.

Manevî ve kültürel değerlerine yabancılaştırılmış, yani modernleştirilmiş bireylerin oluşturduğu ailenin yaşadığı problemleri o ailelerle sınırlı görmek ölümcül bir hata olacaktır. Problemli aile ortamlarında yetişen çocukların yarının sağlıklı nesillerini oluşturmasını beklemek de öyle.

Evlilerin zinasını suç olmaktan çıkaran yasal zeminin de teşvikiyle eşlerinden başkalarıyla gayrimeşru hayat yaşayan karı-kocayla, onların kurduğu ortama "aile ortamı" demek doğruysa, böyle bir ortamda kaçınılmaz olarak internet, medya ve sokak tarafından "terbiye" edilen çocuklarla oluşturulabilecek olan, ancak "kimliksiz bir toplum"dur! Şefkati, merhameti, sevgiyi, dayanışmayı, paylaşmayı, fedakârlığı aile ortamında görüp yaşamamış bir çocuk, çocukluk ve gençlik çağlarını "bir şekilde" suç işlemeden geçirebilmiş olsa bile, yetişkinlik çağında "problem üreten" birey olmaktan kurtulamayacaktır.

Marifet, önce hastalık üretip sonra onunla mücadele etmek değil, hastalığı kaynağında kurutmak, daha doğrusu mikroba üreyeceği ortam bulma fırsatı vermemektir.

İslam'ın temel referanslarının, istisnai biçimde hem muamelat, hem de ibadet kategorisine giren nikâhtan başlamak suretiyle eşlerin birbirlerinin hak-hukuklarına riayet ederek ortaya koyacağı hüsn-i muaşereti, çocuklara sevgi ve şefkati, büyüklere saygı ve merhameti sevap, bunların ihlalini de ma'siyet olarak nitelendirmesi, akrabalık ve komşuluk ilişkilerini de aynı zeminde değerlendirmesi, fıtrî hayatın ancak aile temeli üzerinde yükselebileceğini ortaya koyan önemli bir göstergelerdir.

Kur’an ve Sünnet’i anlamanın metodolojisiyle iştigal eden İslam alimleri, ayet ve hadislerin bizimle iki boyutta ve katmanda konuştuğunu söyler. Bunlardan biri "mantuk", diğeri "mefhum"dur. "Mantuk" metnin lafzî anlamıdır ve birinci derecede itibara alınır. "Mefhum" ise lfzın altındaki, satırların arkasındaki mana, maksat, "dolayısıyla anlatım"dır.

Bunu niye söyledim?

Mesela Kur’an, ana-babamızdan biri veya her ikisi yaşlandığında onlara merhamet ve yumuşaklıkla muamele etmemizi, "öf" bile demememizi emreder. [2] Bu, ayetin ilk adımda anlattığı şeydir, yani "mantuku"dur.

Mefhumu ise, ebeveynin, yaşlılık döneminde bizimle birlikte bulunması gerektiğini anlatır. Yani yaşlılık dönemlerinde onları kendi evlerinde veya huzurevinde yalnızlık, özlem ve muhtaçlıklarıyla başbaşa bırakmamakla yükümlüyüz.

Bu kısa teknik bilgiden sonra gelin, "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun)"[3] ayeti üzerinde birlikte düşünelim. Ayetin mantuku, borçların yazıya geçirilmesini ve şahitlik kurumun devreye konmasını, şahitlerin ya iki erkek veya bir erkekle –biri unuttuğunda diğerinin hatırlatması için– iki kadından oluşmasını ifadeye koyuyor.

Bugüne kadar bu ayetin, kadının aklının eksik olduğunu anlatıp anlatmadığını tartıştık. Oysa ayetin mefhumuna –ilgili diğer referansları da dikkatte tutarak– baktığımızda şunu görüyoruz: Kadının temel görevi, toplumun bugününü ayakta tutan ve geleceğini inşa edecek olan bireylerin yetiştiği aile kurumunun sağlam temeller üzerinde durmasına yoğunlaşmaktır. Bir diğer söyleyişle aileyi, dolayısıyla toplumu inşa eden kadındır. Onun, bu ağır ve hayatî yükü taşırken falanla filan arasında cereyan eden borç ilişkisiyle ilgisi ancak ikinci-üçüncü dereceden önemli olacaktır ve bu, son derece tabiidir. Kadını aileden ve aileyi toplumun temel inşa edicisi konumundan kopardığınızda evet kadın her alanda erkekle yarışabileceğini ve ondan geri kalmayacağını ortaya koymaktadır. Ancak kadın adına bir "kazanım" olarak takdim edilen bu durumun hem kadın, hem de toplum için gerçekte ne anlama geldiğini ayrıca izah etmeye lüzum yoktur.  

Bireylerin –haydi "birbirinden kopuk ve birbirine ilgisiz" demeyelim– birbirinin hata ve kusurunu ikaz edip düzeltmesine yardımcı olması gerekirken "saygı duyulması gereken kişisel tercih" olarak değerlendirdiği aile ortamı, ki tam da "demokratik aile" tarifine uymaktadır, çözülmenin başlangıç noktasıdır.

Zeyneb bt. Cahş (r.anha) validemizin, "İçimizde salih kimseler olduğu halde Allah Teala bizi helak eder mi?" şeklindeki sorusuna Hz. Peygamber (s.a.v)'in verdiği cevap hayli düşündürücüdür: "Evet, "habes" çoğaldığında." Buradaki "habes" kelimesi, özel olarak "zina" ile izah edildiği gibi, genel olarak "günah" şeklinde de açıklanmıştır.[4]

Şu halde aileden başlayarak bütün topluma yayılan ve zihinlere "bireysel tercihlere saygı" kodlamasıyla zerk edilen "münkeri hoş görme" tavrı, aslında toplumun temelini oyan hastalıklı tutumların başında gelmektedir.

Genel olarak dinle ve dinî olanla çatışmayı "çağdaşlık" göstergesi tarzında algılayan yaklaşım, konunun "bilimsel" zeminde müzakere edilmesine dahi tahammülsüzdür. Oysa mesela Batı'da sağlıklı bir aile yapısı ve çocuğun zihnî gelişimi için dinî motiflerin önemini vurgulayan pek çok çalışma yapılmıştır/yapılmaktadır.

