Ey Merhametlilerin En Merhametlisi!
Bu koskoca kâinatları bir kitap gibi önümüze seren Sen; onun esrarını
vicdanlarımıza duyuran Sen ve vicdanlarımızı lâhûtî esrarının mevcelenip
geldiği iklime bir sahil yapan yine Sensin! Bizler, Senin kapının boynu
tasmalı kulları, vicdanlarımıza aksedip duran parıltılar da Senin varlığının
ziyasıdır. Biz neye mâliksek Senin vergin, Senin atândır. Bunu bir kere daha
ilân ediyor, kapının âzâd kabul etmez kulları olduğumuzu itirafla, ahd ü
peymanımızı yenilemek istiyoruz.
Asırlar var ki, saçlarına çoktan ölümün habercisi akların düştüğü ve
vücûdunda hastalıkların ne zamandır tavattun ettiği bu yaşlı dünyada kaç
nesil, gözlerini hep bitmez bir geceye, bir şeb-i yeldâya açtı. İki büklüm
olmuş âb-endâm kametleri, dağılmış perişan kâkülleri, buruk boyun ve mahzun
bakışları gördükçe, kaç defa kaddimiz büküldü, gözlerimiz doldu. Sînemizde
hep Yakub'un âh u efganını, içimizde Zeliha'nın aşk u hicranını taşıdık
durduk ve Yusuf ne zaman zindandan çıkar da, bu iki büklüm olmuş kametlere,
perişan kâküllere, buruk boyun ve mahzun bakışlara el uzatır diye beklemeye
koyulduk. Beyni söndürülen, kalbi kursağına yedirilen, içinde bulunduğu
büsbütün hâlî diyarda âşina kimse göremeyen nesillerin sızlanışını güya
dindirmek için koşanlar ise, sadece midenin arzu ve isteklerine
koşuyorlardı.
Bu şeb-i yeldâda bazıları sadece karanlık görüyor, kapkaranlık düşünüyor;
geceye yenilerek elenip gidiyor, bazıları da, duyup dinleyecekleri sesleri,
görüp seyredecekleri manzaraları bir tarafa bırakıp, dikenler arasında
saksağan sesleriyle meşgul ola ola ömürlerini tüketiyorlardı. Gece, muzdarip
ve çilekeşlerin, ızdıraplarını, içinde besteleyip gönül mizmarıyla
seslendirdikleri öylesine muhteşem, öylesine sırlı bir konservatuvar
olmasına mukabil bunlar, gecenin örtüsü içinde ne onun sırlı sesini
duyabiliyor ne de etrafta olup bitenlerden bir şey anlayabiliyorlardı.
Vefasız nazarlardan, ölü niyetlerden, eğri düşünce ve çarpık kanaatlerden
esasen başka bir şey de beklenmezdi.
Bize göre ışık, varlık, hayat ve kudret elinin tabiatın çehresine saçtığı
daha binlerce güzelliğin, birer tohum gibi bağrında uyanıp mayalandığı bir
iklim olan gecenin derinliklerinde, bir hayat mûsıkisi besteleyelim ve bunun
için de, bütün bir tarih boyu ağlamayı unutmuş gamsızlar, dertsizler ve
ağlanacak hâllerine gülenler olarak, kaç asırlık gamsızlığımıza bir son
verip beraber ağlayalım dedik! Cehaletimize ağlayalım, kaybettiğimiz
şeylerden habersizliğimize ağlayalım, kusurdan bir heykel hâline gelmiş
mahiyetimize, duygularımızın dumura uğrayışına ve hoyratlaşan gönlümüze
ağlayalım; bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi dirileceğimize, tasmalı
ve prangalı büyük imtihanda, en büyük merasimde fevc fevc geçecek olan
mâzinin şanlıları ve istikbalin bahtiyarları arasında yer bulamayacağımıza
ağlayalım; daldan kopan bir meyve gibi yalnız düşüşümüze, ayaklar altında
ezilişimize, rahmetten cüdâ kalışımıza ağlayalım; ağlayalım ve yukarılara
doğru güvercinler gibi kanat çırparak, çok yükseklerde öyle bir "âh" edelim
ki ünümüz, gözyaşlarından meydana gelen bulutları harekete getirsin ve sonra
da ateşimizi söndürecek o damlalar, yağmurlar gibi başımızdan aşağıya insin
ve ateşimizi söndürsün, kin ve nefret ateşini, bütün dünya ve ukbâ ateşini
söndürsün istedik.
