Gönderen Konu: Tasavvuf ve Pasifizasyon-1  (Okunma sayısı 4827 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Tasavvuf ve Pasifizasyon-1
« : 10 Eylül 2015, 11:16:21 »

Tasavvuf ve Pasifizasyon-1

E-posta adresime gelen maillerin önemli bir bölümü, başlıkta ifade etmeye çalıştığım hususu soruyor. Tasavvuf insanları dünyadan uzaklaştırmakla hayata ve topluma ilgisiz mi kılıyor, Tasavvuf ehli olarak bilinen insanların mesela cihada iştirak ettiği vaki midir?…

Bu soruya, Osmanlı‘nın kuruluşundan itibaren fetihlerin öncü kuvveti olmuş gazi dervişleri, Senûsiyye hareketini, Hindistan‘lı Rabbânî alimlerin ya da Şeyh Şamil‘in cihadı gibi harc-ı alem örnekleri zikrederek kestirmeden cevap verebilirdim.

Ancak Tasavvuf hakkındaki bu iddiaların alabildiğine yaygınlık kazanmış olması, bu meselenin –bu köşenin boyutlarının izin verdiği ölçüde–detaylandırılmasını zorunlu kılıyor.

Esas meseleye geçmeden önce bu babda çokça bahis mevzuu yapılan bir rivayete değinmek istiyorum:

Rivayete göre Efendimiz (s.a.v), bir gazadan dönen ashabına, “Hayırlı bir gelişle küçük cihaddan büyük cihada geldiniz” buyurmuş, Sahabe, “Büyük cihad nedir ya ResulAllah?” diye sorunca, “Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir” buyurmuştur.

“Küçük cihaddan büyük cihada döndük” lafzıyla daha yaygın olan bu rivayeti el-Beyhakî, “Kitâbu’z-Zühd“de (I, 42) naklettikten sonra, “İsnadında zayıflık vardır” demiştir. el-Irâkî, Ali el-Karî, el-Münâvî ve el-Aclûnî de eserlerinde bu ifadeyi nakletmekle yetinmişlerdir. (Bkz. “Tahrîcu Ahâdîsi’l-İhyâ“, III, 7, 64; “el-Esrâru’l-Merfû’a“, 211-2; “Feydu’l-Kadîr“, IV, 511; “Keşfu’l-Hafâ“, I, 511-2.)

ez-Zeyla’î, “el-Keşşâf” hadislerini tahriç ettiği eserinde (III, 395-6), rivayetin “el-Keşşâf“ta zikredilen varyantını, “Nebi (s.a.v) gazalarından birinden döndü ve “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” buyurdu” şeklinde verdikten sonra şunları söyler: “Cidden garibdir. Bu rivayeti es-Sa’lebî, bu şekilde senedsiz olarak zikretmiştir.”

Daha sonra el-Beyhakî tarafından “Kitâbu’z-Zühd“de nakledilen sened ve metni (ki en başta zikrettiğim gibidir) zikrettikten ve el-Beyhakî‘nin, “İsnadında zayıflık vardır” dediğini naklettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:

“en-Nesâî, “Kitâbu’l-Künâ“da şöyle der: (…) Ebû Mes’ûd Muhammed b. Ziyâd el-Makdisî bize, İbrahim b. Ebî Able’nin (Bu zatın adı İbn Receb‘in “Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem“inde (185) “İbrahim b. Ebî Alkame” olarak geçmektedir; doğrusu “İbrahim b. Ebî Able” olmalıdır, E.S.), gazadan dönen insanlara şöyle dediğini rivayet etti: “Küçük cihaddan döndünüz. Peki büyük cihadı ne yaptınız?” Muhatapları, “Ey Ebû İsmail! Büyük cihad nedir?” diye sordu, “Kalbin cihadıdır” dedi.”

Buradaki İbrahim b. Ebî Able, Şam‘lı Tabiun‘dandır.

