Gönderen Konu: Hüseyin Avni | Rıhle Dergisi Soruşturma Cevapları Konu Gayri Müslimlere Benzeme  (Okunma sayısı 3510 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Sabuni

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48

RIHLE SAYI:11

بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ

Bundan sonra…

Evvelâ en darından en geniş manasına kadar İslâmî yaşayış, hareket ve cihâd içün böylesine hayatî ehemmiyeti hâiz olan bir meseleyi bahis mevzuu etmeniz sebebiyle sizlere tebrîklerimi ve nâ mütenâhî teşekkürlerimi arz ediyor, sonra da suâllerinize geçiyorum



Birinci Suâl

Gayr-i Müslimlere Benzeme Denince Bundan Ne Anlamalıyız?

Cevâb:

Bu suâlinizi birkaç noktada ele alabiliriz:

Birinci Nokta

Tesbît ve ta'yîn edilen “İmaj ve Teşebbüh” başlığından da anlaşıldığına göre ‘Benzeme’ yerine ‘(kendini birine veya bir şeye) benzetmek’ denilseydi kanaatimizce daha münâsib olacaktı. Zîrâ ‘Benzeme’de niyyet, maksad, tekellüf, peyderpeylik ve özenmek gibi unsurlar bulunmasa da bunlar ‘teşebbüh’de yani kendini birine veya bir şeye benzetmek’de az çok mevcûddur.

Vâkıa, bu “Beyaz kılı (kına ve benzeri kara olmayan[1] boyalarla) değiştirin; kâfirlere teşebbüh etmeyin / kendinizi benzetmeyin”[2]hadîsinden hareketle ‘teşebbüh’ün bazen kendiliğinden ve maksadsız da tahakkuk edebileceği İbnu Teymiyye tarafından söylenmiştir. Lâkin bu fehm bizce isâbetsizdir; hadisi anlamamaktır.

Zîra aslolan kâfire muhâlefet ve kendini ona benzetmemek olunca, bunun sebeblerinden biri olan beyaz kılın kına ve benzeri şeylerle boyanıp değiştirilmemekte devam ve onda âdetâ ısrâr edilmesi de yine tekellüfve özenmeyi taşıyan teşebbüh olur.

Yani o teşebbüh kılın kendiliğinden beyaz olması ile değil, ısrarla değiştirilmeyip beyaz bırakılması ve beyaz kalması ile olur ki bunda mezkûr maksad ve niyyet bulunmuş olur.

İkinci Nokta: Bilinen bir hakîkattir ki, başlık olarak seçilen ‘teşebbüh’ün sahası aslında çok daha geniştir:

Evvelâ müsbet ve menfî olarak ikiye ayrılan “teşebbüh”ün çeşit ve maddeleri bir hayli fazladır:

Erkeğin kadına, kadının erkeğe, gencin yaşlıya, yaşlının gence, câhilin âlime, âlimin câhile, âbid ve zâhidin şımarık zengine ve ehl-i dünyâya, mütrefin âbid ve zâhide, Mü’minin sâlihlere, ehl-i dünyaya, fasıklara ve kâfirlere, insanın hayvana, domuza, eşeğe, davara, kuşa, tavuğa, kurda, tilkiye, kayaya ve benzeri nesnelere teşebbühü / kendini benzetmesi… Bunların her birisinin hakkında nasslar gelmiştir.

Sahası böylesine geniş olan bir ta'bîrle ifâde edilen başlığın altında yer alan sorulardan anlaşılan şudur: Bahsimiz hâs dâiredeki bir teşebbühtür ki o da sadece menfî teşebbüh’ün kısımlarından biri olan “Kâfirlere teşebbüh”dür(kendini kâfirlere benzetmektir.) O hâlde biz burada sadece sınırları çizilen bu sahada konuşacağız.

Üçüncü Nokta:

Nassları tam bir istikrâ (araştırıp elden geçirmek) ile açıkça görülecektir ki, Mü’min olan bir kimsenin kendini kâfire benzetmesibirkaç şekilde tahakkuk eder:

Birinci Şekil: Düşünce, zihniyyet , inanç ve ibâdette kâfire teşebbüh..

İkinci Şekil: Yemek, içmek, gezmek, eğlenmek ve benzeri zâhir uzuvlarla yapılan basit ve yalın işlerde kâfire teşebbüh.

Üçüncü Şekil: Örf, âdet, gelenek ve benzeri mürekkeb husûslarda kâfire teşebbüh.

