Gönderen Konu: Farklı Bilgiler  (Okunma sayısı 50912 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Farklı Bilgiler
« : 09 Haziran 2008, 01:24:25 »

AYNA KIRILMASI

Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış, en eski batıl inançlardan biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine, hatta ilk çağ insanına kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde, kendi aksini gören ilkel insan şaşırmış, bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış, suyu bulandırıp görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.

İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç, bronz, gümüş hatta altın gibi metallerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış yüzeylerdi ve de tabii ki kırılmaları mümkün değildi.

Bu devirde de bu parlak yüzeylerden yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması olduğuna inanılıyordu. Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından bu parlak yüzeylerde görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi.

Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da, içindeki sudan yansıyan görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı devam etti ama camlar kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan ruhun bir parçası vücudu terk ediyordu.

Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar Romalılar hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine İnanıyorlardı. Camın kırılması sonucu ruh ve dolayısıyla insanın sağlığı tahrip olduğundan, vücudun kendini yenileyerek, sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu.

Bu batıl inanç, 15. yüzyılda İtalya'da, Venedik şehrinde, arkası gümüş kaplı, çok kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte iyice gelişti. İnanç biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı taşıyanlar, evlerde aynaları temizleyen hizmetkarlar, aynaları kırmaları halinde, yedi yıl boyunca, ölümden daha beter felaketlerle karşılaşabilecekleri hususunda uyarılıyorlardı.

Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin: aynanın kırılan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta yıkanırsa veya toprağa gömülürse kötü şans yok edilmiş olur.

Ancak kırılan parçaları alıp evden çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak odalarındaki aynaların üzerleri kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın evindeki aynaların da üzerleri örtülmelidir ki ruh gökyüzüne doğru olan yolculuğunda bir engelle karşılaşmasın.

17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa'da ucuz maliyetli aynalar üretilmeye başlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleşmişti ki, günümüzün modern dünyasında bile hala devam ediyor.

genelkültur.com
« Son Düzenleme: 27 Şubat 2010, 14:44:18 Gönderen: Tuğra »
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Evfacan

  • Moderatör
  • araştırmacı
  • *****
  • İleti: 441
Ynt: Farklı Bilgiler
« Yanıtla #1 : 09 Haziran 2008, 09:23:14 »
Allah Allah yaw... su inanisa bir bakin... ben cok kirdim ayna... (yanlislikla) ruhum mu kayip oldu yani :P
« Son Düzenleme: 27 Şubat 2010, 14:44:36 Gönderen: Tuğra »
Yiğit yaralı olur - Yine dağ gibi durur

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Sandviçi Kim İcat Etti?
« Yanıtla #2 : 10 Haziran 2008, 13:42:45 »
Sandviç, iki ince ekmek dilimi arasına istenilirse yağ sürülüp, peynir, domates, jambon, salam, sucuk, sosis, tavuk, balık, v.b. konularak hazırlanan yiyecek olarak tanımlanabilir. Çok geniş bir kapsama sahip sandviçte ekmek dilimlen arasına toplumların yemek kültürlerine göre yenilebilecek her şey konulabilir.

Sandviç isminin kökeni İngilizce'deki 'sandwich'tir. Dünya haritasına bakıldığında Sandwich adı altında biri Atlas Okyanusu'nun güneyinde, diğeri Hawai'de iki ada grubu görülebilir. Sandviçe adını veren asıl yer ise İngiltere'de Kuzey Denizi yakınında, Ortaçağın beş büyük limanından biri olan Sandwich kasabasıdır.

Sandwich Birinci Kontu Edward Montagu, 1660'ta krallığın yeniden kurulmasını sağlamakla, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapmakla, deniz savaşları kazanmakla İngiltere tarihine geçmiştir. Ancak Dördüncü Kont John Montagu'nun (1718-1792) ünü onu çok aşmış, dünyaya yayılmıştır.

