Gönderen Konu: Ehl-i Sünnete göre Şefaat, Tevessül ve İstimdad  (Okunma sayısı 6508 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ehl-i Sünnete göre Şefaat, Tevessül ve İstimdad
« : 26 Şubat 2016, 01:25:11 »

"Euuzü billâahi mineşşeytaanir raciym Bismillâahi'r- rahmâani'r - rahıym"

(قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: مَنْ زَارَ قَبْرِي وَجَبَتْ لَهُ شَفَاعَتِي. (هب

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:
“Kim benim kabrimi ziyâret ederse, ona şefâatim vâcib olur.”
(Hadîs-i Şerîf, Beyhakî, Şuabü’l-Îmân)



Tevessül

Tevessül, vesîle: Allâhü Teâlâ’nın, kendisine yaklaşmak için sebep ve ihtiyaçların görülmesine vâsıta kıldığı her şeydir.

Silsile-i Sâdât-ı Nakşibediyye’den Muhammed Mazhar (k.s.) Hazretleri buyurdu: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in kabr-i şerîfleri huzurunda durmak ve ona salât ve selâm getirmek, onun Hak Teâlâ nezdindeki yüce makâmı ile tevessül ederek ondan yardım ve şefâatini istemek, en makbul, sevâbı en çok ümîd olunan ve Hak Teâlâ’ya yaklaştıran büyük amellerdendir. Yine Resûlullâh’ın Ashâbı, Ehl-i Beyti ve ümmetinin evliyâsı ile tevessül etmek onları vesile kılmak da böyledir. Allâme Kastalânî (rh.) Mevâhib-i Ledünniyye’de “Kim bundan başka sûrette inanır (tevessülü inkâr eder)se İslâm bağını boynundan çıkarmış; Allâhü Teâlâ’ya ve Resûlüne ve (ehl-i sünnet) âlimlerine muhâlefet etmiş olur” demiştir.

İslam târihinde tevessülün örnekleri vardır: Hicretin 18. (M. 639) senesinde Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Arab Yarımadası’na yağmur yağmadı. Yerler kurudu; toprak, kül gibi rüzgârla uçar oldu. İnsanlar, hayvanlar aç kaldı.

Hazret-i Ömer (r.a.), komşu vilâyetlerdeki vâlilerden yardım istedi. Evvela Sûriye emîri Ebû Ubeyde (r.a.) Hazretleri, dört bin yük zahîre gönderdi. Filistin emîri Amr bin Âs (r.a.) Hazretleri Mısır’dan zahîre tedarik ederek Kızıldeniz’den gemilerle gönderdi. Böylece Medîne-i Münevvere’de bolluk oldu.

Sonra Hazret-i Ömer (r.a.) insanlar ile beraber yağmur duâsına çıktı ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri’nin amcası Abbas (r.a.) Hazretleri’nin elinden tuttu: “Yâ Rabbi! Peygamberinin amcası ile sana tevessül eder, sana yaklaşırız” diyerek diz çöktü, dua ve niyaza başladı. Hazret-i Abbas da Cenab-ı Hakk’a yalvarıyor ve gözyaşları sakalından aşağı dökülüyordu. Hazret-i Ömer de diz çöküp duruyordu. Derhal bulutlar belirdi, yağmur yağmağa başladı.

Bu hâdise ile Peygamber Efendimiz’e yakınlığın halk nazarında şan ve şerefi çoğaldı. Herkes teberrüken Hazret-i Abbas’ın eteklerine yapışır oldu.

2 Şubat 2016 Salı, Fazilet Takvimi Arkası


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
“Meded Yâ Seyyid Abdülkadir Geylani " vb. ifadeler şirk midir?
« Yanıtla #1 : 26 Şubat 2016, 01:45:58 »
“Meded Yâ Seyyid Abdülkadir Geylani " vb. ifadeler şirk midir?
 
Tasavvufu inkar eden kişilerce çok dillendirilen bir husus, “Meded ya Hazreti Üstaz” vb. ifadeleri kullanmakla, Allahtan değil de, kuldan imdat bekliyorsunuz. Bu ise şirktir, şeklinde bir yaklaşım getiriyorlar.
Peki bu meselenin aslı nedir?


***

Tasavvufta tevessül konusuna giren bu bahisle alakalı Maide suresinde şu ayeti kerime ifade edilmektedir.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya yol (vesile) arayın.” (Maide 35)

İsmail Hakkı Bursevi Hz. Bu ayeti şu şekilde tefsir etmektedir.
Bu ayet açık bir şekilde vesile aramayı emretmektedir. Allah’ a vuslat ancak onunla gerçekleşir. Vesileden maksat hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. Nefsin isteklerine göre amel, onun varlığını, yani varlık duygusunu artırır. Mürşidin işaretine uygun olarak nebilerin ve velilerin yol göstermesiyle amel etmek ise nefsi varlıktan kurtarır, hicabı kaldırır ve talibi  Rabbine ulaştırır.” (Bursevi, 2005: 543).

Abdullah b. Amrın, ezan okunduktan sonra dinleyenlerin ne söyleyeceğine dair rivayet ettiği hadiste şöyle buyrulur:
“Müezzini işittiğiniz zaman, siz de onun söylediklerini tekrar edin. Sonra bana salavat getirin. Kim bana bir salavat-ı şerife gönderirse Allah Teala da ona on mislini gönderir. Daha sonra bana vesile isteyin. Zira vesile cennette bir yerdir. Orası, Allah’ın kullarından sadece bir kul içindir. O kulun ben olmamı arzu ederim. Kim benim için vesile isterse şefaatim ona helal olur.” (Buhari, Ezan, 8; Muslim, Salat, 11).

Tasavvuf terminolojisinde İstiğase, Sıkıntılı durumlarda müridin şeyhinden ve zamanın kutbundan himmet yoluyla yardım etmesini dilemektir.
Himmet denilen dua, yüksek seviyede seyreden isteme gücü ile Allah’tan istemektir. Yardım Allah’tandır, mürşitten değildir.
İstimdad, “Meded ya şeyh!" diyerek maneviyat üstatlarından yardım istemektir. Allah dilerse bu yardım isteğini maneviyat üstadına duyurur. Üstat da Allah’a dua eder. Allah kabul ederse yardım darda kalana ulaşır. Darlıktan kurtaran Allah’tır; şeyh değildir. Şeyh kurtardı diyen şirke düşer.

Gündelik hayatımızda bile herhangi bir önemli işimizde, meramı daha güzel ifade edecek, nazı geçecek kişileri aracı kılarız. Allah’ın sevgili dostlarını kendisine üstaz edinmiş kişilerde herhangi bir isteklerinin Cenab-ı Hakk’a daha hızlı ve kabul görür biçimde ulaşması için bu tür ifadelerle tevessül ederler. Çünkü onların samimiyetleri, içtenlikleri, yalvarmaları şeklen değildir. Bu meyanda şu kıssa zikredilebilir.

