Taha Akyol'a bir köşe yazısında aklıma takılan bir mevzudan dolayı e-mail göndermiştim.Kısa sürede dönüş yapıyor. Kendisine sorulursa tam olarak nereden aldığını (yayınevi, basım tarih vs) söyleyecektir diye umuyorum.
Taha Akyol, Kadir Has Üniversitesi öğrencileriyle buluşmasında bilim tarihi ve felsefeye ağırlık verdi. Akyol, her üniversite öğrencisinin politik, ideolojik idmanlardan önce, bilime ve bilim tarihine ilgi duyması gerektiğini ifade ederek, kendisini bu alanda geliştirmesine yardımcı olan kaynakların bir dökümünü de çıkardı. İşte, Taha Akyol’un söyleşide anlattıkları:
İnsanların akıl ve hoşgörüden ziyade önyargıyla yaklaştığı konular var. Böyle kaliteli, vasıflı bir üniversiteye ve genelde üniversite öğrencisine yakışan şey, sanıyorum herşeyden önce bütün politik, ideolojik idmanlardan önce bilime, bilim tarihine, bilimin ne olduğuna ilgi duymak.
Bilim tarihinin temposu artıyor
Milattan önce 6000 yılıyla, M.S 1663 yılı arasındaki 7660 sene içinde 10 temel icat yapıldı. M.Ö 6000 yılı olmasının sebebi, araba tekerliğinin o zaman keşfedilmiş olması. Bu, çok önemli bir gelişme. Bir bakıma modern çağın habercisi olan bir başka keşif ise, elektriğin varlığının keşfedilmesi. Bu 8 bin yıla yakın zaman içerisine 10 temel icat sığdı; araba tekerleğinin keşfi gibi. 1663 yılında İngiltere’de elektrik ile tabiatta bir kuvvetin olduğu keşfedildi. 1663 yılından 1896 telsiz telgrafın icadına kadar geçen 250 yıl içinde 20 temel icat yapıldı. 8 bin yıl içinde 10 icat, 250 yıl içerisinde 20 icat. 1690’da buhar kazanı keşfedildi. 1799’da ilk elektrikli pil yapıldı. 1803 yılında buharlı gemi yapıldı. 250 yılda bu şekilde 20 icat yapıldı.
1904-1960 yılları arasındaki 54 yıl içerisinde 40 icat yapıldı. İcat deyince bu sayıları arttırmak mümkün ama başlangıç icatları mesela; fotoğraf makinasının yapılmasını icat sayıyoruz ama renkli fotoğrafın yapılmasını bu sıralamaya katmıyoruz. 1904 yılını başlangıç almamın sebebi; elektron tüpünün bu yılda yapılması.1905 yılında 26 yaşındaki Einstein “İzafiyet Teorisi”ni keşfetti. Ömrünün sonuna kadar bu teori üzerinde çalıştı. “Ben teorimi ortaya attım, keşfettim, dünyada bana hayran oldu” deyip kenara çekilmiyor. Bu teoriye ömrünü veriyor ve başlangıçta ortaya koyduğu teorinin nereleri yanlış diye araştırıyor. Bir hususu “nereleri yanlış” diye araştırmak bilim tarihinde bir başlangıçtı. Nereleri doğru diye araştıran Ortaçağ anlayışı da, nereleri yanlış diye araştırmaya yönelen analitik düşünce bakımından bir dönüm noktası. 1927 yılında sesli sinema var ama renkli sinema yok. 1927 yılında Atlantik, uçakla geçilmiş. 1942’de atom enerjisi, 1946’da bir makina halinde bilgisayar yapılmış. 1947’de ses duvarı aşılmış.
