Gönderen Konu: Gizli Mahzenlerdeki Tarih Canlanıyor  (Okunma sayısı 13834 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Gizli Mahzenlerdeki Tarih Canlanıyor
« : 21 Mart 2012, 11:37:16 »

Bir Çeyrek Aydın Hastalığı; Osmanlı'yı Red ve İnkâr!

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz anlatıyor:

"Ankara'da milletlerarası katılımlı, bizdeki yüksek mahkeme başkan ve üyelerinden bazılarının da hazır bulundukları bir ilmî toplantıda, Osmanlı Devleti'nde İdâri yargı (mahkeme)nin olmadığından, idarenin keyfîliğinden, kanun ve kuralsızlıktan dem vuruluyor, üfürülüp savruluyordu.

Konuşmacı, sözlerini bitirince, ben söz isteyip Osmanlı arşivlerinden tek tek belgeler göstererek konuşmacının ne kadar büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu ilmî olarak isbat ettim.
 
Tabii ki belgeler konuşunca çeneler kapanıyor ve gerçekler ortaya çıkıyordu. Salonda çıt yoktu. Bu sessizliği Amerika Birleşik Devletlerinden gelen hukukçu bir bilim adamı olan L. Strouss söz isteyerek bozdu ve dedi ki:
 
'Ben, önce bu genç bilim adamına teşekkür etmek istiyorum. Beni aydınlattı ve içinde bulunduğum büyük bir çelişkiden kurtardı. Daha önceki konuşmacıları dinledikçe koskoca bir cihan devletinin nasıl yüzyıllarca böyle basit bir yargı sistemiyle keyfî olarak idare edilebildiğini düşünüp duruyordum. Ama bu genç meslekdaşım konuştuktan sonra, Osmanlı'nın bütün dünyayı nasıl olup da yüzyıllarca idare ettiğini gayet güzel anladım.

Şimdi düşünüyorum: Acaba Osmanlı Devletî mi bizi taklid etti, yoksa biz mi Osmanlı Devleti'ni. Çünkü yargı anlayışlarımız o kadar birbirine benzîyor ki... Bu ilim adamına tekrar teşekkür ediyorum."

Evet, Osmanlı, kelimenin tam manâsı ile güçlü bir hukuk devleti ve sınırları çizilmiş toplum nizamı idi. Öyle ki; hangi dinden, dilden ve mezhepten olursa olsun, hukukun karşısında padişah ve sıradan bir kişi eşit muameleye tâbî tutulurdu.
 
Fazilet Takvimi


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Geyikli Baba kimdir?
« Yanıtla #1 : 21 Mart 2012, 16:46:03 »
Geyikli Baba kimdir? Niçin “geyikli” lakabı verilmiştir?


Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde yaşayan Allah dostlarından bir zattır. İran’da Hoy şehrinde doğmuştur.
Orhan Gazi zamanında yaşamış olan Geyikli Baba, Keşiş Dağı (Uludağ) eteklerinde geyiklerle haşır neşir olup, istediği yere geyiğe binerek gittiği için, Geyikli Baba diye meşhur olmuştur.

Orhan Gazi zamanında Bursa’nın fethine geyik sırtında katılarak, ordunun önünde harp ettiği anlatılmaktadır.
Geyikli Baba, Orhan Gazi zamanında Uludağ’ın doğu eteklerinde, İnegöl yakınlarında vefat edip, oraya defnedilmiştir. Orhan Gazi tarafından kabri üzerine türbe yaptırılmış, yine Orhan Gazi tarafından türbe yanına bir cami ve dergah ilave edilmiştir.

Tarih Postası
bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Osmanlı sultanları içki içmiş midir?
« Yanıtla #2 : 22 Mart 2012, 10:55:05 »
Osmanlı sultanlarının içki içtikleri hakkında yazılar yayınlanıyor. Özellikle Sultan İkinci Selim’in içki ve eğlence hayatı olduğu gibi bilgiler var. Bu bilgiler ne derece doğrudur?