Bahse konu rivayetin el-Bayhakî tarafından, senedinde peş peşe yer alan üç ravi (İsa b. İbrahim, Yahya b. Ya’lâ ve Leys b. Ebî Süleym) sebebiyle “zayıf” olarak nitelendirilmiş olmalıdır. Ancak Rical kitaplarının bu zatlar hakkında verdiği malumattan, zayıflıklarının rivayetin tamamen reddine müncer olacak derecede şiddetli olmadığı anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla Tebük gazvesinden dönüşte varid olduğunun söylendiğini naklettiği bu rivayet hakkında “Aslı yoktur” ifadesini kullanan İbn Teymiyye‘nin (“Mecmû’l-Fetâvâ“, XI, 197) bu hükmünün “aşırı” olduğunu söylemek durumundayız. Onun bu hükmünde, rivayetin Tasavvufî çevrelerde yaygın olarak kullanılmasının etkili olduğu akla gelmektedir.

Gerek yukarıda adını verdiğim kaynakların, gerekse daha başka ulemanın, bu rivayeti taz’if ederken sadece “senedinde zaaf vardır” demekle yetinmiş olması da İbn Teymiyye’nin bu hükmünün isabetli olmadığını göstermektedir.

Sonuç olarak

Bu rivayetin biri merfu (Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözü), diğeri İbrahim b. Ebî Able‘nin sözü olmak üzere iki şekilde nakledildiği görülmektedir. İbrahim b. Ebî Able‘nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir ihtilaf yoktur. Merfu varyantı ise, senedindeki bazı raviler sebebiyle zayıf bulunmuş ise de, bu zaaf, rivayeti tamamen “uydurma” veya “asılsız” olarak nitelendirmek için yeterli değildir.


Ebubekir SİFİL | 2 Nisan 2005 | Milli Gazete


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Tasavvuf ve Pasifizasyon-2
« Yanıtla #1 : 10 Eylül 2015, 11:25:56 »
Tasavvuf ve Pasifizasyon-2

Tasavvuf‘un, müntesiplerini hayattan koparması şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslam Sanat ve Medeniyet Tarihi sahasıyla ilgili eserlerin gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken, Tasavvuf‘un bireyi ve toplumu tembelliğe, hayata sırt çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir “bütün” olarak görememe kusurundan kaynaklanmaktadır.

Özellikle bu topraklarda böyle “miyop” bir anlayışın neşv-ü nema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî ve coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok. Yaşadığımız toprakların İslamlaşması süreci hakkında sathî bir düşünce bile, bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir. Anadolu coğrafyasının İslam‘la ilk tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında da Tasavvuf‘un, tarikatlerin ve gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdır.

Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddîn-i Kübrâ gibi tarikat pirlerinin işaretiyle, Anadolu‘ya yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihad, içeriye muhteşem bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada Tasavvuf‘un oynadığı vazgeçilmez rolü germemek mümkün müdür?

Anadolu‘nun İslamlaşmasında ve bu topraklarda Müslüman bir medeniyetin teşekkül ekmesinde birçok Tasavvufî anlayışın (tarikat) rolü vardır. Bunları kısaca İbn Arabî, Mevlana, Hacı Bektaş, Ahi Evran ve Yunus olarak ifade edebiliriz.

Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn Arabî, devrin Selçuklu sultanı İzzeddîn Keykâvûs‘un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta, onun Müslümanlar‘a yapacağı en büyük hizmetin, İslam‘ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, “Türk Tefekkür Tarihi“, II, 135.)

Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu‘ya yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddîn-i Kübrâ etkisi, daha önce de söylediğim gibi “gazi dervişlik” geleneğiyle bu toprakların İslamlaşmasında inkâr edilmez bir rol oynamıştır. “Abdalân-ı Rum“, “Gâziyân-ı Rum“, “Alperenler“, “Horasan erenleri“… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında “fütuhat” ruhunu işlemek suretiyle henüz “beylik” merhalesinde bulunan Osmanlı‘nın, siyasî nüfuz alanını genişletmesinde aktif bir belirleyiciliğe sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. (İrfan Gündüz, “Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri“, 5 vd.; Ekrem Işın, Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat, “Osmanlı“, IV, 453.)

Osmanlı‘nın “beylik”ten “devlet”e, oradan da “cihan devleti” geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvuf‘un ve muhtelif meşreplerden Tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır.