Dünyayla aramızdaki fark
Bilim tarihinde temponun giderek arttığını görüyoruz. Bir camiye giderseniz Cuma namazında imam efendinin bilimi çok övdüğünü duyabilirsiniz. Kur’an’dan ve peygamberimizin hadislerinden alıntılar yaparak bilimi övecektir. Bilimi övmek, bilimi anlamak anlamına gelmiyor. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü tekrarlamak da, tıpkı Kur’an’ın ve peygamberimizin bilimi öven ifadelerini tekrarlamak gibi. Bilimin ne olduğunu anlamıyorsak, bilim felsefesi, bilimsel düşünce, eleştirel, analitik düşünce konusunda zihnimizde bir şeyler yoksa slogandan öteye gitmiyor söylediklerimiz. İnsanlığın bilimsel düşünceye bir hayli gecikerek ulaştığını ve bilimsel düşünce dediğimiz şeyin de sürekli değiştiğini görüyoruz. Bundan 100 yıl önceki bilimsel düşünce Einstein öncesi, Kuantum fiziği öncesi determenizme dayanan bilimsel düşünce başka şey, bugün başka şey. Bilim tarihinde en önemli icatlardan birisi matbaa. Avrupa’da 15. asırda bir milyon tane matbaa vardı. Bugün, yeryüzünde 2 milyar matbaa var. 5 milyar nüfus, 2 milyar matbaa. Buna Babıali’de gördüğümüz türden küçük basım cihazları da dahil. Matbaadaki bu muazzam gelişme bize bir şeyi gösteriyor. İnsanlık kol gücünden kafa gücüne geçiyor. Bunun en büyük göstergelerinden biri de matbaa. ABD’de 1900 yılında nüfusun yüzde 31’i köylü. Bugünkü Türkiye’de nufüsün yüzde 31’i köylü. İşte, 1100 yıllık sosyolojik fark. 1968 yılına geldiğimizde ABD’de köylü nüfusu 4.6’ya düşüyor. Bunun Türkiye’de nüfusun yüzde 31’i, 35’i köylü olduğuna göre modern toplum haline gelmemiz bu nüfusun yüzde 10’un altına düşürmeyi gerektirdiğine göre daha ne kadar çok büro, ofis, fabrika açmamız, ne kadar çok konut yapmamız, ne kadar çok okul açmamız ve 1 milyon civarındaki köylüye ne kadar istihdam yaratmamız gerektiğini gösteriyor. Bu da para ve sermaya meselesi.
Bilimsel ve teknik eleman, çalışan nüfus içerisinde 10 bin kişiye düşen teknik eleman yüzdesi 1900’lü yıllarda ABD’de 4.7, 1968’de 13.6’ya çıkmış. Bugün Türkiye’de 4.2’dir. Bu olay bilimin, bilimsel düşüncenin, ekonominin, kalkınmanın, çağdaşlamanın bir yapısal, zihin değişikliği olduğunu, bir meslek değişimi olduğunu gösterir.
Nedenler
Bilim tarihi deyince sormamız gereken konu da, bizim ve İslam dünyasının genelde Asya, Afrika’nın niye geri kaldığı ve modern bilimin neden Avrupa’da doğduğu. Avrupa’da niye bilimsel düşünce dini taassubu aşacak bir canlılık gösterdi de, bizde bir Newton’u çıkaran bir canlılık görülmedi diye sormalıyız. 1563-1625 yılları arasında yaşamış olan Pakistanlı, İmam Rabbani’nin halen piyasada satılmakta olan “Mektubat” tan “Onların (filozofların) akla dayanan düzgün ilimlerinden biri geometridir ki ne dünya saadetine, ne edebi kurtuluşa hiçbir faidesi yoktur. Bir üçgenin üç iç açısının toplamının, 2 dik açıya ya da 180 dereceye eşit olduğunu bilmek kime ne kazandırır.” İmam Rabbani’nin 17.yüzyılda geometri hakkındaki söyledikleri o çağda bilime nasıl bakıldığının bir örneği.