Sultan İkinci Selim Han hakkında bazı yanlış mütalaalar ileri sürülmektedir. Osmanlı tarihleri içinde muteber kaynaklardan Peçevi İbrahim Efendi’nin eseri olan Tarih-i Peçevî’nin orijinalinde içki kelimesi geçmediği hâlde maalesef sadeleştirilerek yayınlanan neşrinde ilâve olarak yer almıştır.

Bu neşirde Sultan İkinci Selim Hân’ın meclisi ile ilgili bahis:
“Nakkaş Haydar gibi şakaları ve davranışları ile ölüyü bile güldürür, ağır başlı ve asık suratlı olanları gülmekten katıltır güçte birçok ün salmış kimseler, fıkra anlatıcılar ve maskaralar meclislerini devamlı olarak neşe ve kahkahalara boğardı. Bütün bunlar için düzenlenen içki ve eğlence âlemleri ile kullanılan zevk ve sohbet araç ve gereçlerinin…” şeklinde sadeleştirilmiştir.

Yukarıdaki sadeleştirilmiş metin Peçevi Tarihi’nin orijinalinde aynen şöyledir:
“Ve bezle-gûy ve şîrînkârlıgla iştihar bulan Nakkaş Haydar emsali bir nice bedâyi’ birle ki letâyif ve şîrînkârlıkları mevtayı güldürür ve istimâ’ eden girân-cân sükalâyı güle güle öldürür. Dahi bunlara muâdil mudhik ve masharalar meclis-i şeriflerin dâima neşât ve sürür ile mesrur u pür-hubûr ederler idi. Ve bi’l-cümle bunlara el veren esbâb-ı iyş ü işret ve levâzım-ı zevk u sohbet ma’lûm değildir ki…”

Bunun doğru bir şekilde sadeleştirilmişi ise şöyledir:
“Tatlı ve hoş latifeleri ile şöhret bulan Nakkaş Haydar gibi birçok söz ustaları ki, bunların latifeleri ve şirinlikleri ölüyü bile güldürür ve dinleyen ağır başlı ve az gülen kimseleri güle güle öldürürdü ve bunlar gibi güldürücü ve eğlendiriciler şerefli meclislerini dâima sevinç ve neşe ile neşelendirirlerdi. Ve bütün bunlara uygun olan sohbet, eğlenmeye ve yaşamaya sebep olan hâller görülmemiştir ki…”

Burada da görüldüğü gibi metin içinde, içki âlemlerini anlatan hiçbir kelime yoktur.
Yukarıda içki-eğlence âlemleri olarak sadeleştirilen “iyş ü işret” kelimeleri içkili eğlence âlemleri mânâsına kullanılmamıştır. Bütün muteber lügatlerde bu kelimelere, eğlence, yaşama mânâları verilmiştir.

Eğlence vardır fakat içki yoktur. Ok atmak, ata binmek, güreş tutmak, yüzmek, şiir okumak, latîfe yapmak eğlencelerin çeşitlerindendir. Fakat hangi eğlence ifâde ediliyorsa onun adı verilir. Burada Osmanlı tarihlerinde sarhoş edici içki için kullanılan “hamr” kelimesi geçmemektedir. Yâni “Şürb-i hamr” denilmemiş ve “içki içildi” ifâdesi de kullanılmamıştır.



Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı ihvan

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 2399
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #3 : 22 Mart 2012, 15:50:33 »
emeğinize sağlık.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina hakkında yazılanlar doğru mudur? Ya da bu iddialar nasıl çıkmıştır? Aydınlatırsanız sevinirim.


Osmanlı tarihinde, Prut gibi büyük bir zaferi kazanmış olan Baltacı Mehmed Paşa hakkında, maalesef bazı tarihçiler haksız ithamlarda bulunmakladırlar.

