Gönderen Konu: Ev hanımı değil, evin hanımı olmak  (Okunma sayısı 4594 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Ev hanımı değil, evin hanımı olmak
« : 14 Kasım 2010, 03:44:46 »

“Çocuğun okulundan ya da başka bir yerden ne zaman ki bir vesileyle ne iş yaptığımı sorsalar, ev hanımıyım demekten rahatsız oluyorum. Yüzüme aşağılayıcı bir ifadeyle baktıklarını hissediyorum. İşe yaramadığımı, bir mesleğim olmadığı için tüketici olarak görüldüğümü, çalışan hanımların daha özgür, özgüvenli ve değerli olduklarını düşünüyorum’’


Modernizm ve onun bir uzantısı olarak ortaya çıkan feminizm özellikle birçok kadını yaratılışının dışında yaşamaya ve olmaya zorladı. Hırçınca bir hak savaşının ortasında kalan kadınlar, hem ellerinden alındığına inandıkları özgürlüklerini geri almaya çalışırken, hem de kendi iç dünyalarındaki savaşa maruz kaldılar.

Birçok kavram değişime uğrayınca, yaşadığımız süreç de sorgulanır oldu. Özgür olmak çalışmakla, para kazanmakla eş tutulurken, evde olmak, ev hanımı olmak aşağılanır ve hor görülür oldu. Kendini ezdirmemek, hakkını savunmak dolduruşuna gelen birçok kadının evdeki huzuru da kaçtı. Narsizim çağında yaşıyor olmak ve hedonizmin hayatımızı yönlendirmesi sonucunda erkek ve kadının rolleri de değişti. Erkek evini geçindirme, rızkını kazanma sorumluluğunu tek başına yüklenmek istememeye başladı. En azından bu tip erkek yapısı giderek çoğaldı.

Dışarıda çalışan kadının parası ve özgürlüğü var gibi görünse de, aslında mesaisi ikiye katlandı. Ben bunu da yapabilirim, başarabilirim diyen kadın için dışarı ve içeri hayatının bütün sorumlulukları üzerine kaldı. Bu durum onun fıtratının üstünde bir yük oluşturduğu için zamanla hırçınlaştı, öfkeli ve tahammülsüz oldu. İçten içe eşine öfke beslemeye, hayatını kolaylaştırmadığı için yüreğinde öfke büyütmeye başladı. Bu onun ince ve hassas yaratılışına birçok zararlar verdi. Kendine dönüp baktığında eski duygularıyla şimdiler arasında nice uçurumlar gördü…

Çok yoğun çalışan kadına dair toplumun ve ailenin beklentileri de azalmadı. Yine evinde de temiz bir kadın, iyi yemek pişiren bir aşçı, eğitimli bir anne, sabırlı, itaatkâr, becerikli ve güleryüzlü bir kadın olması beklendi. İlişki içinde var olmaya ve ilişkide onaylanmaya alışkın olarak büyütülen kadın, bu beklentileri gerçekleştirme ve yapabileceğini gösterme sürecine girdi. Hepsinin altından kalkabileceğini gösterirken, otuzlu yaşlarına geldiğinde kendini tükenmiş ve yorgun hissetmeye başladı.

Bir taraftan çalıştığı için çalışmayan kadınlar tarafından gıptayla bakılan, özenilen, diğer taraftan kendi iç dünyasında zorlanan, yorulan, savaşan ve suçluluk duyan bir kadın olarak iki farklı hayatın kahramanı olarak yaşamaya çalıştı.

Öbür tarafta eve kapatıldığını düşünen, özellikle de eşi tarafından şefkatli ve özenli davranılmayan kadın ise, kendini sürekli aynı şekilde dönen bir çarkın içinde hisseder oldu. Evdeki emeğine değer verilmeyip, kıymetsizleştirilip, aşağılandığında, bu durum kadının kendine dair algısını da olumsuz etkiledi. Çalışmadığı için değer görmediği, para kazanamadığı için bu şekilde adam yerine konmadığı yargısını geliştirdi.

İkisi de kadını tam anlamıyla mutlu etmiyorsa nedir o zaman doğrusu? Fıtratımıza en uygun yaşama biçimi hangisi? Kadını gerçekten yaratılışına uygun olarak yaşama imkânı sağlayacak, kendinden ve hayatından hoşnut kılacak, değer duygusunu pekiştirecek hayat biçimi nasıl olmalı?

Kadın duyguları ve farklı becerileri bir arada kullanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Aşırı yüklenilmesi kadar, aşırı boşlukta kalması da onun için sıkıntılı durumlar oluşturabilmektedir. Tam gün mesaili, ağır bir işte çalışmak (ki birçok kadın istemese de buna mecbur olarak çalışır) onun ruhunu yorar, duygularını incitir. Özellikle de şu zamana ait iş yerlerinde var olan ilişki şekilleri göz önüne alındığında, bu daha da vahim bir hal almaktadır.

