Gönderen Konu: Hangisi daha önemli?  (Okunma sayısı 3547 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Hangisi daha önemli?
« : 19 Ekim 2008, 12:39:31 »


İnsanların birbirine tahammüllerinin bitmeye başladığı bir hayata adım atıyoruz yavaş yavaş. Hatta belki de hızla. Değişen ne, farklılaşan ne diye baktığımızda görüyoruz ki, insanların “ihtiyaçları”nın boyutu değişmeye başladı.

İnsan davranışlarının temelinde “ihtiyaçlar”ı yatar sevgili okurlar.

“İhtiyaç”lar, insanları “davranış”a yönlendirir.

Hangi ihtiyacımız değişti ki, bizler kibar olmaktan vazgeçip, haklı olduğumuzu ispatlamak için birbirimizi incitmeye başlar olduk…!


İçinde bulunduğumuz hayat değişti. Yaşam şartları değişti. Sosyalleşme sürecimizdeki ilkeler, doğrular ve idealler değişti. Öyle çok şey değişti ki, sonunda en “insan olan yanlarımız” avuçlarımızın içinden kayıp gitmeye başladı… ve bizler hiçbir şey yapmadan izlemek zorundakaldık.

Önceden eve gelen misafir çocuk, evladımızın elinden oyuncağını aldığında evde kıyamet kopmazdı. Yavrularımız travma yaşamazlardı. Şimdi çocuklar bir oyuncak için travma yaşayabiliyorlar. Oysa hatırlıyorum bizim evde benzer bir manzara olduğunda annem tüm sevgi dolu sıcaklığıyla bize hızla sarılır, sesindeki yumuşacık tonla: “Aaa… siz ev sahibisiniz… onlar zaten birazdan gidecekler… siz daha sonra oynarsınız… şimdi kardeş oynasın oldu mu benim kibar yavrularım…” derdi.

…işte o anlar, kibar olmanın, haklı olmaktan daha önemli olduğunu öğrendiğimiz zamanlardı. Şimdi sanırım çocuklarımıza kibar olmanın, haklı olmaktan daha önemli olduğunu anlatmayı unutur olduk.

“Seninse çekip alacaksın…!

Kimsede hakkını bırakmayacaksın…!

Ağlıyorsa ağlasın… sana ne… ben çok para verdim… annesi de
ona alsın…” vs. şeklindeki yaklaşımlar artmaya başladı.

Geçmiş yaşantılarımıza baktığımızda davranışlarımızın temelinde yatan ihtiyaçlarımızı sorguladığımızda “insan” odaklı malzemelerle karşılaşıyoruz sevgili okurlar. İnsan değerliydi… insan önemliydi… ve bizim nazik/kibar olmamız önemliydi.

Düşünüyorum da birbirine had bildirme tartışmaları çok az yapılırdı. Çünkü terbiyesizlik yapanın, aslında yaptığı bu “gayri terbiye” içerikli davranışının farkında olduğu zaten bilinirdi. Birisi sizin gözünüzün içine baka baka saygısızlık veya buna benzer bir olumsuz tavır sergilemişse hepimiz bilirdik ki, bu tür kişilerle girişilen tartışmalarda başımıza gelecek tek şey, o insanın bize daha fazla zarar vermesini sağlamaktır.

Ve Anadolu tabiriyle, çamurun etrafını dolaşmayı tercih ederdik. Çünkü ya haklı olduğumuzu ispat etmek için onun malzemesiyle çalışacağız yani çamura batacağız… ya da çamura batmanın bizden uzak olmasını düşünerek “Ne yapayım… o da öyle düşünüyor…” diyerek ordan uzaklaşacağız.

Hem hepimiz biliyorduk ki, bir insanın oturmuş yapısını, patolojisini, geçmiş ihtiyaçlarını/bilinçaltı baskılarını, gelecek kurgularını… yani “O”nu… yani “kendisi”ni… yani “ben” dediği, “kendim” diye tarif ettiği “ego”sunu, ayaküstü yapacağımız birkaç dakikalık tartışmayla düzeltemeyeceğimizi.

Haklı olduğumuzu ispat etmek, haklılığımızı karşımızdaki kişiye göstereceğim diye, kibar olmaktan ve nazik davranmaktan sıyrılmak cidden çok yanlış sevgili okurlar.

