Gönderen Konu: Dua Hakkında  (Okunma sayısı 5083 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı antepli

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 496
Dua Hakkında
« : 30 Mayıs 2005, 14:54:32 »

Duâ, bir ibadettir, duâ kulluğun özüdür, duâ Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde, duâdan bahsetmemek mümkün değildir. Zaten, Allah (cc) da “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var!”  buyurmuyor mu? ve “Duâ edin kabul edeyim” diyen de bizzat kendisi değil mi?

Duâ, Allah (cc)’la kul arasında kuvvetli bir bağdır. Başka bir ifade ile, kulun düşüncesinin Rabbe takdim edilmesi şeklidir duâ. Kul erişemeyeceği ve iktidarıyla elde edemeyeceği her şeyini, mutlak iktidar sahibi olan Kadîr-i Mutlak’tan ister; işte bu isteğin adıdır duâ. O, helezonlar hâlinde kuldan Rabbe yücelen tatlı bir nağmedir ta arşa kadar...

Günümüzde, sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetlerin sonuna sıkıştırılarak küçültülen duâ, gerçekte hayatın ve hayat ötesinin en büyük lâzımıdır. Hayatı, duâsız düşünmek mümkün değildir. Yaşadığımız hayat, baştan sona kadar duâdan ibarettir. Duâ, Rıza-i İlâhî’nin şifresi ve cennet yurdunun da anahtarıdır. Yine duâ, “abd”den Rabbe yükselen kulluk nişanı, Rab’den “abd”e inen rahmet simgesidir. Daha doğrusu o, Allah (cc)’la kul arasında olan münasebetin tam odak noktasıdır. Duâ, bir cihetten ibadet, bir başka cihetten imkân âlemi ile lâhut âlemini birleştiren ulvî bir miraçtır. İnsanı merdiven merdiven Hakk’a yücelten mukaddes bir miraç..!

Rahmet elinin üzerimizde dolaşması, duâ sayesindedir. Duâ, aynı zamanda gazabın da paratoneridir. Evet, hakkımız-da rahmeti ve rızayı celp, gazap ve öfkeyi def edecek olan müessir bir ubudiyettir duâ. Çok defa beşer imkânının tükendiği noktada duâ şuuru -keşke tâ baştan olsa!- başlar. Haddizatında, ona başlangıç ve bitiş noktası tesbit etmek, ya yoktur veya imkansızdır. Çünkü, duâdan müstağni olacak bir ânı yoktur insanın. O hâlde kul, kendisinden tecellileriyle bir ân dur olmayacağı Rabb’ine, duâdan da bir ân dur olmaması lâzımdır. Zira, Rabbin kapısına duâ ile varılır, o kapıda duâ ile konuşurlar ve rahmeti hakkımızda sağnak sağnak celbeden de duadır.

Bize bakan yönüyle duâ, istemektir. Biz maddî-mânevî ihtiyaçlarımızı isteriz Rabb’imizden. Ne var ki, çok defa istediğimiz şeyi de, isteme şeklini de bilemeyiz, bilemeyiz de istemede bile sû-i edebde bulunuruz Zât-ı Zülcelâl’e karşı. İstenilen şeyleri, Mutlak İrade sahibinin iradesi istikametinde görmek istemeyip, kendi arzumuz istikametinde diler dururuz. Bundan dolayı da her istediğimizin âcilen yerine getirilmesini, yerine getirilmeyen arzularımızın da reddedildiğini düşünerek me’yûs oluruz. Daha açık bir ifade ile, mutlak iradeyi, her zaman kendi cüz’î irademizin peyki olarak görmek isteriz. Bütün bunlar, duâ âdap ve terminolojisine zıt olan şeylerdir. Bu niyetle yapılan duâlar, Allah (cc)’la kul arasında râbıta olmaktan çok uzaktır. Onun âdap ve erkanına riayet ise, icabete vesile olacak şartlardan birisi, belki de en birincisidir.

Duâ, bazan ciddî bir istek ve iştiyak halinde sırf bir mülahaza olarak kalpten yükselir. Bu durumda kul, hiçbir şey söylemez. Belki dudakları bile kıpırdamaz; ama, O Allâmü’l-Guyub’un, hâline nigahbân olduğunu bilerek, tam bir tevekkül içinde bulunmaya çalışır ve bulacağını bulur. Tıpkı Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşe atıldığı andaki durumu gibi. Bütün imkânların kesildiği ve sebeplerin sükut ettiği bu noktada: “Ey ateş! İbrahim üzerine soğuk ve selâmet ol (İbrahim’i yakma)” (Enbiyâ, 21/69) ilâhî fermanı ona hiç umulmadık şekilde medet kaynağı olmuştur.

