Gönderen Konu: II.Abdulhamid Han ve Biz  (Okunma sayısı 15643 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı muallim

  • yazar
  • ****
  • İleti: 758
II.Abdulhamid Han ve Biz
« : 24 Eylül 2005, 17:45:49 »

Denizaltıcılığımızın ‘babası’ da Abdülhamid çıktı

Bugünkü geriliğimizi açıklamak için öfkemizi dilsiz ve savunmasız bırakılmış geçmişin kuyusuna boşaltmak kolayımıza gelir.

Uygarlık trenini kaçırdığımız, Batı’ya kapandığımız, dünyadaki gelişmelere gözlerimizi kapadığımız için bugün karanlıklar içerisinde yaşamak zorunda kaldığımızı söylemek en hoşumuza giden muhabbet mevzularımızdandır. Rahmetli Ayhan Songar acı biber yiyenleri, bedenlerine eza çektirdikleri için Mazoşist ilan etmişti. Biz de nicedir tarihimizin berbatlığını anlata anlata bitiremediğimiz için Mazoşist bir tarih anlayışına kilitlenip kalmış durumdayız.

Çoğumuz bilmeyiz ama denizaltı filomuz, dünya denizaltıcılık tarihiyle yaşıttır. Daha doğrusu, dünyada denizaltı olarak üretilen savaş gemilerinin ilki olmasa bile, ikinci ve üçüncüsünün siparişini biz vermiştik. ‘Dünya teknolojide dev adımlarla ilerlerken Osmanlı uyuyordu’ diyenler kulaklarını açıp okusunlar bu yazıyı.

25 Temmuz 1885’te Londra’dan Osmanlı Bahriye Nezareti’ne bir mektup postaya verilir. Mektubu gönderen kişi, ünlü İsveçli silah üreticisi Nordenfelt’tir. Mektupta Kopenhag yakınlarında, yaptığı denizaltı gemisinin bir dizi “resmî deneyleri”nin gerçekleştirileceği ve Bahriye Nezareti’nden bir görevli bu denemelerde hazır bulunmayı arzu ederse, denemelerin zamanının ona göre ayarlanacağı belirtilmektedir. Denemelerin ağustosun ilk veya ikinci haftasına yetişeceği notu da mektuba eklenmiştir.

Gerçi denemeler ancak ekim ayında yapılabilmiştir ama gerçekten de çok üst düzeyde bir katılım olmuştur: Rus Çarı ve Çariçesi, Danimarka Kral ve Kraliçesi, Galler Prensi ve Prensesi… Japonya’dan Brezilya’ya kadar tam 35 devletin devlet adamlarının veya askerî temsilcilerinin katıldığı denemelerde Osmanlı Devleti’ni eski Berlin Ataşenavalı (deniz ataşesi) Binbaşı Halil Bey temsil etmiştir. Sonuçta “Nordenfelt I” adlı bir numaralı denizaltı savaş gemisi Yunan bahriyesine nasip olmuştur. Halil Bey’in İstanbul’a gönderdiği raporda denizaltı gemisinin şu haliyle yeterli olmadığı, sürati artırılır, gerekli torpidolarla donatılır, satın alan devlet tarafından eksikleri tamamlanırsa, dahası, pek çok tecrübeden geçirildikten sonra uygun hale gelmiş olacağı belirtilmiştir.

Ancak İstanbul’da denizaltılara asıl merak salmış olan kişi, II. Abdülhamid’dir ve Sultan, ne yapıp edip bu yeni icadı Osmanlı donanmasına kazandırmakta kararlıdır. Kararlıdır, çünkü Abdülhamid’in tehdit algılamasına göre, Yunanlıların denizaltı gemisini satın almaları, Osmanlı ticaret ve savaş gemileri için potansiyel bir tehlike anlamına gelmektedir.

Başbakanlık Arşivi’nde bulunan bir İrade-i Seniyye’de hiçbir devlette şimdiye kadar emsali olmayan denizaltı gemisinin Yunanlılarca satın alındığı, buna mukabil, eksikleri giderilmiş ve bir değil, üç torpido atacak cinsten iki denizaltı gemisinin, tanesi 11 bin sterlinden satın alındığı belirtilmektedir. Bu acelenin sebebi olarak Yunanlıların, sırtını dayadığı İngiltere’nin teşvikiyle en kısa sürede Osmanlı İmparatorluğu’na karşı harekete geçeceği gösterilmektedir. Ancak Yunanlılar, Osmanlı kuvvetleriyle karadan başa çıkamayacaklarını bildiklerinden, demektedir Abdülhamid, denizde Sahil, Adalar ve Selanik cihetine gidecek nakliye gemilerimize ve donanmamıza müdahale edip onlara darbe vuracaklardır. Vesika, Abdülhamid’in deniz kuvvetlerine verdiği önemi olduğu kadar teknolojik gelişmelere duyduğu yoğun ilgiyi göstermesi açısından da şaşırtıcıdır.

İlk Türk denizaltısının montajı Taşkızak tersanesinde tamamlandığında tarihler 6 Eylül 1886’yı göstermektedir. 1887 Şubat’ında denize indirilebilen bu ilk denizaltımıza “Abdülhamid” ismi verilmişti. İlk testler Haliç’te gerçekleştirildi. “Abdülhamid”, deniz yüzeyinin hemen altında çalışıyor ve suya tamamiyle batamıyordu ama hızlı ve iyi idare edilmeye müsaitti. Yine de dünyada üretilen ikinci denizaltı gemisi, bekleneni tam olarak verememişti. Bunun üzerine geminin İngiliz mühendisi Garrett apar topar İstanbul’a çağırıldı ve Abdülhamid’in Nordenfelt adlı silah fabrikatörü tarafından aldatılmadığından emin olmak istediği hatırlatıldı. Padişah, kendisinde dünyanın en mükemmel denizaltı torpidobotu olsun arzu etmekteydi.

Ağustos 1887’de tamamlanan ve Ocak 1888’de denize indirilen Abdülmecid adlı ikinci denizaltımız ise Haliç’ten çıkmış, Sarayburnu akıntısını geçtikten sonra İzmit’e götürülmüş, gerek seyir, gerekse dalma ve torpido atma denemelerini başarıyla bitirdikten sonra iş sözleşmenin tamamlanmasına gelmiş. Böylece dünyada ilk torpido atan denizaltı unvanı, iki numaralı denizaltı gemimiz “Abdülmecid”in olmuştur.

