Gönderen Konu: Ezansız Semtler  (Okunma sayısı 5127 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

zaman_1453

  • Ziyaretçi
Ezansız Semtler
« : 02 Temmuz 2008, 00:17:45 »

            Ezansız Semtler

Kendi kendime diyorum ki; şişli, Kadıköy, moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?

İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki, bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kuran’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar.

İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken , ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayata girdiler.Türk oldular.

Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiyeyle yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.

Bu çocukları sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler. Yoksa ne yeni muhit ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.

Ah! Büyük cetlerimiz! Onlar da galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir. Asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o toprağın o köşesi imana gelirdi.

Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında bu mescitlerden, o  türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cetlerimiz o kefere Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis şişli, Nişantaşı, Kadıköy, moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhunda ârî, çorak ve kurudur.

Bir Üsküdar’a bakınız bir de kadıköy’e. Üsküdar’ın yanında Kadıköy tatavla’yı  andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peyda olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler uzağa değil, Balkan Devletleri’nin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki, baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir.

Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan ârî değillerdir. Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır büyük kütlede yine ruh fakat biz son nesil bir sürü gibi, büyük kafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz, yeni tarzda yaşayışla cetlerimizin diyanetini mezcedip, bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufûnetten kurtaracak mürşitler, şairler, edipler, hatipler yetişmedi. Fakat gayet tabii bir revişle büyük kafileye kendi kendimize döneceğiz.

Dinsizliğin kayıtsızlığın aksülameli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rucu’ hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamıyla  iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanımayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı çok uzak düştük.
 
Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sâkit yıllarından kendi başıma camiye doğru gittim.

Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmeti Muhammet, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim.

Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammet sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu.

Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücut gördüm. O sabah o Müslümanlığa az aşina Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken, kapıda âyandan Reşit Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu; “bu bayram namazında iki defa mesûdum hamd olsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!” dedi.

Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hadiseden pek samimi olarak mahzundular. O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı.

Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!
   
YAHYA KEMAL BEYATLI

BAŞKA BİR TEPEDEN

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
  
Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

YAHYA KEMAL BEYATLI

Tatavla: Bugünkü Kurtuluş’un eski adıdır.
Bu yazı ilk defa 23 nisan 1922’de Tevhid-i Efkar Gazetesi’nde neşrolunmuştur.
 Aziz İstanbul; Yahya Kemal; Zeytinburnu Emine İnanç Vakfı, I. Blok Kütüphanesi

« Son Düzenleme: 19 Aralık 2010, 16:28:46 Gönderen: Tuğra »

Çevrimdışı Günbatımı

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 2490
  • Görelim Mevlâ'm neyler, neylerse güzel eyler...
Ynt: Ezansız Semtler
« Yanıtla #1 : 19 Aralık 2010, 14:09:36 »
Teşekkürler...
Dua'sız üşürmüş yürekler!
Sana bir dua eden olsun, senin de bir dua ettiğin...
Bilmezsin hangi kırık gönlün duasıdır karanlıklarını aydınlatan,
Sana ummadık kapılar açan.
Bilmezsin kimin için ettiğin duadır, seni böyle ayakta tutan...


Hz. Mevlana 

Çevrimdışı yâr

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 13
    • İsa YAR
Ezansız Semtler
« Yanıtla #2 : 29 Aralık 2010, 21:54:27 »
“ezansız semtler” üzerine… / İsa Yar
“bir tel kırılır, âhenk ebediyen kesilir” Yahya Kemal   

Yahya Kemal’in ‘ezansız semtler’ yazısını tekrar tekrar okudum bugünlerde. Her okuyuşumda aynı hisler kapladı yüreğimi ve anladım ki fikir dahi hissiyatla alakalıdır. Kalbe dokunan düşünceler gibi. Bu yazıya başka bir ad verilseydi “Müslümanlığın çocukluk rüyası” olurdu, eminim.
   
Bir yazı, yazarın düşüncesini, hissiyatını gösterdiği kadar karakterini de ifade eder bize. Karakterini, yani hayatın onda bıraktığı derin izleri; içinin siluetini, iç fotoğrafını… Evet, bir yazı belki bir suret gibidir ve hakikatli bir yazı aynı zamanda yazarın şahitlik ettiği çağın da yansıdığı ayna ya da tuval mesâbesinde olabilir; görmeyi bilene.

1922’de Tevhîd-i Efkâr’da neşredilen ve Aziz İstanbul eserinde yer alan bu yazı, kanaatimce ortaya koyduğu temsilî fotoğraf,   tespitler ve idrak merhalesi ile bugünümüze de ayna olmakta; asırlık savruluşumuzun, inkırazın anlaşılmasında önemli işaretler taşımaktadır.
   
Yahya Kemal, o günün ‘Şişli, Kadıköy, Moda’ gibi semtlerinden misal vererek, yaşayan Müslümanlığın ya da Müslümanca yaşamanın aşikâr olmadığı muhitlerde yetişen Türk çocuklarının “Müslümanlığın çocukluk rüyasını” göremeyeceğini tespit ederek giriyor yazıya.