Osmanlı reform tarihinden Denizcilik Mühendis Okulu’nun kurucusu Avrupalı uzman Baron De Tott’un hatıralarından bir bölüm: Sultan 3. Mustafa en büyük Osmanlı padişahlarından biriydi, reformmistti. 3. Selim’i yetiştiren ileri fikirli bir padişahtı. Devletin çöküşünden ızdırap duyan bir padişahtı. Baron de Tottt’u çağırıyor, diyor ki bana modern bir mühendishane yap. Geometriyi esas alan bir mühendishane yap.Tott, mühendishaneyi açıyor. Fransızca’dan kitaplar tercüme ediliyor. Öğrenci alınıyor. Tott, Osmanlı uleması ile geometriyi bilen birkaç kişiyi alarak sınav yapıyor. Sorulardan birisi; bir üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğu. Bir tek öğrenci çıkıp da 180 derecedir demiyor, üçgenin büyüklüğüne göre değişir diyor. Bu, bilgiyle değil, tahminle verilen bir cevap. İmam Rabbani’nin bir üçgenin iç açılarının toplamının bilmek neye yarar dediğini hatırlayalım, Osmanlı medresesinde de üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğu bilinmiyor. Ne olduğunu bilmeyince Haçlı gemilerine kaç dereceden, kaç enlem ve boylamdan top atışı yapacağınızı nasıl bileceksiniz? Mağlup olacaksınız. İşte geometrinin faydası. Mesela İbn-i Haldun 1332-1406 yani İmam Rabbani’den 250 yıl önce İbn-i Haldun, “Mukaddime” adlı muhteşem hala dünya sosyal bilimlerin baş eserlerinden biri olan kitabında, “Geometri bilmeyenin aklına da, imamına da itimad edilmez” diye yazıyor.
İbn-i Haldun’dan da önce 3,5 asır önce yaşamış olan İmam Fahrettin Razi “Geometri bilmek Müslümanlara farzdır çünkü geometri bilmeden kıblenin yönünü bile tayin edemezsiniz. Onun için geometri bilmek her Müslümana farzdır” diyor. Bir dönem İslam alimleri diyorlar ki geometri bilmek farzdır, geometri bilmeyenin aklına da, imanına da itimad edilmez. 250 yıl geçiyor, İmam Rabbani çıkıyor geometri bilmenin faydası yok diyor. Demek ki bir şeyler değişmiş. İşte bugün bilim nasıl gelişir sorusunun cevabı, Müslümanlar bilime bu kadar yakınken neden bilime imkan vermeyen bir karanlığa gömüldüler? Karanlıklar içindeki Avrupa hangi dinamitlerle bilimsel düşünceye yöneldi ve içlerinden Newton’lar, Descartes’lar çıktı, Einstein’lar çıktı? Bunun cevabını bilirsek günümüzde bilimsel düşüncenin nasıl gelişeceği konusunda da doğru bir sonuca varabiliriz.
Sorgulamak
Ortaçağ düşüncesi hem doğuda hem batıda tamamen Aristo’nun düşünce tarzının egemenliğindeydi. Aristo düşünce tarzına göre önce genel doğrular bilinir, sonra hayatta karşılaştığımız olaylar bu genel doğrularla izah edilir. Kur’an-ı Kerim’den bir ayet alırsınız, Atatürk’ten bir cümle alırsınız olayı onunla izah edersiniz. Çok beğendiğim sosyolog olan Max Weber’den bir cümle alırsınız olayları onunla izah edersiniz. Aristo’nun bilim anlayışına göre de bir takım yanılmaz otoriteler vardı. Aristo’ya göre bırakılan katı cisimler yere düşer çünkü katı cisimler topraktan gelmiştir ve tekrar toprağa gitmek ister. Kaç yıldır insanlık varsa yeryüzünde, bıraktığımız katı cisimler yere düşer. Aristo diyordi ki, “Alev ve sıcak gazlar güneşten gelmiştir, tekrar güneşe ulaşmak istiyorlar, onun