 

Dördüncü Şekil: Bayramlar, merasimler ve benzeri hususlarda kâfire teşebbüh.

Beşinci Şekil: Kılık, kıyâfet, giyim kuşam ve benzeri dâimî şiâr olabilecek veya şiâr kokusu alınabilecek husûslarda kâfire teşebbüh.

Bütünbu şekiller ayrıca kendi içlerinde bir takım kısımlara ayrılırlar ve her bir şeklin hükmü farklı olur. Nitekim Ahmed el-Ğumârî, el-İstinfâr’ında zikrettiğimiz çeşitlerin birçoğu ile alâkalı onlarca nass getirmiştir ki bu yazı onları nakletmeye müsaid değildir.
Yine mutlak muhâlefet ve teşebbüh ile mutlak teşebbühü yasaklamaya dâir olan nasslar bu şekillerin ve kısımlarının hepsini içinde bulundurabileceği gibi belli şekilleriyle ihtirâzî değil de ittifâkî olan kayıdlarla mukayyed olan nasslar da -ortada hâricî tahsîs edici delîl veya karîneler yoksa- mümkin ve muhtemel illet beraberlikleri sebebiyle diğer çeşitleri dahî içlerine almış olabilirler.

Dördüncü Nokta

Nasslarla yasaklanan kâfire teşebbühü, yukarıdaki çeşitlerinden bir veya birkaçıyla sınırlamak, hatta onu sadece birinci nevinden ibâret görmek ve göstermek, ilmî noksanlıktan ve husûsan bu meseleyi bilmemekten veya -daha kötüsü- mevzuu saptırmaktan haber verir.

Beşinci Nokta

Şekilcilik veya şekilsizlik tezadı arasında hebâ edilen vasat olmak ve istikamet...

Kimi çokbilmiş Müslüman aydınlarımız ve entelektüellerimiz inanç noktasının dışındaki kâfireteşebbühlerin yasaklığını kabûl etmez ve kendi kanaatlerini taşımayıp kâfire teşebbühün her çeşidini değişik mertebelerde yasak sayan müminleri “şekilci” olmakla suçlarlar. Hâlbuki ifrât ve tefrît vasıflarını hâiz iki kutuptan aynı mesafede uzak olmakla itidâli, vasatı ve istikameti yakalamaları îcâb eden Mü’minlerin bu müstakîm tavrını ‘şekilcilik’ ile karalamak ‘şekilsizlik’ sapmasının bir resmidir. Bunlar kendi görüşlerine uymayan hadîsleri hiçbir ilmî mesnedleri bulunmamasına rağmen sırf mecrâsından kay(dırıl)mış ‘aklî’ mulâhazalarıyla ‘uydurma’ i’lân ederler veya tahrîf mahiyyetinde bir te'vîl ile asıllarından uzaklaştırırlar.

Âyetleri de tefsîr ve te'vîl ismi altında korkunç bir biçimde yine ilâhî muraddan uzaklaştırırlar. Muahatablarına karşı bu şekilcilik töhmetine sarılanlar, aslında ‘meşrûiyyetin muârızları’ veya ‘şekilsizlik sevdâlıları’olanlar, yahut da ancak meşrû' olmayan her bir şekle girebilenler ve böylece ‘bukalemun’ diye de vasfedilemeyenler bu noktada iki açık hakikati görememektedirler veya görmek istememektedirler:

Birincisi: Allah’ın kâinatında bedâhet mertebesinde bir bâhir kanunu vardır: Bu âlemde bulunan bütün veya ekseri -bilhassa kıymetli- özler kabukların içinde îcâd, ikmâl ve muhâfaza edilmektedirler; öyle ki, o kabuklar yok olmakla veya yok edilemekle bu özler de yok olurlar… İbâdetlerin, muâmelâtın, cezaların, nikâhlanmaların, âdâb u muâşeretlerin ve sâir Ahkâm-ı İslâmiyye’nin öz ve hakîkatleri mutlaka zâhirî kalıp ve şekillerin içinde bulunurlar. Hâsılı Şerîat’in kısm-i ekserîsi zâhire bakar… Onları şekillerinden soymak tamamen ve kökünden yok etmek ise ilhâd ve zındıklıktır.

İkincisi: Onları bu noktada da zehirleyen ve nam ve hesablarına bu ğayretlerini ve hamiyyetlerini ortaya koydukları ve fikirlerini beğenip benimsedikleri beşeri düşünce ve dünya görüşleri dahî tamamen şekle dayanmaktadırlar. Hatta dünya üzerindeki küfrî inkılâpların tamamı şeklî zarfların içerisindedirler ve sâhibleri bunların yerleştirilmelerinde bu sayede muvaffak olmuşlardır. Demek ki, küfrün önderleri bu meseleyi bizimMüslüman aydın ve entellerimizden çok daha iyi anlamışlar ve kavramışlardır.