Özellikle “kuruluş” aşamasında Tasavvufî tarikatlerden kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhî sükûn sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine ve müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur.

Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla, nakış nakış işlenerek estetik bir görümüm kazanması da Mevlana hareketi ile olmuştur.

Toplumsal yapı, son derece karmaşık boyutları bulunan ve çok yönlü ilişkilerle şekillenen müesses bir nizamı anlatır. Bu yapı içinde her bireyin, her kurumun ve her birimin ayrı bir fonksiyonu vardır. Bunlar bir araya gelerek bütünlüğü ve ahengi oluşturur.

Bu itibarla Tasavvuf‘un toplumda icra ettiği fonksiyon da “tek boyutlu” olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı, Ahiliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra etmiş olması bu bakımdan yadırgatıcı değildir…

Osmanlılar‘da devlet-Tasavvuf münasebeti, Osman Bey‘den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir. Osman Bey‘in bir Tasavvuf şeyhi olan Edebali ile, Orhan Gazi‘nin Ahi Hasan, Davud-u Kayserî, Abdal Murad, Abdal Musa, Geyikli Baba ile, Murad Hüdavendigâr‘ın –bir “ahi” olan– Sinanüddin Yusuf Paşa ile, Yıldırım Bayezid‘in (aynı zamanda damadı olan) Emir Buhârî ile, II. Murad‘ın Hacı Bayram Veli ile, Fatih‘in Akşemseddin ile, III, Murad‘ın Şeyh Şaban Efendi ile, Kanuni‘nin Şeyh Ebû Sa’îd Efendi ve Baba Haydarî-i Semerkandî ile… ilişkisi Osmanlı’ya vücut veren yapının “ilmiye” (ulema), “seyfiye” (askerler) ve “kalemiye” (bürokrasi) yanında dördüncü bir ayağa daha istinat ettiğini gösterir ki, o da “irşadiye” diyebileceğimiz Tasavvuf ehlidir.


Ebubekir SİFİL | 5 Nisan 2005 | Milli Gazete

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Tasavvuf ve Pasifizasyon-3
« Yanıtla #2 : 11 Eylül 2015, 11:23:30 »
Tasavvuf ve Pasifizasyon-3

Tasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlakî eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda, yeri geldiğinde düşmanla savaşa (cihada) da fiilî olarak katıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Bugün bunlara dair bazı örnekler zikredeceğim.

Okuyacağınız isimlerden birçoğu, sınır boylarında bulunan “ribat“larda yaşamış, bir yandan mücahidleri teşci ederek savaşa hazırlarken, bir yandan da onların ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir.

Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde, bir dağ üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir.

Seriyy es-Sekatî: “Ey iman edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin…” (3/Âl-i İmrân, 200) ayetini tefsir sadedinde, “Savaş anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin” dediği ve İmam Ahmed b. Hanbel tarafından cihaddan dönerken övüldüğü nakledilmiştir.

Cüneyd el-Bağdâdî: Şöyle dediği anlatılır: “Birgün bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım."

Ebu’l-Abbas et-Taberî: Tartus‘ta mücahidlere vaz ediyordu. Allah Teala‘nın celalinden, azamet ve kudretinden bahsederken baygın düştü ve hayatını kaybetti.

Züheyr b. Şu’be el-Mervezî: Şöyle dediği nakledilmiştir: “Canım et çektiğinde, Bizans ülkesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki onlardan ganimet elde ederiz. Eti o ganimetlerden yerim.”

Ali b. el-Hüseyin: İslam ülkesini Haçlılar‘dan temizlemeye halkı teşvikte büyük rolü bulunan bu sufinin ribatına toplanan insanların, oraya bir “kışla” görüntüsü verdiği kaynakların naklettiği bir husustur.
“Şam Aslanı” lakaplı Abdullah el-Yuninî: Tarihçiler tarafından “Heybetli, kahraman, sürekli zikir ve cihadla meşgul olan bir şeyhti. Keşif ehliydi. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşmanla savaşmaktan çekinmezdi” ifadeleriyle anlatılmıştır.