Sandwich Dördüncü Kontu Montagu, tanınmış bir siyaset adamıydı. Deniz Bakanlığı'na kadar yükselmişti. Tecrübeli bir idareciydi ama ahlak yönünden zayıftı. Bakanlığında çeşitli karışıklıklara ve skandallara yol açmıştı. Rüşvet ve zimmetine para geçirmekle geçen çalışma hayatının yanında özel hayatı da düzgün değildi. Evli olmasına rağmen metresi Margaret Reay'den dört çocuk sahibi olmuştu.

Kumar müptelası Montagu, yemek yemek için bile oyun masasını terk etmek istemiyordu. 1762 yılında 44 yaşında ve ülkenin dışişleri sekreteri iken gününün 24 saatini oyun masasında geçiriyordu. Bu arada aç kalmamak için hizmetçilere, etleri iki ekmek dilimi arasına konulmuş şekilde getirtiyor, bir eliyle bunları yerken, diğer eliyle oyun oynamaya devam ediyordu. Böylece ellerini yemekle meşgul etmiyor, oyun kağıtları da yağlanmıyordu.

Bu besleniş şekli, onun zaten dillere düşmüş olan sergüzeşt yaşamı ile birlikte meşhur oldu. Ekmek arası yenilen şeyler onun kontu olduğu yerin adı ile anılmaya başlandı. 1778 yılında Kaptan Cook, Hawai adalarını keşfedince, bu adalara Montagu'nun şerefine 'Sandwich Adaları' ismini verdi. Montagu'nun 3 Kasım olan doğum günü ise bazı yerlerde 'sandviç günü' olarak kabul edilmiştir.

Sandviçe ismini veren Montagu olabilir ama onun icat ettiğini söylemek doğru olmaz. Ekmeğin tarihi 6000 yıl evveline kadar gidiyor. O tarihten itibaren Mısır'da, Ortadoğu uygarlıklarında, Avrupa'da yiyeceklerin ekmek dilimlen arasına konularak yenildiği biliniyor. Örneğin, ekmek pişirmeyi sanat haline getirmiş olan Romalılarda iki yemek arasında, ekmek arasına konulmuş yiyecekleri ayak üstü yemek adettendi.

genelkultur.com
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Farklı Bilgiler
« Yanıtla #3 : 17 Mayıs 2009, 01:10:45 »
Balıklar su içer mi?

Çocukluğumuzdan beri aklımıza en çok takılan sorulardan biridir balıklar. Acaba suda nasıl yaşarlar, nasıl beslenirler, su içerler mi?



İşte bunlardan biri olan balıkların su içip içmedikleri hakkındaki merakımızı BBC Focus dergisi giderdi.

Bu sorunun cevabı hem evet, hem de hayır. Tatlı su balıklarının başları, istemeden aldıkları ve sürekli dışarı atmak zorunda oldukları fazla suyla derttedir. Dışarıdan içeriye doğru oluşan ozmotik basınç, deriden ve solungaçlardan sürekli içeri doğru suyun sızmasına neden olur. Bu nedenle su içmezler.

Deniz balıkları ise aktif olarak sürekli su içmek zorundadırlar. İçtikleri suyun vücutlarındaki elektrolitik dengeyi bozabilecek fazla tuzunu solungaç bölgelerindeki özel bezlerden dışarı atıyorlar.

Populargazete
« Son Düzenleme: 29 Ağustos 2009, 12:09:47 Gönderen: Tuğra »
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Dalgıçların Vurgun Yemesi
« Yanıtla #4 : 17 Mayıs 2009, 18:59:35 »
İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil, inci, mercan, sünger gibi şeyleri çıkarıp, geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır.

Deniz seviyesinde hava basıncı  atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde, derine gittikçe, her 10 metrede basınç atmosfer daha artar. 30 metre derinlikte su basıncı 3 atmosferdir, yani bu derinlikte vücudumuzun her santimetrekaresine suyun yaptığı basınç, yüzeye oranla üç mislidir.

Hiçbir gereç kullanmadan, 30 metre derinliğe inildiğinde, akciğer kapasitesi dörtte birine düşer, kan basıncı artar, vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar, bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir.

Ancak tüple dalışın da kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen, azot gibi gazlar, dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar.

Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa, basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz, ama Özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek, damar tıkanıklığı, akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar.

Bu şekilde vurgun yiyenler, süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka önlem de vurgun yiyeni, aynı derinliğe tekrar indirmektir.

Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkmalı, hatta belirli derinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup, pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına 'yüzeye gelen en küçük bir hava kabarcığından daha hızlı çıkma' şeklinde öğretirler.

ufonet
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Beylerin ve Bayanların El Yazıları Farklı mıdır...
« Yanıtla #5 : 19 Mayıs 2009, 01:44:27 »
El yazısına bakarak yazanın kadın mı, yoksa erkek mi olduğunu tespit edemezsiniz. Bir el yazısının analizi sonucu, yazanın kişiliği, karakteri, hissi durumu, açıklığı, akıl durumu, enerjisi, motivasyonu, korkuları ve savunması, hayal gücü ve uyumluluğu gibi birçok konuda fikir sahibi olunabilir ama cinsiyeti konusunda bir karar verilemez.

Gerçi kadınların ve erkeklerin el yazılarmda ayrı ayrı bazı karakterleri benzer şekilde kullandıkları bilinmektedir ama bu tüm bir yazı hakkında tatmin edici bir fikir vermez.

El yazısı analizi kişinin şuuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ elini mi kullandığı da tespit edilemez.

Bu konu nörobiyoloji dalında çalışanların da ilgisini çekmiş ve bilim insanları sinirkaslarının reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bazı sinirkası reaksiyonlarının benzer kişiliklere ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüşler, buradan da yazı tarzı ile kişilik arasında bir bağlantı olabileceğini saptamışlardır.

El yazısı insandan insana değişir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı şekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa erişince kendi kişiliğine özel ve bakıldığında yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluşur.

Aslında çok azımız düşündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düşüncemizden ziyade kişiliğimizi yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi verebilmektedir. Bu analizcilere iş başvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta mahkemelerin yaptırdığı tatbikatlarda başvurulmaktadır.

Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir şeyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok incelemiş, imzayı atış şeklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamışsa bile imzanın sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.

Delicenet
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Insan yüreğinin gizemli haritası
« Yanıtla #6 : 20 Mayıs 2009, 23:52:12 »
Çarpması yaşam, durması ölüm anlamına gelen kalp; yüzyıllardır gizemini koruyor. Bilim, en küçük damarına kadar her ayrıntısını görüntülese de 'yaşamın motoru kalp'in duygularla olan bağını hala çözemiyor. Bilim dergisi GEO da, son sayısında sayfalarını 'insan yüreğinin haritası'na ayırmış...

Modern tıp kalbi gizemli bir organ olmaktan çıkartıp insanın kendi motor kabinine bakabilmesini sağlamış ve her geçen gün daha akıllı onarım yöntemleri geliştirmiş. Geçen yüzyılın 50'li yıllarında canlı kalbe ait ilk bulanık ultrason görüntüleri elde edilmiş olmasına karşın günümüzde uzmanlar bu görüntülerde kalp kapakçıklarındaki her bir incecik siniri, tıkanmış koroner damarların içlerinde oluşan biçimleri, işleyen kalp kaslarının 3 boyutlu rekonstrüksiyonlarını dahi görebilir.

GEO Dergisi de kalbin; kriz öncesi halinin yanı sıra duygusal olaylar sırasında oluşan değişimleri çarpıcı fotoğraflarla sayfalarına taşımış. Haberde, bilimin birçok sırrını çözmesine rağmen kalple ilgili her gerçeğe ulaşamadığı, özellikle de duyguların kalp üzerindeki etkilerinin hala tam olarak çözülemediği vurgulanıyor:

Duygular

Kalp hastalıklarını bastırmaya yardımcı faktörler yalnızca ilaçlar ve sağlıklı yaşam değil; duygusal ve sosyal faktörler de bir insanın yaşamını sağlam bir kalp ile sürdürüp sürdürmemesi konusunda belirleyici bir rol oynuyor.

