DİNİ KATEGORİLER > İSLAMİ SORULARINIZ VE CEVAPLARI
İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri böyle bir söz söylemiş midir?
Mücteba:
http://www.sadakat.net/mektubat-i-rabbani/4287-266mektup.html
266. MEKTUP
***
Allah-ü Taâlâ, kadirdir, muhtardır. İcab şaibesinden münezzehtir. Istırar zannından dahi, beridir.
Ahmak felsefeciler, Vacib Taâlâ'dan ihtiyarı atıp, icabı isbata çalıştılar. (Yani: Tercihe Hakkı olmadığını, belli şeyleri yapmaya Mecbur olduğunu kabul ettiler.) Bunu da: Kemal icabıdır..
Şeklindeki bir zanna kapılarak yaptılar..
Bu sefihler, Vacib Taâlâ'yı muattal ve mühmel kıldılar. Yeri ve semaları yaratan Yüce Zat'tan:
— Yaratılmış olanlardan başka bir şey sudur etmemiştir. Dediler. Bu söz dahi, onlardan icab sebebi ile çıkmıştır. Ayrıca bunlar, yaratılmışların varlığını akl-ı faale (bir bakıma mcieke kesb eden akıla) bağlamışlardır. Bu tür akıl dahi, vehimlerinden başka bir yerde sabit olmadığı gibi, kendilerine yaptığı bir şey de yoktur. Onların fasit inançlarında Yüce Sübhan Hakka karşı bir alâka dahi yoktur. Bunun için de, mustar kaldıkları zaman, akl-ı faale iltica ederler; asla Yüce Sübhan Hakka müracaat etmezler. Zira onların fasit zanlarına göre; Yüce Sübhan Hakkın hadiselerin meydana gelmesinde bir dahli yoktur. Fasit zanlarına göre: Hadiselere icad eden, o akl-ı faaldir.
Onların bu fasit zanlarına göre: Akl-ı faale dahi müracaat etmemeleri gerekir; zira onun da, belâlarını def etmekte bir ihtiyarı yoktur.
Bu şakiler, fesatta ve ahmaklıkta, dalâletteki fırkaların tümünden ileridirler. Zira, küffar, Allah-ü Taâlâ'ya iltica eder; belânın defini ondan taleb ederler. Amma, bu sefihler öyle değildir.
Diğer dalâlette kalan erbab-ı belâhet fırkalara nazaran, bunlarda iki şey fazladan vardır:
BİRİNCİSİ: Ahkâm-ı münzeleyi inkâr eder kâfir olurlar. Peygamberlerin haberlerine inatlasın düşman olurlar..
İKİNCİSİ: Tehlikeli maksat ve taleplerinin isbatı için, batıl şahid ve deliller uydurup fasit mukaddimeler tertip ederler..
Maksatlarının isbatı için, bunlardan sudur eden fesat, asla hiç bir sefihten sudur etmemiştir.
Şöyle ki: Bunlar, işlerin oluşunu, semaların ve yıldızların harekeline ve vaziyetlerine bağlamışlardır. Halbuki semalar ve yıldızlar, bütün vakitlerde mustarip ve mütaharriktirler. Böylece, gözlerini, semaları yaratandan, yıldızlan icad edip hareket ettiren ve kendi işlerini dahi tedbir eden Yüce Zat'tan yummuşlardır. Hadiselerin oluşunu. Yüce Zat'a dayandırmayı uzak bulmuş, ondan yüz çevirmişlerdir.
Bunların, akıldan uzaklığı o kadar çok ki!. Bunların hizlanda kalışları, saadetten mahrum oluşları o kadar şaşırtıcı ki!..
Bunlardan daha sefihi ve daha ahmakı dahi, onları zeki ve erbab-ı fatanet sayanlardır.
Bunların muntazam ilimleri arasında hendese ilmi vardır. Bu dahi, anlatılan manada bir şey vermez; geçerli bir yanı da asla yoktur.
Üçgen şeklin toplamı, üç dik çizginin ikisine müsavi olması, ne şeye lâzım olur ve faydası nedir?.
Canları mesabesinde tuttukları şekl-i arusî ve şekl-i memuni hangi garaza bağlıdır?.
Tıp ilmi, nücum ilmi, ahlâkı güzelleştirmek ilmi, bunların en şerefli ilimleri arasında sayılır. Amma, bunların her biri geçmişte gelen peygamberlerin kitaplarından aşırılmıştır. Resulûllah efendimize ve onlara salât selâm.. Bunlarla, batıl işlerini terviç ettirmeye girişmişlerdir.