Aşırı boş kalan, zamanını boşlukta ve gereksiz uğraşlarla harcayan kadınlarda ise, fıtrat nefis yönünde bozulma göstererek, kendi kendini mutsuz eden vesveseli bir yapı oluşturur. Ruhunu besleyecek, ona iyi gelecek beceriler kazanmak yerine, sahip olma arzusunun ağır bastığı, var oluşunu sahip olduklarına göre hesaplayan bir kişilik geliştirir. Bu durum ise, elindekileri hep az bulmaya, yetersiz görmeye, sürekli daha fazlasını arzu etmeye götürür. Elindekiler onun gözünde kıymetsizleşir. Hep daha fazlasını ister, diğerleriyle elindekileri kıyas etme ve karşılaştırma alışkanlığı ruh sağlığını bozar, depresyon ve kaygı bozuklukları gibi birçok hastalığa da yol açabilir.

Bu sonuçlara bakarak, keşke biz kadınların part-time çalışabileceğimiz işlerimiz olsa… Mesleklerimizi seçerken buna dair fırsatlar verilse…

Kendi evimizde ilgilenebileceğimiz, bizi Yaratan’ın hamurumuza koyduğu yetenekleri keşfederek yaşayabileceğimiz ilgi alanları oluşturabilsek… Günlük işlerimiz bitirdikten sonra yaptığımız, bizi mutlu eden, keyifli kılan işler yapabilsek... Toplumsal onaylanma, takdir edilme ve toplumun normlarına kendimizi adapte etme meylimizi bırakabilsek… Kendimizi geliştirirken çocuklarımızla oynayacak, onları yakından tanıyacak kadar zaman bulabilsek…

Kendimizi ev hanımı gibi değil de, evimizin hanımı gibi hissedebilsek keşke…

Her ne kadar bu her zaman elimizde olmasa da ve birçok kadın hâlâ uzun mesaili ağır işlerde çalışmak zorundaysa da, biz kendi bakış açımızı değiştirerek işe başlayabiliriz. En azından modernizmin kadına sunduğu ve dayattığı birçok konuda kendi fıtratımızı koruma yönünde kararlar alabiliriz. Hırslarımızın bizi hapsetmesine, hükmetmeye çalışmasına karşı durabiliriz.

Öncelikle, onaylanma, takdir edilme ve mükemmel olma iddialarımızın aslında bizi ne kadar yorduğunu ve yıprattığını fark ederek işe başlayabiliriz.

Öncelikle kendimizi tanıyarak ve keşfederek yolumuzda ufak tefek de olsa değişiklikler yapabiliriz. Kendimize nefes alma zamanları, ruhumuzu dinlendirme anları ayarlayabiliriz. Yapmaktan zevk aldığımız, ruhumuza iyi gelen uğraşılar bulabiliriz. Bunlara ayırdığımız kısa zamanlar bile bizi besleyecek, yorgunluğumuzu alacaktır.

Dünyamıza aldığımız, günlük hayatımıza ve ruhumuza faydası olmayan fazlalıklara hayır diyerek işe başlayabiliriz. Birçok kere güzel bir hayır diyememek yüzünden yaşadığımız birçok zamanın boşaltılmasıyla bile, kendimize nefes alabileceğimiz zamanlar ayarlayabiliriz diye düşünüyorum.

Ev hanımı olma durumundan, evimizin hanımı olma mertebesine kendimizi yine kendi elimizden tutarak kendimiz çıkarabiliriz.

Banu Yaşar

mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Ev hanımı değil, evin hanımı olmak
« Yanıtla #1 : 15 Ocak 2012, 13:02:14 »
Annelikten cariyeliğe geçiş bu mu?






Bizim neslin çoğu annelerinin ellerinden tutarak okula götürdüğü, beslenmesinde evde yapılmış mis gibi üzümlü kekleri keyifle yiyen, eve döndüğünde sımsıcak bir anne gülümsemesi ile kapıda karşılanan bir çocukluk geçirmişti.

 Bizim annelerimiz evlerinde çalışır, dantel- kaneviçe yaparak evlerine katkı sağlarlardı. Mesela bizim evimizin bir odasında büyük bir örgü makinesi vardı ve annem o makinenin başında en az babam kadar yorulurdu. Sanki bütün mahallenin kışlık kıyafetlerini annem hazırlardı ama annem hep evde olurdu, yün yumaklarının arasında, sıcacık sobanın yanında.

 Oysa aradan geçen yıllar dünyayı küreselleştirdi ve çalışmayı bizler için daha cazip hatta kimi bakış açılarına göre zaruri kıldı. Hal böyle olup çalışan annelerin sayısı artınca çocukların anneleri ile ilişkileri, annelerinden beklentileri de değişti. Çalışmanın verdiği ifade tarifsiz mahcubiyeti gidermek istercesine anneler çocukların her isteğini hemen yapar oldular.

 Eskiden anneler çocuklarını beklerken şimdi çocuklar annelerini bekler oldular işten dönüşünü gözleyerek pencere önlerinde ya da sabahın erken saatlerinde anne babaları ile yolara düşüp servislerle ikinci evleri saydıkları kreşlere gider oldular.