için sıcak gazlar ve alev güneşe doğru yükseliyor.” Duman, gaz, alev hepsi yukarı yükseliyor. Bu bir doğrulama mantığı. Modern bilim doğrulama mantığına değil, yanlışlama mantığına dayanır. Halbuki bırakılan katı cisimlerin düşmesinin sebebi, onun toprağa gitme arzusu değil, yerçekimiydi. Newton, yerçekimini matematikle izah ederek, formulünü yazıyor. Bilimsel düşünceyle bilimsel olmayan düşünce arasındaki temel fark, bilimsel düşünce demek olaylar arasındaki sebep sonuç ilişkisini araştırmak demek. Aristo’nun yaptığı şey sebep-sonuç ilişkilerini araştırmak değil, önceden bütün verip olayları o bütüne göre o yanılmaz otoritenin söylediklerine göre izah etmekti. Karaölüm, Avrupa’daki nüfusun yarısını öldüren bir veba olduğu zaman kilise diyecek ki, bu Tanrı’nın gazabıdır, günahlar işliyorsunuz bundan dolayı insanlar ölüyor. Aristo düşüncesi ya da Karl Marx’ın dediği doğru. Bu dogmatik düşünce. İnsanlar baktılar ki papazlar da ölüyor karaölüm sırasında. Yavaş yavaş şüphe başladı. Bu şüphenin gelişmesinin de sosyolojik sebepleri var. Avrupa’da ticaret hızla gelişmişti, Akdeniz ticareti. Kanuni Sultan Süleyman’ın kapitülasyonları vermesinin sebebi Akdeniz ticaretini elde tutma isteğiydi. O zaman açısından son derece doğru bir tepki. ABD’den yılda 40 ton altın geliyor. Bu ciddi bir canlanma. Zihinler karışıyor, o karışan zihinler dogmaları sarstığı için bilimsel düşünceler ortaya çıkmaya başlıyor. 16. yüzyıl modern düşüncenin kurucu öncülerinin ortaya çıktığı 1610 Francis Bacon, Navon Organum üzerine Bilimin Kaynağı Deney ve Gözlem’dir, önceden ortaya konmuş teoriler ve dogmalar değildir diye kitabını yazıyor. Copenicus uzay cisimlerinin hareketlerini matematik kurallarına bağlı, tabiat kanunlarını anlatıyor. Modern astronomiyi ortaya koyuyor ve meşhur Galileo 1610 yılında iki evren sistemi hakkındaki teorisini dillendiriyor. Birisi Aristo’nun evren sistemi; önceden belirtilmiş doğrular, dogmalar açısından evrenin izahı. Galileo’nun savunduğu, dogmalardan şüphe ederek karşılaştığımız olayları deney ve gözlemle izah etmek. Descartes, bilim adamı değil, bir filozoftu. O da mantığın kurallarını “Metod Üzerine Konuşmalar”ında anlatıyor. Ondan sonra da klasik bilimin en büyük ismi Newton geliyor. Tabiatı felsefe, felsefeyi de matematik ilkeleri açısından izah eden bir bakış tarzı var Newton’un.
Descartes “Metod Üzerine Konuşmalar” adlı kitabını 1637 yılında yazdı. Türkçe’ye 1895 yılında Abdülhamit zamanında 250 yıl sonra çevrildi. Halbuki 11. yüzyılda İbn-i Rüşd akıl felsefesi üzerine yazdığı “Tehafü al-Tehafüt” kitabı ve Gazali’nin yazdığı “Tahafütü’l-Felasife” kitabı 50 yıl sonra Latince’ye çevrilmiş. O zaman telgraf yok, halbuki biz Decart’ı çevirmeye geciktiğimiz 250 yıl içerisinde telgraf var, tren, gazete, matbaa var. O zaman sadece kervan ticareti ile deniz ticareti ile iki dünya birbiriyle ilişkide bulunuyor. İslam dünyasında yazılan Gazali’nin ve İbn-i Rüşd’ün kitabı felsefe bilim kitapları yazıldıklarından 50 yıl sonra tercüme edildi. Bu bizim ne kadar geri kaldığımızı gösterir.