Altıncı Nokta

Yukarıda da ifâde etiğimiz gibi her çeşit yasaklanmış ‘teşebbüh’, hâs dâirede de ‘kâfirlere teşebbüh’ hakkında nice nasslar vardır. Sadece (Şîn-Bâ-He) maddesinden yapılacak olan arama ve taramalarla bile bir nice hadîs ortaya çıkar. Bu sayıda kâfirlere teşebbühile alâkalı hadislerin derlenip toplandığını ve tahrîclerinin yapıldığını duyduğumuzdan ve yer darlığından işin bu yanına eğilmedik.

Kezâ Kurân’da ve Sünnet’te geçen teşbîh ve temsîllerin birçoğu yine teşebbüh’ü de ihtivâ eder. Kur’ân ve Sünnet’te geçen “Emsâl” ile alâkalı olarak yazılan kitâblar bunu açıkça göstermektedir.

Meselâ,

{ ياأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُواْ لاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ كَفَرُواْ }/ “Ey îmân edenler!.. Kâfirler gibi olmayın.” (Âl-i İmrân:156)
{ وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لاَ يَسْمَعُونَ } / “İşitmemekte oldukları hâlde ‘işittik’ diyenler gibi de olmayın” (Enfâl:21)
كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ } { وَلا تَكُونُوا/“Allah’ı unutup da (Allah’ın) onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi de olmayın” (Haşir:19) gibi âyetler “Kendilerinizi onlara benzetmeyin” manasını da iltizâmî bir delâlet ile elbette bulundururlar.

Keza,

{ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا اُنْظُرْنَا }“Ey Îmân edenler!.. ‘Râinâ’ (‘bizi güt, bize nezâret et’) demeyin; (aynı manada olan başka bir kelimeyi kullanarak) ‘unzurnâ’ deyin” (Bakara:104.)âyeti, “Kendinizi, -ifâde tarzlarınız, uslûblarınız ve kullandığınız kelimelerle- İslâm’a karşı tavır ve kötü maksadlar içindeolan kâfirlere benzetmeyin” manasını da ifâde eder.

Nitekim İbnu Kesîr, âyetten bunun ve diğer kâfirlere teşebbüh çeşitlerinin Mü’minlere yasaklandığı manasını çıkartmış, buna Ahmed İbnu Hanbel’in ve başkalarının rivâyet ettikleri ve { مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ }“Kim de kendisini bir topluluğa benzetirse, o onlardandır”[3] ibâresini bulunduran bir hadîsi de delîl getirmiştir.

Bu âyet, Müslümanları Kur’ân’a ve İslâm’a dil bakımından da yabancılaştırmak isteyen ard niyyetli kimselere karşı direnilmesini emretmekte, “kültürlülük” isbatı için onlara ‘teşebbüh’ü ve özenilmesini de açık bir şekilde yasaklamaktadır. O hâlde okuyanların anlayabileceği açıklık ve sadelikte konuşup yazacağız ama birilerine “kültürlü” ve “entelektüel” olduğumuzu ve bu noktada kimselerden aşağı olmadığımızı isbât etmek içün yabancı ve uyduruk kelimeleri kullanmayacağız.

Yedinci Nokta

Kâfirlere Teşebbüh’ün Hükmü

Zikri geçen nasslara istinaden akâid, fıkıh, tefsîr, hadîs şerhleri ve fetvâ kitâblarının birçoğunda bu bahis etraflıca işlenmektedir. Bu noktada tafsîlata gitmeye yerimiz müsâd değildir; bir kaç misâl ile iktifâ edeceğiz:

San’ânî -her ne kadar birçok yanıyla i'timâd edilmeyecek birisi ise de- bu teşebbühün hükmünü iyi ve güzel bir şekilde şöylece hulâsa etmiştir:

“(‘Kim kendini bir topluluğa benzetirse o onlardandır’) hadîs(i), göstermektedir ki, kim kendini fâsıklara, veya kâfirlere veyahut bid'atçılara -onlara hâs olan elbise veya binek yahut da heyet/şekil ve kıyafette- benzetirse, o onlardandır. Demişlerdir ki, kim kılık kıyafette kendini kâfire benzetirse ve bununla onun gibi olduğuna inanırsa kâfir olur. Şâyet inanmazsa, o kimse hakkında fakihler arasında anlaşmazlık vardır. Onlardan bazısı, ‘kâfir olur’ -ki hadîsin zâhiri de budur- kimisi de ‘kâfir olmaz, ancak te’dîb edilir’ demişledir.”[4]

Münâvî ve Alkamî şöyle demişlerdir:

“Yani kim zâhirinde onların kılık kıyafetlerine bürünür ve onların yaşama biçimine göre yaşarsa ve giyeceklerinde ve bazı işlerinde onların yolundan giderse, (o onlardandır).”