Gerçi “Abdülhamid” ve “Abdülmecid” ilk ve öncü olmanın bütün acemilik ve ilkelliklerini de beraberlerinde taşımaktaydılar. İlk torpido fırlatma denemelerinden hasar görmüşlerdi ve derhal bakıma alındılar. Daha sonra da Haliç’e çekildiler. Osmanlı donanmasında bulunmaları bile yeterliydi ve galiba alınmalarındaki asıl amaç da buydu: Yunanistan’a ve onun sırtını dayadığı Rusya ve İngiltere’ye aba altından sopa göstermek.

Tabii yeni bir teknolojik icad her zaman fos çıkma riski taşıdığından, Sultan Abdülhamid, bu ilk iki denizaltı gemimizin 22 bin Sterlin tutan toplam bedelini devletin kesesinden değil, bizzat kendi cebinden ödemiştir. Sözümona denizciliğe düşman bir padişah, neden durup dururken, üstelik kendi cebinden denizaltı yaptırsın ve bunu donanmamıza bağışlasın ve dünyadaki birçok ülkeden önce denizaltı filosu kurma yönünde bir hareketi başlatmış olsun?

Denizaltıcılığımızın babasının, denizciliğe önem vermediği ve donanmamızı Haliç’te çürümeye terk ettiği için önüne gelenin suçladığı II. Abdülhamid olması, bazılarının yüzünü kızartmalı ama nerde?
« Son Düzenleme: 27 Şubat 2009, 09:40:51 Gönderen: fatihan »
"Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki rahmete eresiniz."
[Hucurat Suresi 10]

Çevrimdışı trhn

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 114
II.Abdulhamin Han ve Biz
« Yanıtla #1 : 24 Eylül 2005, 21:42:52 »
II. Abdülhamid Han döneminde uygar batı dedikleri dünyada ne varsa Osmanlı coğrafyasında da aynısı vardı. Denizcilik, demiryolu,(Harem, Medine-i Münevvere) metro (İst. karaköy galatasaray)  .Bizi 10.yıl marşında olduğu gibi yıllarca uyuttular.
      Cumhuriyetin 10.yılı olan 1933 yılında soylenen o marş'ta Demir ağlarla ördük, Anayurdu dört baştan. mısrasında söylenen demiryollarını Cennet mekan Sultan Abdülhamid Han 1908 yılında tamamlatmıştır.
      İftira attıkları o yüce hakanın yaptırmış olduğu demiryollarını dahi kendileri yapmış gibi sahip çıktılar ve bunu marşlara dahi yazdılar.
MUHABBETTEN MUHAMMED OLDU HASIL
MUHAMMEDSİZ MUHABBETTEN NE HASIL

Çevrimdışı mars

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 256
II.Abdulhamin Han ve Biz
« Yanıtla #2 : 26 Eylül 2005, 20:48:31 »
Bilemedik Yüce Hakan bilemedik kıymetini!
Haddini bilmeyen kimi batı uşakları "Kızıl sultanda" dedi, senin arkandan ağza alınmayacak laflarda etti!!!!!!!!!!!!
Biz miletce şanlı ecdada yaptıklarımızın cezasını çekmekteyiz. Ve ne yazık görünen o ki; dolmadı çilemiz dahada ki bilir neler çekeceğiz?????????????????
Rabbim cümle aklı ermeyenlerimizi affetsin, o ecdada layık bir nesil eylesin.

AMİNNNNNNNNNN............

Çevrimdışı sahsuvar

  • okur
  • *
  • İleti: 80
II.Abdulhamin Han ve Biz
« Yanıtla #3 : 06 Ekim 2005, 17:14:58 »
arkadaslar IRA.(IRLANDA KURTULUSORGUTU)'Nde sultan abdulhamıd han ın kurdugunu bılıyormusunuz.suan ırlandada sultan hamıd han a tesekkur anıtı vardır.zamanında bır gemı erzakta beraber gondermıstır.bugun dunyada teror orgutu kabul edılıp resmı bır devletın anlasmaya vardıgı ılk orguttur ıra......aynı zamanda ozgurluk heykelıde bızımdır. suamerıkanın ıftıhar ettıgı heykel...

Çevrimdışı trhn

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 114
II.Abdulhamin Han ve Biz
« Yanıtla #4 : 13 Ekim 2005, 18:46:29 »
Cennet mekan Abdülhamid Han Hazretlerine Çanakkale savaşı başlayınca Sarayın damadı ve Osmanlı orduların'ın komutanı olan Enver Paşa bir heyet göndererek Payitahtın daha güvenli olan Konya'ya taşınacağını İstanbulun her an işgal edilebileceğini kendisinin de can güvenliği bakımından Konya'ya gitmesi gerektiğini söyleyen heyete
     -Hİddetli bir şekilde: Ecdadımın kan dökerek aldığı bu şehri ben de canımı vermedikçe terketmem, Bizans Kralı konstantin İstanbulu  ecdadım Fatih'e vermemek için canını savaşarak verdi. Ben ondan daha'mı  aşağıdayım'da İstanbul'u terkedeceğim diyerek gelen heyeti tersledi.
    -Biraderim sultana selam söyleyin benim ÇANAKKALE'DE YAPTIRDIĞIM TAHKİMAT DURUYOR İSE orayı küffarın geçmesi mümkün değildir diyerek gelen heyeti huzurundan göndermiştir.
   

 Çanakkale ile ilgili bir hatıra
                          HÜSEYİN'İN ANASI
Yıl 1915, yağmurlu ve serin bir sonbahar gecesi... Çanakkale
                  Savaşı kazanılmış fakat milletin harim-i ismetine el uzatmak
                  isteyen bakışı bulanmış yedi düvelle karşı harp bütün
                  şiddetiyle devam etmektedir.

                  Bir zamanlar yedi iklime dal budak salarak “Devlet-i ebed
                  müddet” namıyla buyruk yürüten Osmanlının kök şehri bu defa
                  başka bir faaliyete sahne olmaktadır.


                  Bıyıkları yeni terlemiş yağız delikanlılar istasyonda
                  vagonlara doluşarak “yurdunu alçaklara çiğnetmemek için” frenk
                  işgalcileri ile yaka paça olma azırlığındadırlar.