Bunlardan Elkind'e göre din, Allah, Kutsal Kitap ve ibadetler gibi motifler yoluyla ve kendine has yorumuyla zihin gelişiminde ortaya çıkan çatışmalara bir çözüm yolu sunmaktadır. Diğer bir deyişle dinî motifler, bireyin zihinsel gelişiminde birer denge unsuru durumundadır.[5]

Gelişim çağında bu dengeden mahrum yetişen çocukların kimlik problemi ve yabancılaşma yaşaması, özellikle yurtdışında, azınlık durumunda yaşayan insanımızın daha yakından müşahede ettiği en önemli problem durumundadır. Özellikle Batı ülkelerinde doğup büyümekte olan 3. nesil Müslüman Türk çocukları ne yazık ki büyük ölçüde asimile olmuş durumdadır. Onların çocukları için ise durumun daha bir endişe verici olacağı açıktır.

AB ülkelerinde boşanma ortalaması bu yıl itibariyle ortalama yüzde 40 olarak tesbit edilmiş. Bu oran mesela Belçika'da % 75'lere kadar çıkıyor. Diğer bazı ülkelerdeki durum ise şöyle: Almanya % 52.1, Fransa % 45.7, Danimarka % 45..[6] Yine bu ülkelerde kadınların % 30'u hiç evlenmemekte, ama nikâhsız beraberlikler yaşamaktadır. Evlilik dışı doğan çocukların oranları da % 45 civarındadır. Kapitalizm ve feminizmin "eşitlik ve özgürlük" sloganlarının kadınları yuvalarından çıkarmasıyla, eşcinsellerin evliliğinin yasal statüye kavuşturulması Batı'da aileyi de neredeyse yok etmiştir. Batılı ülkelerin hemen tamamında nüfus hızla yaşlanıyor, aileleri çocuk yapmaya teşvik etmek amacıyla yönetimler tarafından çeşitli tedbirler alınıyor; ama sonuç alınamıyor.

Refah seviyesi arttıkça aile kurumu ve mefhumu kayboluyor. Batı'da birey, ruhsal tatminsizlikten, yalnızlıktan, güven, dostluk, samimiyet gibi insanî değerlerin kaybolmasından dolayı derin bunalımlar ve savrulmalar yaşıyor. Bunun sonucunda alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi, eşcinsellik gibi türlü hastalıkların pençesine düşüyor.

Modernleşme projelerinin tepeden inmeci yöntemlerle uygulamada olduğu Türkiye gibi ülkelerde de bu trend hızla yükselmektedir. Söz gelimi ülkemizde boşanma vakalarında 1991'den 2001'e 10 yıllık süre içinde % 100'lük artış kaydedilmiştir.[7]

Geçenlerde medyaya yansıyan bir habere göre İstanbul'da bir özel üniversitede gay ve lezbiyen öğrencilerin kurduğu bir öğrenci kulübü resmen faaliyete geçmiştir. İlgi çekici diğer istatistikler yukarıda zikredilmişti.

Sonuç olarak, bu toplumu bir arada tutan en önemli unsurun aile olduğunu, bireyin aile ortamında aldıklarının yerini hiçbir şeyin tutmadığını, en az bunlar kadar önemlisi de, aileyi ayakta tutan kültürel ve manevî dinamiklerin örselenmesi halinde ailenin kendisinden bekleneni veremez hale gelerek kolayca dağılabildiğini bir an önce görmek durumundayız. Batılı ülkelerin yaşadığı derin buhran, mutlaka ders alınması gereken bir tecrübeyi işaret etmektedir.

Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.




Ebubekir SifiL

[1] 26/eş-Şu'arâ, 214.

[2] 17/el-İsra, 23-4.

[3] 2/el-Bakara, 282.

[4] el-Buhârî, "Enbiyâ", 10; Müslim, "Fiten", 1…

el-Aynî'nin naklettiği bir izah da şöyledir: "Şerliler aziz, salihler zelil olduğu zaman…" (Umdetu'l-Karî, XVI, 189)

[5] Mualla Selçuk, Çocuğun Eğitiminde Dinî Motifler, 43.

[6] http://www.anadolu.eu.

[7]http://www.tuik.gov.tr/Gosterge.do;jsessionid=DF08C7BB0757694B3F40D753D6152947?metod=IlgiliGosterge&id=26.
« Son Düzenleme: 11 Kasım 2012, 22:16:44 Gönderen: Miftahulkuluub »
İncemeseleler    Sadakat.Net    İns SadakatForum  Sevadı Azam


" Derviş isen kardeş takvaya çalış.."

mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Din eğitimi ve aile
« Yanıtla #1 : 11 Kasım 2012, 19:55:30 »
   Çok güzel bir tesbit ve açıklama yapmış,söylenecek bir şey yok...Muhtemelen bir konferans veya konuşma ortamı yazıya dökülmüş...
Artık bu yazıyı aileden sorumlu bakanımız okursa,okumasını da  isterim. İnşAllah gerekli tedbirleri bir an evvel alır. İstatistikler çok kötü,burada artık hükümetimiz biraz da bu konulara el atmasının zamanın geldiğini düşünüyorum.

Paylaşım için Teşekkürler.


Çevrimdışı ücharfbeşnokta

  • Tarih öğrenmek farzdır...
  • aktif okur
  • **
  • İleti: 180
  • Kabı ayrı olanın Tadıda ayrı olur
    • zat-ı muhterem
Ynt: Din eğitimi ve aile
« Yanıtla #2 : 11 Kasım 2012, 22:45:30 »

          Ebeveynlik, sadece olduğunuz bir şey değil, yapmanız gereken bir görevinizdir. Anne-baba olmak, çaba gerektirir. Ebeveynlik; İslam, yaşam, ilişkiler, dürüstlük ve saygı gibi konularda çocuğunuzun neleri bilmesi gerektiğine karar vermenizi de içerir. Kendi kişisel karakterlerini oluştururken çocuklarımıza belli konularda yardım etmeyi kapsar. Anne baba olmak, çocuğumuza nasıl bağımsız ve sorumluluk sahibi iyi Müslümanlar olacağı hususunda örnek olmayı gerektirir.
          İslam’a ve insanlığa hizmet eden, huzurlu bir dünya ve aile için sağlıklı nesillere ihtiyaç vardır, bunun için de kadınlarımıza çok büyük görevler düşünmektedir. Kadınlarımız çocuklarının elbiselerinin temizliğine gösterdikleri özenden daha çok kalplerinin temizliğine, çocuklarının karınlarını doyurmaya gösterdikleri özenden daha fazlasını kafalarının doyurmaya özen göstermek zorundadır, aksi halde çocuklarımız bir canavar olarak yetişecektir.
          Her kadın ve erkek bir başka kadının eseridir, kadın anadır, kadını da erkeği de insan gibi yetiştirme sorumluluğu kadına aittir, onun için kadınımızın daha fazla okuması, daha fazla düşünmesi, yaşadığı dünyaya tanıklık etmesi gerekir.
Eğer kadınlık ve analık görevlerini yerine getirmezler ise çocukları adam gibi yetiştirmezlerse hem kendi başlarına hem de toplumun başına bir bela sararlar.
Elbette çocuklarımız okuyacak, ilim tahsili yapacaktır, ama her şeyden önce imanlı ve kâmil bir Müslüman olmaları gerekir. Bunun için de kafalarının ve gönüllerinin ebeveynleri tarafından doyurulmuş olması gerekir. İslami kaynaklarda da çocuğun tabi tutulacağı eğitim ve öğretimdeki temel konular genel olarak şöyle tespit edilmiştir:

          1- İtikat ve ibadete dair zorunlu İslami bilgiler.
          2- Ahlak ve muaşeret kuralları.
          3- Çocuğun istikbalde geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve münasip olan bir meslek dalında pratik bilgiler.
          Anlaşılacağı üzere öncelikle aile yuvası içinde çocukların vicdanını kulluk sorumluluğu periyodik olarak yerleştirilmesi amaçlanmaktadır.
          Çoğu anne-baba, çocuklarını yetiştirme hususunda gerçekten en iyisini yapmak isterler. Onları ihmal etmeye ya da onları incitmeye kalkışmazlar. Oysa pek çok anne-baba için ebeveynlik, günlük işlerinin arasında ikinci sıraya alır, çoğunlukla problemler ortaya çıktığında onlarla ilgilenmeye başlar. Örneğin çoğu insan iş hayatındaki amaçlarım, emekliliğini, arabasını ne zaman değiştireceğinin planlarını… Sayabilir, ama çocuğunun sağlıklı ve mutlu yetişmesi için, ne yaptığını, kendisini ve Çocuğunu geliştirmesi için ne gibi planlar yaptığını söyleyemeyecektir. Veya fiziksel olarak tüm günü çocuklarıyla birlikte geçirdikleri halde zihinsel olarak çocuklarından kilometrelerce ayrı, hiçbir şeyi paylaşmayan, emir vermek ve kuru nasihatten başka çocuk ile hiçbir şey konuşmayan bir ebeveynler görürüz.
 Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’de bir hikâye anlatır.“Yaralı şahin kuşu, bir yaşlı kadının bahçesine kondu. Yaşlı kadın perişan görünümlü şahine acıdı, merhamet etti yanına aldı.Aç şahinin önüne çocukları için hazırladığı hamur bulamacını koydu. Şahinin, önüne konan tasa gagasını daldırması ile başını sallayarak geri çekmesi bir oldu. Çünkü şahin et yerdi, hamur bulamacını yiyemedi.Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce üzüldü:«-Vah!» dedi, «Gagan uzamış, kıvrım kıvrım olmuş. Yumuşacık bir hamur bulamacını bile yiyemez olmuşsun. Senin önceki sahibin hiç mi Allah’tan korkmazdı ki, şu gaganı düzeltmemiş hiç!..» dedi ve eline aldığı kör makas ile şahinin gagasını kesmeye çalıştı.Şahin yaşlı kadının elinden kurtulmak için çırpınsa da, nâfile, kaçamadı. Yaşlı kadın şahinin gagasını kesti.Şahin çırpınırken, yaşlı kadın, şahinin kanatlarını gördü:«-Vah!..» dedi, «Senin eski sahibin sana hiç bakmamış, şu kanatların ne hâle gelmiş, kimi uzun, kimi kısa kalmış!..» diyerek, şahinin o güzelim kanatlarını elindeki makasla düzeltmeye başladı.Şahin acı ile kıvrandı, çırpındı… Çâresizce pençelerini kadının koluna attı ve tırnaklarını kadının koluna geçirdi. Yaşlı kadın, şahinin kanatlarını -güya- düzeltirken koluna batan tırnakları gördü:«-Vah vah! Önceki sahibin nasıl merhametsizmiş ki, bir kere bile tırnaklarını kesmemiş. Tırnakların ne de çirkin olmuş.» dedi ve elindeki makas ile şahinin avlanmakta kullandığı pençelerini söküp attı.

 

Câhil ve yaşlı bu kadının elinde rezil olan şahinin gözleri doldu. Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce hiddetlendi:“-Kimseye iyilik yaramıyor ki!..” dedi, “Ben iyilik yapıyorum, kuş ağlıyor.” diye söylendi. Sonra da elindeki kuşu:“-Git hadi, bildiğin yere!..” diyerek kaldırdı havaya attı.Şahin çırpındı uçmak için… Ama kanatları kesikti, uçamadı… Acı ile yere inmek istedi, tırnakları sökülmüştü yere de konamadı… Kendini yan üzeri bir kulübeciğin arkasına attı. Koca koca avları, gökyüzünde süzüle süzüle  avlayan cesur şahin kuşu, cahil kadının elinde korkak bir kargaya dönüşmüştü.

Evet Değerli dostlar bu hikayede olduğu gibi acaba çocuklarımızı ne kadar tanıyıp onun ihtiyaçlarını karşılıyoruz.Oysa çocukların, hayatı anne babaları ile birlikte aktif bir şekilde yaşayarak tanımaya ihtiyaçları vardır. Bu nedenle çocuğunuzla konuşun, çocuğunuzla birlikte iş yaparak paylaşın. Bir Problemi halletmeye giderken çocuğunuzu da götürerek problem çözmeyi öğretin, çocuğunuzun duygu ve bedeni ile birlikte olun.
          Her çocuk anasından temiz duygularla doğar, onu Yahudi ve Mecusi yapan anne babasıdır. (El-Buhari, 6/143)
Bizler nasıl yaşarsak Çocuklarımız bizlerden öyle yaşamayı öğrenir, çocuklarımızdan ancak verebildiklerimiz kadarını bekleyebiliriz, bu nedenle bizlerin ve çocuklarımızın beşikten mezara kadar öğrenmesi ve öğretmesi gerekir.
        ( sadakat.net // ücharfbeşnokta // İktibastır )
İhmal ihanete eşittir...

Tarih yazılırken okunmaz, yazıldıktan sonra okunur...

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Din eğitimi ve aile
« Yanıtla #3 : 12 Kasım 2012, 02:20:16 »
Çocuklarda Dini Eğitim Ne Zaman Başlamalı?

Dinî eğitim ve terbiye açısından çocuğun girdiği en mühim devre, onun konuşmaya başladığı dönemdir. Bu devrede çocuk artık söyleneni anlıyor, düşüncelerini az çok anlatabiliyor, kısacası muhatap olabiliyor demektir.