Ali el-Karî şöyle demiştir:

“Yani kim kendisini meselâ elbise veya başka şeylerde kâfirlere veya fâsıklara veya fâcirlere veya ehl-i tasavvufa ve sâlihlere benzetirse (o onlardandır.)”[5]

Ali el-Karî, el-Fıkhu’l-Ekber Şerhi’nde bu mevzû’ ile alâkalı olarak Fetvâ kitâblarından birçok fetvâ nakleder.

Muâsır Ehl- Sünnet müstakîm Hadîs ulemâsından Allâme Nûruddîn el-’Itr şöyle diyor:

“ ‘O onlardandır’ ifâdesinin zâhiri, giyim kuşamda kendini kâfirlere benzetmenin küfür olacağıdır[6] ki âlimlerinin çoğunun görüşü budur. Hanbelîler harâm olduğunu söylediler.

Cumhûr, (‘küfürdür’) hükümleri içün bir takım şartlar ileri sürdüler ki onların hulâsası şunlardır:

-(Kişinin) bunu İslâm memleketlerinde yapması.

-Onlara kendini benzetmenin zarûretten dolayı olmaması.

-Teşebbühün kâfire hâs olan bir şeyde olması. Hıristiyan şapkası ve sırf Râhiblere hâss olan Ruhbân elbisesi gibi…

-Teşebbühün o muayyen elbisenin kâfirlerin şiârı olduğu vakitte olması.

-Teşebbühün küfre meyletmek sebebiyle olması…

O yüzden kim, kâfirlere bir kılık kıyâfet ile ama -onlara meyletmeksizin- kendini benzetirse, günahkâr olur; küfre girmez.

-Gayr-i Müslimlere âid bir ibâdet veya bir bayram yahut onlara hâs bir elbise olmayan veyahut da bu şerhde zikri geçen şeylerden birinin altına girmeyenşeylerde bir beis yoktur.”[7]

Meselâ Alî el-Karî’nin Fıkh-ı Ekber’de naklettiği bir nice fetvâya bakılacak olursa bu şartlarda geçen birçok noktanın munâkaşalı olduğu görülecektir. Ancak küfür olup olmadığı tartışmalı olan maddelerde en hafîf mahzûr haramlık veya nadiren tahrîmen mekrûhluktur.
“Çağdaş Müslümanlar” daha çok “kâfirlere kılık kıyâfette teşebbüh”ün İslâm’da yasak olduğuna itirâz etmektedirler. Oysa Sünnet’i kabûl eden herkes içün bunun da yasak olduğunu inkâr etmenin imkânı yoktur.

Kâfîrlere kılık kıyafetteki teşebbühün yasaklığına dâir onlarca hadîs getirilebilir.

Sadece { إِنَّ هَذِهِ مِنْ ثِيَابِ الْكُفَّارِ فَلاَ تَلْبَسْهَا }/ “Şübhe yoktur ki bu kâfirlerin elbiselerindendir; o yüzden onu giyme”[8]hadîsi bile bu hususta kâfî bir delîldir. Zîrâ hadîsdeki { فَلاَ تَلْبَسْهَا }lafzında yer alan{ ف }nehyin / yasağınilletini göstermekte açıktır.

Sekizinci Nokta

Müslümanların kendilerini kâfirlere benzetmeleri ile alâkalı olarak İmâm Zâhid el-Kevserî’nin hicrî 1361 senesinde Mısırda Mecelletü’l-İslâm’da, daha sonra da Makâlâtında neşredilen “Menşeu İlzâmi Ehli’z-Zimmeti bi Şiârın Hâssın ve Hukmu Telebbusi’l-Müslimi bihî İnde’l-Fukahâi” başlıklı bir makalesinde bu bahsi nefis bir şekilde incelemiştir. [9]

O, “Hadîsü Men Teşebbehe bi Kavmin Fe Huve Minhum” isimli makalesi[10] ile de bu bahse mühim bir hizmet etmiştir. Merhûm Kevserî’nin bu makalelerinde şimdilerde geçmiş müctehidlerimizin ve sâir âlimlerimizin tamamını idam edip defneden yeni modernist “müçtehitler”in kılavuzları olan âlimlerin(!) vesveselerine cevâblar veriliyordu.