                  Trenin kalkışı için kampana çalışmış, istasyon
                  hareketlenmiştir. Bu arada sık sık çakan şimşekler, istasyonun
                  bir köşesinde dimdik ayakta duran yaşlı bir Türk anasının
                  abideleşmiş siluetini nazara vermektedir. Yağmura ve soğuğa
                  aldırış etmeden orada bir sutun gibi bekleyen bu kadının hali
                  kumandan Abdulkadir Bey'in dikkatini ve hürmetini celbeder.
                  Bir koşu yanına kadar gidip bir isteğinin olup olmadığını
                  sorunca ihtiyar kadın, bir tekmil verme edası içinde “Söğütün
                  Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin” in annesi olduğunu ve
                  aslanını selametlemeye geldiğini söyler.


                  Kumandan, yüzünde sanki asırların çilesi bulunan bu mubarek
                  ananın duasını alabilmek için Hüseyin'ine haber yollatır.
                  çağırıldığını öğrenen genç delikanlı hemen seğirterek anasının
                  haritalaşmış mubarek ellerine sarılır.
                  Çileli ana ciğerparesini parçalarcasına bağrına son bir kez
                  daha basıp koklar ve ardından tarihin durup dinlediği şu
                  sözleri söyler:


                  “Hüseyinim yiğit oğlum benim... Dayın Şipka'da, baban
                  Dimetoka'da, ağalarını sekiz ay evvel Çanakkale'de şehit
                  düştüler. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi
                  kesilecekse, camilerin kandili sönecekse sütüm sana haram
                  olsun, öl de köye dönme!. Yolun Şibka'ya uğrarsa dayının
                  ruhuna fatiha okumayı unutma. Haydi oğul Allah yolunu açık
                  etsin”


                  Bu sözler, bir Türk anasının hayatta kalan son evledına
                  nasihatleridir.
                  Komutan, Bu şuur abidesi kadının sözleri karşısında donakalır.
                  Gayr-i ihtiyari sorar: “Demek sizin ailenin erkekleri hep
                  şehit oldular öyle mi?”
                  Başımıza taç yapacağımız ihtiyar ananın şu cevabı ise komutan
                  Abdülkadir Beyin iliklerine işleyecek kadar ibretlidir:

                  ”Yalnız bizim ailenin değil oğul, bizim köyün mezarlığına elli
                  yıldır delikanlı gömülmedi. Vatan sağolsun da, Hepimiz ölelim
                  ne çıkar.
                   
                  Kime Emanet* şiirinde bir kısmı anlatılan bu hadise insanın
                  kanını donduruyor, bir dönem analarımızın hali tavrı bu idi.
                  Bu anaların yetiştirdiği evlatlar da ölüme gülerek
                  gidiyorlardı... Rabbimden ümit ederim bizleri de bu fedakar
                  anaların seviyesine getirsin; bu ruhu, ezan, vatan sevgisini
                  duyursun…
MUHABBETTEN MUHAMMED OLDU HASIL
MUHAMMEDSİZ MUHABBETTEN NE HASIL

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
II.Abdulhamin Han ve Biz
« Yanıtla #5 : 27 Ekim 2006, 02:09:44 »


Sultan İkinci Abdülhamid 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul’da doğdu. Uzun boylu, buğday benizli, siyah ve sık sakallıydı. Kaşlarının üzeri hafifçe çıkıntılı ve gözleri de siyahtı. Babası Sultan Birinci Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Kadın Efendi’dir.
Sultan İkinci Abdülhamid çok küçük yaşta iken annesini kaybettiği için öksüz büyüdü ve onu üvey annesi Perestü Kadın yetiştirdi. Perestü Kadın ona çok iyi bakmıştır. Bu yüzden Abdülhamid onu çok sever lafı açılınca “Annem ölmemiş olsaydı, O da bana ancak bu kadar bakabilirdi.” demiştir.
Çocukluğunda çok zayıf bir bünyeye sahip olan Sultan İkinci Abdülhamid sık sık hasta olurdu. Babasının padişahlığı sırasında bu durumu yüzünden özel ilgi gördü. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musiki dersleri aldı ve piyano çalmayı öğrendi.Devrin en kıymetli alimlerinde, çok iyi bir tahsil yaptı. Kuvvetli bir hafıza ve basirete sahipti. Gayet güzel ve düzgün konuşurdu. Deha derecesinde bir siyasete sahipti. Bu ileri görüşlü ve akılcı siyaseti Prens Bismark’a “100 gram aklın 90 gramı II.Abdülhamid Han’da, 5 gramı bende 5 gramı da diğer siyasilerdedir” sözünü söyletmiştir.
     Çok cesurdu fakat karanlık fobisi vardı ve çoğu gece sarayın bütün ışıklarını açık bıraktırırdı.Tasavvufa ait geniş bilgisi vardı. Spor yapmaktan hoşlanırdı. Son derece takva idi, ibadetlerini aksatmazdı. Gayet güzel kılıç ve silah kullanırdı. Özellikle silahları çok severdi. Bu yüzden yaşadığı Yıldız Sarayı’nın her odasını elleriyle seçtiği silahlarla donatmıştı. Hayatı boyunca ittihatçılardan çekmiş, onların iktidarı ele geçirmek istediklerini her an hissetmiş ve kendisini bir gün öldürmeye geldiklerinde onlara karşı kendisini silahlarıyla korumayı düşünmüştü. Silahları onca sevmesine ve iyi bir nişancı olmasına rağmen padişah olduğu ve çok büyük bir sorumluluğu olduğu için onları hiç kullanamamıştır, kullanmamıştır.Bu sorumluluğu o kadar içten hissetmiştir ki tahtı bile elinden alınırken cebinde; avuçlarının içinde olan silahı hiç çıkartmamıştır; lakin gelen elçiler silahın namlusunu enselerinde hissetmişlerdir.

     Kimilerinin kızıl sultan kimilerinin Ulu Hakan dediği Sultan İkinci Abdülhamid halkının kanının akmasının taraftarı değildi ve bu yüzdende elinde bulundurduğu İslam dünyasının halifeliğini kullanmamış ve büyük bir katliamı önlemişti 31 mart vakıasında.

            1909 senesinde, tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçen, bütün bir yüzyılın kaderini değiştiren, kandırılmış bir kısım insanların birinci ordudaki birliklerden birazını arkalarına alarak “şeriat isteriz!” diye meydanlarda bağırmalarıyla başlayan, ulema sınıfının “bu isyanın şeriatla ilgisi yoktur” diye yayınladıkları bildirilere rağmen, bir “din ayaklanması” olarak bilinen bu isyanın sonunda düzmece bir irtica olayını bahane ederek tahttan indirdiklerinde yüksek bir veli derecesinde olan Büyük Hakan: “Bu Cenabı Hakkın Takdiridir.” diyerek elinde muazzam kuvvetler olduğu halde müdahale bile etmeden tahtını terk etmiştir.