Yapılan ithamların başında; Baltacı Mehmed Paşa’nın, Prut Harbi esnasında Katerina’nın tesiri altında kalarak, sulh yaptığı iddiası vardır. Evvela şunu ifade etmek icap eder ki, 200 bin rublelik savaş fidyesi alındığı doğrudur, fakat savaşı bitiren ve sulh yapılmasını sağlayan husus bu değildir.
Eğer sulhu bir rüşvet neticesinde kabul etmiş olsa idi, anlaşma şartlarını da hafif tutması gerekirdi ki, tam aksine, Rusları hem savaş meydanında zora sokmuş, hem de masa üzerinde cok ağır şartları kabul etmeye mecbur bırakmıştı. Prut Savaşının son günü akşamına doğru yeniçeriler harp meydanından ayrılmaya başlamışlar ve Ruslar bunun farkında olmadıkları için de, muharebeye devam edememişlerdi. Hâlbuki Ruslar, yeniçerilerin bu hareketini bir savaş taktiği olarak değerlendirmişlerdi. Hiç kimsenin aklına, Osmanlı ordusunun savaş meydanını terk edeceği fikri gelmezdi. Karanlık bastığı için yeniçerilerin bu ihanetleri anlaşılamamış, mesele böylece Rusların gözünden kaçmıştı.
Yeniçeriler, savaş meydanını terk etmekle kalmamış. Rus askerlerine yiyecek yardımı bile yapmaya başlamışlardı. Rus askerlerini kardeş diye çağırdıkları hususunda bilgiler mevcuttur.
Yeniçerilerin bu hâline karşı Baltacı Mehmed Paşa’nın, onlara güvenmeyip sulh akdetmesinde hiçbir ihanet ve rüşvet söz konusu olamaz. Baltacı Mehmed Paşa, sulh kararını tek başına vermemiş, yanında bulunan bütün devlet erkânı ile müzakereden sonra kararlaştırmıştır. Osmanlı ordugâhına gelen fidyeler ise. Baltacı Mehmed Paşa’nın bizzat kendisinde kalmayıp, devlet ve askerî erkân arasında muhafaza edilmişti. Bu kadar basit bir fidye karşısında Baltacı Mehmed Paşa gibi bir devlet adamı ve muzaffer kumandanın gaflete düşmesi akıldan bile geçmez. Baltacı Mehmed Paşa, hayatında hiç zengin olmamış ve vefatında da terekesinden çok büyük bir mal çıkmamıştır. Fidyelerle beraber gelen Katerina’nın yüzüğü ise. Sadaret Kethüdası Osman Ağa’nın terekesinden çıkmıştır. Bu sefer esnasında hazinenin sıkıntıda olmasından dolayı, devlet ricali şahsî paralarını sefer için harcamak mecburiyetinde kalmışlardır.

Bu mevzu ile alakalı bir diğer husus da, Katerina’nın, bizzat gelerek Baltacı Mehmed Paşa ile görüşmesi ve işvekârlıkta bulunması hususudur ki, en evvelâ bir Osmanlı kumandanının; başkasının, hele bir devlet başkanının karısına karşı hissi muhabbet içinde olması düşünülemez. Katerina’nın gelip Baltacı’dan aman dilemesi son derece normal bir hâdisedir. Zira Rus ordusunun beyaz bayrak açarak. 200 bin rublelik fidye vermesi Katerina’nın sayesindedir. İş böyle olunca, Katerina’ya karşı başka maksatla mukabele edilmesi gibi bir mesele vuku bulmamıştır. Rusların imparatoriçesi olsa bile. Osmanlı serdarının çadırına gelmesinde yanlış anlaşılacak bir husus yoktur.

Bazı araştırmacılar tarafından, Baltacı Mehmed Paşa’nın ahlaksızca itham edilmesinin altında, Osmanlı tarihine karşı duyulan husumet yatmaktadır. Birçok devlet ricali ve kumandanın yanında, Katerina ile çadırında yalnız kalması söz konusu değildir. Ayrıca, Katerina’nın çadırına bizzat geldiğine dair rivayetler de çok zayıftır.

Muzaffer bir kumandana yapılan bu iftiranın bir mesnedi olması icap eder. Zamanın bütün kaynak ve vesikaları bu hususta Baltacı Mehmed Paşayı haklı çıkartacak durumdadır.


Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #5 : 23 Mart 2012, 22:54:05 »
 Tarihi bir gerçeği tekrar gündeme getirdiğiniz için teşekkürler. Malesef, hain Osmanlı düşmanları(din düşmanları) yalan-yanlış propaganda yapmayı sürdürüyorlar.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #6 : 26 Mart 2012, 10:28:50 »
Tarihte, isyan eden Yeniçerilerin kazan kaldırması meşhurdur. Neden “kazan kaldırmak” tabiri kullanılmıştır?



Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını toplandıkları At Meydanı’na getirdikleri için bu tabir ortaya çıkmıştır. Sonradan da devlete karşı koymaya kalkanlar hakkında kullanılır olmuştur.



Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #7 : 27 Mart 2012, 10:15:25 »
“Milliyetçilik” terimi günümüzde yaygın olarak kullanılıyor. Sadece milliyetçilik manasına değil, “kimin milletindensin?” sorusuna da “İbrahim Aleyhisselam’ın” cevabını veriyoruz. Bu çerçevede, “millet” ve “milliyetçilik” hakkında bilgi verebilir misiniz?



“Millet” kelimesi Arapça bir kelime olup lügatte din ve şeriat manalarına gelmektedir. Ayrıca gidilen yol manası da verilmiştir. Istılahta ise, Allâhü Teâlâ’nın, peygamberler ve onlara gönderdiği kitaplar vasıtası ile bildirdiği esaslar, manasınadır. O dine mensup olanlara da ehl-i millet denilir. Kur’ân-ı Kerîm’de on beş yerde zikredilen “millet” kelimesi, altı yerde “millete İbrahîm” şeklinde geçmektedir. Buralarda geçen millet kelimesi din manasına olup Hz. İbrahim’in (a.s.) dini demektir.

Kureyş müşrikleri ve sair Arap kabileleri, cahiliye devrinde yani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gelmeden önce Hz. İbrahim’le (a.s.) iftihar ederler ve ona hürmette bulunurlardı. Fakat bir taraftan da putlara taparlar, Allah’a şirk koşarlar ve biz atalarımızın dini üzereyiz iddiasında bulunurlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de “millete İbrahîm” ifadesinin altı yerde geçmesinin hikmeti, onlara ataları olan İbrahim aleyhisselâmın dininin tevhid üzere olduğunu ve şirkten uzak bulunduğunu ifade etmek ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in tebliğ ettiği dini kabul etmelerini temin içindir. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in tebliğ ettiği dinin esaslarının, Hazret-i İbrahim’in diniyle aynı olduğunu bildirmektir. Âl-i İmran suresinin 95. âyetinde “De ki Allâhü Teâlâ sadıktır. Artık Hanif olan İbrahim milletine tabi olunuz. Ve o (İbrahim) asla müşriklerden olmamıştır.” buyrularak müşriklere, ataları olan İbrahim aleyhisselâmın nasıl bir din üzere olduğu haber verilmiştir. Lisanımızda bu kelime, yukarıda belirtilen manasını tamamen kaybetmiş, sosyal ve siyasi bir mana kazanmıştır. Bir toprak üzerinde yaşayan, müşterek bir menşe’ ve lisana sahip insanların tamamına millet denilmiştir. Günümüzde milliyetçilik diye tabir edilen kavmiyetçilik ve ırkçılık İslam’da yoktur. İslam renk, dil, cinsiyet ve coğrafya farklılıklarına değer vermez, bunların hepsini eşit tutar. Üstünlüğün ise sadece takva ile olduğunu bildirir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Veda Hutbesi’nde ve birçok defalarda “Arab’ın aceme, acemin Arab’a, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Allâhü Teâlâ katında üstünlük ancak takva iledir.” buyurarak kavmiyetçiliği yasaklamıştır.



Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #8 : 28 Mart 2012, 10:28:55 »
Osmanlı askerleri içinde neden yabancı askerler görev alabiliyordu? Özellikle üst düzeyde olmalarının nedeni nedir?