Nitekim, İmam-ı Gazali Rh. Elmünkızü mined-dalâl adlı eserinde bunları sarahaten anlatmıştır.
Delillerde ve burhanlarda, şeriat ehli ve peygamberlere tabi olanların yanılması pek zararlı olmaz. Zira, bunların esas işlerinin dayanağı, peygamberlere mü'cabaattir. Zira bunlar ancak, delilleri ve burhanları; yüksek taleplerini isbat için getirirler ki bu: Teberru yolludur. (Yani: Hiç de kendilerine böyle bir şey vacip değildir.) Halbuki, onlara yeterli olan, o büyük zatlara uymaktır.
Bu şakilere gelince, boyunlarını uymak bağından sıyırdılar; delillerle de isbat yoluna saptılar. Böylelikle de, hem dalâlette kaldılar; hem de başkalarını dalâlete sürüklediler..
Eflatun, bu hizlanda kalanların en büyükleri idi. İsa'nın a.s. daveti kendisine ulaştığı zaman, şöyle dedi:
— Bizler, hidayeti bulmuşuz; bize hidayet edecek kimseye ihtiyacımız yoktur.
— (Yahut şöyle demiştir:
— Biz tehzip olmuş (pâklenmiş) kimseleriz; bizi tehzip edecek kimseye ihtiyacımız yoktur.)
Bu ne sefihlik, bu ne şekavet!. Şu cihetten ki: Bir şahsı duyuyor ki; ölüleri diriltiyor, anadan doğma körün gözünü açıyor, abraş illetine tutulanı iyi ediyor. Bütün bunlar da, onların hikmetlerinin dışındadır. Bununla beraber, üstteki cevabı veriyor. Hem de hiç görmeden, halini inceleyip anlamadan, siretini mülâhaza etmeden.. Böyle biri ise., inadın ve sefahetin bütünüyle kendisinde bulunmasından ileri gelir..
Bir şiir:
Sefihliktir felsefe ekseriyetle, hem de;
Tümü, zira her hüküm ekseriyetedir de..
Allah-ü Taâlâ, onların kötü itikadlarının zulmetinden bizleri kurtarsın..
***
Fatihan:
Taha Akyol'a bir köşe yazısında aklıma takılan bir mevzudan dolayı e-mail göndermiştim.Kısa sürede dönüş yapıyor. Kendisine sorulursa tam olarak nereden aldığını (yayınevi, basım tarih vs) söyleyecektir diye umuyorum.
Mücteba:
--- Alıntı yapılan: Fatihan - 20 Aralık 2010, 15:38:36 ---Taha Akyol'a bir köşe yazısında aklıma takılan bir mevzudan dolayı e-mail göndermiştim.Kısa sürede dönüş yapıyor. Kendisine sorulursa tam olarak nereden aldığını (yayınevi, basım tarih vs) söyleyecektir diye umuyorum.
--- Alıntı sonu ---
Taha Akyol, Kadir Has Üniversitesi öğrencileriyle buluşmasında bilim tarihi ve felsefeye ağırlık verdi. Akyol, her üniversite öğrencisinin politik, ideolojik idmanlardan önce, bilime ve bilim tarihine ilgi duyması gerektiğini ifade ederek, kendisini bu alanda geliştirmesine yardımcı olan kaynakların bir dökümünü de çıkardı. İşte, Taha Akyol’un söyleşide anlattıkları:
İnsanların akıl ve hoşgörüden ziyade önyargıyla yaklaştığı konular var. Böyle kaliteli, vasıflı bir üniversiteye ve genelde üniversite öğrencisine yakışan şey, sanıyorum herşeyden önce bütün politik, ideolojik idmanlardan önce bilime, bilim tarihine, bilimin ne olduğuna ilgi duymak.