İşte, bu devreden sonra ebeveyne büyük mes‘ûliyet düşüyor. Çünkü çocuk, dünyaya öğrenmek için gelmiştir. Onun nasıl bir kişi olacağını, aldığı eğitim tâyin eder. Şahsiyeti ona göre teşekkül eder.
Din eğitimi, çocuğun kendi dünyasının dışına yönelebilmesini sağladığı için, kesinlikle geciktirilmemeli, zamanında verilmelidir. Fakat zorlamadan, nefret ettirmeden, sevdirerek bu işi yapmalıdır.
Sünnette, hayra-iyiliğe, ibâdete alışkanlık için en iyi zamanın, çocukluk ve gençlik devresi olduğuna işaret edilmekte... Nitekim hadîs-i şerifte, “Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin” (Sünenü Ebî Dâvud, Salât 26)  buyurulmaktadır.

Eğitimi-terbiyeyi çocukken alan, ilmi gençken öğrenen, sanki onu taş üzerine nakşetmiş gibidir. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerim de o devrede öğrenilmelidir. Kim Kur’ân'ı gençliğinde öğrenirse, onu etine ve kanına mezcetmiş gibi olur. Büyüdüğünde öğrenen, elinden çabuk kaçırır; çünkü bu, âdeta su üzerine yapılan nakış gibidir.

İbn-i Sînâ'ya göre; çocuk sütten kesilir kesilmez, kötü huylar edinmeden dînî eğitimine başlanmalıdır. İlk eğitim nazariyecilerinden İbn-i Sahnun'a göre de, “Kur’an genç yaşta öğrenilmelidir. Çünkü Kur’an, o yaştaki kişinin etiyle-kanıyla karışır.”
Bazılarına göre ise, din eğitimine dördüncü yaştan itibaren başlamalıdır. Çocuklar on beş yaşına kadar yazı ve telkin yoluyla öğrenmeli, on beşinden sonrası için müzâkere yolu tercih edilmelidir.

[Fazilet Takvimi]

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Din eğitimi ve aile
« Yanıtla #4 : 12 Kasım 2012, 02:59:18 »
Besmeleyle Başlamak (Bed-i Besmele)
________________________________________
Yavrularımız, yüreklerimizde umutla büyüttüğümüz çiçeklerimiz!...
Allah'ın bize sunduğu en büyük nimet ve lütuflardan sadece birisi…
Ve ilk hesaba çekileceğimiz âhiret sermayelerimiz…


Nasıl ebeveynin çocuk üzerinde hakları varsa, çocukların da anne-babaları üzerinde hakları vardır. Kendilerine güzel isimler konulması, İslâm'ın güzelce öğretilmesi, helâlinden rızıklarla beslenmesi…. gibi.
Bunların en başında geleni de şüphesiz “din eğitimi”dir. Aslında çocuk anne karnındayken, hatta rahme düşmeden evvel bu eğitim başlamış olur. Anne ve babanın her hâl ve hareketi, psikolojileri, yedikleri-içtikleri, ibâdet ve hayat şartları; doğumdan önceki çocuğun bile dünyasını şekillendirmeye başlar. Hâmilelikte de, annenin psikolojisi, dışardan gelen en küçük sesler bile çocuk tarafından hissedilir ve onu etkiler. Günümüz modern tıbbı da bunu tesbit etmiştir.
Eskiden büyükler, hâmile kadına güzele bakmasını ve sesli olarak Kur'ân-ı Kerim okumasını tavsiye ederlerdi. Bu tavsiyeleri dikkate alan anneler, doğumdan sonra da çocuklarını mümkün mertebe abdestliyken emzirmeye çalışır, yine emzirirken yavrusunun yüzüne baka baka Yasîn-i Şerîfi okurlarmış. Ailece, çocuğun ilk sözünün «Allâh» olmasına îtina gösterilir ve ezberine alacağı ilk şeylerin, günümüzdeki gibi boş ve mâlâyânî şeyler değil, kısa sûreler veya duâlar olması istenirmiş.
Çocukların en verimli ve kalıcı bilgiler öğrenecekleri yaşlar, hayata yeni yeni intibak gösterdiği yıllardır. Nitekim yapılan araştırmalar, 3 yaşındaki bir çocuğun, ayrı dili diksiyonlarıyla beraber öğrenip konuşabilecek zekâ ve hâfıza kuvvetine sahip olduğunu göstermektedir. Bu kabiliyet, zamanla azalmakta ve 20 yaşına ulaşan bir genç, kapasitesinin beşte dördünü kaybetmektedir.
Bu gerçeğin farkında olan ecdadımız, çocuklukta öğrenilenlerin “mermere kazınan yazılar” gibi olduğunu düşünmüşlerdir. Bu sebeple çocukların, 4 yaş, 4 ay, 4 günlük olmalarıyla şenlik edâsıyla dînî bir merâsim yaparlardı. “Bed-i besmele” veya “âmin alayı” da denilen bu merasime, âile ve komşular hep birlikte iştirak ederler ve çocukları büyük bir coşku içinde Kur'ân-ı Kerim ile tanıştırırlardı. Bu özel günde çocukların güzel hâtıralar eşliğinde Kur'ân-ı Kerim öğrenmeye başlaması için âdeta bir seferberlik havası estirilirdi.
Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş bu âdeti, tekrar hatırlamanın faydalı olacağını düşünüyoruz.

* * *

Osmanlı'da Mahalle Mektebleri

Müslümanlık, kadın-erkek diye ayırmaksızın herkesi dinini öğrenmeye teşvik ediyordu. Âyetler ve hadîslerle ve diğer şer'i delillerle de te'yid edi­len bu mükellefiyet dolayısıyla Osmanlı İmpara­torluğu'nda, hemen hemen her câmi ve mescid bi­tişiğinde veya yakınında yüksek kubbeli tavanla­rı olan mektebler inşâ edildiği gibi, hayır sahipleri tarafından da yâdedilmelerine ve sevâb kazanmalarına vesîle olmaları maksadıyla mek­tebler yaptırılmış ve bunların hizmetlerini devam ettirmeleri için gelir kaynakları vakfedilmiştir.

Ekseriyet îtibariyle taştan yapıldıkları için “taş mekteb” ismi ile de zikredilen bu mekteblerin daha ziyâde “mahalle mektebi” şeklinde isim­lendirildikleri görülmektedir. Nitekim resmî vesîkalarda “sıbyan mektebleri ” olarak geçen bu mekteblerin esas gâyesi İslâm dîninin âdab ve erkânını, bu cümleden olmak üzere Kur'ân okumayı, yazı yazmayı, namaz kılmayı ve ilmihâl bilgilerini öğretmekti. İsteyene tecvid de öğretilirdi. Tecvid kitaplarından bugün de halk arasında mû'teber tutulan ve okunan taşbaskı “Karabaş Tecvidi” isimlisi tercih edilirdi.

