Gönderen Konu: Fütûh-ul Gayb (Gizliden Sesler) / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)  (Okunma sayısı 86404 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

"Yolumda olanın rızkına kefilim" Hadis-i Şerifi Üzerine ...

Kudsi hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v):
- "Zikrimle uğraşıp benden bir talepte bulunmayan kimseye, dua ederek ihtiyaç gösteren kimselerden daha fazla ihsan ederim." buyurdu.

Bu Hadis-i Şerifi biraz açıklamamız lazım. Buna anlayışımıza göre mana vermemiz gerekirse aşağıdaki şekilde manalandırmamız lazım gelir:
Allah (c.c.), bir kimseyi kendine halis kul etmek arzu edince onu birçok derunî hallere kaptırır. Geçen makalelerimizde dediğimiz gibi her çeşit belaya mihnete, fitneye kaptırır. Zengin olmuşken fakre düşürür. Öyle zaman gelir ki dilenmeye kadar yol açılır. Çünkü her taraf sarılmış olur; çalışamaz, edemez. Fakat dilenemez. Borç etmeyi aklına alır. Onu da yapamaz, sonunu düşünür. Ama sonunda Allah’ın (c.c.) yardımı ile çalışma imkanına sahip olur. Allah (c.c.), bu çalışmada ona çok kolaylık ihsan eder.

Her zaman böyle gitmediği de olur. Öyle zaman gelir ki benliği kırılsın diye dilenmek zorunda kalır. Ama az zaman sonra bunlar da kaybolur gider. Bu dilenme hususu birçokları için aynı olmaz. Düşkünlük zamanı dilenmek, şirk olmaz. Bu da belli bir zaman için devam eder; sonra değişir. Borç alma yoluna düşer. Bu da bir nevi mecburiyet tahtında olur. Sonra bu da geçer. Halkı bırakır. Onlarla yaptığı muameleyi keser. Kalbine bir ilham gelir, her derdini hal dili ile Allah’a (c.c.) açmaya başlar. Allah (c.c.)'da ona bol verir. Sussa da gelir; hal dili susar, kalpten istemeye başlar. Bunların hepsi sıra ile olur.

Şu muhakkak ki dille istenecek olsaydı belki dilek yerine gelmezdi. Zaten bu hale düşen bir kimsenin halktan bir şey istemesi yerinde olmazdı.. Ve mümkün de değildi. Çünkü Allah (c.c.) onu her uymaz işten esirger. Bilhassa zatını bırakıp halka koşmaktan… Durum böyle olunca her ihtiyacı bol verilmeye başlanır. Ve artık beşerî durumuna lazım olan her şey kolay temin edilir.

O insan öyle bir hale kavuşur ki bir şey kalbine gelse sanki kudret alemindeymiş gibi istediğini önünde bulur.

İşte bu manaya delalet eden ayet:
- “Allah (c.c.) sevdiği kulların dostu olur, onları esirger.”

İşte..

Bu ifadeler karşısında yukarıda belirttiğimiz:
- "Zikrimle uğraşıp benden bir talepte bulunmayan kimseye, dua ile ihtiyaç gösteren kimselerden daha fazla ihsan ederim…" Hadis-i Şerifinin sırrı anlaşılır.

Bu anlatılan hale "fena" tabir olunur. Velilerin (r.a) son derecesidir. Ebdalların son mertebesi sayılır.


Bundan sonra yukarıda belirtilen bir nevi keramet sayılan yapma ve icat etme gibi haller zuhur eder. Sanki her şey iradesine bırakılmış gibi istediğini yapmaya başlar. Çünkü o insan, kendisinde değil, Hakk’ladır (c.c.). Nasıl ki Allahü Teâla (c.c) Hazretleri bir kudsî hadiste şöyle buyuruyor:

- "Ey Ademoğlu! Ben Allah’ım (c.c.); benden başka ilâh yoktur. Ben bir şeve ‘ol’ demeyi istersem o olur. Sen de bana itaat edersen sana istediğini yapabilecek kuvveti veririm."



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Uykunun Kötülüğü

Uyanıklığa götüreni bırakmak iyi olmaz. Her zaman uykuyu değil, biraz da uyanıklığı aramak lazım. Ayık olmak varken gaflet yolunu seçmek, noksanı ve azı, çoğa, iyiye tercih sayılır. Ayıklığı icap ettiren halleri terk, bütün iyi şeyleri bir yana itmek sayılır. Bu, yerinde bir şey değildir.

Gaflet bir nevi ölümdür. Bu yüzden iman sahibine gaflet yakışmaz. İlahî emirler karşısında gaflete düşmek, çok yakışıksızdır… Dikkat edilirse doğruyu bulma arzusu arttıkça gaflet azalır. Bunun icabıdır ki ariflerde bayağı uyku azalmaya başlar.

Bundandır ki meleklerde uyku yoktur. Ehl-i cennet uykuyu bilmez. Bunların derecesi çok yüksektir. Çünkü uyku gaflettir. Dolayısıyla noksanlıktır.

Bütün hayır işler, ayık olmadadır. Bütün şerler gaflette toplanmıştır.

Bunun çeşitleri vardır. Zahirî, uykudan kurtulmak için az yemeli, az içmeli, çok yiyip içince çok uyku olur.

Gafletin çeşitli sebeplerinden biri de çok yemekten hasıl olan uykudur. Daima uykuya dalmak ve her şeyi unutmak kötüdür.

Çok yiyen kimse, rahat ibadet yapamaz. Çok yiyen kimse, oruca dayanamaz. Bilhassa haram yiyenler, tam bir gaflet içinde ve ölü gibidirler. Az da olsa haram yiyene az yedi, denemez. Haram şeyin azı da çok sayılır.

Herhalde dikkatli olmak varken az gaflet eden çok nadim olur.

Haramdan çok sakınmalıdır. Çünkü onun azı yoktur. Haram imanı örter, kalbi karartan odur. Alkollü içkilerin azı, aklı yıkmaya yettiği gibi haramın da azı imanın ışığını söndürür.

Zamanla iman ışığı sönerse ibadetin ve iyiliğin yararı kalmaz.

Helal yemeli, helal içmeli. Helalin azı da yeter Çünkü onunla gönül rahatlığı ile ibadet edilir…

Helal, nur üstüne nurdur. Haram, kir üstüne kirdir.

Helali de nefse uyarak yemek olmaz. Allah’ın (c.c.) emirlerine göre yiyip içmeli. Aksi halde bir nevi israf yolu seçilmiş olur; bu da yakışmaz.

Haram yemek daima gaflet getireceğini ve ondan sakınmayı bir daha hatırlatırız.




Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah (c.c.)'tan Uzaklığı Yok Etmenin Çaresi ve Yakın Olmanın Keyfiyeti

İşlerin şu iki şey arasındadır: Biri Allah’a (c.c.) yakınlık, diğeri de O’ndan (c.c.) uzak olmak.

Eğer sende ilahî nurun bir cezbesi yoksa neden durursun? Bu büyük kısmeti kaçırmana ne sebep var? Bu, bu kadar az aramakla kolay ele geçmesi imkansız olan nimeti neden oturarak beklersin. Durma, çalış; Hak yolda yürü ve kısmetini bulmaya bak. Çünkü selamet bu yoldadır. İyilik bu tarafta bulunur. Dünya ve ahiretin zenginliği böyle elde edilir.

Bu yolda yürürken iki kuvvetin olmalı; tam mertebeni bulman için bunlar senin iki kuvvet kanadındır.

Onların biri şehvet kuvvetini arttıran bilumum rahatlıkları terketmektir. Hatta mubah olan şeyleri dahi bir zaman için bırakmak yerinde olur.

Diğer kuvvet ise güçlü kuvvetli olmaktır; oldukça ibadetlerin zahirde ağır kısmını yapmalı. Daima kolay taraflarını seçmek iyi olmaz. Ancak bu şekilde nefsin elinden kurtulmak kolay olur. Bu durum kuvvet bulursa dünya ve ahiretin meşakkati kalmaz… Zafer yolları açılır. Yani Allah’ın (c.c.) emirlerine giden yollar, zafer meydanı senin olur.

Muvakkat bir zaman için mahrum olsan da sonra her şeyin senin olduğunu görürsün. Sonra senden büyük kerametler de zuhur eder, izzet sahibi olursun.

Bir gün gelir tam Hakk’a (c.c.) ermişlerden olursun. O ermişler, tam ilahî cezbenin içine düşmüşlerdir. Onlar, hak ve hakikatin çekici kuvvetine uymuşlardır. Rahmet deryasına dalmışlardır.
İşte bunların derecesine çıktığın zaman edepli ol.
Bulunduğun hale aldanma.
Hizmette kusur etme.
Asli hüviyetin olan karanlık tabiat alemine dalma.