Bilim tarihinin temposu artıyor
Milattan önce 6000 yılıyla, M.S 1663 yılı arasındaki 7660 sene içinde 10 temel icat yapıldı. M.Ö 6000 yılı olmasının sebebi, araba tekerliğinin o zaman keşfedilmiş olması. Bu, çok önemli bir gelişme. Bir bakıma modern çağın habercisi olan bir başka keşif ise, elektriğin varlığının keşfedilmesi. Bu 8 bin yıla yakın zaman içerisine 10 temel icat sığdı; araba tekerleğinin keşfi gibi. 1663 yılında İngiltere’de elektrik ile tabiatta bir kuvvetin olduğu keşfedildi. 1663 yılından 1896 telsiz telgrafın icadına kadar geçen 250 yıl içinde 20 temel icat yapıldı. 8 bin yıl içinde 10 icat, 250 yıl içerisinde 20 icat. 1690’da buhar kazanı keşfedildi. 1799’da ilk elektrikli pil yapıldı. 1803 yılında buharlı gemi yapıldı. 250 yılda bu şekilde 20 icat yapıldı.
1904-1960 yılları arasındaki 54 yıl içerisinde 40 icat yapıldı. İcat deyince bu sayıları arttırmak mümkün ama başlangıç icatları mesela; fotoğraf makinasının yapılmasını icat sayıyoruz ama renkli fotoğrafın yapılmasını bu sıralamaya katmıyoruz. 1904 yılını başlangıç almamın sebebi; elektron tüpünün bu yılda yapılması.1905 yılında 26 yaşındaki Einstein “İzafiyet Teorisi”ni keşfetti. Ömrünün sonuna kadar bu teori üzerinde çalıştı. “Ben teorimi ortaya attım, keşfettim, dünyada bana hayran oldu” deyip kenara çekilmiyor. Bu teoriye ömrünü veriyor ve başlangıçta ortaya koyduğu teorinin nereleri yanlış diye araştırıyor. Bir hususu “nereleri yanlış” diye araştırmak bilim tarihinde bir başlangıçtı. Nereleri doğru diye araştıran Ortaçağ anlayışı da, nereleri yanlış diye araştırmaya yönelen analitik düşünce bakımından bir dönüm noktası. 1927 yılında sesli sinema var ama renkli sinema yok. 1927 yılında Atlantik, uçakla geçilmiş. 1942’de atom enerjisi, 1946’da bir makina halinde bilgisayar yapılmış. 1947’de ses duvarı aşılmış.
Dünyayla aramızdaki fark
Bilim tarihinde temponun giderek arttığını görüyoruz. Bir camiye giderseniz Cuma namazında imam efendinin bilimi çok övdüğünü duyabilirsiniz. Kur’an’dan ve peygamberimizin hadislerinden alıntılar yaparak bilimi övecektir. Bilimi övmek, bilimi anlamak anlamına gelmiyor. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü tekrarlamak da, tıpkı Kur’an’ın ve peygamberimizin bilimi öven ifadelerini tekrarlamak gibi. Bilimin ne olduğunu anlamıyorsak, bilim felsefesi, bilimsel düşünce, eleştirel, analitik düşünce konusunda zihnimizde bir şeyler yoksa slogandan öteye gitmiyor söylediklerimiz. İnsanlığın bilimsel düşünceye bir hayli gecikerek ulaştığını ve bilimsel düşünce dediğimiz şeyin de sürekli değiştiğini görüyoruz. Bundan 100 yıl önceki bilimsel düşünce Einstein öncesi, Kuantum fiziği öncesi determenizme dayanan bilimsel düşünce başka şey, bugün başka şey. Bilim tarihinde en önemli icatlardan birisi matbaa. Avrupa’da 15. asırda bir milyon tane matbaa vardı. Bugün, yeryüzünde 2 milyar matbaa var. 5 milyar nüfus, 2 milyar matbaa. Buna Babıali’de gördüğümüz türden küçük basım cihazları da dahil. Matbaadaki bu muazzam gelişme bize bir şeyi gösteriyor. İnsanlık kol gücünden kafa gücüne geçiyor. Bunun en büyük göstergelerinden biri de matbaa. ABD’de 1900 yılında nüfusun yüzde 31’i köylü. Bugünkü Türkiye’de nufüsün yüzde 31’i köylü. İşte, 1100 yıllık sosyolojik fark. 1968 yılına geldiğimizde ABD’de köylü nüfusu 4.6’ya düşüyor. Bunun Türkiye’de nüfusun yüzde 31’i, 35’i köylü olduğuna göre modern toplum haline gelmemiz bu nüfusun yüzde 10’un altına düşürmeyi gerektirdiğine göre daha ne kadar çok büro, ofis, fabrika açmamız, ne kadar çok konut yapmamız, ne kadar çok okul açmamız ve 1 milyon civarındaki köylüye ne kadar istihdam yaratmamız gerektiğini gösteriyor. Bu da para ve sermaya meselesi.