Osmanlı ordusunda yabancı askerlerin rol alması, esas itibariyle 18. yüzyılda başlamıştır. Bu tarihe kadar Osmanlı ordusunda yabancı asker görev almamıştır. Kapıkulu olarak adlandırdığımız, devşirme olarak farklı milletlerden çocukken alınıp bir Müslüman Türk gibi yetişip yaşayarak Osmanlı ordusunun belkemiğini oluşturan askerleri, burada yabancı asker olarak telakki edemeyiz.

18. yüzyılda Humbaracı Ahmed Paşa (Comte de Bonneval) ve Baron de Tott gibi Batılı uzmanların Osmanlı ordusunda istihdam edilmeleri ile Osmanlı ordusunda yabancı askerlerin görev alma süreci başlamıştır. Devletin buna ihtiyaç duyması, esasen bilumum askeri kuvvetlerini (ordu, donanma, tersane, tophane vs.) modernize etmek gayesine matuf idi. Zira Karlofça ve Pasarofça Antlaşmalarından sonra buna yavaş yavaş ihtiyaç duyulmaya başlamıştı. Küçük Kaynarca’dan sonra ise büsbütün lüzum hâsıl olmuştu.

Bilhassa 19. yüzyıldan sonra sayıları artan yabancı askerler, müşavir ve uzman olarak Osmanlı askerî kurumlarında vazife aldılar. Müşavirler, üst rütbeli yabancı paşalar olup bunlar ordu ve donanmanın ıslahı maksadıyla yazdıkları raporlar, verdikleri derslerle ve bazen bizzat savaşlara katılarak görev yapmışlardır. Bunlardan Osmanlı kara ordusunda görev yapanlar arasında Moltke, Goltz Paşa, Liman Von Sanders en bilindik isimlerdir. Donanmada çalışanlara ise Hobart ve Woods Paşaları misal verebiliriz.

Uzmanlar ise yine ordu ve donanmanın daha çok alt birimlerinde bir teknisyen, mühendis, mimar vs. gibi görev alan, müşavirlere göre sayıları çok daha fazla olan yabancı personeldir.



Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #9 : 29 Mart 2012, 10:21:30 »
Sultan Üçüncü Murad’ın “Uyan ey gözlerim” şiiri hakkında bir sabah namazına kalkamaması üzerine kaleme aldığı rivayeti söylenmektedir. Bunun doğruluğu nedir? Kaynaklarda geçmekte midir?



Sultan Üçüncü Murad Han, Osmanoğullarının en çok ilim sahibi olanlarından biri idi. Arapça ve Farsça’yı çok iyi bildiği gibi, İslâmî ilimlere de vâkıftı. Aynı zamanda maneviyat erbâbındandı ve tasavvufa gönül vermişti. Şâir olup, “Murâdî” mahlasıyla şiirler yazmıştı. İkisinde Türkçe, ikisinde Arapça ve Farsça şiirlerinin toplandığı dört divanı vardır. Fütûhât-ı Sıyâm isimli tasavvufa dâir bir de eser yazmıştır.

Sultanın söz konusu şiiri, hece vezni ile yazılmış bir ilahidir. Yazıldığı devirden günümüze kadar -bazı değişikliklere uğramakla birlikte- hâlâ okunmaktadır. Bu ilahiyi padişahın bir sabah namazına kalkamaması üzerine kaleme aldığı rivayet edilmektedir. İlahi, okunduğunda bu husus seziliyor gibi olsa da buna dair kesin bir söz söylenemez. Esas söylenmesi gereken, haklarında ileri-geri konuşulan ve televizyon ekranlarında türlü rezaletlerle karalanıp insanlara o biçimde tanıtılmaya çalışılan Osmanlı padişahlarının, ne derece mütedeyyin ve salabet sahibi olduklarını şu küçük ilahinin isbâta kâfi olduğudur.

Bu ilahi, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümü, nr. 3397′de kayıtlı Müstakimzade Mecmuası’nda münderiç olduğu gibi Ahmet Kabaklı’nın meşhur Türk Edebiyatı’nın yeni baskısının ikinci cildinin 642-643. sayfalarındada  kayıtlı bulunmaktadır.