Anlatmak istediğimiz mana yönünden şu iki ayet-i kerimeyi oku:
- “Emaneti insan yüklendi; ama kendini bilmez, nefsini kötüye kullanmak ister.”

- “İnsan aceleci oldu.”

Kalbine sahip ol
; halk, nefis ve şeytandan gelen şeylere iltifat etme.
Sabrı terketme.
Başına bir iş geldiği zaman feryada başlama; bekle, sabırla bekle.
Sopa ile sağa, sola yuvarlanan top gibi iradeyi biraz bırak.
Süt emen bebek gibi yumuşak başlı ol.
Ölünün, yıkayıcıya teslim olduğu gibi teslim ol Hakk’a (c.c.) …

Son olarak şunları da ilave edelim:
Hakk’ın (c.c.) zatından gayrına karşı kör ol.
O’ndan (c.c.) başka şeye varlık verme.
Kimsenin fayda ve zarar babında bir kuvvet sahibi olacağını aklına getirme.
Bütün mahlukatı Hakk’ın (c.c.) kamçısı altında müsavi gör.
Herkese gelen sana da gelir. Onlara kısmet olan sana da olur. Ama herkese istidadı kadar gelir.




Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Zühd Üzerine

Zühd olan bazı sebepler yüzünden iki defa sevap alır; bunun biri bir şeyi terkeder, ama nefsi için değil… Bundan bir manevi huzur duyar, sevap alır.
İkinci defa: Yalnız Allah (c.c.) emir verdiği için alır; bundan da ayrı bir mükafat kazanmış olur.

Zahid, nefsine uyarak hiçbir şey almaz, nefsine muhalif kalır. Bu hal gerçekleşince hakikate erenlerden sayılır.
Veli olmaya hak kazanır; emin zümresine karışır; ariflerden olur.

Bu hale geldiği zaman bir nevi varlığı yok gibi olur. Bu durumda verilen emir dahilinde işlerini yapmaya çalışır. Sakin olur; daima huzur sahibidir. Nasibi neyse kolayca gelir.

Öyle zaman olur ki yer, içer, fakat iradesi sönmüş olur. İyiye yönelen şahsi arzuları ondan fenalık çıkmasını önlemiştir.

İşte bu durum karşısında emre uyarak iradesini karıştırmadan kader-i ilahinin önünde işlerinin akışını devam ettirmeye muvaffak olursa kârların en üstününü elde etmiş olur. Çünkü ilahi fiillere uyarak işlerini yürütmüş olur.

Burada bana biri:

- "Bu kâr sözünü neden söylüyorsun?" diyebilir. Bunların bütün irade ve arzuları öldükten sonra Hakk’a (c.c.) ermiş olurlar. İstek, arzu, bazı dereceler kazanmak bunlar için düşünülemez. Bunlar bulacaklarını bulmuşlar, Hakk’ın (c.c.) has kulu olmuşlardır. Bir kula mükafat vermek olur; fakat kul kendiliğinden bir şey kazanamaz.

Biz bu soruları şöyle cevaplandırırız:

- Doğrusun; şu kadar var ki Allah (c.c.) onları fazlına kavuşturur; lütfuna, keremine erdirir. Kulun bütün iradesi hemen söner; ama ne de olsa beşeri alemdedir, az da olsa bir iradesi vardır. Ve bunu kötü yola koymamak için bir gayret sarfında bulunmuştur. Onun için her şey vardır; her güzellik verilmiştir.
Bu verilenleri o zat, kendiliğinden elde edebilir mi? Edemez.
Sonra kazanç, kâr denince akla yalnız cennetin ırmakları gelmemeli; Allah’ın (c.c.) ihsan buyurduğu lütuf ve hayır işe yardım da bir mükafat sayılmalıdır. Şunu da burada söylemek lazımdır ki o veli, bir çocuk gibidir; ilk zamanda iradesine fazla hakim olsa bile sonra tamamen varlığı yok gibi olur. İşte bu sırada onun her çeşit kötülüğe düşmesi muhtemel sayılır. İşte onun bu kötü işlere kapılmaması elinde değildir. Daha önceki hareketlerinin sağlam olması sonucu ona kazanç temin etmiştir ve bu kazançta onun kötü işlerden korunmasıdır.

Kazançlar çeşitlidir. Bir çocuğun da kazancı vardır. Nasıl ki ana ve babasının himayesine sığınan bir yavru için himaye edilmek bir kazançtır. Babanın rızık temini, ananın kalbine konan şefkat duygusu yine o yavru için en büyük kârdır… O insan da bir çocuk gibidir. Halkın onu sevmesi, ona yardım etmesi kendisi için bir kazanç sayılır. Bunu Allah (c.c.) vermiştir.

İşte cevap:

Bu kazançlar böyledir. İlahi emirleri yapmak yine bir nevi mükafat sayılır. Çünkü insan her istediğini yapamaz. Onu yapması için ilahi lütuf ve kerem ihsanı gerektir.

Allah (c.c.) daima sevgili kullarının yardımcısıdır.



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah (c.c.)'a Vasıl Olmayı İsteyen ve Vasıl Olmanın Şekli

Ahirete hoş gitmek isteyen zahid olsun; kötü yerlerden kaçınsın.
Dünyasını temiz tutsun. Allah’ına (c.c.) ak yüzle varmak istesin.
Dünyada O’nun (c.c.) tevhid nuruna ermeyi arzulayan yine zahid olsun.
Ahiretin güzelliğini, nimetini, tadını istemesin.

Bir kimsenin kalbinde yalnız maddi taraf varsa o zahid değildir.
Ki bu maddi arzuları şöyle sıralamak mümkündür:
Şehevi arzular, dünyanın geçici lezzetleri, dünya rahatı sayılan evlad, aile, yemek, içmek, giymek, binmek, gezmek, hoş olmak, ilim yolu ile kibre, gurura kapılmak, iyi konuşmaya heveslenmek ve daha akla gelen birçok dünyaca şöhret sayılan şeyler… Bunların haricinde beş vakit ibadetler hariç desinler için yapılan şeyler, hiç de zahidlik alameti değildir.

Bilhassa bela geldi mi sızlanmak, az zarar görünce ağlamak, hafif bir menfaatin gidişi karşısında kızmak pek hoş değildir. Kaldı ki zahid olmaya çalışan için hiç yakışık almaz.

Bu sayılan şeylerin hemen hepsinin içinde nefsin isteği vardır. Halbuki zahidlik, evvela zahidlik ne ise ona uymayı sevmektir.

Yukarıda söylenen işler, çoğu insanı dünyaya bağlar. Bunların peşinde koşan kendini dünyanın daimi kalacak bir varlığı sanır. Kendi kendine nasıl olsa ben ölmeyeceğim der gibi hal ve tavır takınır. Halbuki zahid olmak için ilk başta bunları kalpten çıkarmaya çalışmalıdır. Layık olan da bulur. Gerekli olan odur ki her zahid, nefsini kötü şeylere uymaktan tuta. Bütün bu kötülükleri ruhundan kazımaya çalışmayan zahid olamaz. Her zahid, kendini daimi tevazu içinde tutmalı. Oldukça çekimser bir tavır takınmalı. Her yerde ataklık zahide yakışmaz.

Şunu da bilmek gerekir:
Değeri bir nohut kadar dahi olsa dünya sevgisi kalpten sökülmelidir. Bu durum geliştikten sonra rahatlık başlar; kalpten sıkıntı kalkar. Zaten bütün dertler, sıkıntılar dünyayı sevmekle başlar. Dünya sevgisi azalınca tabiî olarak üzüntüler de azalır.

İşte dünya sevgisi azalınca Allah (c.c.) sevgisi çoğalır.
Buna işaret olarak Hz. Resul’ün (s.a.v) şu Hadis-i Şerifini zikredelim:
- "Zühd yolunu tutmak, gönlü ve vücudu rahata erdirir."

Dünyanın sıkıntısı, derdi çoğaldıkça Allah’a (c.c.) karşı bir perde çıkar. O’na (c.c.) yaklaşmak kolay olmaz. Bunların inkişafı, yani Allah’a (c.c.) yaklaşma yolu dertlerin azalmasıyla başlar.

İşte ahireti kazanmak için bir baştan öbür başa tüm olarak dünya sevgisinden kurtulmak gerek.

Bundan sonra eğer Allah’ı (c.c.) bulmak bir gaye ise ahiretin de bütün derecelerini bırakmak lazımdır. Oranın yemesini, içmesini ve daha başka ehl-i imana vaad olunan şeylerden kalbi temizlemek icab eder.

