Gönderen Konu: İki cihan saadeti tevhid yolundan geçer  (Okunma sayısı 3109 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı fakurullah

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 3
İki cihan saadeti tevhid yolundan geçer
« : 04 Mart 2009, 15:19:12 »

Yaratılış Ağacı” tabiri ile kâinat bir ağaca benzetilir ve insan bu ağacın en seçkin, en olgun meyvesi olarak tanımlanır. Kâinatın bu şekilde tabir edilmesi onun aynı zamanda bir ağaç gibi her bir parçasının birbiriyle olan sıkı irtibat ve tesanütünden kaynaklanmaktadır. Bu intizam, irtibat ve düzen her yerde hüküm süren kanunların bir elden ve bir merkezden yönetildiğini göstermektedir. Kâinatta tevhidin tam bir tezahürü vardır.

İnsanın vücut itibariyle kâinattaki yeri bir kum tanesinin Büyük Sahra’da kapladığı yer kadar bile değildir. İnsanın yaratılmasından beklenen gayeler maddi değil, manevidir. İnsan, vücudunun küçüklüğüyle beraber emânet-i kübra tabir edilen, yeryüzünde Allah (cc)’ın halifesi olmak ve vahye muhatap olmak yönüyle seçkin bir varlıktır.


İnsanın yaratılmasından beklenen netice: “Ben insanları ve cinleri sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (1) âyeti ve pek çok âyette bildirildiği üzere iman ve ibâdettir. Kendisini yaratan Rabb’ini bilip, O’na inanmak, emirlerine itaat etmek ve O’nu sevmektir. İnsanın yaratılmasının en birinci gayesi, Allah (cc)’a inanmaktır. İman, insanı gerçek insan yapar. Onu olgunlaştırır. İman ile insan yeryüzünde Allah (cc)’ın halifesi ve bütün mahlûkatın komutanı olur. İman etmemek ise, insanı en bedbaht bir varlık yapar. İnsanı insan eden erdemlerden yoksun bırakır. İnsanın dünyadaki yeri ve onu hayvanlardan ayıran özelliklerden biri de hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farklılıklardır.

Hayvan dünyaya sanki başka bir âlemde tekemmül etmiş, tahsil görmüş gibi mükemmel olarak gelir. Bir hayvan yavrusu birkaç saatte, belki birkaç günde hayatı boyunca kendisine lazım olacak bilgileri ve hayat kanunlarını öğrenir. Bu öğrendiği şeylerde hüner sahibi olur. Bir ördek yavrusu doğar doğmaz yüzer. Bir inek yavrusu doğduğundan birkaç dakika sonra ayağa kalkar. İnsanın yirmi senede kazandığı becerileri bir serçe kuşu ve arı gibi hayvanlar birkaç gün zarfında kazanırlar. Demek ki, bir hayvanın asıl vazifesi öğrenmek değil, amel etmektir.

İnsan ise, dünyaya geldiği andan itibaren her şeyi öğrenmeye muhtaçtır. Hayat kanunlarına karşı tecrübesizdir. On beş yirmi senede hayat şartlarını bütünüyle öğrenemez. Bununla birlikte bir öğreticiye de muhtaçtır. Belki ölene kadar öğrenmeye muhtaçtır. Bir yaşını doldurmadan yürüyemez; iki yaşını bitirmeden konuşmaya başlayamaz. On beş yaşından sonra kâr ve zararı fark etmeye ancak başlar. Hayatta kalabilmek ve rahat yaşayabilmek için de başkalarının yardımına ihtiyaç duyar. Anlaşılıyor ki, insanın asıl vazifesi öğrenerek yükselmektir. Öğreneceği şey, başta dünyaya niçin gönderildiğidir.

İnsanın kendine şu soruları sorması varoluşunun gereğidir:


1- Nereden geldim?
2- Nereye gidiyorum?
3- Bu dünyada işim ne?
4- Bu işleri yapan kim?


Bir adı da hikmet olan felsefenin çıkışı da bu sorulara dayanmaktadır. İnsanlar tarih boyu kendilerinin diğer varlıklardan farklı olduğunu keşfederek bu farklılıklarının nedenini arayıp durmuşlardır. Ve insanın diğer varlıklardan en önemli farkı olan akıl ile insanı ve kâinatı anlamaya çalışmışlardır.