Sağda solda farklı ve yer yer bozuk ve yanlış versiyonları bulunan ilahinin orijinal şeklini buraya derç ediyoruz:

Aç gözün bu nevm-i gafletden uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kasdı canadır inan Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fânidir sakın aldanma Mağrur olup tâc u tahta dayanma
Yedi iklim benim deyü güvenme Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Seherde uyanır bu cümle kuşlar Kendü dilleriyle teşbihe başlar
Tevhid eder dağlar, taşlar, ağaçlar Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim Murad kulun, suçumu afvet Cürmümü bağışla günâhım ref et
Hazretin sancağı dibinde haşr et Uyan uykusu çok gözlerim uyan




Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı ihvan

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 2399
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #10 : 29 Mart 2012, 13:52:47 »
teşekkürler kardeşim .emeğinize sağlık.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #11 : 30 Mart 2012, 10:35:28 »
Televizyonda birkaç defa izlediğimiz Ömer Muhtar kimdir? Mensubu olduğu iddia edilen Senusilik nedir? Sultan ikinci Abdülhamid’le aynı dönemde yaşadığı için onunla tanışmış mıdır?




Ömer Muhtar 1862′de Libya’da Bingazi’nin Defne bölgesi Batnan kasabasında doğdu. Küçük yaşta babası ölünce, Şeyh Ahmed el-Giryânî’nin himayesinde tahsile başladı. Mısır sınırına yakın Tobruk iline bağlı Canzur Medresesi’nde Kur’ân-ı Kerim okumayı öğrendi. Sonra Cağbûb’da İslâmî İlimler Enstitüsü’ne kaydolarak tahsilini tamamladı. Alçak gönüllü, cesur, vakar sahibi ve ilim ehli bir kimse olarak çevresinde tanındı.

Uşi Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nin Libya üzerindeki hâkimiyeti resmen sona erdi. İtalyan yönetiminin Trablusgarp’taki milliyetçi kuvvetler ve Berka’daki Senusilerle yaptığı uzlaşma görüşmeleri sonuçsuz kaldı. İtalyan işgal ve zulmüne son vermek için direnen Libyalılar Ahmed Şerif es-Senûsinin idaresinde birleştiler. Bu direniş kuvvetlerine Ömer Muhtar da katıldı. Birçok örnek davranışlar ortaya koyarak mücahitleri teşvik etti ve cesaret verdi. Ömer Muhtar’ın şöhretini duyan İtalyanlar ona büyük makam ve maddî imkânlar vaat ederek mücadeleden vazgeçirmeye çalıştılar. Fakat o; “Bizim burada yalnızca Allâhü Teâlâ’nın düşmanlarına karşı koymaktan başka bir ihtiyacımız yoktur.” cevabını verdi ve mücadeleyi kahramanca sürdürdü.

Ömer Muhtar 1922′de İtalya’da iktidara gelen Faşistlerin Libya’yı sömürgeleştirme politikasına karşı 1923′te Berka’da yeni bir direniş hareketi başlattı. Cebelü’l-Ahdar’da yaşayan aşiretlerden topladığı gerilla güçleriyle başarılı baskınlar yaparak İtalyan kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Mısır ve Sudan’dan gelen yardımların kesilmesine karşın, Bedevi köylülerin yardımıyla direnişini 1931′e değin sürdürdü. 11 Eylül 1931 ‘de bir çarpışmada yaralanarak İtalyanlara esir düştü. Fizan kasabı lakabıyla şöhret bulan General Rodolfo Graziani’nin başkanlığında bir savaş mahkemesince ölüme mahkûm edildi ve Saluk’ta idam edildi.

Ömer Muhtar birçok Kuzey Afrikalı Müslümanlar gibi Senusi tarikatına mensuptu. 19. yy.’da Kuzey Afrika’da teşekkül eden bu tasavvuf ekolü kısa zamanda çok hızlı bir inkişaf göstermiş, içinde barındırdığı dinamizm ile sömürgeci güçlere karşı Afrika Müslümanlarını daima diri ve taze tutmuştur.