Vücudumuzun pompası kalp, hassas bir organ. Büyük heyecanların pompayı kısa sürede neredeyse mat etmesi bunun bir göstergesi. Baltimore'deki Johns Hopkins araştırmacıları ile Minneapolisli meslektaşları geçtiğimiz günlerde bunun nasıl gerçekleştiğini araştırdı. Hikayeleri değerlendirilen 40 hastanın çoğu; eşlerini, çocuklarını veya arkadaşlarının ölüm haberlerini almış kişiler.

Diğerleri ise; örneğin sahne heyecanı yaşamış, saldırıya uğramış veya yalnızca sürpriz bir parti ile karşı karşıya kalmış insanlar. Hastalar olayı öğrendikten sonra göğüs ağrısı ve nefes darlığı çekmişler. Yapılan ultrason tetkiklerinde yalnızca sol kalp karıncığının üst bölümünün olması gerektiği gibi çalıştığı, diğer kısımları ise boş bir çuval gibi kendini bıraktığı görülmüş.

Kalp krizi zannedilen olay, gerçek bir kalp krizi olmadığından hastalar birkaç gün içinde toparlanmışlar. Ancak tüm vakalarda otonom sinir sistemi, çıldırmışcasına kanı katekolaminler denilen stres hormanlarına boğmuş.

Johns Hopkins kardiyoloğu Hunter Champion, "Stres hormanlarının kalbi derinden etkilemeyi nasıl başardığını henüz bilmiyoruz" diye itirafta bulundu. Özünde sağlıklı olan ancak, şokla derinden etkilenen bir kalbin şokun etkisini ileride hissedip hissetmeyeceği henüz kesinlik kazanmış değil. Ama damar sertliğinden muzdarip bir kalbin yaşayacağı heyecan ölümcül olabilir.

Sosyal etkenler

Bilim adamları bu bağlamda 1991'de Irak'ın İsrail'e düzenlediği füze saldırısının, 1994 Los Angeles depreminin ve 1998'de İngiliz milli takımının Arjantin karşısında yenilmesine neden olan penaltıların etkilerini incelediler.

Tüm olaylarda duygusal olarak gergin olan halkta kalpten kaynaklanan ölümlerde büyük artış gözlemleniyor. Bazı heyecan durumlarının kalbi yalnızca kısa süreli etkilemekle kalmayıp, uzun vadede de zarar verdiği son zamanlarda daha da belirginleşiyor.

Ancak duyguları ölçmek, tansiyon ölçmekten daha zor olduğu için heyecanın ne derece tehlikeli olduğu uzmanlar arasında hararetli bir tartışma konusu Düsseldorf Üniversitesi Tıp sosyoloğu Johannes Seigrist, "Kalbe zarar veren stres, bir insanın uzun süre yoğun çalıştığı ama bu esnada çabalarının başarıya ulaşıp, ulaşamayacağının belirsiz kaldığı durumlarda ortaya çıkar" diyor.

Denetim kaygısı ve denetim kaybı korkusu ile birlikte gelen güvensizlik, insanı çok etkileyebilir. Başarı elde ettikçe özgüveni artan, çabalarının karşılığında özellikle ruhsal açıdan ödüllendirilen kişiler yapıcı, pozitif stres altındadır; kalp ve dolaşım sistemi risklerini yükseltmeden dağlar kadar işi üstlenebilirler. İyi bir sosyal dayanışma gibi koruyucu faktörler kişisel risk faktörünü daha da azaltabilir.

Negatif hisler tetikliyor

Bazı uzmanlara göre başka insanlara karşı içten içe duyulan düşmanlık, saldırganlık da kalp için tehlikeli temel özelliklerden sayılmalı. Bu duygular kalp krizi riskini muhtemelen yüzde 30 oranında artırıyor. Kanada'da yapılan bir araştırmaya inanacak olursak, bu ilişkilendirme sadece erkekler için geçerli olabilir.

Nedeni belki de erkeklerin; saldırganlık dürtüsünü diğer insanlar üzerinde denetimi sağlamanın, güç ve özgüven duygusu elde etmenin bir aracı olarak görmeleri. Damar sertliği ve kalp krizini önlemek için çalışan tıp adamlarının, gelecekte hastaların ruh halini de göz önünde bulundurmaları gerekecek.