Madem Allah’ın (c.c.) rızası isteniyor, yapılan amelin öbür alemde mükafat getirmesi istenmeyecek.

Yapılan işlerin neticesi elbette mükafatsız veya cezasız kalmaz. Allah (c.c.) kimsenin istemesine bakmadan fazlasını verir veya ceza lazımsa keser… İstemeye lüzum olmadan yakınlık veya uzaklık verir. Allah’ın (c.c.) adeti budur. Bütün Peygamberlerine (AS) ve sevgili kullarına büyük ihsanlar etmiştir.


İnsana lazım olan, bütün hayatı boyunca dünyasını temiz geçirmektir.
Ahirete göçtüğü zaman orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kalplere dahi gelmeyen iyi nimetlere erer.
Bu nimetlerin tarifini zihin kavrayamaz. Tabirler bunu vasıflandırmaktan acizdir.




Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Hazzı Terk

Hazzı terk üç devrede mümkün olur. Bunun birinci devresi avama mahsustur.

Bir insan tahayyül edin, şahsi iradesinde devam eder, yer, içer; tabiatına göre hareket eder. Hiçbir dava peşinde koşmaz. Sadece bir insiyakla yola devam eder. Hakk’a (c.c.) ibadet etmez, dine uymaz. Hiçbir had hudud tanımaz; daha kısa bir tabirle iddiasızdır, davasızdır. Bu arada ilahi bir nazara uğrar; rahmet kapıları açık olur. Böylece ilahi bir tevafuk olarak bir gün karşısına bir nasihatçı çıkar. Bu nasihatçı salih kimse olduğundan tesirli olur; bu hal karşısında o iddiasız adam, kendiliğin, hakkı kabullenir.

Bu durum böylece devam eder gider. Çünkü o nasihatçının sözleri, o adamı yola getirdi. Her gün kendine has usulle dinlediklerini tatbike koyulur. Bu halin tabiî bir neticesi olarak ayıplarını görmeye başlar. Tabiat ve nefsin peşinde koştuğunu sezer. Ani olarak iman yoluna girmiş olur. Allah (c.c.) yolunu kendine seçer; şeriatın emirlerine göre hareket eden halis bir insan haline gelir. İlk defa gitmekte olduğu tabii hava söner, yavaş yavaş kötülükleri bırakır. Haram şeylere yaklaşmaz. Şüphelilerden çekinmeye koyulur. Halkın minnetini, dünyanın uygunsuz işlerini bir yana atar, Allah’ın (c.c.) verdiğine ve O’nun (c.c.) emirleri ile gelene bakar.

İslam dininin:
- “Helaldir.” dediği şeyleri alır.
Yemesinde, içmesinde, giyiminde, kuşamında, ahlak ve fazilet yolunu arar. İster ki hep taata, ibadete sevk edecek şeyleri yapsın; Ötesini yapmasın.

Bundan sonra onda Hakk (c.c.) vergisi bir anlayış hasıl olur; bilir ki dünyadaki kısmetini yiyip bitirmeden ölmez. Sakin olarak düşünür, helal yer; mubah yoldan kazanır, günlerini böylece geçirir gider.

İkinci devre başladığı zaman o, bir velidir. Hakikata erenlere dahil olmuştur. Haslara katılmıştır, azimet sahibi olmuştur. Bu kere yaptığı işleri daha ince bir süzgece tabi tutmaya başlar. Emirle yer, ilahi duygu ile hareket eder.

Üçüncü devre başladığı zaman ona bir ses gelir.

Bu seste:
- “Ayaklarına takılanları bırak… Dünyayı ve ahireti terket. Bunları isteme…” emri verilir.

Daha sonra:
- “Bir baştan öbür başa bilcümle izafi mevhum varlıklardan uzaklaş, hepsini bırak. Yersiz varlıkları yok bil; tevhid nuruna dal ve onda güzelleş.”

Daha bunlar gibi birçok emirler.

Artık şirk terkedilmiş irade, Hakk’a (c.c.) bağlanmış ve o, tam bir edep ve terbiye içinde ilahi huzura kavuşmuştur. Gönlü boş… Başı öne eğik; ne sağında olan ahirete ne de sola geçen dünyaya bakar. Halk sağlığı, bir sürü garip istek ve bunlara benzeyen şeyler kalbinden silinmiştir.

Bu makam son duraktır. İzzet tacı ve ilahi saltanat bu makamda verilir. Sonsuz bilgiler bu devrede gelir. Fazilet ve ihsanların çeşitleri bu makamdan daha çok verilir. Bunlar verilirken ona:

- “Bunları al, giyin, kuşan; nimetlerden faydalanmayı bil… Yalnız sakın edep dışı iş yapma, bunları kabul etmemek gibi şeyler aklına gelmesin. Çünkü iyiliği kabul etmemek sahibine hakarettir. Nimeti az görmektir.” denir.

Alır, giyer; yer, içer. Her türlü ilahi nimetlerden faydalanmaya başlar. Bir zamanlar nefsinin emriyle aldığı şeyleri şimdi kudret eli ona verir.

Sözü buraya kadar vardırmışken nimetlerin alınması ve yenmesi için bazı haller olduğunu söylemek isterim.

Bunları dört kısma bölmek yerinde olur:
Birincisi: Tabiidir; nefse, şeytana uyarak yemektir. Bunu hemen söylemek lazım gelirse “Haram” olduğunu söyleriz.

İkincisi:
Kur’an ve hadiste belirtileni yiyip içmektir. Yani Kitap ve sünnete göre… Bu şekilde bir yiyip içmek şer’îdir. Adı ise “Helal ve Mubah.”

Üçüncüsü: Emirle almak. Herhangi bir işi yapmak için ruhi bir emir beklemek. Bu iyidir; fakat herkeste olmaz; yalnız velilerde olur.

Dördüncüsü:
Bu en üstün derecedir. Burada emir, istek ve arzu herhangi bir işaret beklemek yoktur. Bu makamda olanlar iradeden soyunmuşlardır. Burada bulunanlar, kadere tabi olan zatlardır. Bunlar, her şeyi Allah’ın (c.c.) fazl ve ihsanı ile görür. Bunlar salihlerdir. Bunlara salih demekle de hudud çizmiş oluruz. Yalnız bir ayet-i kerimede:

- “Allah (c.c.), sevgili kullarının hamisidir. Salihlere O (c.c.) sahip olur.”

Belirtilen salih vasfına nispeten biz de salih diyoruz.

Bu son makamın sahiplerini birkaç defa anlattık. Burada bir daha anlatmadan geçemeyeceğiz. Bunlar tamamen maddi varlıklarından âri, beri insanlardır. Kendi şahısları için ne bir iyilik düşünebilirler ne de kötülük. Bunları kader eli çevirir. Kader eli yardımlarına koşar. Bu hal çok büyük bir iştir. Sözle anlatılmasına da imkan yoktur. Ancak zevkle bilinmesi gerektir…

Bunların zamanları da hayli gariptir. Bazı zamanlar öyle bir ağırlık duyarlar ki ihtiyarsız bağırmaya başlarlar. Fakirlik veya zenginlik bunlar için bir mesele olmamasına rağmen dilenmeleri de mümkündür.

İşte bunların ömrü çok garip hadiseler içinde geçip gider. Olacakları kadar olmuşlardır. Allah (c.c.) kudsiyetlerini artırsın.

AMİN


Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kulun Halkı ve Nefsi Bırakması

Kul şahsi hevesi, nefsi, iradeyi, dünya ve ahiret ümitlerini bırakmalıdır. Bunları bırakıp kalbine yalnız Allah (c.c.) sevgisi girdiği an doğruyu bulmuş sayılır.
Artık kalbinde yalnız Allah (c.c.) sevgisi vardır. Her şeyi Allah’tan (c.c.) ister; başka bir şey arzu etmez. Çünkü Allah (c.c.) onu kullar arasından seçmiştir. Onların içinden saf olarak almış; hem kullara sevdirmiş hem de kendisi sevmiştir.

İnsanların kalbi, o sevilmiş, seçilmiş insanın sevgisiyle doludur. Bu yapılanlar, onun için bir nimet sayılır. Sonra sonsuzluk ifade eden hoşluklardır. Bunların içinde ebedi kalma saadeti vardır. Kul, bu halinde elinde olmayan ilahi bir irade ile düşünür ve ilahi tecelliler arasında kendisini yok olmuş bulur. Hakk’ın (c.c.) tedbiriyle hareket eder. O’nun (c.c.) dilediği gibi olur, O’nun (c.c.) rızasına göre razı olur. O’nun (c.c.) emrine uyar, başkasını bilmez. O’ndan (c.c.) başka kimsede varlık göremez. Bu durumda bilir ki fiil, söz ve hareket hepsi Hakk’a (c.c.) tabidir.