İşte, ey zikri, fikri ruhlara itminan veren gönüller Sultanı! Ey bizleri
varlığa erdiren ve varolmadaki sonsuz zevki gönüllerimize duyuran Güzeller
Güzeli Yüce Yaratıcı! Dört bir yanda mışıldayan suları, yer yer ışıldayan
lambaları, gelip gelip ruhları saran hülyâları ve tohumlar gibi hülyâların
bağrına saçılan inanç, azim, ümit ve güzellik duygularıyla, şiir ve sanatın
bütün unsurlarını toplayarak hâtıralarda silinmez birer edaya ulaşan gecede,
göğün renklerinin, suların seslerinin, kuş çığlıklarının akıp akıp ruhlara
dolduğu, hayat ve varlığın daha bir muammalaştığı, derinleştiği bu sır
âleminde, Senin öğrettiğin ve ruhlarımıza duyurduğun şeyleri, gönülleri
gönüllerimiz gibi mürde ve derbeder olanlara ulaştırmak için, yer yer eşya
ve hâdiselerin dolapları içine girerek, yer yer benliğimize dönerek olup
biten şeylerden ve bu umûmî gidişattan Senin varlığına bakan pencereleri,
Senin huzuruna yükseltecek yolları araştırıp tespite çalıştık.
Bu yola koyulurken, insanî değerlerin katlanıp derinleştiği, duyguların
bütünüyle uhrevîleştiği, bedenin, aynı rûhî değerleri paylaştığı ve öteden
beri his dünyamızda arayageldiğimiz "yitirilmiş cennet"in tasavvurlarımızı
aşan en nâdide parçalarından meydana getirilmiş, zamanın enfes bir altın
dilimini gönül gözlerimizle temâşâ ediyor ve onun vâridâtının gelip gelip
hülyâlarımıza, rüyâlarımıza aktığını duyar gibi oluyorduk.. duyar gibi
oluyorduk da, o dönemin talihli insanları, engin inanç, engin tevekkül ve
engin teslimiyetleri sayesinde ömürlerini mânevî haz ve lezzetlerin en
büyüleyici atmosferinde sürdürürken, bu engin haz ve bu lezzetlerin biricik
sahipleriymiş gibi onların kalblerinin hep iyilik ve güzellikle attığını,
gözlerinin hoşgörü ve müsamaha düşüncesiyle açılıp kapandığını, dünyayı
tıpkı bir cennet gibi duyup yaşadıklarını ve hemen her zaman kendi
duygularında olduğu kadar bütün gönüllerden, hatta topyekün varlığın içinden
en rengin bir şiiri dinlediklerini daha o anda tasavvur edebiliyor,
ümitlerimizin medlerinde onlarla beraber saadetlerin en enginlerini
paylaşıyor ve bu nesl-i âtînin talihine tebessümler yağdırıyorduk.
Ümit, recâ ve iman dünyamızda tüllenen bu yeni baharın genç tenli, uzun
boylu masmavi günlerinin içinde hayat, hülyalarımıza o kadar yumuşak, o
kadar sıcak ve o kadar renkli boşalıyordu ki, her zaman onda cennetlerin
tasavvurlar üstü derinliklerini duyar gibi oluyor.. oluyor ve bütün varlıkla
kucaklaşıyor, bütün canlıları şefkatle selâmlıyor, bütün insanları
muhabbetle bağrımıza basıyor ve kendi kendimize, "Yaratan'ın kâinatları var
etmedeki gayesi de bu olsa gerek!" diyorduk. Bugün de hülyalarımızı dolduran
bu gökkuşağı dünyada, hoyratlık, kabalık, hırs, tûl-i emel, münakaşa, cidâl,
hıyanet, ihanet, yalan, gadir, zulüm, irtikâp, ihtilas yoktu. Bu dünyada
civanmertlik, incelik, dirilme azmi, yaşama sevgisi, mülâyemet ve diyalog;
hakka karşı saygılı olma, emanet duygusu, vefa hissi, doğruluk ruhu, adalet
ve istikamet düşüncesi vardı. Bu dünyanın insanları hakikî mânâdaki kin,
nefret ve kavgayı lügatlerinden söküp atmış, hayatlarını sevgi, yumuşaklık
ve insanlarla münasebet üzerine kurmuşlardı. Onlar çevrelerindeki insanları
oldukları gibi kabul ediyor; farklı anlayış, farklı yorum ve farklı
davranışları, vuruşma vesilesi görme yerine, düşünce enginliklerini
sergileme fırsatı bilerek, insanlara insanca yaşamanın varyantlarını
gösteriyorlardı.