      Bu isyandan sonra Osmanlı Devleti’nin daha fazla ayakta duramayacağı görülmüş, isyanı bastıran ordunu komutanı olan Mehmet Şevket Paşa, hiçbir Osmanlı hükümdarına nasip olmayan bir iktidarla ülkeyi yaklaşık 4(dört) sene dilediği gibi yönetmiş, “ülkeyi pislikten temizliyorum, sizi korkularınızdan kurtarıyorum, korktuğunuz geçmişinizden sizleri sıyırıyorum” diyerek Osmanlı Devletine ait bütün jurnalleri yaktırmış, Osmanlıya ait bütün ihbar mektuplarını, yazılı kararları,devletin tüm bilgilerini, yani Osmanlı’yı yok etmiştir.

      Siyasi ve diplomatik hadiselerin en çok olduğu devir şüphesiz Abdülhamid Han devridir. Bu büyük padişaha, bütün tarihi hakikatler neredeyse ortaya çıkmasına rağmen, hala iftira atanlara rastlamak mümkündür.

(II. Abdülhamid'in Tuğrası)

            Daha o zamanlar Yahudiler, Filistin’den toprak istemişlerdi; Doktor Theodor Herlz, 1896 yılında İstanbul’a gelerek, Polonyalı Kont Philippde Newlinski’nin delaletiyle padişahla görüşür ve Filistin karşılığında, padişaha 20.000.000 (yirmi milyon) sterlin vermeyi hatta Osmanlının bütün borçlarını ödemeyi teklif eder ,daha da ileri giderek “Musevilerin etkin bir yardımı olmadan, mali sorunların çözümünde Osmanlı Devleti’nin bir başarı gösteremeyeceğini” vurgulamaktan da geri kalmaz. Theodor Herlz, huzurdan ayrıldıktan sonra, padişah, Newlinski’ye hitaben: “Eğer Bay Herlz, senin benim arkadaş olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan benim değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana aid değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım, Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman, onlar, Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat, yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade etmem.” Şeklinde kesin cevabını bildirmiştir.

     Padişahlığı zamanında yıkılmak üzere olan devleti ayakta tutacak en iyi tedbir ne ise onları hiç tereddüt etmeden yerine getirdi ve yıkılmak üzere olan bir devleti tahtı elinden alınana kadar tam 33 (otuz üç) sene geciktirdi. Devrinde yapmış olduğu işleri, bazı aydın geçinen tabaka ve onların sözcüsü gibi çalışan İttihat Ve Terakki Cemiyeti hariç, herkes takdirle karşılıyordu. Aleyhine her türlü iftiralar en kötü isnatlar uyduruluyor ve Avrupa devletlerinin himayesinde yaşayan çeyrek aydın bile olamayanlar gazetelerinde, durmadan bu iftira ve isnatları yazıyorlardı. Hiç yılmadan ve bıkmadan, Devlet-i Aliyyeyi 33 (otuz üç) sene idare etti. Dünya savaşının çıkacağına inanıyor, çıktığında ise Osmanlı Devletini kurtaracak en önemli şeyin, ancak denizlerde kuvvetli bir devletin yanında savaşa katılmak olduğunu düşünüyordu. Tahttan indirildiğinden hemen sonra bu görüşünün tam zıddı yapılmış koca devlet de tamamen yıkılmıştı. Ve Bismark’ın ne kadar haklı, Abdülhamid’inde ne kadar ileri görüşlü, ne kadar işinin ehli olduğu bir daha ispatlanmıştı. Ama iş işten geçmiş onun bilgi ve deneyiminden yararlanılmamıştı.

        En büyük talihsizliği devleti en kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Tahttan indirildikten sonra zaman ilerledikçe, aleyhinde olup da pişman olmayan hemen hemen kalmamış gibiydi. Son derece dindar ve namusluydu; abdestsiz olarak hiçbir devlet işine imza atmadığı meşhurdur.

    Tahta çıktığında, amcası Sultan Abdülaziz’in intihar edip etmediğini tesbit etmek için bir mahkeme kurdurmuş ve kurulan bu mahkemede; Hüseyin Avni, Mithat Paşa ve daha bazılarının öldürttüklerini tesbit ettirmiş. Bunun üzerine Mithat Paşa’nın idam edilmesini, Gazi Osman Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa gibi büyük dahiler bile istemiş olmalarına rağmen idam cezasını müebbet hapse çevirmiştir.

     Son derece şefkatli bir insan olan Sultan Abdülhamid’in kendisini öldürmek isteyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde görülmemiş bir olaydır.

     Hayırsever ve cömert bir insan bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para olmadığı söylenince, atalarından kalma şahsi servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı.

     Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı.

     Sultan İkinci Abdülhamid, kültüre önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek bir çok mekan yaptırmış. Vilayetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmakla beraber, ilkokulları köylere kadar ulaştırmıştır ve bu okullarda yabancı dillere kadar birçok yeni dersler okutuldu.

İstanbul’da Şişli Etfal Hastanesini ve Darülaceze’yi kendi şahsi parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen nefis içme suyunu borularla İstanbul’a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan İkinci Abdülhamid, Bağdat’a ve Medine’ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşetti.

            SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD;

      *Polis teşkilatını geliştirdi.

      *Komiserlik ve baş komiserlik makamlarını ihdas etti.

      *Ceza ve Ticaret Usulü kanunlarını çıkarttı.

      *Askeri dikimevleri, tersaneler, feshaneler kurdurdu.

      *İstanbul İzmir limanlarını tahsis etti.

      *Tahta çıktığında 252.000.000 (iki yüz elli iki milyon) olan altın borcunu taht’ı bıraktığında 30.000.000 (otuz milyon) altına indirdi.

 

(Yıldız Çini Fabrikası)

       *Hereke Halı ve Dokuma, Beykoz Deri, Yıldız Çini, Cibali Tütün, Yedikule İplik ve Havagazı, Kireç burnu Tuğla, Çubuklu Cam, İstinye Buy Fabrikalarını işletmeye açtı.



(Hereke Halı/DokumaTezgahı)

       *Zirai alanda haralar, örnek çiftlikleri tesis etti; Ziraat, Baytar, İpek  böcekçilik, Halkalı Ziraat, Orman ve Maden, Ticareti Bahriye, Mülkiye, Hukuk, Sanayi Nefise, Tıbbiye, Ticaret ve Hendese-i Mülkiye, Darul-muallim, Darülfünun gibi her dereceden okulları açtırdı ki bugün hepsi de kullanılmaktadır.