Bu durumda ilahi vaadler alır; hayal dahi edemediği şeyleri bulur ve alır. Burada da ilave yapmak gerekirse deriz ki, kulun iradesi yok olmuştur. Yalnız ilahi irade kendini gösterir.

Bu mevzuyu biraz açmak isteriz. Kastımız, kulun iradesi yok olduktan sonra bazı değişiklikleri bildirmektir. Kul bir iş diler, fakat kendi iradesi ile değil. Hakk’ın (c.c.) iradesi dahilinde. Az zaman sonra o değişir, başka bir şekil alır. Bu değişik iş, belki o kulu üzer; ama üzülmemek gerek. Çünkü Allahü Teâla (c.c.) Hazretleri şöyle buyuruyor:
- “Biz bir iş değiştirdiğimiz zaman ancak yerine ondan daha iyisini, daha güzelini veya aynısını getiririz. Allah’ın (c.c.) her şeye kadir olduğunu bilmez misin?”

Burada sözle söylenmesi gerekmeyen işler vardır ki onu yalnız tasavvuf ehli bilir.

Yukarıda zikredilen Ayet-i Kerimenin bir nüzul sebebi vardır. Ama biz bunun üzerine duracak değiliz. Yalnız bazı hususları belirtmek için anlatmakta fayda vardır.

Hz. Peygamber (s.a.v) irade bakımından Hakk’ın (c.c.) emir ve tecellisine bağlıydı. Şu kadar var ki bazı ilahi irade yönünden iyi, fakat zuhur eden hadiseler cihetinden zahirde hatalı görülen şeyler sezerdi; ama kalben… Bunu bilen ancak Allah’tı (c.c.). Değiştirmek de Allah’a (c.c.) ait idi. Hal böyle iken değişen bazı ayetler Peygamberi (s.a.v) üzerdi. Bunun üzerine bu ayet nazir oldu. Peygambere (s.a.v) ihtar edildi.

Tasavvufi ve öz manası ele alınırsa şu ayet-i kerime de kastımız olan inceliği belirtmeye yeter:
- “Dünyanın geçici nimetlerini istiyorsunuz. Halbuki Allah (c.c.), öbür alemin güzelliğini sever. Eğer geçmiş bir hüküm Allah (c.c.) tarafından verilmiş olmasaydı sizi büyük bir azap tutardı; bu yaptığınız işin cezası olurdu.”

İşte burada sözü edilen “geçmiş hüküm” ilahi iradedir. Buna Hakk’ın (c.c.) arzusu denir. Bu irade hiçbir an değişiksiz olmaz, daima değişir. Makamı buraya varan kul, iradesi ile bir iş yapmaya kalkarsa ceza görür. Hakk’ın (c.c.) iradesine göre hareket edip fakat kalbine bir şey gelirse yalnız bir histen ötürü olur.
Aksi halde “Bu neden oluyor?” gibi sözler sarfedilirse Allah (c.c.) kulunu azarlar, kaderin daima değişmesi gerektiğini söyler, sonunda şöyle buyurur:
- “Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musunuz?”

Bunu biraz tefsir etmek gerekirse şöyle:
- “Sen kader denizindesin. Onun dalgaları seni çevirmektedir; kah bu yana kah öte yana.” diyebiliriz. Şunu da burada ilave etmeliyiz ki her veli son makama erdiğini sandığı derece, bir nebinin ilk adımı olsa gerektir. Velilik ve ilahi iradeye geçtikten sonra yalnız nebilik, yani peygamberlik makamı vardır. Ve her veli, peygamberin makamına ermesine imkan olmadığını da bilmelidir.

En iyisini Allah (c.c.) bilir.




Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kaderde Niza Yoktur

Bütün manevi haller saklıdır. Allah (c.c.) dostu da onları saklamaya memurdur. Her saklanması lazım gelen şeylere Kabz hali, diğerine de Bast tabir olunur.

Bu cihetten bir velinin iki hali vardır demek icap eder:
Biri Kabz (Sıkıntı), öbürü Basttır.(Serbest)

Hali muhafaza Kabz; kaderle hareket etmek Bast’tır. Kadere uymak, serbest haldir. Ona bağlı olarak işleri kader çerçevesi içinde görmek en rahat alemdir. Daha sonra zuhura gelecek manevi halleri saklamak lazımdır. Bir veli, kerametini saklamak zorundadır.

Kaderde saklanacak bir şey yoktur. Bu yüzden ona münakaşasız uymak, onun zuhurunu beklemek en iyisidir. Gelen kendiliğinden gelir. Olacak iş, istenmese de olur.

Bunların kendine göre makamları vardır. İrade-i İlahîye ile hareket eden kimsenin kaderden haberi olmayabilir ki o kimseden bazı haller zuhur edebilir; bir nevi keramete benzer… fakat değildir. Bu sebepten zuhura gelecek bir işi saklamak yerinde olur. Çünkü hikmeti bilinmez. Çünkü iyi sanılan şey kulun arzusu hilafına çıkması mümkündür.

Kader-i İlahîye tam dalmış olanda böyle bir mahzur yoktur. O, kendisine bir şey izafe edemez. Keramet bile olsa kader-i ilahi olduğunu bildiği için açığa vurmasından bir zarar gelmez. Bu makam çok ağır bir makamdır. Bu kader makamına girmek için birkaç devre geçmesi lazımdır.

Başta insanın bu makama ermesi ilahi irade ile istendiği takdirde kendisine şahsi istek ve temenniler hakkında bazı emirler vaki olur. Bazı zamanlar bir yoklama gibi sual gelir. Suale benzemez, ama öyle demek daha iyi olur.

Mesela:
- Bu iş nasıl? gibi bir teklif vaki olur.

Bunu takiben de:
- Bu işi bırak. emri gelir.

Daha başka şekilde zühd yolu telkin edilir. Ve o yolu tutar. Böylece bir zaman kalbi boşalır. Bütün istek, arzu, temenni yok olur; yalnız Allah (c.c.) aşkı kalır.

Bundan sonra gelecek tecelli değişebilir. Bazı vasıtalarla istemeye izin verilir. Kısmetini istemeye başlar. Çünkü kısmetini alması ve nasibini yemesi lazım. Bu sebepten yer içer, ama kaderin içinde kaldığını iyi bilir. Bunu bildiği halde yine Allah’a (c.c.) dua eder. Nasip ister. Halbuki istemese dahi o şeyin geleceğini bilir. Bunu yapmasının sebebi de edep icaplarına uyduğunu göstermektir. Bunu böyle yaptığı için Allah (c.c.) indinde sevgi derecesi daha çok artar. Kerametlerin saklanması halinden kurtulmak bir nimet sayılır. Bir velinin her işi açık olması da ayrı bir fazilettir. Bu duruma gelmek için isteme derecesine çıkmak lazım. Haddi aşmamak bir yüktür. Buna her veli dayanamaz. Bu makam ağırdır. Kader içinde kalmak daha iyidir. Bir sürü güçlükler ve sır saklamalar ağır bir vazifedir. Ama kader içinde hoş geçinmek daha rahattır. Çünkü gizli tutulması gereken bir hal yoktur.

- "İşte kaderdir, ne ise oluyor." denir ve geçilir.

Burada bir sual tevcih etmek mümkündür. Bu da bizim bu anlattığımız son şekil için bir, Kaderiyeci tabirinin kullanılma tehlikesidir.

Madem kader içinde hareket ediyor, o halde emir ve vazifelerin ne lüzumu var?

Sonra:
- “Ölüm gelinceye kadar Allah’a (c.c.) ibadet et.” ayetini red demek oluyor gibi bir söz söylenmesi beklenebilir.

Bunun cevabı basittir. İlk bakışta hiçbir veli böyle bir kötü yola girmez. Allah’ın (c.c.) sevgili kullarını böyle bir hareket yapmaktan tenzih ederiz. Şu iyi bilinmelidir ki bu kadar yüksek bir makama eren kötülük yapamaz. Kötülüğe ait bütün arzuları sönmüştür. Daha evvel de belirttiğimiz gibi bu hal lafla değil, kolay anlaşılması için evvela hal sahibi olmak lazımdır. Bir insan, ilahi kudret ve kuvvet sayesinde en üst makama çıksın; sonra da dinin emirleri dışında iş yapsın; bu imkansızdır. Bir defa bu makam sahibinin iradesi Hakk’a (c.c.) bağlıdır. Hakk (c.c.) ise en güzel şeyleri ister. Hakk’tan (c.c.) güzel işler zuhur eder. O insan, iyi iş yapmak için bir güçlükle de karşılaşmaz. Allah (c.c.) onu her kötülükten esirger.