Çünkü insan doğasının, insan yapısının, insan psikolojisinin ilginç yanları var.Hz. Allah(cc) bizleri o kadar muhteşem yaratmış ki… Bizler sadece Hz.Allah(cc)’ın yarattığı şekliyle “insan” olan yanlarımızı muhafaza etsek veya insanın yaratılışındaki temel ilkeleri biliyor olsak kimseyle tartışmamıza veya kavga etmemize gerek bile kalmaz.

…neden biliyor musunuz…? Çünkü inkar ettiğimiz ve içimize sakladığımız şeyler, başkaları bilmese de “gerçek” olarak durmaya devam ediyor. Yaptığımız terbiyesizliği dilediğimiz kadar inkar edelim… duruma göre gerekli olan bir tavır olduğunu söyleyip duralım… ama içimize bu şekilde gönderdiğimiz olaylar, bilinçaltımızın ve vicdanımızın birlikte harmanlaması sonucu, “aslında bize hiç de yakışmayan hatalar” olarak kodlanıyor. Yani kişi inkar etse de etmese de yanlış yaptığını biliyor…
….
İçinde bulunduğumuz hayat, yaşadığımız ülkedeki sosyo-ekonomik-kültürel şartlar belki bizlere iyi niyetli olmayı unutturmaya başladı. İyi niyetimizi unutunca, kibar olmayı da beceremez olduk. Sanki herkesin gizli kötü bir niyeti varmış gibi, sanki herkes bize kötülük yapacakmış gibi düşünmeye başladık. Psikiyatrik anlamda “Psikotik” özellikler içeren davranışlar, ne kadar korkunç/üzücü ki, hayatımızın her alanına girmeye başladı.

Derim ki sevgili okurlar… lütfen iyi niyetli olmaya gayret edelim. İnsanlara gülümseyip tebessüm etmeyi unutmayalım. Evet hepimiz haklıyız belki. Türkiye’de yaşamak zor. Maddi zorluklar bizi değiştirdi. Ama bireysel mutluluğumuzu ve bireysel huzurumuzu, ekonomik anlamdaki değişimlere endekslersek, uzun süre daha öfkeli olmaya devam ederiz gibi görünüyor.

Öfke ve nefretin insanı çok hızlı yaşlandırdığını söylemişti bir gün nöroloji uzmanı hocam. Ve şu ilginç bilgiyi aktarmıştı yıllar önce:

Öfkeli/kızgın olduğumuzda yüzümüzdeki 32 kas harekete geçermiş. Gülümseyip tebessüm ettiğimizde ise sadece 8 kas…

Yani aslına bakarsanız sinirli olduğumuzda kendimizi hem daha fazla yormuş oluyor hem de kasları aşırı çalıştırdığımız için erken yaşlanıyormuşuz.

Anlaşılacağı gibi gülmek, sinirlenmekten daha kolay


Bunları neden yazdım… geçen gün dondurma sırası beklerken, önümde duran genç bir bayan, dondurmanın üzerine konulmayan çikolata sosu için yapmadığını bırakmadı.

Yapmaya çalıştığı tek şey, satıcıya ne kadar da haklı olduğunu ispat etmekti. Aslında haksızdı da… ama sırf haklılığını ispat etmek için o kadar çirkin ve nazik olmayan tavırlar sergiledi ki…

…insan düşünmeden edemiyor doğrusu… bir çikolata sosu için bu duruma düşmeye değer mi…?

…kibar olmak mı önemli…? Yoksa haklı olmak mı…?

…hangi “değişen ihtiyaçlar” bizleri bu hale getirdi…?

Mehtap Kayaoğlu
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Senin “ben”inden benim “ben”ime yer kalmadı!
« Yanıtla #1 : 15 Nisan 2011, 02:14:04 »
Senin “ben”inden benim “ben”ime yer kalmadı!

Başkaları için yaşarız…

Onlar için dinleriz…

Diğerleri için çabalar dururuz…

Kendimiz için ne yaparız?


En çok yapmaktan hoşlandığınız faaliyetleri gözden geçirir misiniz lütfen?

Kaçımızın yaptıkları, sadece kendisi için seçilmiş?

Olaylara karşı koyduğumuz tavırlar, canımızı sıkan vakalar karşısındaki yorumlarımız… her şey ama her şey sanki bizim dışımızda programlanmış…


Aslında her insan son kertede, kendisi için biçilmiş hayat elbisesini giyiyor.


Çocukken anne/babaları başlıyor, evlatlarının rotasını çizmeye:

“Benim oğlum büyüyünce doktor olacak!”

Oğlu doktor olamazsa? Ya da neden doktor olsun ki? Başka bir meslek yok mu?