Bilimsel ve teknik eleman, çalışan nüfus içerisinde 10 bin kişiye düşen teknik eleman yüzdesi 1900’lü yıllarda ABD’de 4.7, 1968’de 13.6’ya çıkmış. Bugün Türkiye’de 4.2’dir. Bu olay bilimin, bilimsel düşüncenin, ekonominin, kalkınmanın, çağdaşlamanın bir yapısal, zihin değişikliği olduğunu, bir meslek değişimi olduğunu gösterir.
Nedenler
Bilim tarihi deyince sormamız gereken konu da, bizim ve İslam dünyasının genelde Asya, Afrika’nın niye geri kaldığı ve modern bilimin neden Avrupa’da doğduğu. Avrupa’da niye bilimsel düşünce dini taassubu aşacak bir canlılık gösterdi de, bizde bir Newton’u çıkaran bir canlılık görülmedi diye sormalıyız. 1563-1625 yılları arasında yaşamış olan Pakistanlı, İmam Rabbani’nin halen piyasada satılmakta olan “Mektubat” tan “Onların (filozofların) akla dayanan düzgün ilimlerinden biri geometridir ki ne dünya saadetine, ne edebi kurtuluşa hiçbir faidesi yoktur. Bir üçgenin üç iç açısının toplamının, 2 dik açıya ya da 180 dereceye eşit olduğunu bilmek kime ne kazandırır.” İmam Rabbani’nin 17.yüzyılda geometri hakkındaki söyledikleri o çağda bilime nasıl bakıldığının bir örneği.
Osmanlı reform tarihinden Denizcilik Mühendis Okulu’nun kurucusu Avrupalı uzman Baron De Tott’un hatıralarından bir bölüm: Sultan 3. Mustafa en büyük Osmanlı padişahlarından biriydi, reformmistti. 3. Selim’i yetiştiren ileri fikirli bir padişahtı. Devletin çöküşünden ızdırap duyan bir padişahtı. Baron de Tottt’u çağırıyor, diyor ki bana modern bir mühendishane yap. Geometriyi esas alan bir mühendishane yap.Tott, mühendishaneyi açıyor. Fransızca’dan kitaplar tercüme ediliyor. Öğrenci alınıyor. Tott, Osmanlı uleması ile geometriyi bilen birkaç kişiyi alarak sınav yapıyor. Sorulardan birisi; bir üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğu. Bir tek öğrenci çıkıp da 180 derecedir demiyor, üçgenin büyüklüğüne göre değişir diyor. Bu, bilgiyle değil, tahminle verilen bir cevap. İmam Rabbani’nin bir üçgenin iç açılarının toplamının bilmek neye yarar dediğini hatırlayalım, Osmanlı medresesinde de üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğu bilinmiyor. Ne olduğunu bilmeyince Haçlı gemilerine kaç dereceden, kaç enlem ve boylamdan top atışı yapacağınızı nasıl bileceksiniz? Mağlup olacaksınız. İşte geometrinin faydası. Mesela İbn-i Haldun 1332-1406 yani İmam Rabbani’den 250 yıl önce İbn-i Haldun, “Mukaddime” adlı muhteşem hala dünya sosyal bilimlerin baş eserlerinden biri olan kitabında, “Geometri bilmeyenin aklına da, imamına da itimad edilmez” diye yazıyor.
İbn-i Haldun’dan da önce 3,5 asır önce yaşamış olan İmam Fahrettin Razi “Geometri bilmek Müslümanlara farzdır çünkü geometri bilmeden kıblenin yönünü bile tayin edemezsiniz. Onun için geometri bilmek her Müslümana farzdır” diyor. Bir dönem İslam alimleri diyorlar ki geometri bilmek farzdır, geometri bilmeyenin aklına da, imanına da itimad edilmez. 250 yıl geçiyor, İmam Rabbani çıkıyor geometri bilmenin faydası yok diyor. Demek ki bir şeyler değişmiş. İşte bugün bilim nasıl gelişir sorusunun cevabı, Müslümanlar bilime bu kadar yakınken neden bilime imkan vermeyen bir karanlığa gömüldüler? Karanlıklar içindeki Avrupa hangi dinamitlerle bilimsel düşünceye yöneldi ve içlerinden Newton’lar, Descartes’lar çıktı, Einstein’lar çıktı? Bunun cevabını bilirsek günümüzde bilimsel düşüncenin nasıl gelişeceği konusunda da doğru bir sonuca varabiliriz.