Nasıl ki Allahü Teala (c.c.):
- “İşte biz, ondan bu şekilde kötülükleri bertaraf ettik. Çünkü O, bizim sağlam kullarımızdandı.” buyurdu.

Diğer ayette ise:
- “Bütün kullarım üzerinde senin hükmün olamaz.” buyurdu.

Bu şeytana bir azar idi..

Ayrıca şeytanın:
- “Yalnız Allah’ın (c.c.) halis kullarına bir şey yapamam.” dediğini de Rabbimiz (c.c.) bize haber veriyor.

Yukarıdaki sualinle senin bir zavallı insan olduğun anlaşılır. Zamanımızın sapıkları gibi bir veliyi görmek yerinde olmaz. Veli, Allah’ın (c.c.) himayesindedir. Diğeri ise şeytanın kucağındadır.

Allah’ın (c.c.) himayesinde olana şeytan nasıl yanaşır? Böyle bir makam sahibi için kötü şeyler nasıl düşünülür?

Yukarıdaki soruyu sormak kadar düşünmek de bir hatadır. Bu yolun hakiki yolcuları, yalnız hal sahibidir. Onlar, sözde bir veli geçinip dinin emirlerini hiçe sayan değildir. Bu sual yolunu takip edenler, bir sapıklık içinde bulunmaktalar.


Allah (c.c.) sonsuz kuvvet ve kudretiyle bizleri bu yolun sapıklarından saklasın. Ve bizleri muhafazası altına alsın. Bizleri ve bu yolun hakiki yolcularını gerek dış ve gerekse iç alemi zengin olanlardan kılsın. İyiliklerini üzerimizden eksik etmesin.




Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Her Yanı Bırakıp Allah (c.c.)'ın Fazîlet Kapısına Dönmek

Bütün yönleri bir yana at, bırakıp attığın şeylere yanaşma. Onların birine dahi iltifat, maneviyatı yıkar, ilahi faziletin kapısı sana açılmaz. Allah’a (c.c.) yaklaşamazsın.

Tevhid nuruyla bütün cihetleri kapa. Kendini, nefsini, bilgini ilahi ilim karşısında yok gör. Kalp gözün açılır. Fazilet kapılarını baş gözünle dahi görmeye başlarsın. Artık baş gözün maddi göz değil, kalp gözüdür. İman, yakın nurudur…

Bu nur, iç alem parladıktan sonra dışa vurur. Bir evin içi aydınlık olduktan sonra gecenin dışardaki karanlığını deler gibi dış alemi aydınlatır. Bu nur, zuhur ettikten sonra her varlığın ona uyar. Allah’ın (c.c.) verdiği o nur önünde eğilir; bir vaad-i ilahi icabı bunlar oldu.

Nefsini ezme; onu kötülüğe atma.
Ve onu kendi başına bırakma.
Onu kendi isteğine bırakırsan şaşar; halka bağlanır. Hakk’ı (c.c.) unutur. Maddi kuvvete ve sebeplere güvenir; mahvına sebep olur. Hayır kapılarını sana kapar.

Nefsi kendi başına bırakmak bir cehalettir. Allah’a (c.c.) bir eş tutmaktır. Bu yapıldığı takdirde mukabili olarak manevi taraf kapanır. Çünkü Hakk (c.c.) terk edilmiş ve batıl tutulmuştur. Şunu da bilmelisin ki ilahi kapılar her zaman açıktır. Her an tevbe yolları görünmektedir. Onları tuttuğun an yine Hakk (c.c.) yardımına erersin; merhamet eli seni yine kurtarır.

Bir defa kapıldım, deyip ötesini aramamak olmaz; Allah’a (c.c.) dönmek istediğin an kabul olunmuş sayılırsın.

Dön ve yalvar; O’nun (c.c.) rahmeti seni tutar. Hastalıklara şifa verir. İstediğin zenginliği ve her güzelliği bulursun. Eğer yine bir şaşkınlık yapmazsan böylece kalırsın ve yokluk senin için yok olur.



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Belaya Sabır Nimete Şükür

Halin iki durumdan başka yorumlanamaz. Onlar, bela ve nimet halidir.

Bela içinde isen sabretmeye çalış. Sabretmeye çalışmak, her insan için en az yapılması gereken bir vazifedir. Bundan sonra sabırlı olmak var. Zorla sabretmek, pek iyi sayılmaz. Bizzat haliyle sabırlı olmak daha iyidir. Ama güzeli rızadır. Bundan sonra uysallık gelir. Uysal olmak, bir insan sahibi için en iyi şeydir.

Kendini yok görüp kadere teslim olmak da iyidir, ama herkes bunu yapamaz. Bu, varlığını ilahi varlığa veren zümrenin işidir.

Sana gelen nimet olduğu takdirde şükür yolunu tutman gerekir. Bu şükür ise üç şekilde olur: Dille, kalple ve bütün duygularla.



Dil ile şükür:

Bütün nimetlerin Allah’ın (c.c.) olduğunu itiraf etmek. Nefse, kuvvete, halka, güç ve kuvvetine bir pay çıkarman şükrü bozar. Birçok vasıta ile sana iyilik yapılabilir. Bunları da Allah (c.c.) tarafından yaratılmış birer sebep bilmen gerek. Çünkü dış görünüşte her ne kadar bazı sebepler ve deliller varsa da bunların ötesinde ilahi kudreti sezmen gerek.

Her şeyi yapan Allah’tır (c.c.); yaratan, veren, getiren O’dur (c.c.). O (c.c.), şükredilmeye herkesten daha layıktır. Neden sebeplere bağlanmak doğru görülsün? Asıl sebebi de yaratan Allah (c.c.) olduğuna göre şükre hak kazanacak olan da Allah (c.c.) olmalı, değil mi?

Sana bir hediye gelse, o hediyeyi getiren güzele mi bakman lazım?.. Ona mı nimet sahibi diye itibar göstermen gerek?
Hayır, asıl o hediyeyi sana gönderene şükür ve saygılarını takdim etmen gerekir.

Nimeti getireni görüp onun esas sahibini unutuyorsan şu ayetin bildirdiği zümreye dahil olursun:
- “Onlar, dünya hayatının dışını bilirler, bunun ötesinden gafildirler.”

Akıllı kimse, işin sonunu bilendir.
Sebeplere bağlanan kısa akıllıdır.
Dışa bağlanıp işin iç alemini unutmak bir cahillik sayılır.




Kalp ile olan şükür:

Bu bir itikat işidir. Buna inanmak lazımdır. Kopmaz bir manevi bağa sarılmak gerektir.

O bağ şöyle gelişmelidir; bilmelisin:
İçinde ve dışında durmanda veya yürümende ne gibi tad ve iyilik varsa hepsi Allah’ındır (c.c.). Hatta yaptığın şükür bile. Kalben bunları bildikten sonra dilin ona bir tercüman olmalıdır.

Allahü Teâla (c.c.) Hazretlerinin şu ayetlerine iyice inanmalısın.

Çünkü kalpten bunlara inanmış olman bir şükürdür:
- “Sizde olan bütün nimetler Allah’tandır (c.c.). Allah (c.c.), dışınıza ve içinize nimetlerini bol bol sermiştir.”

- “Allah’ın (c.c.) nimetlerini saymakla tüketemezsin.”
Bunlara inanmış olan bir iman sahibi için Allah’tan (c.c.) başka yardımcı ve şükre layık kimse düşünülebilir mi?



Duygularla olan şükür:

Bu da bütün duyguları ibadetle kullanmakla olur. Şunu da ilave edelim ki Allah’ın (c.c.) emirleri dışında hiçbir sese kulak vermemek lazımdır. Bu durumda nefis, şeytan ve şahsi arzu uyulmaması gereken şeylerdir.  Allah’tan (c.c.) gayri hiçbir şeye uymamak lazımdır. Hele Allah’a (c.c.) ibadet eder gibi bir şeye tapmak hiç olmaz. Bu yapıldığı takdirde zalimler içine girilmiş olur. Bu zümreye zalim denildiği gibi haksızlıklar için cebir kullanan demek de olur. Allah’ın (c.c.) emri dışında başkasına emir vermek, bir zor kullanma olmasa dahi zulümdür.
Bu hali insan şahsi için yapsa da zulüm olur.
Bu yol, salih ve yararlı insanların yolu sayılmaz.
Bunlar hakkında ilahi hüküm şudur:
- “Allah’ın (c.c.) emri haricinde hüküm veren fasıktır…” denir.