Nakşibendi’ye şeyhlerinden Ebul-Hasan-ı Harakani’den yolculuk tehlikelerinden koruyacak bir dua isteyenlere o, “Herhangi bir talihsizliğe uğrarsanız benim adımı zikredin!” demiştir. Bu cevap onların hoşuna gitmemiş, seyahat sırasında saldırıya uğramışlar ve içlerinden sadece birisi, Harakani’ nin adını anmış ve eşkıyaların gözünden kaybolmuştur. Mallarına da zarar gelmemiştir. Diğerleri bütün mallarını kaybetmiş oldukları halde memleketlerine dönerek bu durumu şeyhe sorunca,
şeyh de şu anlamlı açıklamaları yapmıştır:  “Siz Allah’a şeklen yalvarıyorsunuz. Oysa ben O’nu gerçekten anıyorum. Bundan dolayı siz beni anar ve ben de sizin adınıza Allah’ı anarsam, dualarınız kabul olur.” (Nicholson, 1978: 116; Bardakçı, 1999: 41).

Hakiki anlamda tasarruf, Hakk’ındır. İnsan-ı kamil, bu tasarrufun sadece bir mazharı, yani görüntüsüdür. Derviş veya mürid, insan-ı kamil olarak gördüğü şeyhinden veya tarikat pirlerinden bu şekilde yani “Ey şeyh! Beni kurtar!” diye medet beklerse isteğini Allah’a arz etmiş sayılır. Hareket noktası böyle olunca dini bir tehlikenin olmadığı sonucuna varılabilir. Çünkü bütün fiiller Allah’ındır, kudret ve kuvvet sadece O’na aittir. Ancak istimdat edilen kişinin bizzat kendisinde bir varlık görüp talep ondan olacak olursa, elbette ki caiz olmaz, sahibini şirke düşürebilir.

“Medet Ya Üstaz! “ dese bu kişi bu sözü ile şunu kastetmektedir:
Benim şeyhim Allah’ ın dostudur. Cenab-ı Hak bu dostunun hürmetine duamı kabul edip beni muradıma nail eder. Kainatın ve bütün işlerin yegane sahibi Allah’tır. Allah’tan başka her şey sebeptir. Örneğin bir kişi “Su içtim, susuzluğum gitti, ilaç aldım iyileştim vb.” Dediğinde bunları mecaz olarak söylemekte, bunların gerçek failini yani Allah Teala’yı söylememektedir. “Medet ya ResulAllah!” , “ Medet ya şeyhim!” gibi ifadelerde de durum aynıdır. Gaye burada onların Allah katındaki kıymetleri ve dereceleri sebebiyle Allah Teala’ nın yardımı ve yaratmasıdır. Aksi bir niyet ve düşünce sebeplere takılarak gerçek fail olan Allah’tan gafil olmaktır, sapıklıktır.

“ Ya Rabbi! Hazreti Üstazımızın, piranımızın hürmetine beni, anne-babamı ve evlatlarımı Salihlerden eyle!” diye dua etmek ayette ifadesini bulan bir vesiledir. Ancak vesileyi, yani aracı amaçlaştırmak şirktir, küfürdür. Orneğin, “Ey Üstazım! Beni, anne-babamı ve evlatlarımı Salihlerden eyle!” diyen bir kimse, bu ifadesiyle üstazını Allah’ ın yerine koymuş, onu ilahlaştırmış olmaktadır ki bu, şirktir ve küfürdür.

Açıkça söylemese bile tevessül eden sanki şöyle demek ister:
“Allah’ım! Ben falan kişinin seni sevdiğine, senin için amel edip yolunda çalıştığına inanıyorum. İnanıyorum ki sen de onu seviyorsun ve ondan razısın. İşte bunun için falan kulunu seviyor ve ona muhabbetimden dolayı şöyle şöyle istiyorum...”

 
Kemal Ekrem Soylu | Araştırma | incemeseleler.com | http://www.incemeseleler.com/manevi-meseleler/1776-%E2%80%9Cmeded-ya-seyyid-abd%C3%BClkadir-geylani-vb-ifadeler-%C5%9Firk-midir.html

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Peygamberlerin Vücudunun Bir Parçasıyla Tevessülün Bereketi
« Yanıtla #2 : 26 Şubat 2016, 01:57:39 »
Peygamberlerin Vücudunun Bir Parçasıyla Tevessülün Bereketi
 
Şiilerin sık sık andıkları 12 imam, biz sünnilerce de mübarek kabul edilen zatlardır. Bunlardan birisi de İmam Hasan Askeri'dir. Abbasi halifelerinden Mütevekkil, bir sebepten dolayı Hasan Askeri Hazretleri'ni hapsettirir. O sıralarda memlekette kıtlık hüküm sürmektedir. İnsanlar, yağmur duasına çıkarlar. Halife, yahudi ve hıristiyanların da yağmur duasına iştirak etmelerini emreder. Bir papaz elini göğe doğru kaldırarak dua eder. Gökte derhal bulut peyda olur ve yağmur yağmaya başlar.
İkinci gün çıkılan yağmur duasında aynı papaz yine elini göğe doğru kaldırır ve dua eder. Yine yağmur yağmaya başlar. Bunun üzerine müslümanların içine şüphe düşer. Meğer hıristiyanlık hakmış, diye bir kısım müslümanlar İslam dininden çıkarlar. Durumu hapiste olan Hasan Askeri'ye anlatırlar ve onun hapisten çıkarılmasını isterler.
Halife, Hasan Askeri'yi serbest bırakır. O da, insanlarla beraber yağmur duasına çıkar. Önceki günlerde olduğu gibi, aynı papaz yine elini göğe doğru kaldırıp dua etmeye başlayınca gökte bulutlar meydana gelmeye başlar. Biraz sonra yağmur yağacağı anlaşılır.

Bunun üzerine Hasan Askeri Hazretleri:
- Papazın eline bakınız, elinde ne var? der.
Papazın eline baktıklarında, bir kemik görürler.

Hasan Hazretleri:
- O kemiği onun elinden alın da ondan sonra dua etsin, der.

Kemiği papazdan alırlar. Papaz ne kadar dua ederse de yağmur yağmadığı gibi, meydana gelen bulutlar da dağılır, gider.

Bunun sebebini sorduklarında Hasan Askeri Hazretleri şunları söyler:
- Bu papazın elindeki kemik bir peygambere aittir. Nereden bulmuşsa bulmuş onunla Allah'a dua ediyor. Bir peygamberin kemiğiyle dua edilince, yani onun mübarek kemiği vasıta kılınır ve onunla tevessül edilince, Allah derhal yağmur verir. Bunun sebebi budur.

Bunun üzerine dininden dönen birçok müslüman tekrar imana gelir. Bundan sonraki senelerde de, insanlar onun söylediğini tecrübe ettiler. Ne zaman kıtlık olursa, o mübarek kemiği göğe doğru tutarlar ve derhal yağmur yağmaya başlardı.