Mektebe başlayan çocukların sırasıyla halk arasında “supara” da denen Elifbâ cüzü, Amme cü­zü, Tebâreke ve diğer bazı cüzler ve bu arada mevlid ve en sonunda da Mushaf “Kur'ân” okutu­lurdu. Çocuğun Kur'ân okumaya başlaması ayrı bir sevinç vesîlesi olur ve “Mushafa çıkmak” diye isimlendirilirdi.

Hocanın nezâretinde Mushafı sonuna kadar okuyup bitirmeye “Hatim indirme” denir ve bile­bildiğimiz kadarıyla sadece kız çocukları için “Ha­tim Duâsı” yapılırdı. Bu merâsimlere de çocuğun âilesi, komşuları ve hatta mahalle sakinleri tara­fından çok ehemmiyet verilirdi ki, bu âdet günü­müzde de küçük yerlerde hemen hemen aynı can­lılıkla yaşamaktadır. Kız ve erkek çocuklarının mektebleri çoğu defa ayrı oluyor, karışık olarak devam edilen mekteplerde ise kız ve erkek çocuk­ları ayrı birer sıra teşkil ediyorlardı. Çocuklar ye­re, sıraların veya evden getirdikleri rahlelerin önüne, yine evden getirdikleri minderlerin üzerine oturuyorlardı. Derslerin bir kısmı müştereken, yani bütün çocukların katılmasıyla sesli bir şekil­de, bir kısmı da ayrı ayrı yapılır ve okunan dersin sonuna hoca balmumu parçası yapıştırırdı. Ertesi gün tekrar oradan derse başlanırdı. Konuşmamı­zın kesildiği yeri veya son söylediğin sözü unutma mânâsına gelen “Sen buna bal mumu yapıştır” sözü buradan kalmış olsa gerektir. (…) Bevvab adındaki hizmetli her sabah “Haydi Mektebe!..” dâvetiyle çocukları toplar ve omuzunda taşıdığı uzun bir sı­rığa yiyecek çantalarını asarak onları mektebe iletirdi. Akşamları da yine aynı şekilde evlerine dağıtırdı. (Daha geniş bilgi için bakınız: Ali Birinci-İsmail Kara, Mahalle Mektebleri, Kitabevi, İstanbul)

Mahalle Mektebine Başlama Merasimi (Bed-i Besmele)

Mahalle mektebine başlama merasimi âilelerin varlıklarıyla mütenâsib bir şekilde yapılıyordu.
Orta hâlli ailelerde çocuk giydirilip kuşatılır; erkek ise fesine, kız ise saçlarına süsler takılır, yakın akraba ile mektebe gidilir, derse başlatıla­rak hocaya duâ ettirilirdi. Bundan sonra çocukla­ra birer ikişer kuruş dağıtılır, hoca ile kalfaya da mendil ucuna bağlanmış bir kaç mecidiye hediye edilirdi. Anadolu'da ise çocuklara para verilmez, simit ve şeker dağıtılırdı.

Yüksek tabaka arasında “Bed-i Besmele” halk arasında da “Âmin Alayı” diye isimlendirilen bu merâsimler, hâli vakti yerinde âileler tarafından bir düğün kadar ciddiye alınırdı. Âmin alaylarının bazı kaynaklarda “Duâ Alayı” şeklinde de zikredildiği görülmektedir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir çocuğun mektebe başlaması aile, mekteb ve hâttâ mahalle için mühim bir hâdise olarak kabul edilirdi. Evde hazırlıklar yapılır, varsa sandıklardan yeni giysi­ler çıkarılır veya çarşıya gidilerek satın alınırdı. Yumuşak ve güzel bir minder doldurulur, sâde veya imkânı olanlar tarafından mor kadife üzeri­ne sarı sırma kılâptan işlemeli, “kâr-ı kadîm” , bir cüz kesesi çocuğun sağ omuzundan sola doğru çapraz bir şekilde boynuna asılmak için hazırla­nırdı. Yine çocuk için bir elifba cüzü temin edilir­di. Bunların sarı soluk kâğıtlara basılmış olanları da bulunduğu gibi, çocuğu okumaya özendirmek için altın yaldızlı basılanları da olurdu. Bazı âilelerde elifbâ cüzlerinin müzehheb el yazmaları­na da rastlanırdı ki, bunlar iyi muhafaza edilir ve nesilden nesile devredilirlerdi.
Merâsimden önce hocaya haber verilir ve uy­gun bir gün tesbit edilirdi. Bu günün kandil gün­lerine ve daha ziyâde Pazartesi veya Perşembeye rastlanmasına îtina edilirdi. Mektebin ilâhici ta­kımı haberdâr edilir veya başka mekteblerin da­ha güzel sesli ilâhici takımları tutulurdu. Çocuk yeni kıyâfetiyle, zihin açıklığını ve hayatının yeni safhasında muvaffak olmasını sağlamak husûsunda himmetlerini istemek için âilesi tarafından evliyâ türbelerine ve bu arada ekseriya Eyüp Sultan'a götürülürdü. Çocuk bundan sonra da âile­nin büyüklerine, yakın ve hatırlı dostlarına el öp­meye, duâ almaya sevkedilir, nihâyet merâsim günü gelir çatardı.

Merâsim günü çocuklar, o gün için daha çok îtina göstererek giyindikleri temiz kıyâfetleriyle mektebe toplanırlar, önlerinde hocaları, kalfa ve bevvabları olduğu hâlde, ilâhicibaşının idâresin­deki ilâhici takımını takib ederek ve işaret edilen yerlerde “Âmin” diye bağırarak çocuğun evine ge­lirlerdi.
Bu safhadan sonra da merâsimin iki şekilde yapılabildiği görülüyor. Evinin, durumu ve hâli vakti müsâit olanlar merâsimi evde yaptırıyorlar­dı. Eve gelen mekteb çocukları, yeni başlayacak olan çocuğu alarak tekrar ilâhilerle yola düzülü­yorlar ve bu defa âmin alayına daha büyük bir kalabalık katılıyordu. En önde hoca ve başının üzerinde rahleyi taşıyan bevvab yürüyor, rahlenin üzerinde çocuğun minderi ile cüz kesesi bulu­nuyordu. Bunların yanı sıra erkek misafirler, bir faytona veya iki yanında birer kişinin yürüdüğü midilliye bindirilmiş olan çocuk, peşi sıra da bir ilâhici başının idâresindeki ilâhici takımı ve di­ğer çocuklar yürüyordu. En arkada ise kadınlar gelirdi. Âdet olduğu üzere ilâhilerle şehir içinde karar dairesinde dolaşan alay tekrar eve dönerdi. Burada da ilâhiler okunur ve mekteb gülbankı çekildikten sonra alay sona ererdi. Bundan sonra alaya iştirak edenler minderler ve seccâdelerle döşenmiş, öd ağacı ve buhurlar yakılıp havalandı­rılmış odada otururlar ve hocanın çocuğa ilk dersi vermesini beklerlerdi. Misafirler arasında ulemâ­dan birisi varsa ilk dersi vermesi için hoca yerini ona terkederdi. Minderine oturup rahlesinin üze­rine elifbâ cüzünün ilk sayfasını açan çocuk eline odun, kemik, pirinç, gümüş veya altından yapıl­mış “hilâl” adlı çubuğu alarak hocanın vereceği işâreti ve söyleyeceği sözleri beklerdi.
İlk derste çocuğa elifba cüzünün en başındaki duâ kısmı ile bir kaç harf ve çok kere sadece elif harfi okutu­lurdu.
Böylece ders sona erer, bundan sonra da:
“Yarabbi ilmimi ve aklımı ve anlayışımı artır.” mânâsına gelen “Râbbi zidnî ilmen ve aklen ve fehmen” veya “Rabbi yessir...” duası çocuğa tekrar ettirilirdi.