Diğer bir ayetle ise kâfir olduğu beyan edilir.
Bu işin sonu da iyi olmaz. Netice ilahi bir azap olan cehenneme kadar götürür. O cehennem, akla gelen basit ateş gibi değildir. Onu tutuşturacak şey, kükürt taşı ve insandır. Dünyanın hafif ateşine bir an dayanmak imkansızdır. Ahiretin büyük azabına nasıl dayanılır? Nefse uyar, halka tapar, Hakk’ı (c.c.) bırakırsan gideceğin yerin cehennem olacağını unutma.

O gün orada:
- “Kurtuluş, kurtuluş…” diye bağırmak fayda getirmez.

Her ne kadar:
- “Allah… Allah… Allah…”nsöylesen yine seni çıkaran olmaz. Ancak imanın elden gitmemişse bir zaman yanar, sonra çıkarsın. Ancak günah kadar yanmak lazımdır.

Nimet ve bela halinde ol ve onların icaplarını yerine getirmeye bak. Bütün ömrün bunların dışında değildir.
Yukarıdan beri anlattığım gibi her şeyin has hakkını öde… Belaya sabret… Nimete de şükür

Bela halinde insanlara şikayette bulunma.
Bu halinde en ufak bir sıkıntı hali dahi belli etmemeye çalış.
Halini kimse bilmesin.
Hakk’ı (c.c.) itham etme. Hikmetine karışma.
Nimetini boşa götürme. Dünya ve ahiretle işlerine yarayacak şeyleri seç.

Eğer bir derdin varsa Allah (c.c.) istemedikten sonra kimse şifa veremez.
- “Derdi Allah (c.c.) verdi; şifayı kul verdi…” deme. Derdi veren Allah (c.c.), şifa sebebini de veren yine O (c.c.). Aksi halde Hakk’a (c.c.) eş koşmak olur. Halbuki O’na (c.c.) mülkünde ortak yoktur.

O’nun izni (c.c.) olmadan iyilik ve kötülük olmaz. Ne gelir olur ne de gider. Gerek afiyet gerek gayrı hepsi O’nun (c.c.) emriyle olur. Gerek dış aleminde gerekse iç aleminde insanlara fazla kıymet verme.Herkesi olduğu kadar değerlendir. Netice de onlar da senin gibi bir kuldur. Allah’ın (c.c.) isteği olmasa senin hiçbir şeyin zayi olmaz. Bu hallerde sana düşen en büyük iş, sabretmek ve razı olmaktır. Çünkü Hakk’ı (c.c.) bırakıp halka koşmak haramdır, yasaktır.

Hakk’ı (c.c.) her kötülükten tenzih et.
Nefsin şerrinden ona sığın.
Tevhid yoluna gir.
O’nun (c.c.) birliğini itiraf et.
Nefsin elinden kurtulman en büyük iştir; buna çalışman lazımdır. Taa ömür sona erip nefsin bitinceye dek sabırlı ol; Hakk’ın (c.c.) emirlerine uy.

Elbet darlık gider. Bir gün olur darlık kalkar. Nimet gelir; saadet, selamet yolları açılır. Peygamberimizin (s.a.v) halini düşün. Diğer Peygamberlerin (a.s) başına gelenleri dinle. Bilhassa Eyyub Peygamberin (a.s) hali senin için en büyük derstir. Hepsinin sıkıntısı gitti; hem de gecenin gündüze karşı yok olan karanlığı gibi. Yaz olunca kaybolan kışın soğuğu gibi. Her şeyin bir zıddı vardır. Her şeyin bir sonu ve her şeyin bir bitim tarihi olur. Sabır, her iyiliğin anahtarı hükmündedir.

Bir Hadis-i Şerifte:
- “Bir vücut için kalp ne ise iman sahibi için de sabır odur.” buyuruldu.

Diğer yerde ise:
- “Sabır, imanın hepsidir.” buyurulmuştur.

Şükür, nimetin saklanma kabıdır.
Gelen her nimet bir muhafazaya muhtaçtır.
Muhafaza edilmezse yok olup gider.
Nimetlere şükür etmediğin zaman elinden hepsi gider.


Bu anlatılanlar, büyük öğütlerdir; bunları oku. İbret al. İnşaAllah bir gün kurtulursun.



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Bidayet ve Nihayet

Bidayet, belli ve rastgele bir hayattan meşru olana çıkmakla başlar… Emre geçilir. Sonra bu da kalkar; kader başlar. Bunun neticesi yine rastgele yaşanan bir hayata dönülür.

Bunu iyi anlatmak için şu misali vermek yerinde olur:

İlk önce bilinen bir hayat başlar. Yani: Çocukluk alışılmış bir hayat olarak devam eder. Yedi yaşına gelince birden değişir; tahsil çağı başlar. Bir zaman serbest yaşamayı kaybeder. Netice yine eski hayata döner, serbest yaşar. Fakat bu dönüş eskisine az benzer, birtakım vazifeler uhdesine tevdi edilir.


İşte bir velînin ilk ve son devrine misal. O velînin tekrar bilinen hayata dönmesi lâzımdır. Ve döner. Ama bu arada onun için şart olan kendini bilmektir. Artık ilk devir geçilmiş, son devre ulaşılmıştır. Bu devir son derece nazik bir devir sayılır; bu yüzden yeme, içme, giyme, evlenme ve daha başka maddî zaruretlerin giderilmesinde dinî emirleri tatbik etmesi icap eder. Bütün hareketlerinde Hz. Peygambere (s.a.v) uyması gerekir.

Çünkü Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
- “Resûl’ün (s.a.v) yararınız için getirdiği şeyi alın. Yasak ettiği şeyleri yapmayın.”

- “Söyle, eğer Allah’ı (c.c.) seviyorsanız bana uyun; bunu yaparsanız Allah (c.c.) da sizi sever.”

Nefsini kurtar.
Onun tembelliğini gider.
Şahsî ve kötü arzularını kır.
İçinde ve dışında Allah’ın (c.c.) birliğinden gayrisi kalmasın; için tevhid nuru ile dolsun; dışın ibadetle bezensin.
Emir ve yasak babında titiz ol.
Senin daimi adetin bu minval üzere devam etsin. Anlayışın, davranışın ilahi emirlerle olsun. Yürüyüşün ve duruşun ona göre ayarlansın. Gecen gündüzün böyle geçsin. Darlığını ve genişliğini buna göre ayarla. Hastalığına burada şifa ara; sağlığını bu yolda devam ettir.

İşte kader yoluna böyle gir. Burada kader seni kucaklar. Varlığın hiçbir tesiri olmaz. Kuvvetin bir iş göremez olur. Ortada yalnız kader hüküm sürer.

Kalem ne yazdı ise sana gelir. İlahî bilgi seni kuşatır. Emniyet ve muhafaza altında bulunursun. Hakk (CC) seni her kötülükten esirger.

Bu arada birçok sapıklık yolları açılır. Sakın yolunu değiştirip sapmayasın. Birçok kimseler bu yolda şaşar, ama sen şaşma. Zaten ilahi kuvvet seni esirger. Yeter ki O’na (c.c.) teslim olmasını bilesin.

Allahü Teâla (c.c.) Hz.leri şöyle buyurdu:
- “Kur’an’ı biz indirdik, onun muhafızı biziz.”
- “Biz böylece ondan kötülüğü çevirdik. Çünkü O, bizim doğru kullarımızdandı.”

Yolunu şaşırmak istemediğin müddet esirgenirsin.

Elinden muayyen bir zaman için bazı kısmetin eksilir. Bu az bir zaman devam eder; yani nefsini yola getirinceye kadar. Buna alışman lazım.

Ey tabiat içinde kalan, ey nefis ve kötülüğün geçiş yollarında duran zavallı; bırak onları. Senin için bunlar bir yüktür. Bunlar senin için yük olmasın. Fenanın eşiğine bu yükle varılmaz; fenayı buluşun Hakk’a (c.c.) yaklaşma haliyle başlar. Fenanın kapısına varılmayınca Hakk’a (c.c.) vusul nice olur.

Bırak bu yükleri. Ufak bir hal görünce erdiğini sanma. Dünya varlığını kalbinden çıkar. Çıkar ki o tabiat karanlıkları iman nurunu söndürmesin.

Tabiat ölmez. Sen ölünceye kadar o zulmet olmaz, bunu iyi bil. Eğer yok olsa insan melek olur. Tecelliye uyulur. Hikmet kalmaz; emirler hükümsüz olur.

Bekle; bir zaman böyle gider. Daha sonra her arzun verilir.
İşte bunu anlatan şöyle bir Hadis-i Şerif vardır:
- “Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün nuru namaz.”

İşte bir zaman maddî şeyleri bırakıp sonra istemek. Buna istemek denmez, “sevdirildi” denir.

İşte bir zaman sonra sana da isteklerin verilir; zamanı gelince bol bol.