       *Arkeoloji, Askeri Müze, Yıldız ve Beyazıt Kütüphaneleri yine o devirde açıldı.

       *Gureba Hastanesi, Hamidiye Etfal Hastanesi, Yıldız Askeri Hastanesi ve bugünkü Darülaceze yine o devirde hizmete girmiştir.

       *Hamidiye çeşmeleri ve Terkos Su Şirketi yine Abdülhamid’e nasip oldu.

       Kültür, Sanat ve Mimari gibi konulara önem veren ve ince ruhlu bir padişah olan Sultan İkinci Abdülhamid döneminde, özellikle yabancı mimarların faaliyetleri göze çarpar. Sultan İkinci Abdülhamid’in padişahlığı döneminde yerli ve yabancı mimarların yaptığı bazı eserler şunlardır; İstanbul Askeri Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi, Yüksek Ticaret Merkezi, Tarabya İtalyan Sefareti, Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi, Düyun-u Umumiye ve Karaköy Osmanlı Bankası, Karaköy Palas İş hanı, Maçka Palas, Ankara İş Bankası, İstanbul Maçka İtalyan Sefareti, Haydarpaşa Garı, Sultanahmet’te Alman Çeşmesi, Sirkeci Garı, Kütahya Ulu Camii, İstanbul Yıldız Hamidiye Camii, Cihangir Camii…

 (Hamidiye Kağıt Fab.)

      Tahttan indirildikten sonra Selanik’e sürülmüş, birçok işkenceler yapılmış ve Selanik’in düşman işgali altında kalma ihtimali çıkınca İstanbul’a Beylerbeyi Sarayı’nda oturmaya mecbur edilmiştir. Büyük Hakan 1918 senesinin 10 Şubat’ında bu sarayda hayata gözlerini yummuş, Divan yolundaki Sultan Mahmud Türbesine, amcası Sultan Abdülaziz ile dedesi İkinci Mahmud’un yanına defnedilmiştir.Vefatında 75 yaşını 4 ay geçiyordu. Cenazesinde en hareketli aleyhtarlarının bile ağladığı söylenir.

      İkinci Abdülhamid’in sekizi erkek, dokuzu da kız olmak üzere onyedi çocuğu dünyaya gelmiştir.

      Çocukları: Mehmed Efendi (1871-1937), Abdülkadir Efendi (1878-1945), Ahmed Efendi (1878-1945), Burhaneddin Efendi (1885-1948), Abdürrahim Efendi (1894-1954), Nureddin Efendi (1901-1950), Bedreddin Efendi (1901-1904), Mehmed Abid Efendi (1904-?) , Ulviye Sultan (1868-1872), Zekiye Sultan (1878-1952), Naime Sultan (1876-1945), Naile Sultan (1884-1956), Şadiye Sultan (1887-1977), Ayşe Sultan (1887-1977), Refika Sultan (1907-1908
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Mahi

  • Ziyaretçi
Ynt: II.Abdulhamin Han ve Biz
« Yanıtla #6 : 22 Haziran 2008, 19:26:20 »
Abdülhamid'in Haremi


 
ll. Abdülhamid Han'ın karısı Müşfika Sultan'ın, kocasının vefatından sonra ve
kızının da Avrupa'ya sürgün gitmesi üzerine, İstanbul'da yıllarca yalnız
yaşadığını...


 
Ayşe Sultan'ın annesini defaatle Avrupa'ya yanına çağırmasına rağmen
gitmediğini ve bunun sebebini soranlara:Efendim pek kıskançtı. Harem ağaları bile
başlarını kaldırıp yüzüme bakmaktan men edilmişti. Avrupaya gittiğimi yüzümü
yabancı erkeklerin gördüklerini kabrinde hissederse güceneceğini, azap duyacağını
düşündüm. Onun için de kalbime taş basarak yıllar yılı dar-ı dünyada
evladımın hasretine katlandım" diye ibretli bir şekilde cevap verdiğini biliyormusunuz. .


Örik, N. Sırrı; Abdülhamid'in Haremi,   Arba Yay., İst?1989, sh. 34

Çevrimdışı osmanlı

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 379
  • Okula hayır, Açık lise kolejlerine evet.
Ynt: II.Abdulhamin Han ve Biz
« Yanıtla #7 : 24 Haziran 2008, 20:02:37 »
 Ufak bir düzeltme ,
 Karanlıktan korktuğu için değil ittihatçılara karşı anti-istihbarat maksadı ile yıldız sarayının ışıklarını kısmen söndürtmezmiş. ( Sarayda zanedilsin diye ama kendisi tebdili kıyafet ile çıkıp dolaşırdı) ONA KORKAK DEMEK NE HADDİMİZE.
Devrimci akıla sahip olanlar, luciferin yeni dünya düzenini yemezler...

Çevrimdışı Fatihan

  • Administrator
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 6994
  • Milimi milimine Ehli sünnet...
Ynt: II.Abdulhamin Han ve Biz
« Yanıtla #8 : 25 Haziran 2008, 18:56:25 »
Abdulhamid Han mihenk taşıdır. Ona çarpan, çarpılır...Onu seven, Aşk'a aşık olur.

İmzanızdaki gibi...

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
ABD’nin çözemediği Abdülhamid bilmecesi
« Yanıtla #9 : 27 Şubat 2009, 07:11:31 »
ABD’nin Osmanlı dönemindeki son büyükelçilerinden (1913-1916) Henry Morgenthau’nun, Ermeni soykırımı konusunda birinci dereceden etkili olmuş ve Amerika’da Türkiye aleyhtarlığını fişekleyen “Secrets of the Bosphorus” adlı hatıralarında II. Abdülhamid’den sürekli “Kızıl Sultan” veya “Kanlı Sultan” diye söz etmesi, yazdıklarının ‘objektifliği’ hakkında bir ipucu verebilir. Ancak bir Alman Yahudisi soyundan gelen Morgenthau’nun kini, Ermeni soykırımı veya Abdülhamid’le sınırlı kalmaz. O, Osmanlı’da olumlu hiçbir şey bulunabileceğine inanmaz:
“Türk’ün beş yüzyılda elde ettiği medenî inceliklerin tamamı, insafsızca hor gördüğü tebasından alınmıştır. Dini Araplardan gelir; dili [ancak] Arapça ve Farsça unsurlardan ödünç alınmak suretiyle belirli bir edebî değere ulaşmıştır; yazısı Arapçadır. İstanbul’un en nefis mimari anıtı olan Ayasofya Camii, aslen bir Hıristiyan kilisesidir ve pratikte bütün Türk mimarisi Bizans mimarisinden türemiştir…”