Bu sorulara en güzel cevabı tevhid dini olan İslâmiyet vermektedir. İslâmiyet bu sorulara şöyle cevap veriyor: Ruhlar âleminden, anne karnından geçerek bu dünyaya geldin. Ahiret âlemine dünyadaki amellerinin karşılığını görmek için gidiyorsun. Dünyaya ilim, dua ve ibâdet vasıtasıyla tekemmül etmek için geldin. Bu işleri yapan, insanı yaratan, dünyaya gönderip imtihana tabi tutan ve kabir vasıtasıyla seni huzuruna alacak olan Allah (cc)’dür. Bu soruları sorması insanın yaratılmasının gereğidir. Bilmesi gerekiyor niçin dünyaya geldi, kim kendisini böyle nazeninâne besliyor, büyütüyor, sonra huzuruna almak için yerin altına celbediyor.


Allah’ın varlığını her vicdan hisseder. İnsanlar, Allah’a iman ihtiyacını doğuştan kazandıkları bir takım ihtiyaçlarla beraber kazanırlar. İnsan nasıl acıkır, susar, yani yeme ve içme ihtiyacını vazgeçemeyecek bir şekilde duyar. İşte inanma ve ibâdet etme ihtiyacı da bunlar gibidir. Dışarıya vurulmasa da derinden derine vicdanı bozulmamış her insan hisseder. Hissetmese bile ihtiyacı vardır.


İman, insanı hakiki bir insan eder. Belki insanı bütün mahlûkata sultan eder. İnsanın bütün mutluluğu bir olan Allah’a imanına ve teslimiyetine bağlıdır. Hakiki imanı taşıyan bir insan kendisinde İnsan kâinatın bir parçasıdır. Manevi olarak kâinatın merkezi, mahlûkat âlemi içinde yaratılmışların efendisidir. Bütün ihtiyaçlarına ve sıkıntılarına karşı dayanacağı bir dayanak noktası bulur. İnsan yaratılışı gereği kâinatın bütün varlıklarıyla ilişkilidir. İhtiyaçları âlemin her tarafına dağılmıştır. Arzuları sonsuzdur. Bir çiçeği istediği gibi baharın gelmesini de ister. Bir bahçeyi istediği gibi ebedi cenneti de arzu eder. Dünyada bir dostunu görmeye muhtaç olduğu gibi ölmüş dostlarını görmeye de muhtaçtır. İşte bütün bu arzularını temin edecek ve kendisini sıkıntılardan kurtaracak bir zatın varlığına ve ona teslimiyete muhtaçtır.

Ahirette olduğu gibi dünya hayatında da mesut olmanın anahtarı imandır. Gerçek zevk ve eksiksiz lezzet ve kedersiz sevinç iman hakikatleri dairesinde bulunur. İman olmazsa dünyevi bir lezzette çok sıkıntılar bulunur. Dünya bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur ve hayatın lezzetini kaçırır.

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, gerçek imanı elde eden bir insan, kâinata meydan okuyabilir. Bu iman iledir ki, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (asm) ve onun seçkin sahabeleri, başta kendi kavimleri olmak üzere o zamanın büyük devletleri hem maddeten hem de fikren onların aleyhinde olmalarına rağmen davalarından vazgeçmemişlerdir. Kendisine her türlü teklifte bulunulan ve vazgeçmezse ölüm ile tehdit edilen Peygamberimiz (asm):
“VAllahi bir elime güneşi, diğer elime de ayı koysanız yine davamdan vazgeçmem.” (2) demiştir. Çünkü insanın rahatı, bir olan Allah’a inanmaya bağlıdır. Aksi takdirde insan pek çok ilâha muhtaç olur. İman ise insana geçici bir hayatı değil, belki koca bir kâinatı ve dünya kadar bir ebedi mülkü kazandırır.

TEVHİD İNANCININ TOPLUM HAYATINA ETKİLERİ

Toplum, sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için birbiriyle ilişki kuran, birbirini etkileyen ortak bir kültürü paylaşan insanlar topluluğudur. Toplum bir örgüye benzer. İnsanlar bu örgü içinde bir arada yaşarlar. Toplum kendi kendini sürekli yeniler ve hayatını devam ettirir. Değişme toplumun temel özelliğidir. Değişmeler zamana ve duruma göre yavaş ya da hızlı, kesintili ya da sürekli, gerileme veya ilerleme biçiminde olabilir. Toplum, iç içe geçmiş girift sosyal gruplardan oluşmuştur. Bu sosyal gruplar ise, fertlerden meydana gelir. İnsan sosyal bir varlıktır. Yaşamak için diğer insanlara ihtiyaç duyar. Maddi ve manevi gereksinimlerinde diğer insanların yardımına muhtaçtır.