Bu hal Peygamberlerindir (a.s). Onlar en çok istidatlılardır. Zaman geçince ilahi rahmet şümulünü gösterir.

Her velî, halince Peygamberleri (a.s) kendine örnek almalıdır.

İşte işin ilki bir garip halle başlar. Sonu ise olgunlukla biter. Her velî, kendini emre vermeli. İlahî emirler dışına çıkmamaya gayret etmelidir.



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Nefisle Cenk ve Şekli

Muhalefet kılıcı ile nefsini her öldürdükçe Allah (c.c.), onu yeniden diriltir. Dirilince yine senden birçok şeyler istemeye, seninle nizaa tutuşur. Kötülük kanatlarını açar; yine uçmaya başlar. İşte, bu sırada sana yine cihad düşer. Nefis ölmez; sen sağ oldukça o da olur. Yalnız o islah olur.

İşte sen, onu islah etmeye çalışacaksın. Ve bu yolda sana mükafat verilecek. İman sahibinin daimî vazifesi nefsi yenmektir…

Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:
- “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”

Bunu bir muharebe dönüşünde söylemişti. Bu büyük sözler, nefisle mücadelenin devamlı olduğunu ve nefsin yok olmayacağını anlatmak istemişti. En büyük ibadet ve en güç iş, nefisle uğraşmaktır. Daima onunla mücadele yolunda olmak gerektir.


Çünkü Allahü Teâla (c.c.) da buna işaret olarak şöyle buyurdu:
- “Ölüm gelinceye kadar Rabbine (c.c.) ibadet et.”

Emir, Peygamber (s.a.v) Efendimizedir. Dolayısıyla bütün ümmete… Buradaki ibadetin manası, nefse karşı olmaktır. Kaldı ki bütün hayırlar da nefse karşı olmakla başlar. Daima onun zıddını, istemediğini yapmak lazımdır.

Burada bir soru akla gelir ve söylenebilir:
- “Neden Peygambere (s.a.v) bu hitap vaki oluyor? Peygamberin (s.a.v) nefsi islah olmuştu, O’nun (s.a.v) hevası yoktu.”

Allahü Teâla (c.c.) o büyük Peygamber (s.a.v) için şöyle buyurdu:
- “O (s.a.v), boştan konuşmaz. O’nun (s.a.v) her sözü bir ilahi vahiydir.”

Ne buyurulur?…

Buna cevap olarak şunları söylerim:

- “Allah (c.c.) bu emrini İslam yolunun istikrarı için buyurmuştur. Bununla dini emirler önünde Peygamberle (s.a.v) ümmetten birini eşit göstermek ve İslami emirler karşısında herkesin aynı olduğunu anlatmak istemiştir.

Sonra Peygamberimizde (s.a.v) nefse karşı manevî bir kuvvet vardır. Bunu O’na (s.a.v) Allah (c.c.) vermiştir. Bu kuvvetin varlığı önünde nefsin ve şahsi arzuların hiçbir kötülüğü Peygamberi (s.a.v.) şaşırtamaz. Fakat diğer müminler böyle değildir. Onlar daima cihadla nefse karşı gelmeye mecburdurlar. Resul (s.a.v) bu yolda bir gayret sarfetmese dahi işleri daima nefsin arzusu hilafına olur.

İman sahibi, daima yalın kılıç olmalıdır. Taa ölünceye kadar nefsin karşısında bir muhafız gibi beklemelidir. Onun kötülüğe atılmasına meydan vermemelidir.”


Her iman sahibi, Allah’ın (c.c.) huzuruna çıktığı zaman kılıcı nefsin kanına batırılmış olmalı.

İş bu hal, o imanlı insanı cennete götürür. Allahü Teâla (c.c.) Hazretleri bir ayetinde şöyle anlatır:
- “Bir kimse Yaradanın (c.c.) saltanatından çekinir, nefsine uymazsa onun yeri cennettir.”

Cennet adıyla bildirilen mekan, kudsî bir yerdir. Oraya yalnız iman sahipleri girer.


Oraya bir defa giren sonuna kadar kalır; bir daha çıkarılmaz. Tekrar dünyaya gönderilmek, başka bir yere nakil gibi şeyler akla gelmez.

Orada güzelliklere sınır yoktur. Her an yenisi gelir. Her nefes bir ilkinin daha güzeli, daha hoşu zuhur eder. Bunların önü, sonu, tükeneceği yoktur. Bu güzellikler, dünyada her an ve her gün yapılacak nefisle mücadelenin karşılığıdır.


Kafir ve içi bozuk olan münafıklara gelince, onlar da bunun tersine en güç felaketlere uğrarlar. Çünkü onlar, hiçbir kötü işe karşı durmadılar, nefislerine uydular; şeytanlara bağlandılar. Küfür, şirk, her türlü kötülüğü işlemekten çekinmediler. Neticede küfür üzerine ölüp gittiler. Buna ceza olarak öbür alemde onlara azap çeşitleri hazırladı. Cehennem zaten bunlar için hazırlanmıştır.
Cenab-ı Hakk (c.c.) iman sahiplerini ihtar için şöyle buyuruyor:
- “Kafirler için hazırlanan ateşten kendinizi koruyun.”

İman sahipleri, cennette sonuna kadar kalacakları gibi imansızlar da bu cehennemde sonuna kadar kalacaklardır. Orada, dünyada yaptıkları kötülükler yüzünden en çetin azaplara uğrayacaklardır. Derileri dökülerek, yerine yeni deri bitecek, azapları böylece tattırılacak.

Bu hususu anlatan ilahi sesi dinleyelim:
- “Onların derileri çürüdükçe-yanıp harap oldukça yeniden derilerini değiştireceğiz.”

İşte bu cefa, onlara dünyada yaptıklarının cezasıdır. Her an çekinmeden dünyanın kötülüğünü yaptılar. Nefislerine, şeytanlarına kapılarak yapmadıkları rezalet kalmadı. Öbür alemin de azabını böylece göreceklerdir. Azabın, cefanın benliklerine işlemesi için her an eriyen, çürüyen derilerinin yerine yenisi getirilecektir.

Cennet ehli ise her an o alemin iyi şeyini alacakları için daima güzelliklerin amiline gelince onu da:
- “Bu iman sahiplerinin dünyada yaptıkları nefse karşı cihaddır.” deriz. Dünyada ne yapıldı ise öbür alemde o görülür.


Bu mevzu ile ilgili Hadis-i Şerif şöyledir:

- “Dünya, ahiretin ekeneğidir…”



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Her An Bir Tecelli

Kul dua eder; duası kabul olunur. Bu hal, ilahi tecelli üzerinde bir etki yapmaz. Sonra yapılan dua geçmişte kader sayfalarına yazılanlara da zarar vermez. Bir anda dua edilir; edildiği zaman kader ve irade-i ilahiye de o yoldadır; hemen kabul olunur. Yoksa kader dua ile değişir; ilahi arzu bir tesir alır.

Birçok ilim sahipleri:
- “O her an yeni bir tecelli alır.”

Ayetinin manasını şöyle açıklıyorlar:
"Dua yapılır, kader de aynı yöndedir. Dua da bir sebep olur. İlahî tecellinin nuru hemen olacak işi bitirir. Yoksa bazı kimselerin anladığı gibi dua edildi diye hiçbir oluş olmaz. Yek başına dua ile ne bir bela def olur ne de bir yarar iş."

Bazı Hadis-i Şeriflerde şöyle bir açıklama vardır:
- “Bela, ancak dua ile gider.”

Ama bunu biraz açıklamak lazım gelir. Tefsirsiz bunu yanlış anlayanlar olur.

Bu Hadis-i Şeriften murad, belanın giderilmesi bazen duaya bağlıdır demektir.
Yani:
Dua yapılır, bela gider. Çünkü kader o yoldadır; dua edilmedikçe bela def olmaz.

Yukarıda belirtilen Hadis-i Şerifin manasına gelen bir diğeri vardır:
- “Kul, ameliyle cennete giremez.”

- “Amelsiz cennete girer.” manasına gelmez.

Cenneti Allah (c.c.) verir; kulun ameline göre orada makam.

Bunu daha çok tefsir eden bir Hadis-i Şerif vardır; Hz. Aişe (RA) rivayet eder.

Diyor ki:
- “Peygambere (SAV) sordum: ‘Ameliyle cennete giren olur mu?’ ”

Cevaben:
- “Hayır, yalnız Allah’ın (c.c.) rahmetiyle girilir."

- “Sende mi ya ResulAllah (s.a.v)?”

- "Evet ben de… Yalnız Allah (c.c.), beni rahmetine daldırmıştır."