İlk ders şu şekilde yapılırdı:
Hoca: Eûzubillâhi mineş-şeytâni'r-racîm.
Çocuk: Eûzubillâhi mineş-şeytâni'r-racîm

Hoca : Bismillâhirrahmânirrahîm
Çocuk: Bismillâhirrahmânirrahîm

Hoca : Rabbi yessir (Rabb'im kolaylaştır.)
Çocuk: Rabbi yessir

Hoca : Ve la tuassir (Fakat zorlaştırma.)
Çocuk: Ve la tuassir

Hoca : Rabbi temmim (Rabb'im tamamlattır.)
Çocuk: Rabbi temmim

Hoca : Bilhayr (hayırla)

Duâyı tâkiben çocuk, hocasının ve diğer misa­firlerin ellerini öper, bu esnada hâfız talebeler ta­rafından Kur'ân okunur, daha sonra hoca veya bir başkası tarafından duâ edilerek merâsim sona erdirilir. Bundan sonra kurulmuş olan sofraların başına geçilerek yemek ve lokma yenilirdi. En so­nunda törene katılan bütün çocuklara birer, ilâhicilere ikişer, ilâhicibaşına üç kuruş; hoca, kalfa ve bevvaba münasip miktarlarda para ile mintanlık ve cübbelik kumaş verilirdi.

Merasimin ikinci bir şekli daha vardı ki, bu da evin darlığı veya başka bir mahzûr sebebiyle mektebde yapılanı idi. Mahalleyi dolaşan alayla mektebe gelinir, ilâhiler okunduktan ve gülbank çekildikten sonra içeri girilerek merâsim yapılır­dı. Bu sırada davetliler ve çocuğun yakınları da hazır bulunur ve sonunda lokma yenilerek hedi­yeler dağıtılırdı. (Ali Birinci, “Mahalle Mektebine Başlama Merâsimi ve Mekteb İlâhîleri”, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri-IV, Ankara 1982, s: 37-57)

* * *

Evet, muhterem Ebeveynler,

Görüldüğü gibi, Osmanlılar, Kur'ân-ı Kerim'i minicik kalplere böyle sevdirdi. Yüreği Kur'ân ve İslâm sevgisiyle büyüyen çocuklar, dünyada vatanına, milletine, ailesine ve dinine hizmet eden şuurlu birer fert oldular; âhirette de hem kendi kurtuluşlarına vesîle ameller işlediler, hem de ebeveynine “sadaka-i câriye” olacak hayırlar gönderdiler. Biz de ecdadımızın bu güzel âdetlerini yaşatarak, yavrularımızı merasimlerle ve tatlı hâtıralarla yâd edeceği şekilde Kur'ân-ı Kerim'le tanıştırmalı ve onların gönüllerinin derinliklerine bu ulvî muhabbetin tohumlarını ekmeliyiz.


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
11 Maddede Asr-ı Saâdette Eğitim
« Yanıtla #5 : 14 Kasım 2012, 12:03:06 »


“Ben insanlara öğretmen/muallim olarak gönderildim.”, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurarak, insanlık için öğretmen olduğunu bize öğreten Efendimizin, asırlar önce uygulamış olduğu eğitim metotlarını günümüz eğitim uygulamaları ile karşılaştırmak ve buradan yola çıkarak sahip olduğumuz yüce değerleri tekrar hissetmek için kısa bir yolculuğa ne dersiniz?
 

"Bilim ve rasyonellik adına bizlere yıllarca enjekte edilmeye çalışılan batı zihniyeti acaba ne kadar ilerideydi?
İleri olmak, ilerici olmak için tutturmuş oldukları yolun kaynağı nerdeydi?
Ya da biz işin aslının ne kadar gerisindeydik?"



1-Eğitimde örneklendirme ve model olma
 
Asr-ı Saâdet: Peygamber Efendimiz sahabe-i kirama anlatmış olduğu her olayı, vermiş olduğu her bilgiyi uygulamalı olarak göstermiş ve hayatının her aşamasında bizzat kendisi de numune olmuştur. Ebû Hureyre (ra)’den rivayetle Resûlullah (s.a.v) “Ne dersiniz? Sizden birinin kapısı önünde bir ırmak bulunur da o kimse o ırmakta günde beş defa yıkansa, o adamda kir kalır mı?” Bu soru karşısında Sahabe-i Kirâm: “Hayır üzerinde kirden bir şey kalmaz.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v): “İşte beş vakit namaz da böyledir. Yüce Allah (beş vakit) namaz sayesinde günahları silip temizler.” buyurmuştur.
 
Günümüz: Günümüz eğitim anlayışında öğretmen sürekli olarak bilgileri anlatan bir kişi olmaktan ziyade, uygulamalı olarak anlatmış olduğu bilgileri tatbik etme ve tepeden tırnağa örnek teşkil etmesinin daha faydalı olacağı kabul edilmektedir. Bunun öğrenci üzerinde daha tesirli olduğu ispatlanmış bir gerçektir.
 
2-Beyin fırtınası (Brain Storm)
 
Asr-ı Saâdet: Peygamber Efendimiz toplumu ilgilendiren birçok konuda mutlaka onların fikirlerini alır uygulanabilir olanları değerlendirmeye tabi tutardı. Hendek savaşında birçok kaynakta belirtildiği gibi Allah tarafından Peygamber Efendimize hendek kazma fikri ilham edildiği halde sahabenin fikrini sorarak onlarla beyin fırtınası yaptıktan sonra hendek kazma sonucuna ulaşılmıştır. Hatta projenin ilerleyen aşamalarında hendeğin nerelere kazılacağı, derinliklerinin ne kadar olacağı da yine ortak fikir üretme yoluyla karara bağlanmıştır. Peygamber Efendimiz bir konuda ‘’istişare eden pişman olmaz’’ buyurmuştur. Bu hususta Ebu Hureyre (r.a.); ‘’Ben arkadaşlarıyla Rasulullahtan daha fazla istişare edeni görmedim.’’ buyurmaktadır.
 