Delice.net
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
İnsanlar ve fareler aynı kokuları seviyor
« Yanıtla #7 : 08 Haziran 2009, 00:36:21 »
Fransız araştırmacılar, insanlarla farelerin aynı kokulardan etkilendiğini ortaya çıkardı.

PARİS - “Plos ONE” dergisinin sayısında yayımlanan araştırmaya göre, sonuçlar koku tercihinin sırf tecrübe veya kültürden kaynaklanmadığını, koku molekülünün yapısının da bunda etkili olduğunu gösterdi.

Araştırmacılara göre, kokular günlük hayatta insan davranışını ciddi şekilde etkiliyor. Kokuya atfedilen olumlu veya olumsuz değer, tecrübe ve kültürle besleniyor.

Sözgelimi, Fransızların hoşuna giden “kamamber peynirinin” kokusu başka kültürlere mensup kimselerce hoş karşılanmıyor.

Araştırmacılar, çalışmalarında insan ve farenin kokular karşısındaki tutumlarını araştırdı. Hayvanın hangi kokuları tercih ettiği, koklama süresinden belirlendi. İnsanlar da beğendikleri kokuları sıraladı. Ortaya şu sonuç çıktı: İnsanlarla fareler aynı kokuları seviyor veya reddediyor

delice.net
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ynt: İlginç bilgiler
« Yanıtla #8 : 08 Haziran 2009, 06:58:20 »
Koballerde en çok tercih edilmesi sebebsiz değil o zaman:)
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Ev ekonomisine katkı sağlayacak ipuçları
« Yanıtla #9 : 20 Ağustos 2009, 10:51:07 »
Sıradan şeyleri, amaçları dışında da kullanarak hem mükemmel sonuçlar alabilir hem de ekonomi yapabilirsiniz.

Tırnaklarınıza limonla bakım yapın.
     
Ekonomi kriz, özellikle ev ekonomimizi derinden etkilemeye devam ederken, biz paramızı ve zamanımızı en iyi şekilde değerlendirmenin yollarını araştır olduk. Evimizdeki hemen hemen herşeyi birden çok defa kullanabilmek için neyin nerede kullanılacağını bilmeniz gerekiyor. Bİrçok şey amaçları dışında pratik olarak kullanılabiliyor.

Örneğin, küçük bir aspirinin arabanızı çalıştırabileceğini, ketçapın gümüşlerinizi parlatma özelliğine sahip olduğunu ya da kaçmış çoraplarınızın, ayakkabılarınızı mükemmel bir şekilde cilalayabileceğini biliyor muydunuz?

İşte size bunun gibi bazı küçük ama önemli ipuçları:

ASPİRİN: Biten araba akünüzü aspirin ile tekrar canlandırabilirsiniz. Eğer etrafta, arabanızı çalıştırmak için size yardım edebilecek kimse yoksa akünüzün içerisine 2 tablet aspirin atarak arabanızın tekrar çalışmasını sağlayabilirsiniz. Asetilsalisilik asit, akünün içerisindeki sülfürik asit ile birleşerek son bir şarj üretip arabanızın çalışmasına yardımcı olacaktır.

KARBONAT: Tıkanmış mutfak giderini temizlemek için tesisatçıyı aramanıza gerek yok. 200 gr. Karbonatı tıkanmış deliğe dökün ardında da 200 ml. sıcak sirke ekleyin. Birkaç dakika bekledikten sonra 1 litre kaynar suyu dökün. Tesisatçıya gerek duymadan tıkanmış giderlerinizi en ucuz yoldan açmış olacaksınız.

MISIR UNU: Düğümlenmiş ayakkabı bapları ya da ipler, inatçı bir şekilde çözülemezler. Düğümün üzerine bir parça mısır unu serpiştirin. Böylece düğümü çözmek daha kolay olacak ve size zaman kazandıracak.

Saksınızın altına yerleştireceğiniz bir bebek bezi çiçeğinizin kurumasını engeller.
     