Son cümleyi söylediği zaman elini başının üstüne kaldırmıştı…

Bunlardan çıkan mana şudur:
Allah (c.c.) hiçbir işi yapmak mecburiyetinde değildir. Ne bir dua ile kimseye bir şey vermek için ne de kimseye karşı bir taahhüt altındadır. Allah (c.c.) istediğini yapar.

Şu ayetler anlatmak istediğimizi daha iyi anlatır:
- “Allah (c.c.) dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder, dilediğini affeder.”
“İstediğini yapar…”
“O (c.c.) yaptığından sorumlu değildir; onlar hep hesap vereceklerdir.”
“Allah (c.c.), dilediğine sayısız rızık verir.”

Yapılan işlerin hepsi bir hikmete mebnidir. Hikmeti olmayan hiçbir iş yoktur.

Her şey ilahi adalet içinde devam etmektedir.

İlahî adalet, işleri böylece yürütmektedir. Bunların böyle olmamasına bir sebep yoktur. Çünkü semaların bitiminden yerlerin zeminine kadar bütün varlık O’nun (c.c.) elindedir ve O’nun (c.c.) tasarrufundadır. O (c.c.), bunlarda istediğini yapar. Zaten başka bir şey akla gelmez. Yeri ve göğü Allah’tan (CC) başka yaratan olmadığı gibi onları elinde bulundurup yönetecek kimse de yoktur.


Bu manalara işaret eden şu Ayet-i Kerimeler vardır:
- “Allah’tan (c.c.) başka yaratıcı var mıdır? Allah’la (c.c.) beraber bir ilah var mıdır? O’nun (c.c.) ismine bir eş biliyor musun?”

Sûre-i Ali İmran’ın şu ayeti anlatmak istediğimizi size daha iyi açıklar:
- “Ey Allah’ım (c.c.); varlık sahibisin, istediğine mülk verirsin, istediğinden de alırsın. İstediğini refaha kavuşturur, istediğini süründürürsün. İyilik elindedir. Her şeye gücün yeter. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye çevirirsin. Ölüden diri, diriden ölü yaratırsın; arzu ettiğine sayısız rızık verirsin.”



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah'tan (c.c.) Mağfiret İstemek

Allah’tan (c.c.) geçmiş günahlarına mağfiret iste. Bundan sonra da o günahların üzerine başkasının gelmemesi için yalvar.
İlahî emirlere uymak için Allah’tan (c.c.) yardım iste.
Kaza ve kaderin gelişini hoş karşıla. Belalara karşı sabırlı ol.
Elindekilere şükret.
Elindekilerin kadrini bil.
Ölüm gününü hayırla neticelendirmek için çareler aramaya bak.
Son nefesin hoşluk içinde biterse öbür alemde Peygamberlere (a.s), doğrulara, şehitlere ve iyi kimselere arkadaş olursun. Onlarla arkadaş olmak ne kadar hoştur.

Allah’tan (c.c.) dünyayı isteme…
Belanın gitmesini, ihtiyaç halinin geçmesini, zenginliğin gelmesini isteme. Sana gereken sabırlı olmaktır. Elinde bulunana iyi bakarak yetinmen gerekir.

Bulunduğun hal içinde bulunan manevî değerlerin elinden gitmemesini iste. Aksi belki senin için iyi olmaz. Bilemezsin, hayır hangi yandadır. Acaba sana zenginlik mi yarar yoksa dünya rahatlığı mı? İşlerin iç yüzünü bilmek sana saklıdır. Onları yalnız Allah (c.c.) bilir. Her şeyin iyisini ve kötüsünü O (c.c.) bilir.

Hz. Ömer’den (r.a) naklen şöyle rivayet edilir:

- “Ben günlerimin iyilik veya kötülük içinde geçmesini merak etmem. Çünkü bilmem hayır hangisindedir.”

İhtimal ki Hz. Ömer (r.a) bu sözüyle şu ayeti anlatmak istemiştir:

- “Size kıtal farz oldu, ama siz hoşlanmıyorsunuz. Bilemezsiniz, belki sevdiğiniz iyi değildir, belki de sevmediğiniz uğurludur… Halbuki Allah (c.c.) bilir, siz bilemezsiniz.”

Hayır üzere ol. Nefsin ölsün. Hevaî isteklerin yok olsun. Şeytanın zelil ve hakir olsun. Anlattıklarımızı yaparsan bunlar olur.

Anlattığımız yola girersen yersiz iraden ölür. Boş ümitlerin ölür. Kalbine safiyet gelir. Allah’tan (c.c.) başka bütün varlıkları kalbinden çıkar. O’nun (c.c.) sevgisi ile dolarsın. Bu halden sonra sana ilahi iradeden nasip gelir. O’nunla (c.c.) istersin, yani dünya ve ahiret işlerini… O’nun (c.c.) emrine uyarsın; bütün arzuların yerine gelir.

O zaman iraden Hakk’ın (c.c.) iradesine ram olur. İstersin, verdikçe şükredersin. Alırsın, yersin. Verilmeyecek olursa kimseye darılmazsın. Sonra verilmeyene karşı bir şey demezsin. Çünkü senin için mühim olan yalnız ilahi emirlerdir. Böylece kalbin temiz, iraden saf hak yolda devam edersin.



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Çarşı-Pazara Çıkanlar

Sokaklara ve pazar yerlerine çıkmak birkaç bölüme ayrılır. Elbette ki bunların, yani iman sahiplerinin pazara çıkmaları dünyaya ve dine dair vazifelerini yerine getirmek için gereklidir. Bunları birkaç kısma ayırmak sureti ile anlatmak yerinde olur.

Bunlardan bir kısmı sokağa çıkar; yalnız şehevî şeylere bakar. Kötü şeylere bağlanır. Onların geçici zevkleri kalbini bozar. Devam ederse helak olur; dinini bırakır. Ahlakı bozulur. Tabiatın verdiği adi zevkleri yapar, bütün fazilet duygularını söndürür. Ancak aradan geçen devrede kötülüğünü sezer, tevbe ederse onu o kötülükten Allah (c.c.) kurtarır.

Çarşı-Pazar işiyle uğraşanlardan diğer bir kısmı ise gördüğünü görür. Mahvolacağı sırada aklı başına gelir. Dinî inançlarını düşünür, yaptığı işin hatalı olduğunu derhal anlar; nefsiyle mücadele etmeye başlar.  Buna bir mücahid payesi verilir.   Yaptığı iş dolayısıyle öbür alemin bol mükafatını kazanmaya namzet sayılır. Buna dair bir Hadis-i Şerif vardır. Onda şöyle buyurulur:

- “Bir kimse, kötülük yapamayacak halde iken kötü işlere yanaşmazsa ona bir sevap; yapmaya gücü yettiği halde yapmazsa ona da yetmiş sevap verilir.”

Bu çarşı-pazarlarda dolaşanlardan diğer kimse ise gider, alır, yer, içer. Allah’a (c.c.) şükreder. Kötülüğe meyil etmez. Hepsini Allah’ın (c.c.) vermiş olduğu bir nimet olarak kabul eder.

Yine onlardan bir kısmı çarşıya çıkar, gezer; fakat ilahi hikmetlerden gayri bir şey görmez. Sanki gördüğü Allah’ın (c.c.) nurudur. Ve bundan gayrısına kördür, sağırdır. Bunun derecesi yüksektir. Bu dereceye erenler, Hak ‘tan gayrisini bilmezler.

Söz gelişi buna:

- “Çarşı da bir şey gördün mü?” diye sorarsan şöyle der:

- “Hayır…”

Hakikatte görmüştür. Ama bu gördüğü kalbini sarmamıştır. Ani bir bakışla geçmiştir. Uzun boylu ve kötü arzularla bakmış değildir.

Bu zat, her şeye değeri kadar önem verir. Dışıyla halka bakar, ama kalbi Hakk’tadır (c.c.).

Bu anlattıklarımızın son kısmına dahil olanların kalbi Allah (c.c.) sevgisiyle doludur. Kalbinde yalnız O’nun (c.c.) sevgisi ve O’nun (c.c.) yarattıklarının sevgisi vardır. Çarşıları, pazarları dolaşır; ağzından hikmetler çıkar. Dualar okur, Allah’a (c.c.) yalvarır. Hamd eder.

Bu, büyük insandır. Buna kulların hamisi denir. Buna arif de denir. Bedel ismi de verilebilir. Zahid, alim ve yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi ismi de kullanılır, îlahî bir elçi adı da takılır… Ne dense yakışır.

Allah (c.c.) bunlara, bütün iman sahiplerine rahmet ve rızasını ihsan eylesin. Doğru yola Allah (c.c.) hidayet eder.



Fütûh-ul Gayb / Abdulkadir-i Geylani Hazretleri (k.s.)
(Gizliden Sesler)