Bu mevzû’da yine Allâme ve muhaddis Ahmed el-Ğumârî’nin de -zan ve kanaatime göre- bu makalelerden mülhem olarak ve İktizâu Sırâtı’l-Müstekîm’den çokça faydalanarak el-İstinfâr ismiyle kaleme aldığı değerli bir eseri vardır. Bu kıymetli eser, talebelerinden biri olan Abdullah et-Tüleydî tarafından kısaltılmış ve tehzîb edilmiş, hadîsleri tahrîc edilmiş, ihtisâr ve tehzîb 1384’de tamamlanmış, 1407’de ona bir takım ilâveler yapılmış ve 1425’de Dâru’l-Beşâir tarafından üçüncü baskısı yapılmıştır.

İlk iki baskısının târîhlerini bilmiyoruz. Eser, meselenin daha çok fikrî yanını ve ehl-i küfrün oyunlarını bahis mevzuu eden mukaddimesi ve baş kısmı ile yine aynı istikamette olan uzunca bir hâtimesi hesaba katılmazsa sâdece mevzû' ile alâkalı âyetleri ve hadîsleri ele almıştır. Birkaç eski âlimle geçmiş hicrî asırda yaşamış iki üç yeni âlimden görüşler aktardı ise de -okuduğumuz ve gördüğümüz kadarıyla- Mezheblerin imâmlarından nakiller yapmamıştır.

Kezâ bu mevzûu daha önceleri İbnu Teymiyye de İktizâu’s-Sırâti’l-Müstekîm isimli eserinin içinde genişçe işlemiş ve mezheb imâmlarından yaptığı nakillerle meseleyi gâyet de güzel anlatmıştır. İbnu Teymiyye’nin -Kevserî’nin ifâdesiyle- bu bahiste şaz görüşü yoktur; Aksine O bu meselede cumhûrla beraberdir.[11]

Yine İmâm Kevserî’nin haber verdiğine göre Şâfiî fakıh ve Muhaddis en-Necmu’l-Ğazzî bu teşebbüh’ü “Hüsnü’t-Tenebbüh” isimli kalınca eserinde nefis bir şekilde ele almış ve îzâh etmiştir.[12] Abdu’l-Ğanî en-Nablûsî, el-Hadîka isimli eserinde ondan çokça nakiller yapar. Bunlardan gördüğümüz ve anladığımıza göre eser cidden değerli bir eser… Himmet ve azmi yüksek bir zât onu -inşâellah- tahkîk edip neşretmekle mahtûta hâlinden matbû’ hâle getirir de Ümmet’in istifâdesine takdîm eder…

Şehîd-i İslâm merhûm Âtıf Efendi’nin “Frenk Mukallidliği” isimli Türkçe yazdığı risâlesini burada zikretmek de bir kadîrşinâslık îcâbıdır.



İkinci Suâl

Müslümanlar Gayr-i Müslimlere Benzemekten Niçin Sakındırılmıştır?

Cevâb:

Açıktır ki, Müslümanlar kendilerini gayr-i Müslimlere benzetmekten bu sözü edilen teşebbüh şayet inançta ve bir takım ibâdetlerde ise, bununla îmân dâiresinden çıkmakla kâfir olmasınlar diyesakındırılmışlardır… İşlerde, âdetlerde ve bayramlarda ise, harâm işlemekle helâk olmasınlar ve nihâyet işin ucu zamanla inançta teşebbühe varmasın diye menedilmişlerdir… Bu teşebbüh şâyet kılık kıyafette ise, bunun da ucunun amelde teşebbühe, sonra da inançta teşebbühe varacağından yasaklanmışlardır…

Bu husûstaki en güzel tesbît -ğaliba- Abdullah İbnu Mes’ûd radıyellâhu anhu’ya âiddir:

İbnu Ebî Şeybe, Ma’dan’dan, Abdullah İbnu Mes’ûd radıyellâhu anhu’nun şöyle dediğini rivâyet etti:
{ لاَ يُشْبِهِ الزِّيُّ الزِّيَّ حَتَّى تُشْبِهَ الْقُلُوبُ الْقُلُوبَ }

“Kılık, kılığa benzemesin; yoksa neticede kalbler, kalblere benzer.”[13]

Yani sonunda teşebbüh edenin kalbindeki ahlâk, sevgi, kızgınlık, inanç ve sâir kalbî hasletler, kendisini benzettiği kimselerinkine benzer.

