Hazreti Ali buyurdu ki: “Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Emanete hıyanet etmemek, imandandır; güler yüzlülük ihsandandır. Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Affetmek fazilettir. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Haset yıpratır, nefret çökertir.”
Abdullah bin Amr buyurdu ki: “Nasıl dirhemlerini kaybettiğin zaman üzülüyorsun, doğru söylemeyip yalan söylediğin veya başka kötü bir şey konuştuğun zaman için de üzül. Seni ilgilendirmeyen şeyi konuşma!”
İnsanların bir kısmı dili sebebiyle ikram görür. Bir kısmı dili yüzünden hor görülür, sevilmez. Akıllı kimse, dili sebebiyle sevilmeyenlerden olmaz. O, kendini diliyle herkese sevdirir.
Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: “İlk Peygamberlik sözünden insanların duydukları: Eğer utanmıyorsan istediğini yap.”
İsmail bin Abdülmelik şöyle anlatır: “Halife Abdülmelik bin Mervân, çocuklarına Kur’ân-ı kerîm öğrettiğim gibi, doğruluğu öğretmemi, öldürücü bir zehir gibi olan yalandan onları sakındırmamı, bu husûsta onları terbiye etmemi bana emretmiştir.” Kişiye, her duyduğunu söylemesi, ona yalan olarak yeter.
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: “Allahü teâlâ dili, bedenin diğer uzuvlarına üstün kıldı. Onun derecesini yükseltti. Çünkü, Allahü teâlâ kendi birliğini, ortağı olmadığını, vücûdun diğer kısımları arasından ona söyletti. Öyleyse, akıllı bir kimsenin, Allahü teâlânın kendi birliğini ve büyüklüğünü konuşturmak için yarattığı böyle bir âleti, yalana alıştırması asla yakışmaz. Bilakis, insana, dilini devamlı doğruyu söylemeye, dünyâ ve âhirette kendisine fâide verecek şeylere alıştırması lâzımdır. Dil neye alıştırılırsa, onu ister, onu konuşur. Yalana alıştırılırsa, yalan söylemeye başlar.”
Doğruluğun gücü!
Seyyid Abdülkadiri Geylani hazretleri anlatır: İlim tahsili için evden ayrılırken annem, elbisemin iç kısmına görülmeyecek şekilde babamdan kalma kırk altın koydu. İhtiyaç hâlinde, bunları harcamamı söyledi. Sonra ağlayarak dedi ki: “Belki bir daha seninle görüşemeyeceğim. İnşâAllah âhirette görüşeceğiz. Senden istediğim bir tek şart var; o da şu: Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeceksin! Her zaman doğruluk üzerinde bulunacaksın!”
Yola çıktık. Hemedan’ı geçince altmış kişilik bir eşkıya grubu yolumuzu kestiler. Herkesin parasını, kıymetli eşyalarını aldılar. Bir ara eşkıyânın biri yanımdan geçerken, şaka yollu “neyin var” diye bana sordu. “Kırk altınım var” dedim.
Eşkıyâ beni dalga geçiyor zannederek, üzerimi aramadan çekip gitti. Başka bir eşkıyâ gelip, o da aynı şeyi sordu. Ona da “Kırk altınım var” diye cevap verdim. O da sözümü önemsemeyip, gitti. Bunlar reîslerinin yanında benden bahsedince, reîsleri beni yanına çağırıp sordu:
- Yanımda kırk altınım var diyormuşsun! Bizimle dalga geçmeye utanmıyor musun?
- Hayır ben yalan söylemiyorum. İsterseniz, söküp bakabilirsiniz.
Eşkıyâdan birisi gelip, elbisemin içindeki gizli yeri söktü. Altınları çıkarttı. Reisleri şaşırıp bana sordu: “Evlâdım biz senin üzerini aramadık. Gizli yerde olduğu için arasak da bulamazdık. Biz sorduğumuzda, “Bir şeyim yok” deseydin, geçer giderdik. Altınların sana kalırdı. Bu altınlara yazık değil mi, niçin doğruyu söyledin?”
Ben de, “Ben ilim tahsîli için Bağdat’a gidiyorum. Annem yola çıkarken bana vasiyet etti ve dedi ki: ‘Ne olursa olsun yalan söylemeyeceksin!’ Ben de anneme söz verdim. Sözümde durmayıp, anneme ihânet edemem. Bunun için doğruyu söyledim” dedim.
Bu cevabın karşısında, eşkıyâ reîsi bana dönüp ağlayarak şunları söyledi: “Bunca senedir, beni yaratan Rabbime verdiğim sözde durmadım. O’nun yasak ettiği işleri yaptım. Senin bu hâlin beni kendime getirdi. Hepinizin huzûrunda tövbe ediyorum.”
Reîslerinin bu hâlini gören eşkıyâlar, “Biz de tövbe ettik” diyerek, aldıkları bütün malları sahiplerine verdiler. İlk defa elimde tövbe eden, bu altmış kişidir...
mehmet oruç