Bir Yazar: Bülent Akyürek
İçinizdeki öküze oha deyin” diyen yazarı dinlemekliğime dair…
Sıradan bir gündü.
Vaktin ikindiye adım attığı bir demde iyi demlenmiş bir çay içmekti muradım. Mutadım üzere bir çay ocağına vardı adımlarım. Burası bir çay ocağı mı, kütüphane mi, orası muammaydı ama ‘kertenkele’ kovuğu gibi arastanın tenhasını mekân tutmuş olması ruhumun arzuladığı tecride bir lahza da olsa cevap veriyordu.
Bir de Muammer (Yavaş) hocanın biraz söz ama daha çok sükût eşliğinde sunduğu ‘şehzade çayının’ buharına karışan melodik melankoli… Bir daüssıla özlemi de cabası…
Memleket coğrafyasının farklı yerlerinden gelip sehpanın üzerinde dağınık istiflenmiş dergilere memleket gündemine biganeliğimi de göstermek için tam el atmak üzereydim ki fırsat buldukça açılan mekâna üçü tanıdık birkaç kişi önce selâm, akabinde kelâm ile giriverdi. Tanıştırıldık…
Birisi, kitaplarının adı kendi adının önünde yer alan ve akşam bu şehirde bir konferans verecek olan yazardı. Televizyonlara çıkmış, gazetelerde kendisinden bahsedilen, ‘yılgın Türkler’, ‘içinizdeki öküze oha deyin’ kitaplarının da yazarı Bülent Akyürek. Yazarı davet eden ‘serüven’ peşinde kitapçı dostumuz Yakup bizleri ona takdim etti.
Bu takdimde bize düşen payda “site sahibi” olmak da vardı! Misafir yazar, ‘site sahibi’ tanımlamasından, kirada olduğumuzu bilmemesine rağmen, bizim konut sitesi sahibi olduğumuzu düşünmedi elbette.
Belki kendisinin dışında kimsenin farkında da değildi, mühim olan onun burada bulunmasıydı, yazar olan o idi; kaldı ki burada emsal bir kalem olsaydı onu neden çağırsınlar, değil mi efendim!
Nereden bilsin ki burada kimse kimsenin, hatta kendisinin bile farkında değildir! Latife bir yana, yazar arkadaşımızın burnu havalarda değildi, hatta mütevazıydi. Bir çay içimi kaldıktan sonra, akşam kendisini dinleyeceğimi ifade ederek mekândan ayrıldım.
…
Akşam geceye yaslanırken kara yolunun kumsal tarafında sahil boyunca biraz yürüdüm. Deniz sakindi. Eski iskele kıyı ile irtibatı kesik vaziyette bir hâtıra gibi oradaydı ve belediyenin (uhdesinde olan şehrin bütün meselelerini çözmüş olmalı ki) eski köprünün üzerine yerleştirdiği elektrik lambaları yanıp sönüyordu…
Eskiden balıkçı ağlarından dökülen ve orada kuruyup kalan midye kabukları, mesela izmarit balıklarının yerini şimdi, sönmemiş sigara izmaritleri almıştı. Daha ileriye gitmeyip döndüm. Öyle ya konferansı dinleyecektim.
‘Belediye kültür sarayında’ salona girdiğimde konferans yeni başlamıştı. Arkada boş bir yere oturdum. Sahnenin ortasında, öne yakın yerleştirilmiş masanın ardında yazar oturduğu yerden konuşuyordu. Dinledim… Sanki yazar mevzusunu, ben sesini arıyordum. Konuşmasını takip ettikçe dinleyicilerde gördüğüm gâh şaşkınlık, gâh merak, biraz iştirak, biraz itiraz gel-gitleri kayda değerdi.
Yazarın farkındalığı yüksek, meselelere bakışı sertti! Modernizmi eleştiriyor ve fakat tenkid ettiği popüler kültürün dilini filtrelemeden kullanıyordu. Kullanıyordu diyorum çünkü hakikaten doğru tespitleri vardı ama bunu açarken, kendisine aidiyet olarak tespit ettiği yerin yani medeniyetin dilini temsilde zâfiyeti vardı. Belki haklı öfkesindendi.
Belki de kendi ifadesiyle “beş yıl öncesine kadar otuzbeş yılını ateist geçirmesi”nin tortularıydı. Ben daha çok ne söylediği ile ilgiliydim; salon, aynı zamanda nasıl söylediğiyle...
Günümüzde pek çok yazarda müşahede edilen kavram karmaşası ve esasen dilin zaafa uğramasının da etkisiyle ortaya çıkan zihin karışıklığı burada da kendini gösteriyordu.
Kelimeler, kavramlar lügatte, hayatın içinde, kullanıldığı cümlede, ıstılahta, misalde, tedaide farklı zenginliğe sahip olduğu gibi, yanlış/yersiz kullanıldığında ise en azından anlam kaymasına uğruyordu.
Özellikle dinî kavramlar böyleydi. Bir de söylediğinizin (ki yazar önemli şeyler söylüyordu), muhatabınızca idrak edilmesi ve bu idrakten ortak bir kanaat hâsıl olması ya da en azından kastınızın doğru anlaşılması iktiza ederdi. Elbette burada sadece yazarın değil, dinleyenin de arif olması gerekiyor.
On dakika geçti ya da geçmedi, yazar: “geometri ve gramer dışında her şeyi sorabilirsiniz. Günümüz dünya meseleleri ile ilgili hepsine cevap vereceğim!” dedi. İddialı bir sözdü; iddialı ve cüretkâr. Arkalarda bir genç ayağa kalkarak söz aldı: “kitaplarınızı okudum; fikirlerinize katılıyorum ama kitaplarınızda ciddi bir dil problemi var.