İnsanın bütün hayatını kontrol eden İslâmiyet insanın toplumla ilgili hareketlerini de düzenlemiştir. İslâm dininin devamlı etkileşim ve alış veriş içinde olan insanların ilişkilerini düzenleyen emir ve yasakları vardır. Toplumu belli bir düzene sokmuştur. Toplum hayatını düzenleyici ilkeler ve kuralları insanlara bildirmiştir. İnsanların en hayırlısını, insanlara en fazla hayrı dokunan insan olarak belirtmiştir. Yardımlaşma şu âlemde en esaslı bir düsturdur. Bütün varlıklar, diğer varlıkların hayatları için lazımdır ve birbirlerine yardım etmektedir.

Varlıklar âleminde geçerli olan yardımlaşma kanunu, insanlar için de en esaslı bir kuraldır. Anne-baba çocuklarının yardımına koşarlar. (3) İhtiyarlar, gençlerin bakımına muhtaçtır. (4) Kadın bir erkeğe, erkek bir kadına muhtaçtır. (5) İnsan topluma, toplum ise hayat akışını, düzenli olması için ilâhi kanunlara ihtiyaç duyar. İlâhi kanunlar da tevhid dini olan İslâmiyet ile insanlara bildirilmiştir.

Toplumu birbirine bağlayan, hayat akışını kolaylaştıran ve hayatın yapısını sarsıntılardan koruyan Beş Esas vardır.  Bunlar:

*Büyüklere hürmet
*Küçüklere merhamet
*Haramlardan sakınmak
*Emniyet (karşılıklı güven)
*Başıboşluğu bırakıp, ilâhi emirlere itaat etmek

Bu kurallara uymak; bir olan Allah’ı, onun dinini, kitabını, peygamberlerini kabul etmekle mümkündür. İslâm dininde, mümin mümine karşı, birbirini perçinleyen bir duvar gibidir. Birbirini sevmekte, acımakta, şefkatte müminler tek bir vücut gibidir. Bir organın şikâyetiyle diğer organlarda uykusuzluk ve rahatsızlık çektiği gibi, bir Müslüman’ın çektiği ıstırap ile diğer Müslümanlar da ıstırap duymalı ve acısını paylaşmalıdır.

Fetih Sûresi’nde ‘Müslüman’ın Müslümanlara karşı merhametli olması’ gerektiği belirtiliyor. “Mümin müminin kardeşidir” meâlindeki âyeti ise umumi bir düsturdur. Bu merhamet ve kardeşlik düsturları Müslüman’ın diğer Müslümanlara karşı şu vasıfları kendisinde taşımasını zorunlu kılmaktadır:

* Âdil olmak
* Müslümanlara karşı iyi davranmak ve büyüklenmemek
* İnsanlara faydalı olmak
* Müslümanı kardeş olarak benimsemek
* Allah için sevmektir


Kendin için istediğini mümin kardeşin için istemek ölçüsü, sevgi, merhamet ve kardeşliğin bir gereğidir.
“Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir” hadîsi başkalarını düşünmek vasfını imanın kemâli olarak gösterir.
İslâmiyet sıla-i rahmi terki ve insanlarla ilişkiyi koparıp kendini toplumdan tecrit etmeyi reddeder. Anne ve babaya karşı gelmeyi büyük günahlardan sayıp toplumun temel taşı, en küçük grubu olan ailenin temelini sağlamlaştırır.
İnsanlar arası iletişimin araçları, tatlı dil, güler yüz ve güzel hallerdir. İslâmiyet konuşurken karşıdaki insanı rencide etmemeyi güzel sözlerle kalp kazanmayı, güler yüz ile de olsa insanlara iyilikte bulunmayı, hediyeleşerek sevgiyi artırmayı ve insanların hoşuna gidip tiksindirmeyecek, sû-i zanna sebep olmayacak hal ve davranışlarda bulunmayı emreder.

“Ve sen elbette yüce bir ahlâka sahipsin.” (7) âyeti gereğince, şahsi hayatımızda bizim önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed’dir.

“Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtuluşa erersiniz.” hadîsi gereğince ,toplum hayatımızda bizim için örnek toplum ise sahabelerdir. İslâm’ı en güzel onlar anlamış ve hayatlarına geçirmişlerdir.

Kaynaklar:
Zariyat Sûresi: 56. âyet
Kütüb-ü Sitte
Bakara Sûresi: 233. âyet
İsra Sûresi: 23. âyet
Hücürat Sûresi: 13.âyet
Nisa Sûresi: 1.âyet
Kalem Sûresi: 4.âyet
Müslim, Bi’r (28-34, 2563-2564)

Ebu Hureyre (rh) anlatıyor:
Peygamberimiz (asm) buyurdular ki: Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, hasetleşmeyin, birbirinize buğuz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona ihanet etmez, zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez.Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her Müslüman’ın malı, kanı, ırzı diğer Müslümanlara haramdır.