Bu sözler yabancımız değil. Bugün içimizde de nice “Morgenthaular”ın var olduğunu ve bir zamanlar “onlar”ın olan düşüncelerin zamanla nasıl “kendi” düşüncelerimiz haline dönüştüğünü göstermek için verdim bu örneği. Sanki Amerika’nın dini Amerika’da icad edilmişti; sanki Amerikalılar bir başka kıtanın dilini ve edebiyatını kullanmıyorlardı; sanki Amerikalıların kullandıkları alfabe, kendi kıtalarında icaD edilmişti. İnsan bir başka toplum hakkında ahkâm keseceği zaman önce kendine bakmalı değil mi?

Neyse, Morgenthau’nun hatıralarına günün birinde sıra gelecek nasıl olsa. Değerlendirmelerimizi ileriye erteleyerek şu sözde “Kızıl Sultan”a Amerikan büyükelçisinin neden düşman olduğu meselesini biraz eşeleyelim. Bakalım altından neler çıkacak?

Neydi sahiden de Morgenthau’ya, Abdülhamid Han hakkında, “tarihte bilinen en korkunç canavarlardan biri” (4. baskı, Londra: 1918, s. 188) dedirten kötülük? Sıraladığı sebepler arasında bir tanesini gösteremez ki, aynı tehditlerle, hatta yüzde biriyle karşılaşan bir Amerikan Başkanı (hayranı olduğu Woodrow Wilson dahil) elini kolunu bağlayıp seyretsin olan biteni. Gösterebildiği tek suç, vatanını Avrupalı emperyalistlere kaptırmamak için çırpınmasıdır ki, aslında Abdülhamid’in Yahudilere Filistin topraklarını satmayı reddetmesi bile, ‘normal’ bir Amerikalının alkışlaması gereken vatanseverlik değil de nedir? Bence Abdülhamid’in asıl suçu, bundan da büyüktü. ABD’yi bir ‘koz’ olarak kullanmaya kalkmıştı!

Vahdettin Engin’in yeni yayınlanan “Abdülhamid ve Dış Politika” (Yeditepe Yay., 2005) adlı çalışmasında bu kozun nasıl oynandığı, belgeleriyle ortaya konulmuş durumda. Padişahın sadrazama yazdığı 13 “hususî irade”nin metnine baktığınızda 1893’ten 1908’e kadar geçen 15 yıl içerisinde (yani Morgenthau’nun göreve başlamasından 5 yıl öncesine kadar) Abdülhamid’in, bir yandan ABD silahlarıyla ordusunu donatırken, öbür yandan kendi çıkarları doğrultusunda tavrını koyabildiğini ve bir Osmanoğlu olduğunu hiçbir zaman unutmadığını görürsünüz.

Mesela 13 Ocak 1986 tarihli iradede Çanakkale Boğazı’ndan geçmek isteyen Bankroft adlı Amerikan gemisine, ABD, Paris Antlaşması’na imza atan devletlerden olmadığı için izin vermiyor. 20 Aralık 1897’de ise bu defa Erzurum’da bir konsolosluk açılması gündemdedir. Cevap: “ABD’nin Erzurum’da bir konsolosluk açmasına gerek yoktur, çünkü orada ABD vatandaşı yoktur. Amerikan sefaretinin böyle gereksiz bir konuda ısrarcı olması uygun görülmediğinden talebinin geçiştirilmesi Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin emir ve iradeleri gereğidir.” Nasıl? Mesele yavaş yavaş aydınlanıyor değil mi?

Devam öyleyse. ABD ısrarla İstanbul’da bir büyükelçilik açmak istemektedir. Ancak Abdülhamid dış politikada iyi kötü kurmaya çalıştığı dengeye yeni bir aktörün girmesinin Osmanlı çıkarlarına uygun düşmeyeceğine inanmıştır. Bunun için de şu gerekçeyi gösterir: “Bizim Washington’daki temsilciliğimiz de Orta Elçi düzeyindedir. Bu talep, Osmanlı Devleti’nin Washington sefareti, büyükelçiliğe yükseltilmedikçe kabul edilemez!” 1898’de ABD bu defa Ermeni Patırtısı’nın tazminatını ödettirmeye çalışmaktadır İstanbul’a. Tehditlerin bini bir paradır. Ama Abdülhamid yine yılmaz, yine bir irade çıkarır: “Her ne ad altında olursa olsun tazminat talebinin yerine getirilmesi, olaylarda sorumluluğun kabulü anlamına geleceğinden, hiçbir şekilde tazminat ödenmesinin söz konusu olmadığı ABD sefirine hatırlatılmalıdır.”

Nihayet Harput’a (eski Elazığ) bir ABD konsolosu atanır. Ancak yapılan araştırmada bu kişinin Osmanlı vatandaşı bir Ermeni olduğu ve sonradan ABD vatandaşlığına geçtiği anlaşılır. Oysa ABD ile yapılan antlaşmaya göre bölgeye atanacak kişi, eski Osmanlı vatandaşı olamayacaktır. Bu nedenle göreve başlamasına engel olunması irade olunur. Tarih: 3 Aralık 1900’dür. Oysa aynı yıllarda Abdülhamid, ABD’nin silah şirketleriyle görüşmelerine devam etmekte ve Connecticut’taki bir şirketten Türkiye’de hafif silah fabrikası kurmasını istemekte, Amerikan Bahriyesi’nden General Bucknam’ı âlâ-yı vâlâ ile “Paşa” yapıp hizmetine almakta ve o zamanlar henüz bıyığı terlemiş bir bahriyeli subay olan geleceğin “Hamidiye kahramanı” Rauf Orbay’ı, Bucknam Paşa ile birlikte kruvazör ve denizaltı alımı için ABD’ye göndermekteydi.

Daha da ilginci, Bucknam Paşa’nın, kendisine anlatılan “denizcilik düşmanı” Abdülhamid görüntüsü ile kendisini gemi ve denizaltı almaya yollayan “denizcilik meraklısı” Abdülhamid görüntüsünü bir türlü bağdaştıramayışıdır. Nitekim Rauf Bey’e içine düştüğü şaşkınlığı şöyle dile getirmiştir: “Bilmece gibi bir adam. Hem de çözülmesi çok çok çok zor bir bilmece!” Bu bilmeceyi çözdüğümüzde, göreceğimiz resim, emin olun, Morgenthau’nunkinden çok çok çok farklı olacaktır.