 Eskiden annemizin bizim için yaptığı her şey bizzat onun elinin emeği iken (atkısından, beresine, pastasından meyve suyuna..) şimdilerde annelerin bu sayılanları gidip bir marketten alacak vakti bile sınırlı.

 Bizim annelerimiz sabah bizleri okula, babalarımıza işe gönderip erkenden bütün ev işlerini halleder, karşı komşu ile bir çay içip dertleşecek vakit bulur, akşam da eline çayını alıp biz ödevlerimizi yaparken yanımızda olurdu, sorduğumuz her soruya cevap veremese de.

 Bizim çocuklarımız bizim kadar şanslı çocukluklar geçir(e)miyorlar ne yazık ki. Çalışmayan annelerin “Aman kızım oku, bir bileziğin olsun.” Diyerek büyüttüğü bizlerin çoğu çalışıyor artık. Önceki yazımda da dediğim gibi okumamak, çalışmamak bir tercih olmaktan çıkıp toplumsal bir baskıya dönüştü kanımca.

 Zeki ve kabiliyetli olduğunu göstermek için okumalı, okuduysan çalışmalı, çalıyorsan da seni mutlu eden, huzur veren değil sana iyi para kazandıracak bir mesleği icra etmelisin.

 Toplumun bu şartlandırmasını öyle kanıksıyoruz ki okulu bitirince, işten ayrılınca depresyona giren genç kızların kadınların sayısı hiç de az değil.

 İsterseniz girmeyin. Her gün karşılaştığınız insanlar size işe tekrar ne zaman başlayacağınızı sorar, bu devirde ancak iki kişinin çalışması ile geçinilebileceğini dikte eder, “Aman çalış, eşine muhtaç olma.” ( insanın eşine muhtaç olması da neyse) diye öğütler, nihayetinde geçmişte çektiğiniz maddi sıkıntıları birer imtihan olmaktan çıkartıp sizin için acı birer tecrübeye dönüştürüverirler.

 Kapı komşunuzdan, ailenize, bakkaldan, sütçüye uzayıp gider bu silsile.

 Çok sevdiğim bir atasözü var:” Filler savaşır, çimenler ezilir.” Diye. Bunca gürültü ve hezeyan içinde olan çocuklara olur da kimsecikler fark etmez. Çünkü en önemli sığınağımız herkes çalışıyor, her çocuk kreşte büyüyor olur.
 
Farkında mısınız bilmem, herkesin çocuğuna bir başkası bakıyor. Anne çocuğunu evde bırakıp kreşte öğretmenlik yapıyor, çocuk doktoru hanım muayene ettiği çocuğun annesine dönerek “Benim çocuğum da böyle hasta.” Diyerek anlatmaya başlıyor.

 Velhasıl hepimizin çocuğunu bir başkası büyütüyor.

 Çalışıyor ve bundan vazgeçemiyorsak çocuklarımızı nasıl büyütmeli, nasıl terbiye etmeliyiz?

 Evden çıkarken susturmak için “Akşam sana ne getireyim?” diyerek mi, pahalı kıyafetler alarak evde oyuncak dağları oluşturarak mı?

 Markette pazarda, misafirliğe gittiğimizde, bankada, hastanede kısacası el içi diye tabir edilen her yerde saygınlığımızı(!) korumak için çocuklarımızın her türlü isteğine boyun eğiyoruz. Ağlayıp gözyaşı döken hatta tepinen bir çocuğumuzun olması hoşumuza gitmiyor. Çocuk olmayacak bir şey istiyor ve biz insanlar ne der diyerek çocuğun isteğini gerçekleştiriyor, çocuğu şımartıyoruz. Allah Resulünün veciz bir cümle ile ifade ettiği gibi “Efendisini doğuran cariyeler”1 olmaya adım atıyoruz hiç fark etmeden. Çocuk anne babasının yumuşak karnının ne olduğunu anlıyor ve artık her fırsatta kullanıyor. Hâlbuki bırakın üç kuruşluk bir oyuncağı almadığınız için size şaşkın şaşkın baksınlar, hatta vicdansız bir anne olduğunuzu düşünsünler ne kaybederiz?

 Birkaç sefer sonra çocuk anlayacaktır “Hayır!” demenin “Yeterince ağlarsan alırım.” Demek değil “ Gerçekten hayır!” olduğunu. Çünkü çocuklar sözlerimize değil davranışlarımıza bakarlar.
 Ve birkaç insanın bizi kınaması, vicdansız bilmesi doyumsuz, isteklerini ötelemeyi bilmeyen, haz düşkünü bir nesle katkı sağlamanın vebalinden daha çok canımızı yakmaz ya.

1- Cebrail hadisinde geldiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: “Sana kıyametin alametlerinden haber vereyim: Kölenin efendisini doğurmasıdır”. Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. (Buharî, Tefsiru Sureti 31,2).


Asiye YEREBATMAZ
« Son Düzenleme: 15 Ocak 2012, 13:03:51 Gönderen: mazhar »

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Ynt: Ev hanımı değil, evin hanımı olmak
« Yanıtla #2 : 16 Ocak 2012, 06:50:48 »
Teşekkürler