Sorgulamak
Ortaçağ düşüncesi hem doğuda hem batıda tamamen Aristo’nun düşünce tarzının egemenliğindeydi. Aristo düşünce tarzına göre önce genel doğrular bilinir, sonra hayatta karşılaştığımız olaylar bu genel doğrularla izah edilir. Kur’an-ı Kerim’den bir ayet alırsınız, Atatürk’ten bir cümle alırsınız olayı onunla izah edersiniz. Çok beğendiğim sosyolog olan Max Weber’den bir cümle alırsınız olayları onunla izah edersiniz. Aristo’nun bilim anlayışına göre de bir takım yanılmaz otoriteler vardı. Aristo’ya göre bırakılan katı cisimler yere düşer çünkü katı cisimler topraktan gelmiştir ve tekrar toprağa gitmek ister. Kaç yıldır insanlık varsa yeryüzünde, bıraktığımız katı cisimler yere düşer. Aristo diyordi ki, “Alev ve sıcak gazlar güneşten gelmiştir, tekrar güneşe ulaşmak istiyorlar, onun için sıcak gazlar ve alev güneşe doğru yükseliyor.” Duman, gaz, alev hepsi yukarı yükseliyor. Bu bir doğrulama mantığı. Modern bilim doğrulama mantığına değil, yanlışlama mantığına dayanır. Halbuki bırakılan katı cisimlerin düşmesinin sebebi, onun toprağa gitme arzusu değil, yerçekimiydi. Newton, yerçekimini matematikle izah ederek, formulünü yazıyor. Bilimsel düşünceyle bilimsel olmayan düşünce arasındaki temel fark, bilimsel düşünce demek olaylar arasındaki sebep sonuç ilişkisini araştırmak demek. Aristo’nun yaptığı şey sebep-sonuç ilişkilerini araştırmak değil, önceden bütün verip olayları o bütüne göre o yanılmaz otoritenin söylediklerine göre izah etmekti. Karaölüm, Avrupa’daki nüfusun yarısını öldüren bir veba olduğu zaman kilise diyecek ki, bu Tanrı’nın gazabıdır, günahlar işliyorsunuz bundan dolayı insanlar ölüyor. Aristo düşüncesi ya da Karl Marx’ın dediği doğru. Bu dogmatik düşünce. İnsanlar baktılar ki papazlar da ölüyor karaölüm sırasında. Yavaş yavaş şüphe başladı. Bu şüphenin gelişmesinin de sosyolojik sebepleri var. Avrupa’da ticaret hızla gelişmişti, Akdeniz ticareti. Kanuni Sultan Süleyman’ın kapitülasyonları vermesinin sebebi Akdeniz ticaretini elde tutma isteğiydi. O zaman açısından son derece doğru bir tepki. ABD’den yılda 40 ton altın geliyor. Bu ciddi bir canlanma. Zihinler karışıyor, o karışan zihinler dogmaları sarstığı için bilimsel düşünceler ortaya çıkmaya başlıyor. 16. yüzyıl modern düşüncenin kurucu öncülerinin ortaya çıktığı 1610 Francis Bacon, Navon Organum üzerine Bilimin Kaynağı Deney ve Gözlem’dir, önceden ortaya konmuş teoriler ve dogmalar değildir diye kitabını yazıyor. Copenicus uzay cisimlerinin hareketlerini matematik kurallarına bağlı, tabiat kanunlarını anlatıyor. Modern astronomiyi ortaya koyuyor ve meşhur Galileo 1610 yılında iki evren sistemi hakkındaki teorisini dillendiriyor. Birisi Aristo’nun evren sistemi; önceden belirtilmiş doğrular, dogmalar açısından evrenin izahı. Galileo’nun savunduğu, dogmalardan şüphe ederek karşılaştığımız olayları deney ve gözlemle izah etmek. Descartes, bilim adamı değil, bir filozoftu. O da mantığın kurallarını “Metod Üzerine Konuşmalar”ında anlatıyor. Ondan sonra da klasik bilimin en büyük ismi Newton geliyor. Tabiatı felsefe, felsefeyi de matematik ilkeleri açısından izah eden bir bakış tarzı var Newton’un.