Mustafa Armağan
abdulhamid.org
« Son Düzenleme: 27 Şubat 2009, 13:55:57 Gönderen: mystic »
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Abdülhamid'in Siyonizm'le dansı
« Yanıtla #10 : 27 Şubat 2009, 07:27:03 »
7 Ağustos 1949 günü Tel Aviv-Kudüs yolundan bir cenaze arabası ağır ağır geçmektedir. Viyana'dan bir 'kahraman'ın kemikleri getirilmiştir.

Bir piyes yazarı ve gazeteci olmasına rağmen kendisini Siyonizm'e adamış, bir hayal kurmuştu. Ama körü körüne hareket etmemiş, çok katlı ve çok boyutlu stratejiler izlemişti. Bu uğurda kralları, bakanları, aydınları, din adamlarını, kısaca aklınıza kim gelirse onları kullanmaktan çekinmemişti. İnancı şuydu: Bir fikir iyi ve haklı ise muhakkak galip gelir.

1897'de ilk Siyonist Kongresi'ni İsviçre'nin Basel şehrinde topladı. Günlüklerine şu kâhince notu düşecekti: "Ben Yahudi Devleti'ni Basel'de kurdum. Eğer bunu bugün yüksek sesle söylersem, cümle âlem bana gülecektir. [Fakat] belki beş yıl içinde ama kesinlikle elli yıl içinde onu herkes tanıyacaktır."

Dünyada bunun kadar kesin tutturulmuş bir kehanet az bulunur.

İşte ölümünün üzerinden tam 45 yıl, 1 ay geçtikten sonra Viyana'dan getirilen kemikler, Budapeşte doğumlu bir Yahudi'ye aitti. Kudüs'te kendi adıyla anılan tepedeki siyah anıt-mezarının üzerinde İbranice yalnızca "Herzl" yazıyordu. Yani Dr. Theodor Herzl.

İşte bu Theodor Herzl, Avrupa'da zulüm görmekte olan Yahudi halkı için Filistin'den bir toprak parçası koparmak amacıyla eşiğini aşındırmıştı Yıldız Sarayı'nın.

19 Temmuz 1896'da kendisi görüşememişti ama danışman Kont Nevlinski aracılığıyla teklifini iletmeyi başarmıştı Sultan'a. Avrupalı zengin Yahudiler 20 milyon sterlin olarak tahmin ettikleri Osmanlı'nın dış borcunu ödeyecekler, buna karşılık Filistin topraklarından kendilerine bir yurtluk yer verilecekti.

Ne var ki, şen giden Nevlinski saraydan yaslı dönmüş, her şeyin bittiğini, padişahın tekliflerini bir daha işitmek istemediğini söylemişti. Abdülhamid şöyle demişti:

"Bir karış bile toprak satamam. Çünkü o bana değil, halkıma aittir. (...) Yahudiler milyonlarını saklasınlar. İmparatorluğum parçalanınca belki de Filistin'i tek kuruş ödemeden elde edeceklerdir. Fakat ancak kadavramız parçalara ayrılabilir. Vücudumuzun canlı canlı kesilip biçilmesine razı olamam." ("The Diaries of Theodor Herzl", Almancadan İngilizceye çeviren: Marvin Lowenthal, New York, 1962, The Universal Library, s. 152.)

Bir devlet başkanından toprak satmasını istemesindeki kabalığın farkına varan Herzl, yanlış yaptığını anlar; lakin işin peşini bırakmayacaktır. Planlarını suya düşüren bu sözler, Herzl'i etkilemiş ve günlüklerine şu ilginç notu düşmeyi ihmal etmemiştir: "Her ne kadar o sırada hayallerime nokta koymuş olsa da, Sultan'ın bu hakikaten yüce sözlerinden etkilenmiştim."



Sizin anlayacağınız, Abdülhamid'in mücadele ettiği adam da hamhalatın teki değil, davasına adanmış parlak zekâlardan biridir.

Herzl'in, orijinali Almanca olan günlüklerini (zira kendisi İsrail'in kurucusu sayılsa da, pek çok Siyonist gibi İbranice bilmezdi) İngilizceye kısaltarak çeviren Marvin Lowenthal, Abdülhamid'in Siyonist taleplerini reddini "superb", yani 'muhteşem' diye nitelendirirken, Herzl'in de bu ret cevabı karşısında Sultan'a duyduğu "hayranlık"a dikkat çekmektedir.

İşin esası şuydu ki, iddia ettiği gibi zengin Yahudiler Herzl'in arkasına çuvallarla para yığmış değildi; Abdülhamid de hafiyeleri vasıtasıyla bu durumu öğrenmişti. Blöf yapıyordu Herzl; Sultan da bunu biliyor ama Siyonistlerin Avrupa içinde palazlanmalarından ve kendisine yeni bir pazarlık kapısı açmalarından memnuniyet duyuyordu.

Bunun için toprak satın alma tekliflerini reddetmişti ama Herzl'in sonraki projelerini dikkate alır görünmüştü. Bu defa Herzl teklifini Osmanlı'yı kalkındırmak gibi bugünkü yabancı sermayenin getirilmesine benzer bir kılığa büründürmüştü. Avrupalı Yahudi sanayiciler Osmanlı ülkesine yatırım yapacak, ülkeyi, bu arada Filistin'i kalkındıracaklardı. Buna karşılık Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmesine izin verilmesini istiyorlardı.

Abdülhamid ise Siyonizm'i kullanmanın, onu reddetmekten daha fazla işine geleceğini biliyordu. Tekliflerine, kabul etmeyeceklerini bildiği bir karşı teklif getirdi: Yahudiler Osmanlı'nın 30 milyon sterlin tutarındaki dış borcunu ödemek üzere bir konsorsiyum (syndicate) kuracaklardı. Buna karşılık olarak Osmanlı topraklarına yerleşmelerine izin verilecek fakat geldikleri ülkenin vatandaşlığından çıkarak Osmanlı tebası olacaklardı. Asıl vurucu şartsa sona saklanmıştı: Yahudiler toplu olarak Filistin'e yerleşemeyecek, kitlesel yerleşmelerine izin verilmeyecek, değişik bölgelere dağıtılacaklardı; beş aile şuraya, beş aile oraya.