Abdülhamid Han ve Ömer Muhtar’ın karşılaşmış olabileceğine dair kaynaklarda herhangi bir malumat bulunmamaktadır. Sultan Abdülhamid 1909 yılında tahttan indirilmiş, 1918 yılında ise vefat etmiştir. Ömer
Muhtar’ın tanınması ve Libya’daki direniş hareketinin başına geçmesi ise 1920′den sonradır. Dolayısıyla padişahın onu “Çöl Aslanı Ömer Muhtar” vasfıyla tanımış olması tarihen mümkün görünmemektedir.



Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #12 : 02 Nisan 2012, 10:33:00 »
Kaptan-ı Derya ismi ne zamandan beri kullanılmaktadır, bilgi verebilir misiniz?




Kaptan-ı Derya Deniz kuvvetleri umum kumandanı yerinde kullanılır bir tabirdir. Osmanlı devletinin teşekkülünden az zaman sonra hudutları denize dayanmış, çok geçmeden denizleri de aşarak öte taraflardaki yerler fethedilmiş olduğundan gemiler yapmak ve bunları kullanacak kaptanlar yetiştirmek mecburiyyeti hasıl oldu. İlk gemiler yapılınca her gemi bir “Reis”in kumandasına ve tümü de “Derya Beyi” namıyla bir başbuğ idaresine verildi.
Teşkilat büyüdükçe unvanların da değiştirilmesi icap etti. “Reis” yerine İtalyancadan “Kaptan”, “Derya Beyi” tabirine karşılık “Kaptan-ı Derya” unvanları kullanılmaya başladı.
Daha sonraları denize büyük donanma çıkarıldıkça kaptanlık mesnedi bazen vezirlerden birine verildiği için kaptanlığa paşalık unvanı da ilâve olunarak “Kaptan-ı Derya” yerine “Kaptan Paşa” denilmeye başlamıştır. 1867 yılında “Bahriye Nâzırı” unvanı kullanılmaya başlamış ve bu unvan Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etmiştir. Günümüzde ise Deniz Kuvvetleri Komutanı unvanı kullanılmaktadır.



Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #13 : 03 Nisan 2012, 10:17:58 »
Eski tarih kitaplarında sık sık geçen “kaime” ne demektir?




Kaime, eskiden büyüklerden küçüklere yazılan resmî kâğıtlardan birinin adıdır. Küçüklerden büyüklere yazılanlara ise arîza denilirdi. Kaimeler uzun kâğıtlara yazılırdı. Kaimeler “kaime kesesi” denilen keselere, sonra da sandıklara konulurdu. Ayrıca, şimdi banknot denilen kâğıt paralara da eskiden “kaime” denilirdi. Bu ad, kâğıtlar para yerine kaim olduğu, geçtiği için verilmişti.



Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
« Yanıtla #14 : 04 Nisan 2012, 11:03:07 »
Anadolu'da ilk Cuma namazı ne zaman ve nerede kılındı?




Büyük Selçuklu Hakanı Sultan Alp Arslan 16 Ağustos 1064 tarihinde Bizanslıların Kars yakınlarındaki fevkalade muhkem kalesi olan Ani Kalesini zorlu bir muhasaradan sonra fethetmiş, şehrin en büyük kilisesini camiye tahvil ederek ismini de fetihten dolayı Fethiyye Camii olarak değiştirmiştir. Bu mabed Doğu Anadolu’nun Ayasofya’sı olarak da anılır. 20 Ağustos 1064 gününe rastlayan Ramazan-ı Şerifin dördünde Anadolu topraklarında ilk Cuma ezanı ve hutbesi okundu. Bütün Selçuklu devlet büyükleri ve askerî erkânı da beraber olduğu halde Cuma namazı kılındı. Alp Arslan, Türkiye’nin temellerini Anadolu toprakları üzerinde Kars’ta atmış ve ülkelere gönderdiği fetihnamelerle Anadolu’nun Türk-İslam yurdu olduğunu ilan etmiştir.



Tarih Postası bir Yedikıta hizmetidir.