Gönderen Konu: Kuş dili  (Okunma sayısı 2649 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Kuş dili
« : 29 Kasım 2011, 11:40:21 »

Dillerin bünyesinde mesleklere yahut ortak ilgi alanına yönelik bazı kelimeler yer alır.

Gemicilerin, marangozların, medya mensuplarının kendi aralarında konuştukları özel bir jargonları olduğu gibi felsefenin, tıbbın yahut hukukun da kendine özgü terimleri vardır. Klasik şiirin ve bilhassa tasavvufun kendine özgü terimleri de bu kabilden bir zaruret sayılır.

Sufiler, manevi yollarda ilerlerken gönüllerinde doğan sırları kendi aralarında belli bir terminoloji ile paylaşırlar. Semboller ve mecazlarla dolu bir dildir bu. O dili anlamayan yahut oradaki mecazın farkına varmayan birisi için sufilerin söyledikleri anlamsız veya saçmalık olarak algılanabilir.

Sırrı layık olandan başkasına söylememek kuralı işte burada devreye girer. Hakk'ın sırlarını kabul edecek derinlikte olmayan birine o ağır yükü vermek, elbette fikri de, kişiyi de helaka götürür, topluma fitne yayar. Çünkü sırlar ve hakikatler her kaba sığmaz. Ham olan, pişmişin halinden anlamaz.

İlahi hakikatlerin üzerinden örtü kaldırılırsa kargaşa çıkar. Mesela Hallac'ın başına gelenleri, mecazı anlamayanların nasıl bir kargaşa ile cihanı fitneye verdiklerini düşününüz. Bu yüzdendir ki tasavvufun meyhane (=tekke veya kâmil mürşidin gönlü) meyhaneci (=mürşid), şarap (=marifetullah), kadeh (=dervişin kalbi) veya yanak (=tecelli nuru), ben (=gayb âlemi), dudak (=Allah'ın birliği, vahdet) gibi bir mecaz dili vardır.

Fuzuli üstadın, "Hûb sûretlerden ey nâsıh beni men etme kim / Pertev-i envâr-ı hurşîd-i hakîkattir mecaz (A nasihatçi vaiz; beni güzel yüzlülerden men eyleme ki ilahi hakikat güneşinin nurlarının ışığı o mecazda görünür.)" dediği nokta tam da budur.

Tasavvuftaki mecaz dilinin dışarıya yönelik bu "sır" maksadının dışında ikinci bir amacı daha vardır ki dervişler bu dili konuşarak kendi aralarında anlaşır, söyleşir, hakikatleri öğrenir ve kalden hale yükselirler.

Yunus'un "Süleyman kuş dilin bilir dediler / Süleyman var Süleyman'dan içeru" mısralarındaki kuş dili, hayvanların dilini anlayan Süleyman peygamberin kıssası yanında, hatta ondan içeru, sufilerin konuştukları bu terminolojiyi anlatır.

Nitekim tekke şiirinin bu mecazlar dünyasında geniş bir ifade alanı oluşmuş, hatta tarikat ve meşrebe göre bu mecazi dilde küçük anlam farklılıkları bile ortaya çıkmıştır. Bunun en keskin örneklerini şathiyelerde görebiliriz.

Dıştan bakıldığında küfür gibi görünen bazı mısraların mecazları açıldığında nasıl derin anlamlar ifade ettiklerine hayret eder, görülen âleme ait varlıklardan ve eşyadan bahsedip enfüsi âlemin gerçeküstü tablolarını çizen bu gönül adamlarının ilahi sırlar ve hakikat manasını terennümde nasıl başarılı olduklarına parmak ısırırız.

İdris-i Muhtefi'nin "Bir mektebe uğradım kuş dilini okurlar / Sivrisinek halife, hocası pervaneden" dediği gibi.

Sufilerin "işaret dili", "mânâ dil"i, "ağrebü'l-garâib" veya "dilsiz kulaksız sözü" dedikleri kuş dili, tekkelerde bir terbiye usulü olarak dervişin seyr ü süluk merhalelerinde kademe kademe öğretilir.

Dervişin buna hazırlanabilmesi için de daha işin başlangıcında, belki de intisap ettiği günden itibaren konuşma dili yavaş yavaş halk Türkçesi'nden ayırtılarak, giderek tekkenin dilini kullanması ve bir dil terbiyesinden geçmesi sağlanır.

Böylece ileride vâkıf olacağı sırları bu farklı dil ile ifade etsin, halka anlatmakta zorlansın veya o anlatsa bile halk onu anlamasın... Sırf bu sebeple, sufilerin adab kitaplarında dervişin kullanacağı kelimeler sıralanır, tarikatlara göre de bu sıralamada farklı mecaz veya kavramlar görülebilir. Mustafa Tatçı'nın kayıtlarına göre Hurde-i Tarikat adlı kitapta şöyle yazılıdır[1]:

"Ulular demişlerdir ki her tayifenin bir dili vardır. Tarîkte olan kimselerin dili takva üzerine ola ve fiili takvaya muvafık ola. Söylenecek sözler bunlardır:

Kurda yırtıcı diyeler ve tavşana kaçgan diyeler, yılana sürügen ve domuza hınzır diyeler. Karpuza yeşil yuvalak, hıyara göğün yemişi diyeler, kazığa çöp, ayakkabına izlik diyeler. Bindim demeyeler, süvar oldum diyeler, indikte ayrıldım diyeler, akçaya mangır ve altına pul diyeler; aş demeyeler taam veya çorba diyeler. Buna göre sair âdâbı ehlinden öğrene. Sen demeye siz diye, ben demeye, biz diye; bunları ziyade hıfz eyleye."

Sufinin böyle bir dil dikkati içinde seyr ü süluka girmesi birkaç bakımdan ona yarar sağlar. Öncelikle vücut birliği içinde konuşur. Eşyanın ruhunu kabul eder ve mahluka edeple hitap eder.

Hayret zamanlarında ve cezbe halinde iken halkın diliyle konuşmamış olur. Kendine emanet edilen sırra sahip çıkar, uluorta dillendirmez ve nihayet kontrollü yaşar. Böyle bir süreçte yetişip kemale erdiği vakit de mana yüzünü örter, mecaz konuşarak hakikati ham gönüllerden gizler.

"Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez / Münafıklar elinden örter mana yüzünü". Böylece sufi sükut ile konuşmayı, konuşuyormuş gibi yaparak da hakikati örtüp sükuta varmayı başarır. Tasavvufun sembolik dili de, halktan ayrı terminolojisi de işte bu yüzden önemlidir. "Bu sözleri sanma her insan anlar / Kuş dilidir bunu Süleyman anlar - Edip Harabi"

[1] Yunus Emre Şerhleri, s H Yayınları, İstanbul 2008, s.32

İskender Pala