Bu hadiseden sonra, halife Hasan Askeri Hazretleri'yle alakasını kesmez ve zaman zaman fikirlerinden istifade ederdi.


Ali Eren | Dini Hikayeler | incemeseleler.com | http://www.incemeseleler.com/nce-hikayeler/669-peygamberlerin-vuecudunun-bir-parcasyla-tevessueluen-bereketi.html

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Şefaat ve Tevessül…
« Yanıtla #3 : 29 Şubat 2016, 13:11:15 »
Şefaat ve Tevessül
 
Bu iki kelime mânâ bakımından birbirinden ayrı gibi gözükse de, her ikisi de Peygamberimizle ve İslam büyükleriyle tevessül ve onların yardımlarını istemek mânâsına geldiklerinden aslında aynıdırlar.
 
Bu iki hususun başka bir cihetten bir yakınlığı daha var. O da şudur:
Bunlardan birini inkâr edenler diğerini de yani şefaatı inkar edenler tevessülü de inkar ediyorlar. Onun için, birçok kitapta tevessül şefaatla yanyana anlatılmaktadır.

Hadis-i şerifte haber verildiğine göre, âhirette sıkıntıya düşen insanlar Peygamberimiz’den yardım isteyeceklerdir. Bu da şefaat ve tevessülün hak ve gerçek olduğunun bâriz bir delilidir. Mahşerde halk şiddetli bir sıkıntıya düşüp Âdem Aleyhisselam’dan başlayıp sırasıyla büyük peygamberlerden medet dileyip en sonunda Peygamberimiz’e müracaat edecekler, Peygamberimiz de şefaatte bulunacak ve böylece Resûlüllah efendimizin büyüklüğü bilfiil herkes tarafından anlaşılmış olacaktır.

Şefaat hakkındaki hadis-i şerifler ile ilgili rivâyetler o kadar çoktur ki bunlar tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu hususta, Kadı İyaz’ın Eş-Şifâ fî Hukûki’l-Mustafa’sında, Hâfız Münzirî’nin Et-Terğîb ve’t-Terhîb’inde, İmam Sükî’nin Şifâü’s-Sikâam’ında, Ve-liyyü’ddin Tebrizî’nin Mişkâtü’l-Mesâbih’inde, İmam Kastalânî’nin El-Mevâhibü’l-Ledünniyye’sinde, Hâfız Süyûtî’nin Câmiüs’-Sağîr’in-de bu hususta bir hayli malûmat bulunuyor.

Ebû Hüreyre radıyallâhü anh’in rivâyetinde, Peygamberimiz mahşerdeki sıkıntıyı anlatıyor. Hadis-i şerife göre, insanlar düz ve geniş bir alana, mahşer yerine toplanırlar. Güneş iyice yaklaştırılır. İnsanlar tahammül edemeyecekleri bir sıkıntışa düşerler. Bu sıkıntıdan kurtulmak için bir şefaatçi ararlar. Bazıları, insanlığın babası Âdem Aleyhisselam’a gidip bu sıkıntıdan kurtulmak için ondan şefaat istenmesinin uygun olacağını söyler.

Bunun üzerine insanlar Âdem Aleyhisselam’a giderler ve içinde bulundukları sıkıntıdan kurtulmaları için kendileri hakkında Allah’a şefaatte bulunmasını isterler. Âdem Aleyhisselam, cennette kendi-sine yasak edilen meyveden yediği için kendi namına korktuğunu, kendi nefsini düşündüğünü ve şefaat edemeyeceğini söyleyip insanları Nuh Aleyhisselam’a gönderir.

Nuh Aleyhisselam da mazeret beyan ederek İbrahim Aleyhisselam’a gönderir. İbrahim Aleyhnisselam Musa Aleyhisselam’a, Musa Aleyhisselam İsa Aleyhisselam’a ve nihayet Îsa Aleyhisselam Peygamberimiz’e gönderir.
 
Peygamberimiz Arş’ın altına varıp secdeye kapanır. İnsanlara şefaat eder. Ve şefaatı kabul edilir…

Peygamberler, esas şefaat sahibinin son peygamber olan sevgili resûlümüz olduğunu elbette biliyorlar. Buna rağmen, insanları önce diğer peygamberlere göndermelerinin sebebi, Peygam-berimiz’in şeref ve değerini ortaya çıkarmak içindir.
Bu halin âhirette yaşanacağını bu hadis-i şeriften bilen kimselerden de muhakkak ki Hazreti Âdem, Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti İsa’ya gidecek olanlar olacaktır. Fakat Hazreti Allah büyük şefaat sahibinin Peygamberimiz olduğunu ortaya çıkarmak için o zaman onlara bunu unutturacaktır.

Âhirette böyle olacağı, hadis-i şerifle sabittir. İnsanların o gün peygamberlere müracaat edecek olmaları, onlarla tevessülün de açık bir delilidir.

Tirmizî, İbni Abbas radıyallâhü anhin rivâyetine göre şu hadis-i şerifi tahric ediyor:

“Ashabı kiram oturmuş, kendi aralarında konuşurlarken, Resûlüllah, (s.a.v.) onlara yaklaştı ve konuşmalarını dinledi. Bir kısmı şöyle diyordu:
 
“Allah gerçekten İbrahim’i dost edindi.”
 
Başka biri,
 
“Musa’ya kelamı ile konuştu” diyordu.

Bir başkası,
 
“İsa Allah’ın kelimesi ve ruhudur.”
 
Başka biri,
 
“Allah Âdem’e imtiyaz verdi.”
 
Resûlüllah onlara yaklaştı ve şöyle buyurdu:
 
“Konuşmalarınızı işittim. Söyledikleriniz aynen öyledir. Dikkat ediniz! Ben de Allah’ın habibiyim. Bunda öğünmek yoktur.
Kıyamet günü Livâül hamd sancağını taşıyacak olan benim. Âdem de başkaları da bu sancağın altında olacaktır. Bunda övünmek yoktur.
Kıyâmet günü ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul olunacak olan benim.
 
Ben cennet kapılarının halkalarını ilk tıkırdatacak olanım. Allah benim için cennetin kapısını açtırır. Beni ve benimle beraber olan mü’minleri cennete koyar. Bunda da övünmek yoktur.
 
Ben öncekilerin de sonrakilerin de Allah indinde en şerefli olanıyım. Bunda da övünmek yoktur.”


Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, “Benim şefaatım ümmetimden büyük günah sahiplerine olacaktır” buyurmuştur. Evet, esas ana ve büyük şefaat, günahkâr mü’minlerin cehennemden kurtulmaları için olacaktır. Fakat şefaaatın başka kademeleri de vardır.
Ezcümle şefaat beş kademedir:
1- Mahşer korkusundan rahatlatmak için şefaat.
2- Hesaba çekilen ve azabı hak eden günah-ı kebâir sahibi mü’minlerin, azap olunmadan cennete konulmaları için şefaat.
3- İsyankâr mü’minlerden cehenneme atılanların cehennemden çıkarılmaları için şefaat.
4- Bir kısım mü’minlerin hiç hesaba çekilmeden cennete konulmaları için şefaat.
5- Cennetteki mü’minlerin derecelerinin yükseltilmesi için şefaat.
***

Peygamberimiz’le tevessül etmek, daha O dünyaya gelmeden çok önce de vardı. Şöyle ki:
 
Âdem Aleyhisselam, cennette kendisine yasak edilen meyveden yeyip dünyaya indirildiğinde, bu hatasından dolayı çok gözyaşı döküp istiğfar etmişti.
“Yâ rabbi, eğer beni affetmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için affımı diliyorum” dedi.

Hazreti Allah, (c.c.):
“Yâ Âdem, ben onu henüz yaratmadım. Sen Muhammed’i nasıl biliyorsun? Dedi.

Âdem Aleyhisselam şöyle cevap verdi:
“Yâ rabbi, sen beni kudretinle yaratıp ruh verdiğinde başımı kaldırıp baktığımda Arş’ın ayaklarında lâ ilâhe illAllah Muhammedün Resûlüllah yazılmış olduğunu gördüm. O zaman zatının ismine yanına ancak yaratılmışların en seviml-sinin yazılacağını anladım” dedi.
 
Bunun üzerine Cenab-ı Hak buyurdu ki:
“Yâ Âdem doğru söyledin. Gerçekten o bana yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden affını dilediğin zaman ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni affetmezdim.” Bunu, Hakim’in sahih olduğunu kaydederek tahric ettiği hadis-i şeriften öğreniyoruz.

Resûlüllah Efendimiz vasıtasıyla istekte bulunmak, pek tabii ki bizzat ondan istekte bulunmak değil, Allah indinde yüce kıymet, büyük değer ve yüksek mevki sahibi olan O Hazret’in hatırına aslında Allah’tan istekte bulunmak-tır. Onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan bir istekte bulunanın istediğine kavuşması, ona ait bir şereftir. Bunu inkâr edenler için bu inkârları hor ve hakir olmaları için yeterli bir sebebtir.
 
Tevessülün faydaları, Peygamberimiz’in hayatında da vefatından sonra da sık sık görülmüştür. Birgün, anadan doğma bir zat Peygamberimiz’e gelip, gözlerinin açılması için duâ etmesini istedi. Peygamberimiz de ona güzelce abdest almasını ve şöyle duâ etmesini söyledi:
 
“Ey Allahım, rahmet nebisi olan peygamberin Muhammed (s.a.v.) ile senin zatından istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed Aleyhisselam! İhtiyacımın giderilmesi için senin ile rabbime yöneliyorum. Ey Allahım, onu bana şefaatçı kıl.” Beyhakî bu hadisin sahih olduğu kaydını koyduktan sonra şu ilaveyi yapıyor: “O âmâ şahıs gözü görür halde ayağa kalktı.”

Korkarız ki, bu dünyada gözleri gördüğü halde şefaat ve tevessülü inkâr edenler, âhirette âmâ olarak haşrolunsunlar…

Peygamberimiz’in, kendisi duâ etmeyipte o âmâ zatın duâ etmesini istemesine dikkat etmek lâzım. Görüldüğü gibi, Resûlüllah Efendimiz o zata kendisi vasıtasıyla yardım istemesini tarif etmektedir…

Büyük zatlarla tevessülün sadece o zatlar hayattayken olacağını, dolayısıyla vefatlarından sonra tevessülün câiz olmayacağını söyleyenlere şunu hatırlatmakta fayda var:

Ashabtan, bu göz açılma hadisinin râvisi olan Osman ibni Huneyf, (r.a.) Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz’in halifeliği zamanında yani Peygamberimiz’in vefatından sonra, bir sıkıntısı olan bir kişiye bu duâyı öğretti. O kişi denileni yaptı ve o sıkıntısından kurtuldu ve ihtiyacı görüldü.
Vefatlarından sonra da tevessülün câiz olduğuna delillerden birisi de Peygamberimiz’in duâlarıdır. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem bizzat kendileri
“Ya rabbi, peygamberinin ve benden önceki peygamberlerin hakkı için…” diye duâ ettiği kesindir.Bu duâdan, tevessül edenin, tevessül ettiğinden daha aşağı mertebede olmasının şart olmadığı da anlaşılıyor.

Peygamberlerle vesile etmek câiz olduğu gibi peygamber olmayanlarla, velilerle tevessül etmek de câizdir.  Hazreti Ömer radıyallâhü anh efendimiz, yağmur yağması için Hazreti Abbas’i vesile etmiş ve onun hürmetine yağmur yağdırılması için duâ etmiştir. Bu yaptığı da ashabı kiramdan hiç biri tarafından akla ve dine aykırı görülmemiştir. Bu hadise kendisinden üstün olmayanlarla tevessülün câiz olduğunun da delilidir. Buna ister tevessül, ister vesile, ister istiğâse isterse şefaat denilsin. Hepsi de aynıdır. Bunların hepsi de câiz olup, müşriklerin başkasına ibâdet ederek Allah’a yaklaşmayı dilemesi kabilinden bir şey değildir. Çünkü müşriklerin yaptıkları küfürdür.

Müslümanlar ise tevessül, vesi-le, istiğâse ve şefaat ile Allah’tan başkasına ibâdet etmiyor, fayda ve zarar vermekte Allah’tan başka bir şeyi kabul etmiyorlar ki müşriklerle bir tutulsunlar.
 
Peygamberler ve evliyânın, vefatlarından sonra da imdat etme tasarrufları vardır. Çünkü onlar bizim keyfiyetini anlamadığımız bir şekilde câvidânî bir hayatla berzah hayatıyla diridirler. Namaz kılarlar, haccederler. Nitekim Peygamberimiz sallallallâhü aleyhi ve sellem, İsrâ yolculuğunda Musa Aleyhisselam’ı, kabri üzerinde kızıl topraklı bir tümsekte namaz kılarken gördüğünü haber vermiştir.
 
Peygamberlerin müslümanların imdatlarına yetişmeleri bir mûcize, evliyanınki ise bir kerâmettir. Islam inancına göre mûcize de kerâmet de hak ve gerçektir. Bunu nasipsizlerden ve inancı bozuk olanlardan başkası inkar etmez ve etmemiştir. Allâme İbni Hacer, “Böylelerinin sonlarının kötü olacağından korkulur. Nitekim bir çok kimse bu hataya düşmüş ve helak olmuştur” demektedir.
 