Günümüz: Beyin fırtınası; bir grubun belli bir zaman zarfında bir konuya çözüm getirmek, karar vermek için düşünce ve fikir üretmek amacıyla akıllarına gelen fikirleri çekinmeden ifade etmelerini sağlayan bir tekniktir.
 
3-Merhamet eğitimi
 
Asr-ı Saâdet: Peygamber Efendimiz bir hadisi şerifinde : “Ben sizin aranızda tıpkı kırda ateşin başında oturup da hayvanların, kelebeklerin, kuşların, cümle mahlûkatın, o ateşe düşmesini önlemeye çalışan adama benzerim. Ben o ışığın cazibesine kapılan, fakat yanacağını bilmeyen o hayvanları ve yaratıkları ateşten korumak için çalışıyorum.” (Buhari) buyurmaktadır. Tebliğ vazifesinde en merhametli halini göstererek, insanların kendisine olan muhabbetini artırıyordu.
 

Günümüz: Günümüz eğitim bilimlerinin verilerine göre, eğitim sırasında şefkatle, merhametle muhataba yaklaşım, eğiticiye de öğrenciye de rahatlık kazandırır ve mutlu edici bir disiplin oluşturur. Baskı, dayak, şiddet, korkutma gibi cezalandırıcı davranışlarla ise, sevgi ve güven ortamı zedelenir veya yok olabilir.
 
4- Eğitim öğretimin yapıldığı mekân
 
Asr-ı Saâdet: İslam’ın ilk yıllarından itibaren eğitim-öğretim mekânları olarak mescitler kullanılmıştır. Ancak kullanılan mescitler çok yönlü tutularak ibadet yeri, ilim öğrenilen müessese, ordu karargâhı, aktif eğitim dediğimiz yeni öğrenilen bilgilerin tatbik edildiği yer, insanlara toplu olarak bilginin aktarıldığı alan (konferans) ve elçilerin kabul edildiği bir mekân olarak kullanılmıştır. Hatta bazı kaynaklarda mescitler için İslam’ın ilk yatılı üniversiteleri ifadesi kullanılmıştır.
 
Günümüz: Günümüz eğitim sistemlerinde eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı okullarda, üniversitelerde her türlü faaliyetin yapılabilmesi için uygun ortam oluşturulmaya çalışılmaktadır. Özellikle ülkemizde de son yıllarda ortaya atılan ‘’okullar hayat bulsun’’ projesi ile eğitim-öğretim yuvalarının daha canlı ve birçok etkinliğin yapılabileceği alanlara dönüştürülmesi hedeflenmektedir.
 
5- Bilinenden – bilinmeyene öğretim ilkesi
 
Asr-ı Saâdet: Ebû Hureyre (ra)’den naklen: “Benî Fezâre kabilesinden bir adam Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e gelerek ‘Karım siyah bir oğlan doğurdu.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Senin develerin var mı?’ diye sordu. Adam ‘Evet’ cevabını verdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Renkleri nedir?’ diye sordu. Adam ‘kırmızı’ cevabını verdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘İçlerinde boz renklileri var mı?’ diye sordu. Adam ‘Hakikaten içlerinde boz renklileri var.’ dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Peki bu onlara nereden geldi?’ diye sordu. Adam ‘Belki damar çekmiştir.’ dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Bu da belki damar çekmiştir.’ buyurdular.” Peygamber Efendimiz bir bedeviyi eğitirken onun anlayabileceği, dilde anlatarak bilinen bir vakadan yola çıkarak bilinmeyen bir olayı muhteşem bir şekilde ifade etmiştir.
 
Günümüz: Öğrenme-öğretme sürecinde yeni öğretilecek bilgi ve becerilerin daha önce öğrenilen bilgi ve becerilerden yola çıkılarak öğretilmesidir. Böylece öğrencinin hazır bulunuşluk düzeyi dikkate alınır ve sağlam bir alt yapı oluşturulur. Bu yöntem sayesinde bilgiler arasında bağlantı güçlendirilerek daha iyi bir öğrenme sağlanmış olur.
 
6- Tümdengelim (bütün-parça-bütün ilişkisi) ilkesi
 
Asr-ı Saâdet: Peygamber Efendimiz konuları öğretirken adım adım ilerler en genel bilgilerden yola çıkarak özel alanlara yönelirdi. Muaz Bin Cebel (r.a.)’ı Yemen’e gönderen Peygamber Efendimiz, onu şöyle uyarmıştır: “Sen ehl-i kitap olan bir topluluğa gidiyorsun. Onlara önce Allah’ın birliğinden, Ondan başka ilah olmadığından, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasulü oluşundan bahset. Bunu anlat. Eğer bunu kabul ederlerse beş vakit namazı anlat, onu öğret. Şayet bunu da kabul eder ve uygulamaya başlarlarsa bu defa zekâtı anlat.”
 İslam’ın öğretim mantığında tümdengelim tekniği kabul edilerek önce temel kabul edilen imani bilgiler, arkasından ibadet, daha sonra da dini hükümler anlatılmıştır.
 
Günümüz: Öğrenme konuları ana başlıklarda (bütünden) alt başlıklara (parçaya) ayrılarak öğretme ilkesine dayalı bir öğretim usulü ve tekniğidir.
 
7- Çoklu zekâ teorisi
 
Asr-ı Saâdet: Peygamber Efendimiz bir konunun öğretilmesi sırasında birçok farklı yöntem ve tekniği kullanarak insanların ilgi ve alanlarına hitap edecek şekilde farklı öğrenme yöntemlerini kullanıyordu. Anlatılan konunun akılda iyice yer etmesi için birçok farklı duyuya hitap edecek etkinlikler kullanırdı. Örneğin bir defasında ashabı kiram ile otururken, onlara doğru yoldan, istikametten bahsederken, eline bir çubuk alarak önce dosdoğru bir çizgi çizer. Sonra da sağına ve soluna bazı çizgiler çizer. Doğru ve dümdüz olan çizgiye, “Bu sıratı müstakimdir.” buyurur. Diğer eğri ve yan çizgilere de “Bunlar da batıl yollardır.” buyurur. Yine Peygamber Efendimiz bir konuyu öğreteceği zaman farklı zekâ alanlarına hitap edecek şekilde anlatırdı. Yukarıdaki örnekte görsel hafızaya, namazın nasıl kılınacağını anlatırken işitsel hafızaya, namaz kılma eyleme için kinestetik hafızaya başvurmuştur.
 