Devamında ise “işte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor.” Bu tespit önemlidir. “Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler.

Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler...” Böylece ev, sokak, mahalle, semt ölçeğinde bir temsil olarak yaşanan, görünür/göz önünde olan Müslümanlığın şuur altına yerleşmesi (hafıza) ve şuura yükselmesi sonucu o müşahedeyi yaşayanların vardıkları idrak noktasını da işaret eder:  “…dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.”  Onlar, o günün Türk babalarıdır.
   
Biz de bir şekilde böyle bir rüyanın içinde yetiştik diyebiliriz. Yahya Kemal’in ‘çocuklukta yaşanana’ dikkat çekmesi fevkalade önemlidir. Biliyoruz ki şuurumuzu oluşturan, hayat karşısında yerimizi/tavrımızı belirleyen her ne varsa bu dönemde şekillenmeye başlar. Bir zamanlar şehir olsun köy olsun, memleket coğrafyasının belki en ücrasında bile şekillenen hayat aynı anlam haritasının bir parçasıydı, aynısıydı.

‘Bizi bir millet halinde tutan’ ne varsa ki Yahya Kemal ona “Müslümanlığın çocukluk rüyası” diyor, yer yer geleneğe bürünse de, bu topraklarda hep var oldu. Ta ki bu rüyanın yerini başka düş’ler/düşüşler alana kadar! Bizim neslimiz birçok kırılmaya/değişime şahitlik etmiş olmanın tecrübesiyle hem şanslı hem de şanssızdır! Şanslıdır, o rüyayı tanımış olmakla;  en azından bir hafıza olarak bizde mahfuz olan o yaşanırlık/yaşanmışlık bugün bize bir yol haritası çizer, bir sokak lambası olur, dönülecek bir ev mesabesinde bizim olan bir hâtırada yaşar.

Şanssızdır, değişimi yaşamıştır, yitiklerini görmüştür ve dahası bizden sonrakilerin özünden kopuşuna müdahil olamamanın da ıstırabıyla şahitlik etmiştir. Çünkü bütün sahte tezahürlerin sanal/kurgulanmış haliyle, modernite marifeti ve popüler teknik imkânlarıyla topluma abanmasını görmüştür. Şairin dediği gibi: “her şey ben yaşarken oldu/ bunu bilsin insanlar” (İ.Özel). Biz sesleri kendi tabiliği ile işittik. Gördüklerimiz (müptezel olanı bile) yaşanılan şeylerdi, insanî idi.

Bugünün sesleri ise insanî vasfını neredeyse yitirmiş, kurgulanmış ve görüntülerle harmanlanarak adeta pazara çıkmış uğultulu, hissiz vokallerdir. Hayatın içinde yaşanan rüya, hayat alanlarından gittikçe çekilmiş ve ruhunu, aslî renklerini kaybederek yerini başka bir şeyin dolduramadığı büyük bir boşluğa bırakmıştır.
   
“Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde, alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar…” O günlerde, dikkat ediniz; yıl,1922’dir, bu tespiti yapan Yahya Kemal’in ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiştir.

Kaldı ki daha sonraları ezanlı semtlerde bile, alafranga terbiye ile yetişen Türk çocukları evvela tahassüsünü kaybetmişler ve takip eden zamanlarda ise lisanının zevklerini, yani kelimelerini yitirmişlerdir. Uçurmanın ipi kopmuştur. Artık mekânın rengi soluktur…
   
Mekânın insana ve insanın da mekâna tesiri vardır. Okumaya devam ediyoruz:“Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi. Fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi.” Ecdadın muhite nüfuzunu böyle tasvir ettikten sonra, eski Türkler ile yeni Türklerin ruh farklılıklarını anlamak için, son asırda peyda olan semtlerde mekânda yapılan ruhsuz tasarruflara dikkat çeker.

Günümüz şehirlerini betona gömen anlayışın da yolbaşı belki o günlere ya da biraz öncesine rastlar. “Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler” diyerek, orada/batıda yenileşen şehirlerin çan kuleleri, Pazar ve yortu günleri ile manzarasının halkın dinini, milliyetini hatırlattığını belirtir.

Önce sorar: “Artık Türk milletinin ruhu bir rahiya gibi uçtu mu?”. Sonra cevabını verir: “büyük kitlede o ruh var fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafileden ayrıldık, uzaklaştık, kaybolduk; fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz.

Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini mezcedip bizi bu çoraklıktan, bu ufunetten (çürüme, tefessüh) kurtaracak mürşidler, şâirler, edipler, hatipler yetişmedi, fakat gayet tabiî bir revişle büyük kafileyle, kendi kendimize döneceğiz.”  Bir anlamda ‘eve dönen adam’ olan Yahya Kemal için bu bir temennidir, arzudur, var olmanın olmazsa olmazıdır.