Âlimlerin bildirdiğine gore, velilerin ve diğer mü’minlerin ruhları ile kabirlerindeki cesetleri arasında bir irtibat vardır. Kabirdekiler kendilerini ziyarete gelenleri tanırlar. Canlıların eziyet ve sıkıntı duydukları şeylerden onlar da eziyet ve sıkıntı duyarlar. Kabir/türbe ziyareti yapanları suçlayanlar büyük bir yanılgı içindedirler.
 
Çünkü bu zamana kadar peygamberlerin ve velilerin ölümünden sonra onları ilâh kabul eden tek bir müslüman çıkmamıştır. Maamafih, hıristiyanlar Hazreti İsa’yı, gulât-ı şîa ise Hazreti Ali’yi ilah kabul etmektedir ama, bu yanlışlıklar müslümanları bağlamaz. Zaten onların sapıklıkları, Hazreti İsa ve Hazreti Ali’nin kabirlerini  ziyaret etmekten dolayı da değildir. İnsanların kulluk bakımından en aşağıda olanları, Allahü Teâlâ’ya ortak koşan kâfirlerdir.

Ali EREN-GURABA MECMUASI-13.Sayı


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ehl-i Sünnete göre Şefaat, Tevessül ve İstimdad
« Yanıtla #4 : 29 Şubat 2016, 13:12:34 »

Ehl-i Sünnete göre Şefaat, Tevessül ve İstimdad

Mutezile taifelerinin bir kısmı ve Hâricilerin hepsi, bu meselede lâhik olan İbnu Teymiye ve tâ'bileri, umumen El-Ğâfir sûresi 18 ve El-Müddessir suresinin 48. ayetleri kafirler hakkında nazil olduğu halde, mezkur ayetlere istinaden mutlak şefaati kökünden inkar ederler. kendi mezheplerine de ehli tevhid ismini koymuşlardır.

M.1703 ile 1787 tarihleri arasında Abdulvahhab oğlu Muhammed'in talebeleri İslam beldelerine galib olmuşlar. Bunların bir kısmı fıkıhta İmam Ahmed bin Hanbel'in mezhebine mensub olan İbnu Teymiye'nin ictihadlarını kendilerine alet ederek, ehli tevhidden Muhammediyye tarîkindeniz, demekle meydana çıkmışlardır. Ve Vahabîlik mezhebini tesis etmişlerdir. Aslında bunlar, Teymiyeci de değiller. Ümmetin baş belalarıdırlar. Mezhebleri, tarîkatleri şirk saydıkları gibi, günahkarları da müşrik görürler.

Feyz-ul-Kadîr'in müellifi, İmam-ı Subkî'den naklen şöyle demiştir: " Allah Teala'ya yaklaşmak için Peygamberleri vesile kılmayı = teşeffu' ve istiâneyi, selef ve haleften, İbnu Teymiye'ye gelinceye kadar hiçbir kimse inkar etmemiştir. o ise hak yoldan ayrılıp, şefaat ve vasıtayı, meded beklemeyi inkar etmiştir.[1]

Şihabeddîn Seyyid Mahmud Âlûsî tefsirinde, İbnu Teymiye ve arkasında gidenlerin haksız olduklarını belirtmiştir. Oğlu veya torunu = Cilâu-l-Ayneyn kitabının sahibi ve mezkur tefsirin musahhihi, tefsir sahibinin, İbnu Teymiye'nin kitaplarına vakıf olmadığını iddia etmiştir. Seyyid mahmud Şükrü de son zamanlarda Vahabilerin fikirlerini takviye etmiştir.

Tefsirin sahibi Şihabeddin Hazretleri, aynı tefsirde İmam Subkî'nin İbnu Teymiye'ye karşı fazla hakaret yaptığını kaydettikten sonra 128. sayfasında tevessülde hiçbir beis olmadığını kaydetmektedir.[2] Âlûsî c.6 s.126, 128

Tefsirin sahibi, mutlak vesileyi inkar etmemiştir. Mevlânâ Hâlid Bağdâdî kuddise sırruhu'nun halifesi nasıl vesileyi inkar eder? El-hak Seyyid Mahmud Şükrü, Şeyh Yûsuf Nebehânî'nin dediği gibi, Vahabîlere yardımcı olduğu gibi bir de bu mübarek tefsirin sahibine leke getirmiştir. Ve Teymiyeci olarak göstermiştir.

Et-Tâc-ul-Câmiu-l-Usûl'de : " Mutezile olanların bazıları ve Hâricilerin hepsi, El-Mü'min sûresinin 18, El-Müddessir sûresinin 48. ayetlerini, " kafirler hakkında şefaat kabul değildir " diye nazil olduğu halde, hata ederek Müslümanlar hakkında icra etmişlerdir. " denilmektedir.[3] Halbuki İbnu Mes'ud rivayetinde; " Melekler, peygamberler, şehidler ve Salihler, bütün kamil Müminler, ehli şefaattirler ". İbnu Abidin: " Haricilere tabi' olanlar Abdulvahhab taraftarları, Necid tarafından çıkıp Mekke ve Medine’ye galib oldular. Onlar güya Hanbelî mezhebini tahlil ve tahrir ederler. Onların itikadınca yalnız kendileri Müslüman’dır. Hâşâ haleflerini müşrik diye tabir ederler ve Ehli Sünnet VelCemaat alimlerinin katlini mubah kılarlar. Hem de Müslüman alimlerinin pek çoğunu öldürmüşlerdir. Hakk Teâlâ onların hepsini kırıp beldelerini harab eyledi. Nihayet Müslüman askerleri, onları mağlub etmekle refaha kavuştular. " demektedir.[4]

Celâli şerhinde : " İbnu teymiye, şüphesiz Mücessime mezhebine çok meyledicidir. " diye kaydedilirken, muhaşşîlerden Fâdıl Gelenbevî, Mercânî Halhâlî'de onun fikrine iştirak edip İbnu Teymiye'nin müdafaasını etmemiştir ve İbnu Rüşd'ü tenkid etmişlerdir. Arabca bilenler için Gelenbevî haşiyesini tavsiye ederiz.[5]

Şefaat manasında gerek hadis ve gerek tasavvuf kitapları ve gerekse ehli kelam, selef-i salihîn, halef-i tâbiîn ittifakla dört kelime kullanmıştır.

1- İstiâne; yardım taleb etmek manasındadır.

2- İstiğâse; meded istemek ve meded beklemek demektir.

3- Tevessül; herhangi bir zat veyahud da salih ameli, Allah Azze ve celle'ye tekarrub ve yakın olmak için vasıta etmektir. Vâsil : tâlib, rağbet edici demektir.

4- Teveccüh; yüzünü başkaya döndürmektir. Tevcîh, lügat hususunda, yönelmek manasında ise de, ıstılah olarak göndermek ve yönelmek demektir.

Bu dört kelimenin manalarını içine alan, içinde kuşatan, şefaat kelimesidir. Şefaat : dilemek, esirgemek, göndermek, işi yapmak için diğerini vasıta kılmak demektir; salih kimsenin eteğine yapışmak ve yanaşmak iştişfâ'dır.