Günümüz: Öğrenme psikoloğu olan Howard Gardner zekâ kavramları ile ilgili olarak ortaya atmış olduğu çoklu zekâ kuramında zekânın kısıtlı olarak tanımlanması yerine çok yönlü olarak bakılması ve eğitim- öğretim metotlarının bu yönde tekrar düzenlenmesi gerektiğini savunuyordu.
 
8- Kişiye özel eğitim
 
Asr-ı Saâdet: Peygamber Efendimiz Mekke’de “Darü’l- Erkam”, Medine’de de “Ashabı Suffe” olarak karşımıza çıkan eğitim yuvalarında bireye özgü eğitim modelini uygulamıştır. Yetenekli ve farklı gördüğü çocukları özel olarak eğitmiştir. Ashabı Suffe’de yetişen Ebu Hureyre Hazretlerinin muhteşem bir hafızası vardı. Ashabı Suffe’de almış olduğu eğitim ile beş binden fazla hadis rivayet etmiştir. Peygamber Efendimiz karşısındakileri tanıma hususunda benzersizdir. Muhatabının yeteneklerini keşfedip onların hazır oldukluklarını öğrendikten sonra eğitime başlamıştır. Çünkü karşınızdaki muhatabı tanımadan yapacağınız faaliyet hiçbir fayda sağlamayacaktır. Yine Peygamber Efendimiz “Biz peygamberler insanlara akılarına göre konuşmakla emir olunduk’’ buyurmuştur.
 
Günümüz: Her bireyin farklı bir öğrenme tarzına sahip olduğunu savunan günümüz eğitim sistemiyle kişilerin, ilgi alan ve yetenekleri doğrultusunda eğitim almalarını hedeflenmektedir.
 
9- Soru- cevap yöntemi
 

Asr-ı Saâdet: Sual ilmin anahtarıdır. Peygamber Efendimiz soru sormaları için sahabelerini teşvik ederdi. Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de de “Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun.” buyruluyor. Peygamberimiz kendisine sorulan bütün soruları büyük bir ciddiyetle cevaplandırmış ve hiç birini cevapsız bırakmamıştır. Hatta konunun daha iyi anlaşılması için cevabını bildiği halde sahabeye sorular sorarak onları bu hususta teşvik etmiştir. Bir gün Ashabına: ‘’Müslüman kimdir, biliyor musunuz? diye sordu. Onlar da “Allah ve Rasulü daha iyi bilir’’ dediler. Yeterli miktarda dikkatleri toplayan Efendimiz sorduğu soruyu cevaplayarak bu şekilde eğitimine devam etmiştir.
 
Günümüz: Eğitimde en çok kullanılan usullerden biri de soru cevap yöntemidir. Bu yöntem ile daha kalıcı öğrenme sağlanır. Soru sormak öğrenmenin ilk adımıdır. Kafasında herhangi bir konu hakkında soru oluşturan kişi, artık meselenin farkına varmış, onun çözüm yolunu aramaya başlamış demektir.
 
10- Öğrenci (çocuk) merkezli eğitim
 
Asr-ı Saâdet: Peygamber Efendimiz hayatın her aşamasında mutlaka çocuğu merkeze alarak eğitim öğretimine devam etmiştir. Çocukların mescitlere gelmesini teşvik etmiş, birçok zaman onlarla mescitte oynamıştır. Peygamber Efendimiz Medine’ye geldiğinde yaklaşık on yaşlarında olan Hazreti Enes’i yanına almış on yıl boyunca ilgilenerek ona yapabileceği işleri kademeli olarak öğretmiştir. Çocuklara yapabilecekleri işleri vererek onlarda başarma duygusunu geliştirmiştir. Hatta kendi torunlarını omuzlarına alarak onlarla oynarmış ve çocuklara rastladığında mutlaka selam vermiştir. Çocukların haklarına azami derecede riayet eden Efendimiz kendisi ile görüşme esnasında eğer sıra çok fazla ise çocuklara öncelik tanınmasını isterdi.
 
Günümüz: Öğrenci merkezli eğitim ile öğrencinin yani çocuğun, mevcut ve gelecekteki ihtiyaçlarının farkına varmasına yardımcı olmak, kendi fiziki ve zihini yeteneklerini, sınırlarını, yani “öğrenme profilini” keşfetmesine yardımcı olmak ve belirlenecek eğitim ihtiyaçlarının gerektireceği bilgi, becerilere ve tutumlara yönelik davranışların, çocuklar üzerinde olgunlaşmasını sağlamak olarak ifade edilir.
 
11- Yabancı dil öğretimi
 

Asr-ı Saâdet: Zihinsel becerilerin gelişmesi ve insanlar arasında iletişimin güçlenmesi için yabancı dil öğrenimi önemli bir faaliyettir. Peygamber Efendimiz bu hususta da bizleri teşvik etmiştir. Efendimiz Zeyd Bin Sabit’e (r.a), Yahudilere güvenmediğini ifade ederek yazışmalar için onların dilini öğrenmesini tavsiye etti. Zeyd (r.a) kısa sürede İbranice öğrendi.
 

Günümüz: Günümüz eğitim anlayışında çocukların ikinci hatta üçüncü bir yabancı dil öğrenimi ile zihinsel gelişimlerinin artacağı belirtilmektedir. Aynı zamanda çağın gereksinimlerinden de biri olan yabancı dil mutlaka tavsiye edilmektedir. Ancak her mevzuda olduğu gibi dil mevzusuda abartılmamalı, yabancı dil amaç değil araç olmaktan öte gitmemelidir.
 

Yukarıda bahsedemediğimiz eğitim ve öğretimle ilgili daha birçok konu hakkında Efendimiz bizlere örnek olmuş ve bu konular hakkında zihinlerimizde yeni kapılar aralamıştır. Her alanda olduğu gibi eğitim alanında da bütün insanlığa örnek olan Efendimizin usul ve tekniklerine, sünnet-i seniyelerine sahip çıkarak insanlığın kurtuluşuna vesile olmak ümidiyle…



"Yukarıda bahsedemediğimiz eğitim ve öğretimle ilgili daha birçok konu hakkında Efendimiz bizlere örnek olmuş ve bu konular hakkında zihinlerimizde yeni kapılar aralamıştır. Her alanda olduğu gibi eğitim alanında da bütün insanlığa örnek olan Efendimizin usul ve tekniklerine, sünnet-i seniyelerine sahip çıkarak insanlığın kurtuluşuna vesile olmak ümidiyle…"



Tunahan COŞKUN - Ağustos 2012 - İnsanveHayat Dergisi