Gönderen Konu: Hayat Memat Meselesi  (Okunma sayısı 2518 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ay Işığı

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1166
Hayat Memat Meselesi
« : 24 Temmuz 2009, 13:18:43 »


Bir an başımı geri çevirdiğimde ve hadiselerin üzerinde düşünüp, inceliklerine vakıf olmaya çalıştığımda, bazı hatalarımın sivrildiğini görüyorum. Pek çok şeye, boş yere gerilmiş,  üzülmüşüm.

Söz gelişi ilerleyemediğim zehabına kapıldığımda, dişli gördüğüm bir eleştiriye maruz kaldığımda; kendimi ifade edemediğimi, hayattan beklenen karşılıkları alamadığımı sandığımda, türlü duygu dalgalanmalarıyla sarsılmışım. Fakat karşıma hep bir şey çıkmış; açık ve net. Bütün olanları silen, önemsizleştiren, sona erdiren mütehakkim bir güç: Ölüm.

Ortalıkta durmadan uçuşan sözlere aşırı ehemmiyet verip, hırpalandığımda; bir lahzada, ölüm eşiğine gelen sevdiklerimin haberleriyle, “lezzetleri bitiren”, her faniye baş eğdiren “kutlu işaretle” sarsılmışım. Hadiseleri, kişileri dizdiğim gülünç basamaklar; şahsiyet sıralamaları, hizaları; meselelerimin ehemmiyet sırası birden değişmiş.

En azından şöyle bir sual tepeme dikilmiş: “Sizin indî bir görüşle, feveran ettiğiniz, tıknefes olduğunu vehmettiğiniz” meslekî yürü(t)meleriniz; peşpeşe dizdiğiniz şahsî hükümleriniz, tasarılarınız mı mühim; hatta kuyruklu allı pullu, bazen de kerameti kendinden menkul yaralarınız mı yoksa ölüm mü?”

 Üstelik sadece yakınlarınız değil, kendi kaybınız da söz konusuydu. Ve belki siz herkesten nahif, kolay yıpranır, örselenirdiniz. Ömrünüzün bir “garanti belgesi” var mıydı? O halde nasıl yaşamalıydı?

Ölümsüz gerçeği unutup, gene dünyevî işlere tam hız daldığımda; ölümcül bir hastalığa tutulmuş; ipten düşmekle, gitmekle kalmak arasındaki, 40 sene öncesinden bir çocukluk arkadaşıyla çarpışmışım. Hâl diliyle biraz “Dur! Yavaşla!” denilmiş.

Bu insanın gündemi, feri sönük gözleriyle, asilce hayata tutunma çabası karşısında, sevdalarınız tutamaklarınız, fosforlu kibriniz, endişe ve hassasiyetleriniz, benlik davalarınız ne kadar zavallı, gayri makûl ve lüks kalıyordu.

Ölüm vakıası, yüz yüze gelmediğimiz bir olgu değil. Her gün iletişim(!) kutularından yüzlerce haber akıyor. Çevremizde, burnumuzun dibinde nicelerine şahit oluyoruz. Kâinat can çekişiyor, esasen her doğumun alnındaki siyah damga irkiltiyor.

Ancak yeniden keşfetmeye(!) ihtiyacımız var. Ki bazen daha vurgulu, yakıcı, canhıraş geliyor ve sizi tam yüreğinizden yakalıyor.  Gölgeler, görüntülerin kesafeti, karmaşa duruluyor; tek biri tesirleriyle, mesafesizliği veya herhangi bir sebeple öne çıkıyor. İhtimalin yakınlığı, aynı gemideki yalnızların buruk acısı, hayatın bir türlü kurumayan ıslak mendilleri, ömrün günü neşesiz selâmlayışı, nâtüvan ruhlar, tam arkanızdaki lâhuti nefes, boğazınızdaki demirden pençe…

Çatıp gelen “küçük kıyametin” tehdidi, hiç değilse bir müddet sallıyor; bakış açınızı, tavrınızı, hayatınızın sallapatiliğini, hesapsızlığını değiştirmeye; asıl birikiminize, heybenize bakmaya zorluyor. Sorgularınız, aynadaki hayal ve dayanıksız/ dayanaksız cisminize çevriliyor.

Diyeceksiniz ki, herkes kendi hayatını yaşar. Fakat hayatı bu kadar savrukça, ölçüsüz üstünkörü mü yaşamalıdır. Aksine hırsları, tutkuları, neticesi ahrete çıkan upuzun emelleri kesen “ölüm noktası” karşısında, bir varlık ve yaşama şerefiyle mi kuşanmalıdır?

Hâlbuki genelde görüyoruz ki; hayatını tüketenlerin getirdiği sorular, olayların sevimsiz, zalim gözüken etkisi de gelip geçicidir. Sürat, modernizmin sürüklediği hayat; fikre, zihin ve kalpten meyve devşirmeye fırsat bırakmamakta; egomuzdan tam onikiden yakalamaktadır.

Şimdi.. belki bir an gözlerimizi ovuşturup düşüneceğiz, sonra “İlâhî davete” değil;  günlük çağrıya kulak verip, gözü kapalı tekrar hayata doludizgin ve destursuzca dalacağız.

Kuru teselliyi; sadece bedenimizi değil, ruhumuzu da dünyaya fütursuzca gömmekte, yaşarken öldürmekte bulacağız.

 
Hüzeyme Yeşim Koçak