Şeriat diliyle şefaat, vesile, istiğâse, teveccüh ve istiâne aynı manalarda kullanılmıştır.

Halkın bu kelimeleri kullanmaları, küfür ve şirke mûcib değildir. Şu hadîs-i şerifin tahlîline bakalım:

Allâhumme innî eselüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin (sallAllahu aleyhi ve sellem) Yâ Muhammed innî teveccehtü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî litukdâ lî Allahumme feşeffi'hu fîyye

Eteveccehû ileyke : Yüzümü günahtan emirlerine döndürüyorum,

binebiyyike : Nebin'le

binebiyyike' nin bâ harfi  musâhabe manasında oluyorsa, " Kalbî rabıta üzere Peygamber'inle birlikte" istiâne manasında olursa, " Peygamber'in yardımı = imdadıma yetişmesiyle" ; mülâbese olursa, " Peygamber'in varlığını kendime çadır gibi korunak yapmamla San'a yöneliyorum." demek olur.

bike' nin bâ harfi de aynı manaları kuşatmaktadır.

isteante yardımı taleb ettim.

isteşfa'tü Şefaatçi olarak kabul ettim.

teveccehtü binnebiyyi ilallâh kalben, rûhen, Allah'ın Nebisi'ne sevgi rabıtasıyla Allah'a yöneldim = Peygamber'in azametine inanmış olduğum halde rûhâniyetini beni kuşatıcı bir çadır gibi korunak yapmakla Allah'a yöneldim.

Aynı üç mana itibarıyla:

a- İsteğastü binebiyyi minAllahi Nebi'yle Allah'tan yardımı diledim.

b- tevesseltü binebbiyi minAllahi Nebîye tevessül ederek, Allah'tan yardımı almaya Nebî'yi vesile ve vasıta kıldım.

c- İsteantü minAllahi binebiyyi Nebisi'yle Allah’tan yardımı diledim.

d- İsteşfe'tu minennebiyyi indAllahi Allah'ın nezdinde sözümün kabulü için Nebî'den şefaat = dua taleb ettim. " denilmesi caizdir. Çünkü kul Allah'a karşı acizliğini idrak ettiği andan itibaren yüzsüzlüğünden dolayı gayrını konuşturur. İstirhamının kabulüne, cezanın kaldırılmasına, nimetlerin elde edilmesine Allah Azze ve Celle nezdinde makbul gördüğü zâtı yerinde tayin eder, konuşturur. Nitekim imamın Fâtihâyı okuması ve cemaatin susması, bu konuya canlı bir misaldir. Bu keyfiyetle tevessül ve teveccüh, bid'at değildir, meşru' ve caizdir. Şöyle ki :

Hasreti Fahr-i âlem'e bir gün bir kör geldi, dedi ki: Ya RasûlAllah, malum-u âliniz ben körüm, elimi tutacak kimsem yoktur. Bana dua et ki ben göreyim. Hazreti Fahr-i âlem ona buyurdu ki : " Eğer sen haline sabretsen, duadan daha hayırlıdır. " Adam: " Ben sana geldim; bana dua et. " diye ısrar etti. Hazreti RasûlAllah ona dua etmedi, fakat şöylece emretti: " Abdest aldıktan sonra iki rekat namaz kıl, sonra şu duayı oku." İşte bu, tevessülün varlığına delildir :

Allâhumme innî eselüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin (sallAllahu aleyhi ve sellem) Yâ Muhammed innî teveccehtü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî litukdâ lî Allahumme feşeffi'hu fîyye

Tercüme ve izahı: " Allah'ım! Gerçekte ben ( bütün masivâdan ümid keserek sadece) Rahmet Nebisi olan Muhammed'in yani Sen'in Nebin'in vesilesiyle kalben ve ihlas üzere San'a yönelmiş olduğum halde ( ihtiyaçlarımın giderilmesini) Sen'den isterim... " Mirkât-ul-mefâtih c.5 s.359 h.n. 2495, el-Kâşif an Hakâik-is-Sünen c.5 s.209, Feyz-ul-Kadîr c.2 s.134 h.n.1508, Kenz-ul-Ummâl h.n 16816, 3640

Bu arada Mü'min iç içe dalarak, Allah'tan başka her şeyi kalbinden siler, Rasûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in Rûh-u Şeriflerini aklına getirir; ruhaniyetini nurani bir çadır olarak üstüne alır, korunak yapar: " Şu anda Peygamberim benden haberdardır, yardımıma şefkat ve lütufta bulunur." diye itikad eder.. Çok uzaktan ruhen dille nida ederek. " Ya RasulAllah hakikaten ben Seni vasıta kılarak hulûs-i kalb üzere Rabb'ime yöneldim. Şu ihtiyacımın bana giderilmesi için... " diyerek Peygamber'i kendinden haberdar kılar. ve bağlılığını kendisine bildirir. işte bu bildiriş içinde, aklında ve hayalinde ihtiyacının ismini söyler ve Rasulullah'a ne için yöneldiğini arz eder. Bu  arz ı hal anında tekrar tevessülden tevekkül ve tevhide dönerek: "... Allah'ım! Onu hakkımda şefaatçi kıl." der.

Bu dua muazzam bir edebi ve duaların makbulü için ve şefaat istemek için şart ve usulleri öğretmiştir.

Ehli inad gibi tevessülü bırakmak yahud cahil sofiler gibi tevekkülü bırakmak doğru değildir; ikisinin beraberliği şarttır. Zira her iki fikri de Rasûlu Muhterem sallAllahu teala aleyhi ve sellem reddedip iki kelimede beyan buyurmuştur. Şöyle ki müstakbel fiiliyle " : " Allah'ım! Gerçekte ben ( bütün masivâdan ümid keserek sadece) Rahmet Nebisi olan Muhammed'in yani Sen'in Nebin'in vesilesiyle kalben ve ihlas üzere San'a yönelmiş olduğum halde ( ihtiyaçlarımın giderilmesini) Sen'den isterim... " cümlesinde, kulun, yardım etmekte müstakil olmayacağı bildirilmiştir. " Men zellezî yeşfeu indehû illâ biiznihî.." ".. Allah'ın izni olmadıkça Nezdi'nde şefaat edecek kimmiş?.. " el-Bakara 255 buyrulmaktadır.