Herzl'in başına "him taşı" düşmüş gibi oldu. Onun bütün davası ırkdaşlarını Filistin'e yerleştirme planı üzerine kurulu değil miydi? Bunu asla kabul edemezdi. Teklif yeterince cazip gelmedi diye düşündü. Daha fazla para toplamak için döndü. Ne ki paralı Yahudiler Sultan'dan Yahudilerin göçüne izin veren resmî bir berat almadıkça kesenin ağzını açmaya yanaşmıyorlardı. Abdülhamid ise ne Filistin'e göçe izin veriyordu, ne de parayı görmeden resmî bir kabule yanaşıyordu. Mesele kilitlenmişti.



Herzl'in Abdülhamid'le görüştüğünü bildiren New York Times'ın 30 Mayıs 1901 tarihli nüshasındaki haber.

Cohn (Herzl'in günlüklerinde Abdülhamid 'Cohn' şifresiyle geçer) sıkı pazarlıkçı çıkmıştı; çok şey istiyordu ama pek az şey veriyordu. Herzl 1902 Temmuz'unda son kez geldi İstanbul'a. O da ne? Sarayın eşiğini aşındıran birileri daha vardı. Fransız Mösyö Rouvier Osmanlı maliyesini rahatlatacak tekliflerde bulunmak üzere bir toplantıdan çıkıp öbürüne giriyordu. Bunun üzerine Herzl, Filistin şartından vazgeçti, Mezopotamya'ya (Hayfa dahil) bir Yahudi göçüne resmen izin verildiği takdirde dostlarının Fransızlarınkinden daha iyi bir teklifte bulunabileceklerini bildirdi saraya.

Eskiden kendisine ümit veren saray bendegânı nedense artık yüz vermez olmuşlardı. Sözleriyle destekler görünüyor ama eylemleriyle başka yöne baktıklarını gösteriyorlardı. Sonunda Herzl, piyon olarak kullanıldığına acı bir şekilde tanık oldu. Fransızlara karşı pazarlığı kızıştırmakta kullanılmış, anlaşma yapıldığı için de artık yüzüne bakan kalmamıştı. Abdülhamid yine oyununu oynamış, Fransızları tercih etmişti.

Artık Herzl'in defterinde Osmanlı sayfası kapanıyor, İngiltere sayfası açılıyordu. Çantasını toplarken not defterine şunları yazacaktı: Türkler gün gelecek, dilenci durumuna düşecek ve dizlerime kapanıp yalvaracaklardır.

Yine de Abdülhamid'in Siyonistlere bu denli "müsait" davranmış olmasını içlerine sindiremeyenler haklı olmakla birlikte diplomatik söylem ile gerçek niyet arasındaki farkı fark etmek önemlidir. Nitekim Yahudi araştırmacı Avram Galante'nin "Abdülhamid ve Siyonizm" başlıklı makalesinde belirttiği gibi, Herzl'in görüşmesine aracılık eden İstanbul Hahambaşısı Moşe Levi'nin 3 gün sarayda bekletildikten sonra Sultan'dan yediği ağır zılgıt her şeyi açıklıyor aslında. Bende toprak satacak göz var mı? diyordu Hahambaşına. O ise, torununun Galante'ye anlattığına göre, ağlayarak Sultan'ın ayaklarına kapanıyor, yemin billah Herzl'in toprak talep edeceğini bilmediğini söylüyor, af diliyordu.

Abdülhamid'in cenazesi de bir gün törenle "Türkiye"ye getirilir mi acaba?

MERAKLISI İÇİN NOTLAR

Theodor Herzl'in toplam 5 cilt tutan Almanca günlükleri henüz tam olarak dilimize çevrilmiş değil. Rahmetli Yaşar Kutluay'ın "Siyonizm ve Türkiye" (1967; 2. baskı 2004) adlı kitabı büyük ölçüde günlüklerin bizimle ilgili kısımlarının çevirisidir. Ergun Göze'nin çevirdiğini iddia ettiği "Hatıralar" (2002) ise Kutluay'ınkini bazı noktalarda ikmal etmekten öte bir şey yapmış değildir.

Herzl hakkında özet bilgi, sonradan anti-Siyonist kampa geçen Norman Finkelstein'ın 1987 tarihli "An Impact Biography"sinde bulunabilir.

Bu yazıda yararlandığım iki temel kaynak ise şunlardır: Isaiah Friedman, "Germany, Turkey, and Zionism, 1897-1918" (Oxford 1977); Walter Laqueur, "The History of Zionism" (Tauris 2003).

Filistin'in dünü ve bugününü anlayabilmek için en esaslı kitaplardan birisi Mim Kemal Öke'nin "Filistin Sorunu"dur (Ufuk, 2002).

Mustafa Armağan
ZAMAN
« Son Düzenleme: 27 Şubat 2009, 13:55:27 Gönderen: mystic »
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı ihvan

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 2399
Ynt: II.Abdulhamid Han ve Biz
« Yanıtla #11 : 27 Şubat 2009, 09:47:34 »
emeğinize sağlık mevlam şefaatını eksik etmesin.ulu hakan,cennet mekan.

Çevrimdışı azizistanbul

  • yazar
  • ****
  • İleti: 677
Ynt: II.Abdulhamid Han ve Biz
« Yanıtla #12 : 27 Şubat 2009, 13:34:05 »

Abdülhamid'in cenazesi de bir gün törenle "Türkiye"ye getirilir mi acaba?


bu ne demek ? abdülhamit han türkiyede değil mi?
جُلُوسُكَ سَاعَةً عِنْدَ حَلَقَةٍ يَذْكُرُونَ اللهَ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ اَلْفِ سَنَةٍ

Çevrimdışı ihvan

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 2399
Ynt: II.Abdulhamid Han ve Biz
« Yanıtla #13 : 27 Şubat 2009, 15:31:34 »
türkiyede,ıstambulda,cihangirde,

Çevrimdışı azizistanbul

  • yazar
  • ****
  • İleti: 677
Ynt: II.Abdulhamid Han ve Biz
« Yanıtla #14 : 27 Şubat 2009, 18:14:59 »
ben çemberlitaş diye biliyorum o semtin ismini. cihangir farklı bir yer olsa gerek.
جُلُوسُكَ سَاعَةً عِنْدَ حَلَقَةٍ يَذْكُرُونَ اللهَ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ اَلْفِ سَنَةٍ