Hâsılı, teşebbühde kişinin kendisini benzettiği kimselerde bulunan benzemek noktalarındaki şeyleri beğenmesi, onlara özenmesi, yani onlardaki -inanç da dâhil- her şeyi beğenmeye vardırır. Bununla beraber kendinde bulunanı beğenmemeye, o da kendindeki -îmân da dâhil- her şeyi hakir görmeye ve beğenmemeye götürür… Bunlar da ya küfürdürler veya küfre götüren ve yaklaştıran vesileler olmakla harâmlar ve mekrûhlardır.

Zîra bir fıtrî kanundur ki, kişinin birisiyle ortak yanı ne ölçüde varsa onu o nisbette sever. Müşterek noktalar ne kadar az olursa o ölçüde sevgi az olur. Onu belli noktalarda sevmesi ise her bakımdan sevmeye sürükler. Bu da ya küfür, ya küfre yaklaştırdığı içün harâmveya harama yaklaştırması sebebiyle mekrûh olur.

Bu yüzden kâfirlere teşebbüh/kendini kâfirlere benzetmek şöyle dursun, onlara muhâlefet etmek, îmân ve İslâm’ın îcâblarındandır.

Nitekim,

{ خالفوا المشركين }/“Müşriklere muhâlefet edin….”[14]

{ خَالِفُوا الْيَهُودَ }/“Yehûdîlere muhâlefet edin…”[15]

{وَ خَالِفُوا فِيهِ الْيَهُودَ صُومُوا يومًا قبله أو يومًا بعده }/ “Yehûdîlere muhâlefet edin; ondan (Aşûre gününden) bir gün önce veya bir gün sonra oruç tutun.”[16]

{ ...خالفوا المجوس }/ “… Mecûsîlere muhâlefet edin.”[17]

Bu kâfirlere teşebbühün yasaklığının ve muhâlefet etmek mükellefiyetinin sahası ve sınırı nedir?

Her sahada ve her nokta…

Çünki Kur’ân’da, { إِنَّ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعاً لَسْتَ مِنْهُمْ فِي شَيْءٍ } / “Şübhesiz ki Sen, dinlerini iyice parçalara bölüp ayıran ve fırkalar hâline gelenlerden yana hiçbir şey içinde değilsin (senin onlarla hiçbir alakan, bağın ve ortak yanın yoktur)” buyrulmaktadır.

Hâsılı, hayatın hiçbir noktasında kâfire teşebbüh câiz değildir; aksine hayatın her noktasında kâfiremuhâlefet vardır.

Kısacası, teşebbüh, Müslümanlardaki ahlâk, şahsiyyet, karakter, tavır ve inanç yozlaşması ve heyelanları ile kişi İslâm’dan ve îmandan mahrûm kalmasın diye yasaklandığı gibi, onlara bir de kâfirlere muhâlefetemredilmiştir.

Bu muhâlefetin birçok maddesi nasslarla bildirildiği gibi, mubahlar dâiresindeki muhâlefetin sahası ve sınırı mahdut değildir. Yani ehl-i küfür şâyet bir mübâhı işliyorsa, onlara muhâlefet edip başka bir mübâha intikâl etmek veya o mübahı farklı bir muhtevaya veya şekle sokmak da müstehablık mertebesinde de olsa emredilmiş veya tavsiye edilmiştir. Şahsiyyetlerin kaymaktan kurtarılması ve tahkîmi içün bu muhâlefet çok mühim bir ameldir. Bu iş şahsiyyet problemi belası içinde olanlara göre mühim değilse, hatta şekilcilik ise de, kişiliği kendi gözünde mühim olan ve oturmuş kimselere göre olmazsa olmazlardandır.



Üçüncü Suâl

Moda Olgusunu Gayr-i Müslimlere Benzeme Noktasında Değerlendirir misiniz?

Cevâb:

“Moda”nın birçok yanları vardır; onlar göz önünde bulundurularak bir ta'rîf ve îzahı yapılabilir. Denilebilir kimoda, zararsız, hattâ çoğu zaman zararlı olan fakat ihtiyâc olmayan maddeleri ve hususları bir çeşit reklâm ile ihtiyâc hâline sokan liberal tüketim ekonomisindeki pragmatiklik gaddarlığıile teşebbüh sevdasının kesiştiği noktada vücûd bulan bir hastalıktır.