Ebu’l-Abbâs el-Kudsî: Keramet sahibi bir zat olduğu ve Kudüs‘e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için kendisine “Ebû Sevr” lakabı verildiği nakledilmiştir.

Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda, bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir.

Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimeşk (Şam) girişinde şehid olmuştur.

el-Haccâc el-Fendulavî: “Allah mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır” ayetini okuduktan sonra müridleriyle birlikte yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehid olmuştur.

Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar Bağdat‘ı istila ettiğinde asasıyla 12 düşman askerini öldürdükten sonra şehid düşmüştür.

Bu örneklerin çoğunu “çok bilinen” isimlerin teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, “çok bilinen” isimlerden de birkaç örnek verelim:

Necmeddin-i Kübrâ: “Kübreviyye” tarikatının kurucusudur. Sadece Tasavvuf sahasında değil, Hadis ve Tefsir gibi “zahirî ilimler”de de yed-i tula sahibi idi.
Moğollar Horasan‘a girdiğinde Cengiz Han ona, Harezm‘i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini toplayarak Moğollar‘ın karşısına dikildi. Elindeki uzun kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve vücuduna saplanan bir okla şehit oldu.

İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, “Avârifu’l-Ma’ârif” yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî‘den giydi. Zahir Baybars‘ın Moğol saldırısını durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar‘ı büyük bir hezimete uğrattığı Ayn–Calut savaşının fetvasını o vermiştir. İslam ordusunun Haçlılar‘la Mısır‘da giriştiği bir savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî‘nin “Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye“sinde anlatılmıştır.

Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî mezhebinin büyük alimlerindendir. 61 yaşında iken Bağdat‘a geldi; Abdülkadir-i Geylanî‘nin yanına gitti ve o vefat edene kadar yanından ayrılmadı. Burada “Kadirî” tarikatına girdiğini, yine bir sufî alim olan İbnu’l-Mulakkın‘ın, Kadirî hırkasının kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû İshak el-Vâsıtî ve Muvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle Abdülkadir-i Geylanî‘den geldiğini söylemesinden anlıyoruz.
Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn Kudâme‘nin, düşmanla savaşırken omzundan yara aldığı kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim.

en-Nevevî: Sufî şeyhi Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)’ye tabi olduğu ve onun edebiyle edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars‘ı Moğollar‘la savaşması için defaatle teşvik etmiştir.


Ebubekir SİFİL | 7 Nisan 2005 | Milli Gazete

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Tasavvuf ve Pasifizasyon-4
« Yanıtla #3 : 14 Eylül 2015, 14:49:32 »
Tasavvuf ve Pasifizasyon-4

Üzerinde konuştuğumuz meselenin, bu köşede hall-u fasl edilemeyecek kadar geniş olduğunun farkında bulunmakla birlikte, serinin bu son yazısında temas edeceğim bir-iki noktanın, önceki yazılarla birlikte ele alındığında Tasavvuf hakkındaki önyargılardan veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan kimi olumsuz değerlendirmelerin bir kere daha gözden geçirilmesine vesile olacağını umarım.

Cihad‘ın mana ve maksadında mündemiç olan “İslam‘ın kitlelere ulaştırılması” görevi, temelde bir “tebliğ ve davet” işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca gezgin sufiler, ribatlar ve tekkeler vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon ise inkâr edilemeyecek boyuttadır.

Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten Tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.

Öte yandan –bir önceki yazıda bir kısım örneklerini zikrettiğim gibi– Tasavvuf ehlinin, düşman tasallutu karşısında cihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı hakikatine gözlerimizi kapatmamız söz konusu olamaz.

Mağrib‘de kurulan Murabitun ve Muvahhidun devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi Tasavvuf şeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi, aynı tesbiti Eyyubîler, Memlüklüler, kısmen Babürlüler ve daha birçok devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir…

Aynı şekilde İslam dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen kurtuluş savaşlarında Tasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir.

Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbânî ve Şah Veliyyullah çizgisinin varisi Deoband/Diyubend ekolünden gelen sufi alimler), Kuzey Afrika (Libya‘da Senusiyye hareketi, Cezayir‘de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd, Sudan‘da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır‘da Ahmed el-Arabî, Mağrib‘de Muhammed b. Abdülkerim el-Hattâb…) ve elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya‘da Şeyh Şamil ve bugün Filistin‘de adını “İzzeddin el-Kassâm Tugayları” vasıtasıyla tanıdığımız şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle…

Bu noktada biraz durup vakıaya “kuş bakışı” bakalım:

Tasavvuf ehli hakkında ileri sürüldüğü şekliyle “cihaddan geri durup, aşk-meşk işleriyle uğraşma” iddiasının, mesela “savaştan geri durup, ilim işleriyle ilgilenme” tarzında Muhaddisler, Fakihler, Müfessirler, Kelamcılar vb. için aynı yoğunluk ve boyutta ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa bu saydığım sahalarda etkin olmuş ulemanın tamamının cihada fiilen iştirak ettiğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle diye bu ulemanın da hayattan koptuğunu ve insanları da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek gerekir?

Şu halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu iddia niçin özellikle Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir?

Bana kalırsa bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı.

“Hayata katılma”nın en somut ve keskin göstergesi olan “cihad“a fiilen iştirak edip etmeme durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa olsun herhangi bir İslam büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve hizmet etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir.

Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden yola çıkarak “Tasavvuf insanı hayattan koparıyor” gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak büyük bir yanılgı ve hata olur.

Bu yazıyı teberrüken İmam eş-Şa’rânî‘nin konu hakkındaki sözleriyle bitirelim:

“Resulullah (s. a.v)’e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise yiyecek yardımı yapacağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.

“Resulullah (s.a.v)’e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik.

“Resulullah (s.a.v)’e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehid olarak ölmeyi dileyeceğimize ve Allah yolunda savaşmayı nefislerimize kabul ettirmekten gafil kalmayacağımıza dair söz verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir niyet sahibi olmamız, Rabbimizin bize ecir vermesini sağlayacaktır.

“Resulullah (s.a.v)’e, cihad etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik.”


Ebubekir SİFİL | 9 Nisan 2005 | Milli Gazete

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Nakşi Yolunda Usûl ve Gaye
« Yanıtla #4 : 18 Eylül 2015, 18:22:11 »
Nakşi Yolunda Usûl ve Gaye

Nakşibendî silsilesinin 15’inci halkaŞâh-ı Nakşibend (k.s.) hazretleri buyurdu ki:

• Dışımız halk, içimiz Hak iledir.

• Bizim yolumuz sohbettir.

• Halvette (uzlette-riyâzatta) şöhret vardır, şöhret ise âfettir.

• Hayır ve bereket cem’iyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur.

• Sohbet ise bir kimsenin arkadaşında fâni olmasıyla, arkadaşını kendisine tercih etmesiyle hâsıl olur.

• Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, bazılarının kalblerindeki muhabbet tohumu, başka şeylere bağlılıkları sebebiyle gelişmez, büyümez.

• Biz böyle kimselerin kalblerini başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz.

• Bizim sohbetimizde bulunanlardan bazılarının da, kalblerinde muhabbet tohumu yoktur.

• Biz, böyle olanların da kalblerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz.


• Kendilerine, nâil olduğunuz bu dereceye nasıl ulaştınız? diye sual olunduğunda,

“Resûlüllah’a (s.a.v.) tâbi olmakla...” diye cevap vermişlerdir.

***

Nakşibendî silsilesinin 18’inci halkasını teşkil eden Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) hazretleri ise, bu yolun gâyesini şöyle hulâsa etmişlerdir:

“Eğer şeyhlik ve mürşidlik makamına oturmuş olsaydım, âlemdeki şeyhlerden hiçbir şeyh (kendisine intisab edecek) bir tek mürid dahi bulamazdı. Lâkin ben, gayb âleminden, başka bir işle emrolundum. O da; şerîatın tervîci ve milletin te’yîdidir. [Yani benim vazifem; şerîatı yaymak, İslâm’ı ve Müslümanları kuvvetlendirmeye çalışmaktır.]” (1)

Demek ki tasavvufta Nakşî yolunun usûl ve gâyesi; diğer bazı tarîkatlerde olduğu gibi, bir kenara çekilip ağır riyâzatlarla ve kendi nefsiyle meşgul olmak değildir.