BEBEK BEZLERİ: Bitkilerinizin daha uzun süre su tutmasını mı istiyorsunuz? Bitkilerinizi dikmeden önce, saksınızın dibine, emici tarafı yukarıya gelecek şekilde bir bebek bezi yerleştirin. Bebek bezi suyu içine çekecek ve bitkinizin suyu çabucak emerek kurumasını engelleyecektir.

SAÇ KREMİ: Ayakkabılarınızı kötü havaların etkisinden koruyabilir. Kış boyunca, ayakkabılarınıza bir miktar saç kremi sürerek tuz ve kimyasalları ayakkabınızdan uzak tutarak onları koruma altına alabilirsiniz.

KAVANOZLAR: Eldivenlerinizi, boş bir kavanozun altına koyarak kurutabilirsiniz. Kavanozu, bir radyatörün üzerine ters çevirip koyarak çok çabuk bir şekilde kurutabilirsiniz.

KETÇAP: Gümüş takılarınızı, ketçap dolu bir kasenin içinde 5 dakika bekletin. Daha sonra takıların işlemeli kısımlarının da parlaması için eski bir diş fırçasıyla hafifçe fırçalayın. Durulayıp kurumaya bırakın.

LİMON: Bir manikürcüye gerek duymadan da, evinizde bir limon yardımıyla tırnaklarınıza bakım yapabilirsiniz. 200 ml ılık suya yarım limon suyu ekleyin ve tırnaklarınızı 5 dakika boyunca içerisinde bekletin. Tırnaklarınızın üst kısmındaki ölü deriyi yukarı doğru ittikten sonra, tırnaklarınızı limon kabuğuyla ovun.

MAYONEZ: Bir parça mayonezle saçınıza ve saç derinize, sanki saç kremi kullanıyormuşsunuz gibi masaj yapın. Daha sonra saçlarınızı duş bonesiyle kapatıp birkaç dakika bekleyin ve şampuan yardımıyla yıkayın. Sonuç olarak saçlarınız mükemmel bir parlaklığa kavuşacak.

ZEYTİNYAĞI: Kendi mobilya cilanızı kendiniz yapın! Üstelik ticari ürünlere göre çok daha iyi sonuçlar verecektir. Beyaz sirke ya da limonla karıştırdığınız zeytinyağını, sprey başlığı olan bir kutunun içerisine boşaltın. İyice çalkaladıktan sonra mobilyalarınızın üzerine sıkın. 2 dakika beklettikten sonra temiz bir bez ya da kağıt havluyla temizleyin.

TUZ: Bir parça tuz ve su yardımıyla mobilyalarınızın üzerindeki su lekelerini kolaylıkla çıkartabilirsiniz. Bir tatlı kaşığı tuzu, birkaç damla suyla karıştırarak elde edeceğiniz bir karışımı lekeli yüzeye uygulayın. Leke çıkıncaya kadar yumuşak bir şekilde ovalayın.

ŞEMSİYE: Eski bir şemsiyenizi, fidelerinizi kışın soğuğundan ve etkilerinden korumak için feda edin. Tutma kısmını kestiğiniz şemsiyenizi açık bir şekilde fidelerinizin üzerine yerleştirerek onların donmasını engelleyebilirsiniz.

SİRKE: Sirke boğaz ağrınızı geçirebilir. 1 yemek kaşığı sirke ve 1 çay kaşığı tuzu, bir bardak ılık suyun içerisinde eritip günde birkaç kez gargara yapın.

Kaynak: guncel.net
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı mardin

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 406
Ynt: İlginç bilgiler
« Yanıtla #10 : 20 Ağustos 2009, 12:28:41 »
tugra teşekkürler bu güzel bilgilerin için Allah muradını versin
ibadetin eftali devamlı olanıdır.

Çevrimdışı Ay Işığı

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1166
Kadınlar 16 ay boyunca ağlıyor!
« Yanıtla #11 : 21 Ağustos 2009, 13:31:36 »
İnternet sitesi “TheBabyWebsite.com” tarafından yapılan bir anket, kadınlarla ilgili şaşırtıcı bir gerçeği ortaya koydu.   