Kalpteki duyguların, lisan yoluyla Rabbe ulaştırılması; bu da duânın ikinci bir şeklidir. Burada kul, sadece hâlini arzeder, fakat isteğini dile getirmez. Bazen de, hem halini arz eder hem de isteğini dile getirir. Kur’ân, peygamber duâlarından her ikisini de misâl olarak seçmiştir ki, birinciye Hz. Eyyûb Aleyhisselâm’ın: “Ya Rabbî! Zarar bana dokundu ve Sen Erhamü’r-Râhîminsin” (Enbiyâ, 21/83) duâsıyla, Hz. Yûnus Aleyhisselâm’ın: “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Hakikat ben haksızlık edenlerden oldum” (Enbiyâ, 21/87) duâsı gibi.. ikinci duruma da Hz. Zekeriyâ Aleyhisselâm’dan misâl verilmiştir ki, O da, Rabb’ine:“ hiçbir ilâh yok yüce katından temiz bir nesil bağışla. Muhakkak ki Sen duâları işiticisin” (Âl-i İmran, 3/38) diyerek duâda bulunmuştu.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in, duâ mevzûu üzerinde ısrarla durması ve yapılacak duâları Efendimiz’e bizzat ta’lim buyurması, mes’elenin ehemmiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Böyle olmasaydı, Kur’ân-ı Kerîm, yüzlerce âyet-i kerime ile, duâ mes’elesi üzerinde ısrarla durur muydu? Bunun dışında, Efendimiz’den rivayet edilen, yüzlerce, hatta binlerce hadîs-i şerif de duânın ehemmiyeti hakkında hem tahşidat yapıyor, hem de hayatın her faslında, yapılması gereken duâları bu ümmete ta’lim buyuruyor. O halde insan, duygu ve düşüncelerini birer istek halinde takdim ederken, bunu en iyi şekilde ifade etmek ve az sözle çok mânâ dile getirmek ister ki, bu hususta da ona en büyük yardımcı da başta Kur’ân-ı Kerîm, ikinci derecede de Hadîs-i Şeriflerde öğretilen duâlardır.

Öyledir, çünkü, bize istemeyi veren Zât, o duâlarda nasıl isteyeceğimizi de öğretmektedir. Kendisine en güzel ve en müessir duâlar öğretilen de, hiç şüphesiz Allah Resûlü’dür. Zira, duâ ile kapısı çalınan Zât’ı en iyi bilip tanıyan O’dur.
Bu dünyanın cefasından sefasına sıra gelmez.gafil olmayın ilme çalışın geçen günler geri gelmez...

Çevrimdışı zambak313

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 187
Ynt: Dua Hakkında
« Yanıtla #1 : 30 Mayıs 2005, 19:20:31 »
Allah razı olsun.
Çocuk olsam yeniden..
Bir tek düştüğüm için acısa içim.. Kalbim; çok koştuğum için çarpsa sadece...

Çevrimdışı antepli

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 496
Ynt: Dua Hakkında
« Yanıtla #2 : 15 Haziran 2005, 13:20:18 »
Dua kanatlarıyla Esmâ ufkuna


 Dualar bizi Rabb’imizin esmâsına götüren kanatlardır. Esmâ-i Hüsna ise dualarımızın kanatlandığı ufuklardır.

Dua ile esmâ buluşmazsa, dua yönsüz ve kıblesiz kalır; esmâ da hissedilmez olur, ıssız kalır. Rabb’imizi anlamak için kendi ihtiyaçlarımızdan yola çıkarak, dua kanatlarıyla esmâ-i hüsnânın menziline yürümeliyiz.

Bu konuda Kur’ân çok zarif bir rehberlik sunar bize. Kur’ân’da olaylar özellikle sebep-sonuç çizgisi hatırlatılarak anlatılır. Sebep ve sonuçlardan söz eden âyetlerin sonu da mutlaka esmâ ile bağlanır. Sözgelimi, yağmurların gökten indirilmesi, bunun da ardından yerden bitkilerin bitirilmesi ve insan ve hayvanlara buradan rızık çıkarılması anlatılıyorsa, bu işleri yapanın Kadir ve Rahim olduğu da hatırlatılır. Yani, hiç elimizin yetişmediği yerlerden yağmurun bize rızık vesilesi olarak indirilmesi, nihayetsiz kudret ve rahmet gerektirir ki, bu rızkı bizim elimize veren ancak Kadir ve Rahim unvanları olan Biri olabilir, hatta ne sadece Kadir olması, ne sadece Rahim olması yetmez, hem Kadir hem de Rahim olmalıdır. Burada lehimize gelişen bir olayın eşyanın özellikleri sayesinde değil de, Yaratıcı’nın Kadir ve Rahim gibi bizim ihtiyaçlarımıza doğru odaklanan unvanları sayesinde gerçekleştiğini anlamaya başlıyoruz. Buna göre, yağmur konusunda bir duada, bir istekte bulunacaksak, Yaratıcı’ya buradaki gibi Kadir ve Rahim unvanlarıyla muhatap olmalıyız; meselâ, Gafur ya da Kahhar unvanları buradaki isteğimize doğrudan ve hemen hitap etmeyebilir. Yağmuru yine Kahhar ve Gafûr gibi sayısız isim ve unvanları olan aynı Yaratıcı’dan; ama bu defa O’na Kadir ve Rahim isimleriyle muhatap olarak isteyeceğiz.