Evet, her türlü hoyratlıkla muhat ve memlû gibi görünen bugünün isli-paslı
penceresinden hülyalarımızın dünyasına bakarken, yine hayatın bir güneş gibi
yeniden doğduğunu, dört bir yanın güzelliklerle ağardığını; al, pembe, sarı
çiçeklerin salınıp etrafa gamzeler yağdırdığını, papatyaların raksa durup,
erguvanların lâleden alev aldıklarını, çeşit çeşit güzelliklerle dolgunlaşan
umûmî hava ve atmosferin gönüllerimizi saadet vaadiyle kapladığını,
ruhlarımızda ebed televvünlü engin bir ferahın çağladığını, koyun-kuzu
melemesi, kuş cıvıltısı, ağaç sesi, su sesi, yaprak hışırtısı ile dolu, anne
heyecanı ve çocuk neşesi tadındaki bir "ba'sü ba'de'l-mevt"in, sevilen
çehrelerdeki gibi büyülü ve tesirli, seven gönüllerdeki gibi dolgun,
inandırıcı, nazik ve ince tüllenişlerini yine duyabiliyoruz.
Fakat Allah'ım, Kelâmında anlatılıp resmedilen; en ince teferruatına kadar
haritası çizilen; nihayet bir Kutlunun mir'âcıyla bütün bütün kapıları
açılıp her mârifet erinin gönlündeki arşiyeleriyle, o âlemlere yükselme
imkânı doğan bir ulu seyahatte, haddimizi aşıp esrarlı kapılarının tokmağına
dokundu isek, edep ve erkân bilmeyen ham ruhlarımızın görgüsüzlüğüne
vererek, bizi bağışlamanı diler, affına sığınırız. Zât-ı Ulûhiyetini ve
perdesiz manisiz Seninle görüşeceğimiz o mutlu günü muhtaç gönüllere
duyurmak isterken, en saf ve duru ifadelerin resm ve nakşettiği yüce
hakikatlara ihtimal ki bağlı kalamadık. Kışırda kalmış; gönlünü şu âlemin
sûrî güzelliklerine kaptırmış bir kısım ham ruhlara bir şeyler anlatabilme
düşüncesiyle mücerredin kudsî cidarlarını sarsarak, müşahhasa ve maddeye
yahşiler çektik. Belki de, en açık hakikatları saffet-i asliyesi içinde
sunamadığımızdan cürümler işledik, hevâ ve hevesimize hizmet ettik.
Hata ettikse, Sana gelirken ve başkalarına yol göstermeye çalışırken ettik.
Kusur yaptıksa Senin yolunda yaptık. Hata daima hata, kusur da daima
kusurdur. Bizler kalbleri kırık, ruhları iki büklüm, boyunlarında tasma
vereceğin hükmü bin can ile intizar etmekteyiz. Bunu derken biliyoruz ki,
Senin sonsuzluğa kadar gidip dayanan rahmetin, daima gazabının önünde
olmuştur. Senin lütuflarını idrak etmiş kapı kullarına, kusurun yaraşıp
yakışmadığı muhakkak; ama, affın Sana çok yakıştığını söylememize lütfen
müsaade buyurunuz!
Evet Sultanım! "Sultana sultanlık, nitekim gedâya da gedâlık yaraşır." Bu
bakımdan, bir defa daha Sen'den diliyor ve dileniyoruz: Gözlerimize yaş ver
ve bizi ağlat! Merhamet etmen için, Sen'den uzak kalış hasretini
duyamayışımıza ağlat! Gönüllerimizin ayrılık ızdırabı ve kavuşma hasretiyle
şâk şâk olamayışına, ağyar ateşine yanışına öyle ağlat ki, sîneler kebap
olsun; ondan bir feryat çıksın, meleği ve feleği velveleye versin. Kararmış
ruhlarımıza şefkat et de ağlat! Ağlamalarımıza dahi ağlamamız lâzım geldiği
için ağlat! Bükülmüş şu kaddime, dağılmış kâkülüme, solgun ve ölgün rengime,
burulmuş boynuma ve kırık kalbime merhamet et de ağlat! Şu en sakin anda,
sızlanışlara cevap verdiğin dakikalarda, Sen'den başkasına secde etmeyen
başımla Sana dönüyor, titreyen dudaklarımla, bu çöllerde bizi perişan
etmemeni ve gözyaşlarımızla bu beyâbânı gülzâra çevirmeni diliyorum.
Allahım! Bizim uzaklığımız itibarıyla değil, Senin yakınlığın hürmetine
kalbimize rikkat ver ve bizi öyle ağlat ki, kendimizi kaybedelim, yolunda ar
ve haysiyetten geçelim, tâ ki "Bunlar delirmiş." desinler...