3 bin kişinin yanıtları ışığında elde edilen verilere göre kadınlar, doğdukları andan 78 yaşına gelinceye kadar yaklaşık 12 bin saatlerini, yani 16 ayı ağlayarak geçiriyor.

Kadınlar büyüdükçe, ağlama nedenleri de değişiyor. Araştırma erkekler için yapılmadı.

Milliyet

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Rüyalara İlişkin Kuramlar
« Yanıtla #12 : 23 Ağustos 2009, 01:20:35 »
Eskiçağlarda rüyaların, geleceği önceden haber veren kehanet işaretleri olduğuna inanılırdı. Bu inanışın en bilinen örneklerinden biri, Tevrat'ta anlatılan firavunun rüyasıdır. Mısır firavunlarından biri rüyasında yedi semiz, yedi cılız ineğin çayırda otladığını ve sonunda cılız ineklerin semiz inekleri yiyip bitirdiğini görmüş. Hz. Yusuf bu rüyayı ülkede yedi yıl bolluk, yedi yıl kıtlık yaşanacağına yormuş ve gerçekten kehaneti doğru çıkmış.

Yakınçağlarda rüyalar üstüne geliştirilen en ünlü kuram, psikanalizin öncüsü olan Sig-mund Freud'un 1900'de yayımladığı Rüyalar ve Yorumları {Die Traumdetung) adlı yapıtında yer alır {bak. Freud. Sigmund). Freud, ruhsal sorunlan olan hastaların tedavisinde rüyalardan yararlandı. Çünkü rüyaları, hastanın kendisine bile itiraf etmekten çekineceği kadar utanç verici, bu yüzden de bilinçaltına itilmiş isteklerinin anlatımı olarak görüyordu. Üstelik bu isteklerin gerçek anlamı rüyada birtakım simgelerle gizlendiğinden rüyaların yorumlanması çok güçtü.

Ama psikanaliz uygulanan bir hasta hatırladığı bir rüyayı doktoruna anlatabilir, o da bazı simgelerin neleri temsil ettiğini bulmaya çalışarak rüyanın gizli anlamını açıklamayı başarabilirdi.

Freud, rüyaların ciddiye alınması gerektiğine insanları inandıran ilk bilim adamıydı. Ama daha yaşadığı yıllarda bile bütün meslektaşları onunla aynı görüşleri paylaşmadılar. Örneğin bir süre Freud ile birlikte çalışıp sonradan görüş ayrılığına düşen İsviçreli psikiyatr Cari Jung, hastanın bastırılmış isteklerinin rüyalarında gizli olduğuna inanmıyordu {bak. Jung, Carl). Jung'a göre rüyalar, ne kadar anlaşılması güç simgelerle yüklü olsa da, tıpkı şiir gibi insanın duygu ve düşüncelerinin en doğal dışavurumuydu; çünkü şiirin özü de böyle bir simgeler diline dayanıyordu.

Jung'un açıklamasına göre, vücut değişen iç ve dış koşullara kendini nasıl uyarlıyorsa zihnin de böyle bir uyarlama mekanizması vardı. Kanın kimyasal bileşimindeki dengenin bozulması gibi, zihindeki bilinç düzeyinin de dengesi bozulabilirdi; bu durumda dengeyi yeniden kurma görevi belki de rüyalara düşüyordu.

Daha yakın tarihlerde bazı bilim adamları rüyaların biyolojik bir bilgiişlem yöntemi olduğunu öne sürdüler. Gün boyunca her insan başa çıkamayacağı kadar çok sayıda uyaranla (izlenim ve olayla) karşılaşır; belki de rüyalar bu uyaranları tek tek tarayıp, önemli olanları önemsizlerden ya da unutulması gerekenlerden ayırmanın bir yoludur.