İngiliz filozof, materyalist Bertrand Russel’ın Türkçe’de yayınlanmış “İlimden Beklediklerimiz” adlı kitabından bir tespiti; Russel “Klasik Yunan düşüncesi bilimsel değildir, mantıkidir” diyor. Ondan sonra gelen İslam düşüncesi deney ve gözlem gibi iki bilimsel metodu yarattı, geliştirdi, ortaya koydu. Yunan düşüncesinde deney ve gözlem yok. Geometri var ama fizik düşüncesi Yunan’da yok. İslam dünyasında ise, fizik, kimya gibi deney ve gözlem gelişiyor. Russel önemli bir noktaya dikkat çekiyor. İslam dünyasında deney ve gözlem yani bilimin bu iki temeli ortaya konuldu ama bir şey eksik kaldı. Deney ve gözlemleri bir araya getirerek genel hükümler çıkarma, teori. Ortaçağ düşüncesinde bir takım genel doğrular var, hayati olayları o genel doğrulara göre yorumluyorsunuz. Halbuki modern bilimsel düşüncede bunu İslam’daki köklerinde deney ve gözlemle tümevarım yapmak için gidiyorsunuz ama İslam düşüncesi teoriye geçemediği için tümevarım yapamıyor.
TÜBİTAK yayınlarından “Genç Bilimadamına Öğütler” diye bir kitap çıktı. Kitapta, bir psikiyatriste giden hastanın örneği veriliyor. Hasta yorgunluktan yığılıp bayılıncaya kadar hiç durmadan kollarını sallıyor. Aşırı ritmik hareketlerin psikolojik sebepleri var. Doktor soruyor, “Neden hiç durmadan kollarınızı sallıyorsunuz?” Psikanaliz yaparak bilinçaltını öğrenmek istiyor. O da, “Yılanları çıyanları vahşi hayvanları kovalıyorum bu şekilde” diyor. Doktor “Burası New York, modern bir şehir, burada yılan, çıyan yok.” O da, “Gördünüz mü metodum ne kadar doğru. Ben kovdum onları” diyor. Burada zihnimizin içindekiyle, zihnimizin dışındaki farklı olması gibi bir problem karşımıza çıkıyor.
Sait Halim Paşa’dan Popper’e
Bizim düşünce tarihimizin büyük isimlerinden ve Osmanlı’nın son sadrazamlarından Sait Halim Paşa çok büyük bir düşünürdü. Onun “Buhranlarımız” adlı bir kitabı var. Orada diyor ki, “Şark düşüncesi daima zihnin eşyaya intikal etmesidir yani zihnimizin içinde ne varsa eşyayı o şekilde görürüz.” “Selvi boylu sevgilim”, hiç selvi boylu sevgili olur mu? Şark düşüncesi hep zihnin içindekini eşyaya yansıtıyor. Halbuki bizim muassır düşünceye ulaşmamız için bir de eşyanın zihnimize intikal etmesi lazım. Yanan alevin, sıcak gazların niye yükseldiği konusunda zihnimizin içindeki dogmayı ona yapıştırıp, izah etmek yerine, onun yükselişindeki sebepleri deney ve gözlemden öğrenerek zihnimizin içerisinde bir bilgi oluşmalı. Bu genelde insanlığın tümdengelim düşüncesinden, tümevarım düşüncesine geçişi ifade eder. Ancak tümevarım düşüncesinde de bir takım problemler ortaya çıktı. 19. yüzyılda Avrupa’ya bakıyorsunuz her yerde işçi hareketleri var. İşçi sınıfıyla ilgili bir genelleme yapıyorsunuz ya da İstanbul’da sadece gecekonduları geziyorsunuz. İstanbul’un her tarafı gecekondu diyorsunuz, genelleme yapıyorsunuz. Tümevarım düşüncesinde ideolojik yanılmalara yol açan problemler var. Bu noktada karşımıza Karl Popper çıkıyor. Popper’ın önemli kitapları Türkçe’ye çevrildi. Çağımızın en büyük bilim felsefecisi. O, bilimin doğruyu aramak değil, yanlışı aramak olduğunu söylüyor ve siz tabiatta kara renkli kargaları sayarsanız bütün kargaların kara renkli olduğu sonucuna varırsınız. Tümevarım yoluyla teker teker sayıyorsunuz. Bir tüme varıyorsunuz “Bütün kargalar