Descartes “Metod Üzerine Konuşmalar” adlı kitabını 1637 yılında yazdı. Türkçe’ye 1895 yılında Abdülhamit zamanında 250 yıl sonra çevrildi. Halbuki 11. yüzyılda İbn-i Rüşd akıl felsefesi üzerine yazdığı “Tehafü al-Tehafüt” kitabı ve Gazali’nin yazdığı “Tahafütü’l-Felasife” kitabı 50 yıl sonra Latince’ye çevrilmiş. O zaman telgraf yok, halbuki biz Decart’ı çevirmeye geciktiğimiz 250 yıl içerisinde telgraf var, tren, gazete, matbaa var. O zaman sadece kervan ticareti ile deniz ticareti ile iki dünya birbiriyle ilişkide bulunuyor. İslam dünyasında yazılan Gazali’nin ve İbn-i Rüşd’ün kitabı felsefe bilim kitapları yazıldıklarından 50 yıl sonra tercüme edildi. Bu bizim ne kadar geri kaldığımızı gösterir.
İngiliz filozof, materyalist Bertrand Russel’ın Türkçe’de yayınlanmış “İlimden Beklediklerimiz” adlı kitabından bir tespiti; Russel “Klasik Yunan düşüncesi bilimsel değildir, mantıkidir” diyor. Ondan sonra gelen İslam düşüncesi deney ve gözlem gibi iki bilimsel metodu yarattı, geliştirdi, ortaya koydu. Yunan düşüncesinde deney ve gözlem yok. Geometri var ama fizik düşüncesi Yunan’da yok. İslam dünyasında ise, fizik, kimya gibi deney ve gözlem gelişiyor. Russel önemli bir noktaya dikkat çekiyor. İslam dünyasında deney ve gözlem yani bilimin bu iki temeli ortaya konuldu ama bir şey eksik kaldı. Deney ve gözlemleri bir araya getirerek genel hükümler çıkarma, teori. Ortaçağ düşüncesinde bir takım genel doğrular var, hayati olayları o genel doğrulara göre yorumluyorsunuz. Halbuki modern bilimsel düşüncede bunu İslam’daki köklerinde deney ve gözlemle tümevarım yapmak için gidiyorsunuz ama İslam düşüncesi teoriye geçemediği için tümevarım yapamıyor.
TÜBİTAK yayınlarından “Genç Bilimadamına Öğütler” diye bir kitap çıktı. Kitapta, bir psikiyatriste giden hastanın örneği veriliyor. Hasta yorgunluktan yığılıp bayılıncaya kadar hiç durmadan kollarını sallıyor. Aşırı ritmik hareketlerin psikolojik sebepleri var. Doktor soruyor, “Neden hiç durmadan kollarınızı sallıyorsunuz?” Psikanaliz yaparak bilinçaltını öğrenmek istiyor. O da, “Yılanları çıyanları vahşi hayvanları kovalıyorum bu şekilde” diyor. Doktor “Burası New York, modern bir şehir, burada yılan, çıyan yok.” O da, “Gördünüz mü metodum ne kadar doğru. Ben kovdum onları” diyor. Burada zihnimizin içindekiyle, zihnimizin dışındaki farklı olması gibi bir problem karşımıza çıkıyor.