Üretken düşüncelerin çoğu, insanın yarı uyur, yarı uyanık durumda düş kurduğu ya da hayallere daldığı anlarda ortaya çıkar; ama yeni düşünce ve buluşların bazen rüyalardan doğduğuna ilişkin sağlam kanıtlar vardır. Örneğin Nobel ödüllü bilim adamlarından Otto Loewi, sinir uyarılarının nasıl iletildiğini açıklayan en önemli deneyini rüyasında tasarladığını, organik kimyacı Friedrich August Kekule ise benzenin altıgen biçimindeki halka yapısını gördüğü bir rüyadan esinlenerek bulduğunu söylemiştir. Robert Louis Stevenson da Dr. Jekyll ile Mr. Hyde adlı romanının kurgusunu rüyasında tasarlamıştır.

Temel Britannica
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Gece kuşu olup olmamak genlere bağlı
« Yanıtla #13 : 23 Ağustos 2009, 11:38:40 »
Alman ve İsviçreli bilim insanlarının araştırmasına göre, bir kişinin "gece kuşu" ya da "tarla kuşu" olma tercihi ağırlıklı olarak genlere bağlı bulunuyor. ..

Her hücrenin değişik genlerin etkisinde bulunabilen bir "biyolojik saati" bulunduğunu keşfeden bilim insanları, deri hücrelerinin bir kişinin vücut saatinin hızını ölçmek için kullanılabileceğini gösterdiler. Çalışmalarını İngiliz Ulusal Bilimler Akademisi bilimsel yayınlarında yayımlayan araştırmacıların bu çalışması, özellikle uyku düzensizliği ve mevsime bağlı düzen bozukluğu (Seasonal Affective Disorder-SAD) gibi rahatsızlıklarına tedavisinde daha iyi teşhis sağlayabilir.

Zürih Üniversitesinden Dr. Steven Brown başkanlığında yürütülen araştırmada, 28 gönüllüye deri biyopsisi yapan hekimler, daha sonra bunların hücrelerini laboratuar ortamında büyüttüler. Deri hücrelerindeki "tiktakları" ölçerek biyolojik saatin hızını belirleyen araştırmacılar, sonra ellerindeki verileri, deneklere daha önce doldurttukları, soru formlarındaki yanıtlarla kıyaslayarak, bu kişilerin "erken uyuyan" (tarla kuşu) mu, yoksa "geç uyuyan" (gece kuşu) mu olduklarını tespit ettiler.

Deri hücrelerinin "saatinin", deneklerin çoğunun davranışıyla uyuştuğunu gören bilim insanları, gönüllülerden bazılarının da mevsime bağlı düzen bozukluğunun kış tipi olan bir rahatsızlığı bulunduğunu da ortaya çıkardılar. Araştırmacılar, insan beyni vücudun zamana bağlı mekanizmasının tüm kontrolünü elinde bulundururken, bireysel hücrelerin de bir dizi gen saatlerinden etkilenen kendi "saatleri" olduğu sonucuna vardılar

SABAH
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Güvercin internetten hızlı çıktı
« Yanıtla #14 : 11 Eylül 2009, 12:56:54 »

Güney Afrika'da bir postacı güvercin, internetten daha hızlı olduğunu kanıtladı. Postacı güvercin 4 gigabytelik bir dosyayı internetten daha hızlı bir şekilde kullanıcıya teslim etti.



İnternetin yeterince hızlı olmadığını kanıtlamak isteyen bir kişi, 4 gigabyte büyüklüğünde bir dosyayı postacı güvercinle, kullanıcıya daha kısa süre içinde yetiştireceği yönünde iddiaya girdi. 

4 gigabyte büyüklüğünde dosyayı hafıza kartına yükleyen adam, postacı güvercinle dosyayı 85 kilometre uzaklıktaki kullanıcı şirkete ulaştırdı. Winston adlı 11 aylık güvercin 85 kilometreyi 1 saat 8 dakika içinde alırken, internet ise 4 gigabyte büyüklüğündeki dosyayı 2 saat 7 dakika içinde indirdi. İddiayı kazanan Kevin Rolfe adlı adam, "Aslında winston 85 kilometrelik yolu daha hızlı alabilirdi ama hava bulutlu ve yağmurlu olduğu için biraz gecikti" dedi.

mynet haber
〰〰〰〰🐠