Ailelerin yardım için söyledikleri her söz, aslında “kendi ihtiyaçları”ndan yola çıkıyor. Her anne ve baba, kendi ihtiyaçlarını, çocuğunun ihtiyaçları zannediyor.

Evet, “zan” ediyor… Çünkü bu durum gerçekten bir “zan”…


İnsanoğlu dünyaya geldiği an, anne ve babasıyla birlikte yaşıyor. İhtiyaçlarını, ailesi karşılıyor. Bu ihtiyaç karşılama durumu zamanla biraz daha olgunlaşıyor (!)…

… ve çocuğun ihtiyaçlarını aileleri belirlemeye başlıyor.

Yaşıtlarından daha zeki bir çocuk olması gerektiğine ailesi karar veriyor mesela…

Oyunlarda başarılı olması gerektiğine de…

Okula başladığında, sınıfın birincisi olması gerekir… Çünkü anne-babasına yakışan çocuk, tam da böyle bir çocuktur… Herkesten önce okumayı söken…

Yarışmalara katılmalıdır… Katılmak ne kelime! Kazanmalıdır da… Şiir… Resim… Müzik… Proje… Hiç fark etmez… Çevreye hava atmaya yarayacak bir materyal olsun yeter…

Zar zor uğraşıp durduğu yazılıdan “dört” almış! Önemli değil… Önemli olan sınıfta kimlerin “beş” aldığı… birileri daha yüksek not almışsa vay haline…! Diğerleri daha düşük notlar almışsa harika! İyi bir öpücüğü hak etti (!) çünkü…

Üniversite sınavını, en iyi yerlere girerek aşmalıdır mutlaka… iyi bir meslek, iyi bir hayat demektir hatta… bu ülkede iyi üniversiteler kazananlar itibar görüyor zaten… akademik eğitim almamış ama yaşam ve eğitim kalitesi çok yüksek insanlar kimin umurunda…?


Terapide çok temel bir ilke vardır. Bir şey söyleyeceğimiz zaman çok iyi düşünmeliyiz…

Çok iyi düşünmeliyiz ve bir karar vermeliyiz:

“Bu söyleyeceğim cümleyi, kimin ihtiyacını karşılamak için söylüyorum?”


Aslında birçok cümleyi herkes, kendi ihtiyaçlarını gidermek için söyler.

Zamanında okuyamadığı için çok pişman olan ve okumamanın acısını çeken ebeveyn, neden okusun diye çocuğuna baskı yapar? Çünkü canı yanmıştır… Çocuğunun da aynı şekilde canının yanmasını istemiyordur.

Ama burada gözden kaçan önemli bir nokta var… O da şu… Canımızın yanması, bizim hayatımızla ilgilidir. Bizim zorluğumuzdur… Bizim çaresizliğimizdir… Bizim yaramızdır… Ve okumuş olmak bizim ihtiyacımızdır… Çocuğumuzun değil!

Şimdi biz kendi ihtiyacımızı karşılamak için, çocuğumuzun okumasını istiyorsak eğer, o zaman evladımıza baskı yapmış oluruz. Baskı, her zaman geri teper. Bize pişmanlıklar yaşatır.


Kendi ihtiyaçlarımızla çocuğumuzun ihtiyaçlarını birbirinden ayıramazsak, onların yaşamlarının her alanına kendimizi sokmuş oluruz. Kendimizi araya sıkıştırarak, istemediği yerden zorlamalar yaparak onlara yardım etmemiz mümkün değildir…

“Sağlıklı yapı nedir?” diye merak edenler için hemen belirteyim…

Sağlıklı olan davranış, beklemektir bence… Beklemek çocuğumuzu tanımak için fırsat verir bize…

Gücünün yettiği yerde yürüsün… Düştüğünde tutup kaldırırız…

Aklının yettiği kadar öğrensin… Gerektiğinde anlaması için devreye gireriz…

Kendisini iyi hissedecek kadar çabalasın… Yetersiz hissettiğinde destekleriz…

Canı biraz yanacak kadar hata yapsın… “Üzülme, hadi gel buradan başlayalım…” deriz…



Aksi halde onun hayatı, bizim ulaşamadığımız hayatımızın günah keçisi olur… Onu, “gerçekleştiremediğimiz biz” yapmaya çalışırız…

Bizim “ben”imiz, onun “ben”inin yerine geçmeye başlar…

Böyle bir değişim ona isyan ettirir;

Yeter…! Senin “ben”inden, benim “ben”ime yer kalmadı…!

Mehtap Kayaoğlu
〰〰〰〰🐠