siyahtır”. Halbuki beyaz renkli ya da başka renkli olabilir. Biz verdiğimiz hükmün doğru ya da yanlış olduğunu bilim açısından tespit etmek için bu bilginin sınanabilir olması gerekir. Bu bilginin yanlışlanabilir olması lazım. Mesela, “Bütün kargalar siyah renklidir” dediğimizde “Beyaz kargalar var mıdır?” diye araştırarak, beyaz kargalar yoksa, beyaz kargaların olduğu ispat edilinceye kadar bilimsel açıdan bütün kargalar siyahtır doğrudur ama başka renkli kargalar bulunduğu zaman bu teori yanlışlanır. Popper, büyük bilim kuramlarına da şüpheyle yaklaşmamız gerektiğini söylüyor. Psikanaliz metoduna şüpheyle yaklaşmak gerekir. Çünkü bu metod, metod olarak doğruysa bile, uygulandığı insanların niteliği bakımından bizi yanlışa götürebilir. Freud’un psikanaliz metodu, metodoloji olarak doğrudur ama kendisi 20. yüzyıla doğru değişen Alman burjuvazisinin psikolojik problemlerini incelediği için o çağa ve o topluma mahsus insan tipini evrenselleştirmişti.. Halbuki aynı metodla İngiltere’de, Fransa’da, Afrika’da psikanaliz yapsaydık başka sonuçlara varabilirdik. Bu bize Karl Popper’ın çok önemli bir uyarısı. Aynı şekilde Darwin teorisini de Popper, bilimin gelişmesi bakımından çok faydalı ama bir bilimsel hakikat olarak kabul edilemeyeceğini çünkü insanların maymundan geldiğini ispat etmenin de, gelmediğini ispat etmenin de mümkün olmadığını söylüyor.
Netice olarak çağımızda son 10 yıl içerisinde kaç tane icat yapıldığını saymanın imkanı bile yok. Bilim felsefesi konusunda yayınlanan kitapların kataloğunu çıkarmanın dahi imkanı yok. Bilim ve değer, bayrak, inançlarımız gibi, siyasi felsefemiz gibi şeyle bilimle ilgili değil, değerle ilgili alanlar. Karıştırmamak gerek. Bugün Türkiye bilimsel düşüncenin gelişmesi için köylülükten uzaklaşıp, şehirlileşme konusunda çok büyük mesafe kaydetti. İnsanların annelerinden, ninelerinden farklı şeyler görerek zihinlerinin tahrik edilmesi, zihnimizin çalışması, değişim fikrinin oluşması, çeşitlilik karşısında analitik düşüncenin gelişmiş olması, tıpkı 12. yüzyıla kadar İslam dünyasında bilimin gelişmesini sağlayan sosyal hareketlilik gibi, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da bilimin gelişmesini sağlayan sosyal hareketlilik gibi Türkiye’de de bu sosyal hareketlilik bilimin gelişeceği sosyolojik dinamitlerin harekete geçtiğini gösterir. Bu şekilde üniversitelerimizin olması, ben bilhassa özel üniversitelerin temelinde rekabet olduğu için çok değer veriyorum.
Atatürk zamanında çıkarılan bir kanun var, çocukların zorla okula götürülmesiydi. Bugün okumak isteyen çocuklara ise okul yetiştiremiyoruz. Bütün bunlar Türkiye’nin iyiye gitmekte olduğunu gösteriyor. Yeter ki biz dinimiz, felsefi inancımız, siyasi görüşümüz ne olursa olsun bilimin ortak alan olduğunu ayrı bir alan olduğunu kabul edelim ve artık bilim sahasında da dünyayla yarışmaya başlayalım. İhracat konusunda gelişmiş ülkelerle rekabet yapan Türkiye’nin artık bilim sahasında da rekabet edeceğine inanıyorum.
Taha Akyol’un öğrencilere önerdiği kaynaklar
İbn-i Haldun “Mukaddime”
Decart “Metod Üzerine Konuşmalar”
Adnan Adıvar “Tarih Boyunca Bilim ve Din”
Bertrand Russel “İlimden Beklediklerimiz”
P.B Medawar “Genç Bilimadamına Öğütler” TÜBİTAK yayınları
Sait Halim Paşa “Buhranlarımız”