Sait Halim Paşa’dan Popper’e
Bizim düşünce tarihimizin büyük isimlerinden ve Osmanlı’nın son sadrazamlarından Sait Halim Paşa çok büyük bir düşünürdü. Onun “Buhranlarımız” adlı bir kitabı var. Orada diyor ki, “Şark düşüncesi daima zihnin eşyaya intikal etmesidir yani zihnimizin içinde ne varsa eşyayı o şekilde görürüz.” “Selvi boylu sevgilim”, hiç selvi boylu sevgili olur mu? Şark düşüncesi hep zihnin içindekini eşyaya yansıtıyor. Halbuki bizim muassır düşünceye ulaşmamız için bir de eşyanın zihnimize intikal etmesi lazım. Yanan alevin, sıcak gazların niye yükseldiği konusunda zihnimizin içindeki dogmayı ona yapıştırıp, izah etmek yerine, onun yükselişindeki sebepleri deney ve gözlemden öğrenerek zihnimizin içerisinde bir bilgi oluşmalı. Bu genelde insanlığın tümdengelim düşüncesinden, tümevarım düşüncesine geçişi ifade eder. Ancak tümevarım düşüncesinde de bir takım problemler ortaya çıktı. 19. yüzyılda Avrupa’ya bakıyorsunuz her yerde işçi hareketleri var. İşçi sınıfıyla ilgili bir genelleme yapıyorsunuz ya da İstanbul’da sadece gecekonduları geziyorsunuz. İstanbul’un her tarafı gecekondu diyorsunuz, genelleme yapıyorsunuz. Tümevarım düşüncesinde ideolojik yanılmalara yol açan problemler var. Bu noktada karşımıza Karl Popper çıkıyor. Popper’ın önemli kitapları Türkçe’ye çevrildi. Çağımızın en büyük bilim felsefecisi. O, bilimin doğruyu aramak değil, yanlışı aramak olduğunu söylüyor ve siz tabiatta kara renkli kargaları sayarsanız bütün kargaların kara renkli olduğu sonucuna varırsınız. Tümevarım yoluyla teker teker sayıyorsunuz. Bir tüme varıyorsunuz “Bütün kargalar siyahtır”. Halbuki beyaz renkli ya da başka renkli olabilir. Biz verdiğimiz hükmün doğru ya da yanlış olduğunu bilim açısından tespit etmek için bu bilginin sınanabilir olması gerekir. Bu bilginin yanlışlanabilir olması lazım. Mesela, “Bütün kargalar siyah renklidir” dediğimizde “Beyaz kargalar var mıdır?” diye araştırarak, beyaz kargalar yoksa, beyaz kargaların olduğu ispat edilinceye kadar bilimsel açıdan bütün kargalar siyahtır doğrudur ama başka renkli kargalar bulunduğu zaman bu teori yanlışlanır. Popper, büyük bilim kuramlarına da şüpheyle yaklaşmamız gerektiğini söylüyor. Psikanaliz metoduna şüpheyle yaklaşmak gerekir. Çünkü bu metod, metod olarak doğruysa bile, uygulandığı insanların niteliği bakımından bizi yanlışa götürebilir. Freud’un psikanaliz metodu, metodoloji olarak doğrudur ama kendisi 20. yüzyıla doğru değişen Alman burjuvazisinin psikolojik problemlerini incelediği için o çağa ve o topluma mahsus insan tipini evrenselleştirmişti.. Halbuki aynı metodla İngiltere’de, Fransa’da, Afrika’da psikanaliz yapsaydık başka sonuçlara varabilirdik. Bu bize Karl Popper’ın çok önemli bir uyarısı. Aynı şekilde Darwin teorisini de Popper, bilimin gelişmesi bakımından çok faydalı ama bir bilimsel hakikat olarak kabul edilemeyeceğini çünkü insanların maymundan geldiğini ispat etmenin de, gelmediğini ispat etmenin de mümkün olmadığını söylüyor.
Netice olarak çağımızda son 10 yıl içerisinde kaç tane icat yapıldığını saymanın imkanı bile yok. Bilim felsefesi konusunda yayınlanan kitapların kataloğunu çıkarmanın dahi imkanı yok. Bilim ve değer, bayrak, inançlarımız gibi, siyasi felsefemiz gibi şeyle bilimle ilgili değil, değerle ilgili alanlar. Karıştırmamak gerek. Bugün Türkiye bilimsel düşüncenin gelişmesi için köylülükten uzaklaşıp, şehirlileşme konusunda çok büyük mesafe kaydetti. İnsanların annelerinden, ninelerinden farklı şeyler görerek zihinlerinin tahrik edilmesi, zihnimizin çalışması, değişim fikrinin oluşması, çeşitlilik karşısında analitik düşüncenin gelişmiş olması, tıpkı 12. yüzyıla kadar İslam dünyasında bilimin gelişmesini sağlayan sosyal hareketlilik gibi, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da bilimin gelişmesini sağlayan sosyal hareketlilik gibi Türkiye’de de bu sosyal hareketlilik bilimin gelişeceği sosyolojik dinamitlerin harekete geçtiğini gösterir. Bu şekilde üniversitelerimizin olması, ben bilhassa özel üniversitelerin temelinde rekabet olduğu için çok değer veriyorum.
Atatürk zamanında çıkarılan bir kanun var, çocukların zorla okula götürülmesiydi. Bugün okumak isteyen çocuklara ise okul yetiştiremiyoruz. Bütün bunlar Türkiye’nin iyiye gitmekte olduğunu gösteriyor. Yeter ki biz dinimiz, felsefi inancımız, siyasi görüşümüz ne olursa olsun bilimin ortak alan olduğunu ayrı bir alan olduğunu kabul edelim ve artık bilim sahasında da dünyayla yarışmaya başlayalım. İhracat konusunda gelişmiş ülkelerle rekabet yapan Türkiye’nin artık bilim sahasında da rekabet edeceğine inanıyorum.