"... Allah'ım! Onu hakkımda şefaatçi kıl." cümlesi ile kul şunu demek ister. " Ya Rabb, Hazreti Rasûlu’ne izin ver ki bana yardımcı olsun." Bu sefer kul kendi başına Allah Teala'ya karşı kendini mahcub görürse ne şekilde meramını ifade edeceğini bilemediğinden ve kendini o huzura layık görmediğinden şöyle diyecek : " Ey Allah'ın Rasulu, ben Senin şefaatinle, hem de meded ve yardımınla Rabb'ime yöneldim. " Sonra mazi fiille teveccehtu bike demekle şunu ifade eder: Hakiki tesir edici Cenâb-ı Allah'tır, lakin Hazreti Fahr-i âlemi, rahmet yağmuruna bulut kılmıştır. Nasıl bulutsuz yağmur yağmaz ise, vesilesiz ve şefaatsiz de Allah Teâlâ'nın rahmeti inmez. Herkesçe malumdur ki, yağmuru yağdıran elbette Allah Teâlâ'dır. Feyz-ul-Kâdir c.2 s.234 Ğavs-ul-İbâd bi Beyân-ir-Reşad s.209

Allah'ım, bizler Nebîmiz sallAllahu aleyhi ve sellem'e tevessül ederdik; bize yağmur yağdırman için. Gerçekte biz Nebîmizin amcasıyla san'a tevessül ederiz. Bize yağmur yağdır.  Kenz-ul-Ummal c.9 s.5; Hakim'in Müstedrek'i c.2 s.32 Buhari'nin -bizim tesbitimize göre 960.hadis; İstiska babında.. Şerhi Fet-ul-Bari c.2 s.413 Şerhi Umdet-ul-Kari c.3 s.437, Şerhi Kermani c.5 s.103; Tefsir-i kurtubi c.6 s.159 Buhari şerhi İrşad-us-Sari c.2 s.228

Ashabı kiramdan hiçbiri hazreti Ömer'e, Peygamber ravzasında diridir; neden Ona tevessül etmiyorsun da, Hazreti Abbas'la tevessül ediyorsun demediler. Hepsi de Hazreti Ömer'le birlikte bu tevessülü kabul ettiler

Tevessül hususunda dilerseniz En-Nisa' 64 ve El-Maide 35. ayetleriyle alakalı İbnu kesir c.2 s.306; Alusi cüz 6 s.35; Keşşaf c.1 s.538; Tefsir-i Hatib c.1 s.307 ve sair tefsirlere bakınız; vesileden maksadın salih amel ve salih insan olduğunu görürsünüz.Bu hususta hiçbir tefsir diğerine muhalefet etmemiştir. Ehli Sünnet dışındakiler müstesna..

Hâfız İbnu Hacer ve İmam Aynî diyorlar ki: " Hazreti Ömer'in Hazreti abbas'la tevessülü hakkındaki hadis merfû'dur; ibnu Habban da Sahîh'inde tahric etmiştir. Bu kıssadan, hayırlı ve salahiyetli zevat ve Nebî sallAllahu aleyhi ve sellem'in ehli beytiyle istişfa'nın müstehab oluşu istifade olunmaktadır. "

İbnu Teymiye, yukarıdaki hadisten dolayı, diri olan zevatla huzurlarında tevessülün caiz olduğunu, gıyablarında caiz olmadığını söylemektedir. Buhari'nin şarihlerinden Muhammed Enver Keşmîrî diyor ki: " Hafız ibnu Teymiye bunu men etmiştir. Ben de bu hususta müterettidim. Zira Tecrîd-ul-Kudûrî'den İmam A'zam'ın Allah'ın isimlerinden başkasıyla iksâmın caiz olmadığı sözünü nakletmiştir. Allah Teala'nın isminden başkasıyla iksâmın caiz olmamasını, tevessülün nefyine hamletmiştir. Eğer tevessül, iksam değil ise mesele İbnu Teymiye'nin dediği gibidir. Eğer tevessül iksam değilse, tevessül caizdir. "

Keşmirî'nin bu sözüne dikkat edilsin... Kendisi mütereddid olduğunu itiraf etmektedir. Allah'ın isminden başkasıyla iksam, Ehli sünnet arasında ihtilaflıdır. Amma tevessül, teveccuh, istişfa' ittifakla meşru'dur.

Hafız Zebîdî İthaf adlı eserinde : " Ebû Hanîfe ve arkadaşları, adamın: Filanın hakkı için, enbiyanın hakkı için, beyt-i haram hakkı için, meş'ir-ul-haram hakkı için şunu sen'den dilerim" demesini kerih görmüşlerdir. " Eğer Ebû Hanife tevessülü kerih görseydi, ulema ondan nakledecekti. -

Zevatlarla tevessül caiz olunca, ölüye tevessül ile diriye tevessül arasında fark yoktur. Allâme Şehâb-ur-Remeliyy-uş-Şafiî rahimehullah, " Avamın, belaya giriftar olduklarında ' ya şeyh filan' demelerine ne buyurursunuz? ' sorusuna : " Enbiya ve rusulle aleyhimussalatu vesselam, evliya, ulema ve Salihlerle istiğase caizdir. " cevabını vermiştir. Şeyh Abdulğânî En-Nablûsî Cem'u-l-Esrar fî Men'i Eşrâr an-it-Ta'ni fisSofîyet-il-Ahyar adlı eserinde, Şehab-ur-Remlî'nin sözünü naklettikten sonra şöyle devam eder : " Şehab-ur-Remlî, Ey İman edenler Allah'tan korkun ve vesileyi taleb edin.. " mealindeki ayete mebni, tevessül ve istiğasenin caiz olduğunu kastetmektedir. Nitekim Şehab remlî demiştir ki: Enbiya ve evliyaya, ölümlerinden sonda da sığınmak caizdir. Çünkü enbiyanın mu'cizeleri, evliyanın kerametleri, ölümleriyle kesilmez.

Şevâhid-ul Hak adlı eserde, Şeyh Yûsuf Nebehânî bu hususta dört mezheb ulemasının sözlerini nakletmektedir.

Hanefîlerden Hayreddîn-u Remlî el-Fetevâ-l-Hayriyye adlı eserinde " Bir takım insanların zikir esnasında ' Ya Şeyh Abdulkadir, şey Lillah' ' Ya şeyh Ahmet Rufâi, şey lillah' ve benzeriyle meded istemeleri hakkında ne buyurursunuz? ' sorusuna cevaben şöyle demektedir: " Onların Ya şeyh Abdulkadir demeleri nidâdır. Şey Lillah = Allah için bir şey demeleri, Allah Teala'nın ikramıyla bir şeyi taleb etmektir. Bunun haramlığına hiç bir gerek yoktur. Kayd-uş-Şerâid ve Nazm-ul-Ferâid adlı eserin müellifinin ' Şey lillah ' diyen ba'z kafir olur demesine mağrur olmaya gerek yoktur. Çünkü sözünün delili yoktur "

Binaenaleyh her iki Remlî'nin de fetvalarına göre, şeyhinden meded bekleyen e ona sığınan kimsenin talebi, masiyet ve küfür değildir. Binaenaleyh Saik Havva'nın Terbiye tun-er-Ruhiyle adlı eserinde böyle sözlerin şiadan Sünnilere geçmesini iddia etmesi, ' Meded ya seyyîd-i filan ' caiz değildir ve tevhide hücumdur demesi, böylece Hasan en-Nedev'in Müzakerat adlı risalesinde, bu gibi sözleri reddetmesi, delilsizdir. Bunlar, ustadlarıyla birlikte, bu noktada Ehli sünnet velCemaat ten ayrılıp Vahabilerle birleşmişlerdir.  Zatlarla tevessülün şartı zatları kul olarak inanmaktır. Hakiki fail olarak inanmak şirktir.