Bu konuda ne dersiniz?”… yazarın cevabı gösterdi ki dil problemi olduğunu düşünmüyordu. Genç tekrar söz alarak, yazarın bir kitabından sayfa numarası vererek sorusuna açıklık getirdi. Doğrusu, yazarın kitaplarını hâlâ okumamış olduğumdan ‘dil’ probleminden kastı anlayamamıştım.
Yazar, “şimdi ben ne diyeyim” diyerek kitabın ilgili sayfasını açtı ve oradan okudu! İfadeler galizdi… Genç dinleyicinin sayfa numarası ile yetinip, yazarda gördüğü dil problemini örneklememesinin sebebinin edeb anlayışından kaynaklandığını anladım. Başka bir soruya cevap verirken kendince tasavvufa temas etti.
Bir beyefendi kalktı, kibar ve fakat sitemkâr bir üslûpla yazarı eleştirdi. Beyefendiye göre tasavvuf ya da dinin esası edeb idi. Yazarımız bu soru ve eleştiriler karşısında “ben yanlış yere mi geldim” dedi. Yanımdaki arkadaş ise “biz yanlış kişiyi mi dinliyoruz” diye mırıldandı…
Bülent Akyürek, Batının iç yüzünü, kapitalizmin sömürü anlayışını, Batıda bir değer olmadığını ve benzeri doğrularını kendi üslubunca ifade etti. İnsanlık için umudu doğunun taşıdığını îmâ etti.
Doğunun yani batı uygarlığının karşısındaki medeniyetin ise şu yılgın haliyle değil, mensuplarının aklını başına devşirmesiyle ve neticede bir tavır almasıyla bunu mümkün kılabileceğine işaret etti. Bunu ben böyle ifade ediyorum yani onun ifadelerinden bunu anlamam iktiza eder. Salon aynı şeyleri mi anladı, bilmiyorum…
Kişisel gelişim kitaplarını eleştirdi ki bu konuda hemfikirim… Neticede yeni bir şey öğrenmedim, belki aynı bilgiyi herkesin aynı kullanmadığını fark ettim. Bu işlerin bir ‘piyasası ve dolayısı ile bir siyasası’ olduğunu anladım. Bildiğinizin, hatta bilmediğinizin dahi bezirgânca takdim edildiğinde sizi nerelere taşıyabileceğini öğrendim.
Elimdeki kaleme, müktesebata, okumalarıma, idrake rağmen içinde yaşadığım cemiyetin en cahili, en safı olduğumu öğrendim! Ve bu cehaletimde, dostlarımı da hatırlayınca yalnız olmadığımı gördüm. Niçin hâlâ kiralık evde oturduğumun, borç ödediğimin, niye yazdığımın ve hâlâ kitap yayınlamadığımın sebebini idrak ettim.
Yardım etmenin faziletini anlatanlarla yardım edenlerin her zaman aynı kişiler olmadığını anladım. Ne zaman hatırlandığımı ve ne zaman unutulduğumu düşündüm.
Şâirliğin şiir yazmak olmadığını, bir hâl olduğunu yeniden fark ettim. Bu zamana ait olmadığımı, aslında bir hayal dünyasında yaşadığımı öğrendim. Keşke öğrenmeseydim. Yazarın konferansını bir süre daha dinledim ve konferans bitmeden salondan ayrıldım…
…
Hava serin sokaklar tenhaydı. Bir süre düşünerek yürüdüm. Ne sokak lambalarında aydınlık ne de gecede karanlık vardı. Bunlar kavramdı; insanın düşüncelerinde anlamını bulan bir ferahlık ya da zulmet. Gazze hâlâ bombalanıyordu. Sarıkamış hâlâ üşüyor, Sakarya kıvrım kıvrım akıyordu.
Bir yerlerde ümit kıyama duruyorken, kaç tenhada nice garip yalnızlığa sarınıp çöküyordu kendi içine. Hayat içinde hayatlar vardı. Kimi hayata pusu kuran… Konferans…
Nihat Genç mesela! Çağın yaralı yüreklerinden bir kalem. Öfkeli ve fakat rikkatli; çay ocağından taşan bir öfke... “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyen sesin izdüşümünde çatlayan bir ses. Kırılan aynada bir yansıma. Bir hikâyenin içinden gelen, hissî çıkışlarla küfre düşmeden küfreden adam! Ve Bülent Akyürek…
Dikkat çeken çıkışlar, kıyıya vuran dalga; derinlik yok. “savaş olan yerde şarkı söylenmez” diyen Cemil Meriç de farklı bir sesti ama idrakin, fikrin, ilmin sesiydi ve bu ses a’rafta yüksek bir kürsüden geliyordu. Bugünün sesleri sokağa, tüketim çılgını kalabalıklara seslendiği için mi üslûpsuz?
Bu kadar mı dibe vurdu bu cemiyet? Kulaklar da bu sesleri işitiyor, bu da bir gerçek; zamanı hızlandıran modernitenin kuşatmasındaki kalabalıklar, sükûnete ve dolayısı ile idrake ulaşamıyor madem, o zaman bu sesler bir ihtiyaçtır. Bu kitaplar satacaktır, okunacaktır, tüketilecektir, tüketilmelidir…
Vakit geç olmamasına rağmen Küllük çay ocağı kapanmıştı. Derinden boğuk bir ses geliyordu; yaklaşan ses köşe başında bir araba oldu, yanımdan uğultuyla geçti: “düm tek tek”… Oha diyemedim, dışımdaydı. Bu durum bile artık sıradan bir hâdiseydi...
“En iyisi evde olmak” dedim, yürüdüm…
İsa YAR
Kaynak:www.isayar.com