Kur’ân’ın bütününde anlatılan her olayın ardında ilgili esmânın zikriyle süregelen bu kılavuz üslubu yakından izleyerek, Kur’ân’ın esmâ-i hüsnâ dersini hayatlarımıza taşıyabiliriz. Yusuf Suresi’nde, Yusuf’a [as] seçkin kılınacağı, rüya tabirinin öğretileceği, ataları İbrahim ve İshak üzerine olduğu gibi, kendisi ve Yâkup oğullarının üzerine peygamberlik nimetinin tamamlanacağı hatırlatıldıktan sonra, “Muhakkak ki Rabb’in Alîm ve Hakîmdir” hükmü de hatırlatılır. Burada Yusuf Aleyhisselâm’a vaat edilen ve müjdelenen her şey, bu hükümde geçen üç esmânın tecelli alanı içindedir. Başına gelenlerle terbiye edilerek “seçkin kılınacak” olan Yusuf Aleyhisselam’a Alîm ve Hakîm olan Rabb’i rüya tabirine kadar varan ilim ve hikmetler öğretecek, böylece üzerindeki peygamberlik nimeti tamamlanacaktır. Rabb’i Alîm ve Hakîm olduğu için Yusuf Aleyhisselam’ın başına gelen olumsuz şeylerin de abes, anlamsız, rastgele ve başıboş olmadığı gerçeği de bu hüküm içinde saklıdır. Bir de Yasin Sûresi’nden örnek verelim: “Güneş de ... kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu Azîz ve Alîm’in takdiridir.” Güneş gibi azametli bir küreyi de ölçüleri ve hükmü altında tutan her kimse, mutlaka büyük bir izzet sahibi [Azîz] ve güneşi ve güneşe bağlı şeyleri nereye doğru götürdüğünü biliyor [Alîm] olmalıdır. Güneşin yörüngesindeki hareketleri, ancak Azîz ve Alîm olan Birinin takdiriyle olabilir, hatta ne sadece Azîz olması, ne de sadece Alîm olması yetmez; hem Azîz hem Alîm olmalıdır.

Güneşin her sabah doğuşunu garanti bildiğimiz için gece yarıları Azîz ve Alîm olan Yaratıcı’ya, pratikte bu konuda bir istekte bulunmuyoruz. Güneşin doğuşu için dua ediyor olsaydık, güneşin doğuşunu O’na her sabah Azîz ve Alîm isimleriyle hitap ederek isteyecektik. Şükür ki, güneşe olan ihtiyacımız o kadar açık ki, biz daha ağzımızı açmadan duamızı Rabb’imiz sonsuz izzeti ve ilmiyle kabul ediveriyor. Peki ya, Yusuf Aleyhisselâm gibi, görünürde aleyhimize gelişen olaylar arasında, bir gün sonrasını bilemediğimiz zamanlar içinde yaşıyorken, Rabb’imize hangi isimlerle muhatap oluyoruz? İsteğimize göre, duamızın yönüne göre muhatap olacağımız esmâyı biliyor muyuz?

Gündelik hayatta da, birinden istekte bulunurken, her defasında aynı kişi de olsa, ona isteğimize göre değişik unvanlarla muhatap oluruz. Meselâ, borç para bulmamız gerekiyorsa, “zengin ve de cömert” unvanlı birini ararız; sadece zengin olması ya da sadece cömert olması işimizi görmez; ille de “zengin ve cömert” olmalıdır. Sözgelimi, aynı kişiye çetrefilli bir soruyu çözümlemesi için başvurduğumuzda unvanı “ilim ve hikmet sahibi” olarak değişir. Aynı kişiden “ilim ve hikmet sahibi” olarak para istemez ve “zengin ve cömert” unvanlarıyla da ince sırları sual etmeyiz. İsteğimize göre muhatap olduğumuz unvan değişir. Aynen öyle de, Rabb’imize ettiğimiz duaya göre esmâ değişiyor olmalıdır. Kusurlarımızı örtmesini ve bağışlamasını Settâr ve Gafûr isminden, rızkımıza bereket vermesini Rezzak, Kerîm, Muhsin isimlerinden istemeliyiz. Yoksa, ciddi bir muhatabiyet hatasına düştüğümüz gibi, ihtiyaçlarımıza karşılık Rabb’imizi değişik isimlerle tanıma fırsatını da kaçırmış oluruz.

Dua, Rabb’imizin katına çıkan açık yoldur. Dua, Rabb’imizi kendimize tarif ettiğimiz en içten sözdür. Yol açık. Yola çık.



12.06.2005
SENAİ DEMİRCİ
Bu dünyanın cefasından sefasına sıra gelmez.gafil olmayın ilme çalışın geçen günler geri gelmez...