Bu hastalık, şu anda -kimilerince- matlûb, makbûl ve merğûb bir şeydir düşüncesiyle başkalarına özenerek lâzım olmayan bir şeyin belli bir kesim tarafından iltizamı, kendine lâzım hâle getirilmesi demektir, diye de ta'rîf edilebilir. Çerçevesi bu şekilde çizilebilecek olan modada birilerine teşebbüh unsuru elbette bir hayli mevcûddur.

Bu, kâfirlere, fasıklara veya zalimlere teşebbüh ile de tetiklenmiş ve başlatılmış olabilir. Hiçbir şekilde ihtiyâç olmayan, hatta açık ve kesin bir biçimde zararlı olan madde ve unsurların hayâtî ihtiyâc kılıfına büründürülmesi ve bunun miktarı ve ivmesi gittikçe artırılan bir pompalamayla sürekli canlı tutulması ve artırılmasının birçok yolunun içinde en mühiminin moda, bunu tezgâhlayanların da daha çok kâfirlerolduğu söylenebilir. O bakımdan kâfirlere teşebbüh virüsü ile moda marazı arasındaki sıkı bir alâkadan elbette söz edilebilir.

Müsbet şahsiyyetlerin eritilip tüketilmesinde her çeşit menfî teşebbühün büyük bir te'sîrinin bulunduğu açıktır. Bu böyle olunca, şahsiyyetsizliğin merkezine oturtulan modayı harekete geçiren unsurların içinde kâfirlere teşebbühün çok mühim bir yer tuttuğu kolayca anlaşılabilir ve görülebilir.



Dördüncü Suâl

Bir Müslüman İçin Başkalarına Benzeme İle Müslüman Kimliğin Muhafazası Arasındaki İlişki ya da Çatışma Konusunda Neler Söylersiniz?

Cevâb:

Diyebiliriz ki, İslâmî şahsiyyet îmânın muhâfazasının ve sûretten hakikate kavuşturulmasının bir fânusudur. Bu şahsiyyet, çokları tarafından her zaman menfî olarak kabûl edilen ama müsbet çeşidi de bulunan fıtrîtaassub ve inadın sözü edilen müsbet olan nevinin artırılması, tehzîbi ve geliştirilmesiyle de alakalıdır. Bir hususta kendini birilerine benzetmek düşüncesi fiili olmasa bile, beğenmek ve ona istinâd eden özenmekunsurlarını bi'l-kuvve bulundurmakla kendinde var olanları eksik veya ayıblı veyahut da zararlı görmeyi de ihtivâ eder. Öyleyse İslâmî, yani İslâmdan olduğu zannedilen değil de hakikaten ona âid olan bir keyfiyyetin bir şekilde beğenilmemesi ne ile ifâde edilebilir?!... Kıyâfet sahasındaki modanın umumiyyetle fikrî ve akıdevî modaların gövdesinden fışkıran bir dalı olduğu açıktır. O bakımdan işin tehlikesi meydandadır ve eskilerin ifâdesiyle îzâhtan vârestedir..

Sözün özü odur ki, buradaki suâllerle çerçevesi çizilen manadaki bir kâfirlere teşebbüh,Ümmet’in ferdlerinin veya bir bütün olarak tamamının, Müslümanlıktan bir başka anlayış, akıde ve hayata inkılâb etmesinin en mühim ve en tehlikeli sebeblerindendir. Böylesi bir menfi ınkılâbı/“dönüşüm”ü bertaraf etmek, îmân ve İslâm’ı korumak ve geliştirmek de -Mü’mine göre- elzemdir ve ancak zıddıyla mümkindir. Yapmak ve yapmamak zorunda olduklarımızın yanında bu meseleyi de halletmemiz, varlığımızı korumak ve geliştirmemizin önde gelen vâciblerindendir. Aksi hâlde -günümüzde de acı bir şekilde yaşadığımız gibi- suyun içindeki sabun misali günbegün eriyeceğiz ve nihâyet yok olup gideceğiz.

Meseleyi ‘örf-i âmm’ ile ‘örf-i hâss’ın ve hükümlerinin arasını ayıramayacak kadar mahiyyeti bilinmeyen birörftemelinedayandırmakla ve teslîm-i silâh etmekle kişiler başkasını değilse, kendilerini kandırmış oluyorlar. Yaşanan fikrî ve akıdevî zelzeleler ve heyelânlar bunun katî bir isbatı değil de nedir?!...