Rasulullah'ın hayatından sonra da, Ona tevessül etmenin cevazına delâlet eden bir hususta şudur: Tehiyyattaki " Esselâmu aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtuhu" Selam ve selametler, rahmetim ve bereketlerim senin üzerimdedir ey Nebim.. " sözüyle her mü'min Onu selamlar. Bu tevessülün ifadesidir.

Şimdiki fikir cereyanı, kabir azabını, şefaati, sırâtı, mi'râcı inkar eden nice melek kılığında şeytanlar vardır ki Vahabiyye fikrini neşrederler. Pek çok Müslümanlar da onlara aldanıyorlar. Hatta Merdâvî, İbnu Teymiye, İbnu Müflih ve İbnu Dûyan diyorlar ki: " Her kim kendisiyle Allah Teala arasında vasıtayı kabul ederse o kimse kafirdir = müşriktir. " El-insaf ( Merdâvî) c.1 s.327, İhtiyarat ' Teymiye) s.404, Furû7 ( İbnu Müflih) c.2 s.159 Menar-us-Sebîl c.2 s.404, Mukdis-ul-İkna' c.4 s.297 Yani demek istiyorlar ki, herhangi bir kuldan meded beklenilmez, ona rabıta kurulmaz, vasıta, şefaat, rabıta yoktur; bunlara inanan kimse mürteddir....

Halbuki milyarlarca, körü körüne değil naklî ve aklî delillerle din alimleri, nice Gazâlî ve Rabbânî gibi zatların arkasından giden zatlar, vasıtayı kabul etmişler ve inanmışlardır. Bu zatları tekfir etmek demek, ümmetin en büyüklerini tekfir etmek demektir. Binaenaleyh şimdiki profesörlerin ekserisi hatta neşriyatçıların çoğu bu hataya düşmektedirler. Halbuki İslamiyet’i sahih olan Müslümanlara kafir demek yahud onları kafir görmek küfrün ta kendisidir.

Müşahede ediyoruz ki, şimdiki müellifler, yukarda ismi geçen alimlerden naklediyorlar. Kendilerini Ehli sünnetten zannedip Ehli sünnet velCemaat'in inancı dışında pek çok fikirleri ileri sürmektedirler. Allah Teala bütün Müslümanları sapık fikirlerden muhafaza etsin ( Âmîn). Eski âlimlerin tabirinde kullanılan küfür kelimesi, küfrân-ı nimet (nimete karşı nankörlük) manasındadır, yoksa küfr-i hakîkî değildir. Buna dikkat edelim. Korkarım ve dilerim ki Mısır'a gelen darbe diğer İslam ülkelerine sirayet etmesin... Allah Teala bizleri muhafaza eylesin (Âmîn)

Vahhabiler ecdadları hariciler gibi, halen Salihlerin türbelerine, mürşid ve ehli beyte ve dört mezhebin tabi lerine, tarikatlerine kin bağlarlar. Her birisi de ictihad davası peşindedir. " Görüşüm " diye, sapık fikirlerini koskocaman müctehidlerin fikirlerine mukayese ederler. İşte mühim mevzulardan birisi de budur. Onun için tashih-i itikad her şeyden önce farz olduğundan, Ehli sünnet velCemaat’in fikirlerini ölçü tutarak eserleri okumak lazımdır. Şunu da bilelim ki eser okumakla insan kamil olmaz. Ancak eserleri kamil bir insandan öğrenip kemal-i edeble onunla amel etmek gerekir.

Bu mevzuda vahabilerin isimlerini teşhir etmekten utanıyorum. Fakat eski zamanda ve şimdiki zamanda İslam müctehidleri onları ismen belletmiştir. Kin tutmak ve intikam almaktan korkmamış olsaydım, her zümre içindeki vahabiyyul meşreb olan alimleri ve cahil sofuları ismen yazacaktım. Tuzaklarına düşmemek için istikameti düzgün, ilmiyle amil alimleri arayalım.

Enbiya ve evliyaya verilen izin sebebiyle mucize ve keramet olarak zuhura çıkan bütün olayların fâili Allah Azze ve celle'dir; bulut yağmurun yağmasına vesile olduğu gibi bunlar da mucize ve kerametin zuhuruna sebebdirler. binaenaleyh enbiya ve Salihlerin ruhânîlerinin, Mü'minlerin imdadlarına koşmaları, belaların kaldırılması için yalvarışları vakidir, müşahede edilmektedir. Şüphesiz bunlar hepsi şefaat kelimesine dahildir.

[1] Feyz-ul-Kadîr c.2 s.135

[2] Âlûsî c.6 s.126, 128

[3] c.5 s.383

[4] Redd-ul-Muhtar ( İbni Âbidîn) c.4 s.262
Allah cumlemizi dogru itikaddan ayirmasin!

[5] Hâşiyet-ul-Gelenbevî c.2 s.262


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Tevessül (Ebü'l-Hasan Harkânî Hazretleri K.S.)
« Yanıtla #5 : 29 Şubat 2016, 13:19:18 »
Tevessül

Bir kafilede bulunan insanlar, Ebü’l-Hasan Harkânî hazretlerinin (k.s) huzuruna gelip; “Yollar korkuludur. Bize bir duâ öğretiniz” diye istirhâm ettiler.
Buyurdu ki: “O zaman, Ebü’l-Hasan'ı hatırınıza getiriniz!”
Bu söz, bazılarının hoşlarına gitmedi. Yolda önlerine eşkıya, çıktı. Hepsinin mallarını aldı. Yalnız, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini hatırlayan bir kimsenin malına zarar gelmedi. Bu hâle arkadaşları şaşıp, sebebini sorduklarında; “Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'yi hatırladım ve kurtuldum” cevâbını aldılar. Gelip durumu Ebü'l-Hasan hazretlerine anlattılar.
Ve; “Biz Allah'tan yardım istedik, eşkıyalar bizi soydu. Fakat seni hatırlayan şu arkadaş kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular.

“O arkadaşınızı kurtaran, Allâhü Teâlâ’dır. Günahkâr ağızdan çıkan duâyı Cenâb-ı Hak kabul etmez. Bunun için siz Allah'a yalvardığınız zaman duânız kabul olmadı. Bu, arkadaşınız beni hatırlayıp imdat isteyince, ben de Rabbime duâ ettim; “Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar dedim. Rabbim benim duâmı kabul ettiği için, o arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir” buyurdu.

3 Eylül 2003 Çarşamba, Fazilet Takvimi Arkası