Lakin ‘ezansız semtler’i kaleme aldıktan sonra, yaşanan sürecin de şahididir. Belki kahredici bir çaresizlikle şiire kaçmış fakat umudunu da hep korumuştur. Şâire yakışan da bu değil midir zaten; tavır ve ümit…
   
Ezansız semtler yazısının son bölümünde, Büyükada’da gittiği bir Bayram namazını öyle hissiyatla anlatır ki kendinizi gâh Yahya Kemal gâhî cemaatten biri gibi hissedersiniz… Cemil Meriç, bir yerde onun için: “Yahya Kemal’de tarih dekoratiftir, plastiktir. Yahya Kemal dilde Osmanlıdır, dekoru Osmanlıdır. Osmanlı Yahya Kemal’de müphem, daüssıla duygusu mevkiindedir.

Bir gönül yarasıdır mazi onda” dese de, nihayetinde camiden içeri girer Yahya Kemal. Necip Fazıl’a göre ise: “dünyaları kavramakta en ileri (plastik) zevk hadlerinin mağrur inzivasına çekilmiş ve buradan büyük idrake yol bulamamış san’atkâr…”  Üstada göre o bir mustariptir:“Bu müthiş ıstırap nereden geliyor? Tek kelimeyle: Muvazenesini bulamamış bir iman yarasından.” Çocukluğunun Üsküp’ünde muhitten ve en mühimi annesinden aldığı telkin ve çocukluğunun Müslümanlık rüyası onu o büyük kâfileye dâhil eder.

Şu ifadelerle bitiyor yazı: “Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklardır!”

Günümüze ve halimize baktığımızda diyorum ki, ezansız semtleri yeniden okuyalım ve düşünelim. Biz nerede hata yaptık? Bize rağmen, kim yetiştirdi çocuklarımızı? Çocuklar bizim, ama neden bizim diyebileceğimiz bir rüya yok artık! Üstelik ezanlı semtlerde yaşarken…  Bu can yakıcı sualin cevabını, tefessühün sebebini Yahya Kemal söylemiş zaten: “ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra… Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları…”
            
Yahya Kemal, iki farklı mekânda yetişen Türk çocuklarının durumunu ele alır. Biz ise bugün bir başka merhaledeyiz ve bu merhale, Türk çocukları için daha zor bir durumu ifade eder. Adını koyalım: “ezanlı semtlerde, alafranga terbiye ile yetişmek”. Esasen bu merhale de geçilmiştir. Ezanlar yine okunuyor ama okunanda insanî ses mekanik sese tebdil olmuş, dinleyende ise sese dikkat zaafa uğramıştır. Mekân ki o rüyanın renklerinden çok uzaktır, mekânın asli rengi soluktur.

Kaldı ki yabancı terbiyenin(!) icabı yani ‘format’ın neticesi, Yahya Kemal’in ifadesiyle “ Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı?”.  Aidiyetinden uzaklaştırılan ve dolayısı ile o rüyadan uzaklaşanlar, toplum mühendislerinin formatına rağmen, asırlardır çatıştıkları ya da yan yana var oldukları ‘öteki’ne mensup olamadılar, olamazlardı. Böylece bir başka hayatı (kültürel bütünlük içinde) temellük edemediler, edemezlerdi. Lakin ‘öteki’nin hep tesir ve tasarruf ettiği bir mülk olmaktan da büsbütün kurtulamadılar, kurtulamadık.    

Zaten kendi içimizde de, S. Ahmet Arvasî’nin tarifiyle, ‘ideal insan’ın tesirinde teşekkül etmiş bir cemiyette değil, ‘dramatik insan’ın teşkil ettiği bir toplumda yaşamıyor muyduk?  

Belki… Bütün sahte seslere kulağımızı kapayıp, gözlerimizi mekânın yabancılaşmasından sakınıp, hafızamızı çağırıp imdada, bir sevk-i tabi ile o rüyaya yönelebilirsek… Belki, o zaman zevk-i tabi halinde o rüya hayatımıza avdet edecek…

İSA YAR

Berceste dergisi 2008

« Son Düzenleme: 29 Aralık 2010, 22:00:02 Gönderen: Tuğra »
hüzün bizim, hasret bizim, payımıza gam düşer...

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Ynt: Ezansız Semtler
« Yanıtla #3 : 30 Aralık 2010, 07:57:31 »

Allah kimseyi ezan sesinden mahrum etmesin

« Son Düzenleme: 30 Aralık 2010, 08:20:38 Gönderen: İsra »

Çevrimdışı Günbatımı

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 2490
  • Görelim Mevlâ'm neyler, neylerse güzel eyler...
Ynt: Ezansız Semtler
« Yanıtla #4 : 03 Ocak 2011, 18:34:16 »
Allah kimseyi ezan sesinden mahrum etmesin

Amiin!
Dua'sız üşürmüş yürekler!
Sana bir dua eden olsun, senin de bir dua ettiğin...
Bilmezsin hangi kırık gönlün duasıdır karanlıklarını aydınlatan,
Sana ummadık kapılar açan.
Bilmezsin kimin için ettiğin duadır, seni böyle ayakta tutan...


Hz. Mevlana