Bilakis halkın arasına karışıp, onlara hizmet etmek ve bu esnada Hak’tan da hiçbir an uzaklaşmamaktır.

Hizmetten asıl maksad ise, İslâm dininin yayılması ve mensuplarının izzet ve itibarının artmasıdır. Hele de kerâmet gibi hârikulâde şeylerle meşgul olmak, bu yolun esasları arasında hiç mi hiç yer almamaktadır.

Onlar, en büyük kerâmetin, İslâm’a ve insanlığa hizmet olduğunu belirtmişler, bütün mesâilerini bu yönde sarf etmişlerdir.

***

Nakşibendî silsilesi Müceddidîn kolunun son halkasını teşkil eden Ebû'l Faruk (k.s.) hazretleri de, bu yolun İslâm’a ve insanlığa hizmetteki usûlünü şöyle anlatmaktadır:

• Biz, vahdeti kesrette (bir’i, birliği çoklukta), rızâ-yı Hakk’ı halk arasında, halka hizmette arıyoruz (bir köşeye çekilip kendi başımıza uzleti değil, insanlarla sohbeti, onlara hizmeti tercih ediyoruz).

• Enbiyâ ve mürselîn (peygamberler aleyhimüssalâtü vesselâm) yolundayız...

• Bizim para-pul, makam-mevki, siyâset-politika, kavga ve gürültüyle işimiz yok.

• İstisnâsız her Müslüman çocuğunu da okuturuz. Bir tek fert geri dönmüşse haber versinler.


O, tarîkatı, sadece “hoş sohbet” vâsıtası hâline getiren son devrin tembelliğini yıkmış; onu, kitleleri harekete geçiren bir enerji ve heyecan vesîlesi kılmıştır. Kerâmete aslâ itibar etmemiş, kerâmet ızhârından kaçındığı gibi, talebelerine de aynı yolu tavsiye etmiş ve, “En büyük kerâmet, insanlara hak yolu telkîn etmektir” buyurmuştur.

Keza buyurmuşlardır ki: “Enbiyâdan en büyük mîras, şerîat olduğu gibi, en büyük vâris de âlimlerdir. İlmin evveli ma’rifetullah, sonu tefvîz-i umûr’ dur.(2) Ma’rifetullah’ta en ileri makamın sahibi, Sıddîk-ı Ekber’dir (r.a.).”


Dipnotlar:
(1) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 65
(2) Tefvîz; kelime olarak teslim ve tevekkül manalarınadır. Tasavvufta “tefvîz-ı umûr”, kulun bütün işlerini Allah Teala’ya havale etmesi ve O’nun yaptığı her işi gönül rızası ile karşılaması; hiçbir hususta ne dil, ne de kalb ile O’na itiraz etmemesi; sızlanıp içinde bir rahatsızlık-huzursuzluk dahi hissetmemesidir. Bir başka ifadeyle tefvîz-ı umûr, kulun, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” deyip bütün faaliyetlerinde Cenab-ı Hakk’ı mutlak vekil kılmasıdır. Kısacası tefvîz, tevekkülün en mükemmel şeklidir. (Ankaravî, Rusûhuddîn İsmâil, Minhâcü’l-Fukarâ, Bulak, 1256, s. 175) Rabbimiz (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de, “İşimi Allâh’a tefvîz (havale) ediyorum; O kullarını görür” (Gâfir suresi, 40/45) buyurarak, biz kullarına tefvîzı nasıl yapmamız gerektiğini öğretiyor. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.lerinin Tefviznâme’sinden bazı beyitler: Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif anı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler. (Marifetnâme, s 285) Hersekli Ârif Hikmet Bey de şöyle demiştir: Nâl-i neyl-i murâd olmaksa maksûdun eğer / Hakk’a tefvîz-ı umûr et, fâriğ ol tedbirden.