Dîni yalanlama alâmeti veya Allah’a ve Resûlüne isyân olan bir “kâfire teşebbüh”ü ve -adeta- “onlaramuhâlefet” emrine inad gibi sergilenen bir “kâfirlere mutabakat”ı “İslâmîleştirmek” ve “müslümanlaştırmak” işi -ilim, îmân ve İslâm tavrından uzak olması bir yana- en azından süflî bir şahsiyyetsizliktir.

Son olarak meseleyi arz sadedinde sarfettiğiniz şu “Müslümanlar artık kendi dinlerini dahi Batılıların kendi dinlerini algıladıkları tarzda algılama illetiyle malul” ifâdelerinizi -affınıza mağrûren- tavzîh, hattâ belki de tashîh ederek cevâblarımızı noktalamak istiyoruz:

Teşebbüh mikrobu çoğu Müslümanlarda o kadar büyük bir yara açmıştır ki, onlar artık kendi dinlerini “Batılıların kendi dinlerini algıladıkları tarzda algılama illetiyle ma'lûl” değil, aksine “Kendi dinleri olan İslâm’ı, Batılıların İslâm’ı anladıkları gibi anlamak hastalığıyla birçokları meyyit/ölü hâle geldiler; bir takımları da ölmek üzeredirler” desek yeridir.

Tefsîr Usûlünü Goldziher’den almaktan hayâ etmeyecek, böyle bir işten dolayı Allah’dan korkmayan bir şaşkın nesil ile aynı zaman ve zeminde yaşamak zilletini hangi kelimeler anlatabilir?!.. Batılılar ve husûsan Şarkıyyatçıları her zaman iki terâzi kullanmışlardır. Onlar hiçbir zaman İslâm’ı kendi dinlerini anladıkları kıstaslarla anlamamışlardır; tam tersine dinimizi bütünüyle uydurma kabûl edip akıllarına uyan cüz’î kısımlarını beşer kaynaklı doğru veya güzel sözler, dünya görüşleri ve anlayışlar veyahut da kendi dinlerinden çalınma unsurlar olarak anlamışlardır.

Kaldı ki onların kendi dinlerini anlamaktaki ölçüleri bize aslâ yetmez ve işimize yaramaz; aksi hâlde dînimiz onlarda olduğu gibi hurâfelerle dolar taşardı. Zîrâ onlar dinlerini -Kur’ân’da da açıkça haber verildiği gibi ve bazı parçalarını müstesnâ kılarsak- değiştirip yalanlarla doldurdular. Bu saçmalıkları zaman zaman zahirî, zaman zaman da bâtınî tevillerle müdâfaa edip durmaktadırlar.

İslâm’dan ve müslümanlığından utanabilecek kadar şahsiyyet fukarası hâline ge(tiri)lebilen ve İslâm’ı asrî hurâfelerle bambaşka bir şekle sokabilecek kadar Allah korkusunu yitiren yeni ve turfanda “müctehit”lerimizin başını yiyenin ne olduğunu zannediyorsunuz?!...

Bilfarz Allah celle celâlühû’nun ve Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’in istediği îmân ve İslâm’a sâhib olması yüzünden yedi milyarın tükürüklerine hedef olan… Ancak bu şartlar altında yüreğindeki volkanlaşmış îmânında ve hayatındaki İslâmında aslâ en küçük bir sarsılma vuku bulmayan… Tam aksine, asıl bu şartlarda kemâlin en üst mertebesini yakalayabilen ve meydana gelen tükürük deryasının dalgalarıyla boğuşurken zevki zirve yapanlara, kâinâta meydan okuyabilenlere ve bu uğurda şehâdet şerbetini içmeyi şahsiyyetsizliğe tercîh edenlere selâm olsun…

وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا كُلَّمَا ذَكَرَهُ الذَّاكِرُونَ وَ غَفَلَ عَنْ ذِكْرِهِ الْغَافِلُونَ وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَينَ


http://www.gurabamecmuasi.com/Dergi/diger-makaleler/83-huseyin-avni-hocaefendi-rihle-dergisi-soru-ve-cevaplari.html?showall=1&limitstart=

Çevrimdışı Sabuni

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48
Hüseyin avni hocaefendinin okunması gerekn muhteşem bir makalesi. ayrıca kendilerinin çıkarmış olduğu guraba mecmuasıda takip edilmeli. asrımızdaki ehl-i sünnet dışı görüşlere çok ilmi cevaplar yazmakta. Allah C.C. kendilerinden tazı olsun.