Taha Akyol’un öğrencilere önerdiği kaynaklar
İbn-i Haldun “Mukaddime”
Decart “Metod Üzerine Konuşmalar”
Adnan Adıvar “Tarih Boyunca Bilim ve Din”
Bertrand Russel “İlimden Beklediklerimiz”
P.B Medawar “Genç Bilimadamına Öğütler” TÜBİTAK yayınları
Sait Halim Paşa “Buhranlarımız”
Mücteba:
Sual:
Aşağıda gösterilen İmam-ı Rabbani hazretlerine ait ifadeyi Taha Akyol Bilim ve Yanılgı kitabında tenkit ediyor. Bu söz doğru mudur? Doğru ise nasıl anlamak gerekir? "Onların akla dayanan, düzgün ilimlerinden biri geometridir ki, ne dünya saadetine ne de ebedi kurtuluşa faidesi yoktur. Bir üçgenin üç iç açısının toplamı iki dik açıya ( 180 dereceye ) eşittir demek ve bunu isbatlamak insanlığa ne kazandırır!"
Cevap;
Hendese (geometri) din ilimlerinden ayrı bir ilim değildir. Vaktiyle medreselerde Arapça alet ilimleri yanında mantık ile beraber ona paralel hendese de okutulurdu. Hatta “Hendese ilm-i fıkhın mîzânıdır, Kim ânı kem eyleye, nâsın çingânıdır” beyiti vaktiyle bazı medreselerin duvarına asılırdı. [Geometri, fıkıh ilminin terazisi, ölçüsüdür. Kim onu aşağı görürse, insanların aşağısıdır manasındadır.] Zamanın en büyük âlimlerinden ve müceddidlerin en önde geleni kabul edilen, kelâmda müctehidlik mertebesine ulaşmış İmam Rabbânî hazretlerinin burada gaflete düşmesi beklenir mi? Öyleyse İmam Rabbânî hazretleri 1. Cild Mektubat’ın 266. Mektubunda geçen bu özü niçin söylemiştir? Bunun için mektubun bu sözden öncesini okumak kâfidir. Burada Allah’ın dünya hâdiselerinin meydana gelmesindeki rolünü inkâr eden felsefecilerin iddiaları ağır bir şekilde reddedilirken, bunların dayandığı metodlar çürütülmektedir. İmam Rabbânî hazretleri diyor ki:
"Allahü teâlâ, Kâdir-i muhtârdır. [Ya’nî dilediğini yapabilir. Tabî’at kuvvetleri gibi, elbette işi yapmağa] mecbur değildir. Eski Yunan felsefecileri, akılları ermediğinden, kemal, büyüklük, mecbur olmakta, her halde yapabilmektedir deyip, Allahü teâlânın ihtiyarını, yani seçmesini inkâr ettiler. Yapmağa mecburdur dediler. Bu ahmaklar, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmağa mecbur olmuş ve sonra başka bir şey yaratmamıştır dedi. Bu uydurma şeye de, akl-ı feâl deyip, her şeyi bu yapıyor dediler. Akl-ı feâl dedikleri şey de, yalnız onların vehmlerinde, hayallerinde olan bir şeydir. Bunların bozuk inanışlarına göre, Allahü teâlâ hiçbir şey yapmıyor. İnsan sıkışınca, bunalınca, akl-ı feâle yalvarır. Allahü teâlâdan bir şey istemez. Çünki Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur. Her şeyi yapan, yaratan akl-ı feâldir derler. Hatta akl-ı feâle de yalvarmazlar. Çünki onu kendilerinden belâları gidermekte irade ve ihtiyar sahibi bilmezler. Bu nasipsizler, ahmaklıkta, sersemlikte, sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar. Kâfirler, her işlerinde Allahü teâlâya sığınıyor. Belâların giderilmesini ondan istiyorlar. Bu alçaklar ise, böyle değildir. Bu nasipsizlerde iki şey, sapık ve ahmak fırkaların hepsinden daha çoktur. Bunlardan biri, Allahü teâlânın gönderdiği haberlere inanmıyorlar. Peygamberlerin bildirdiklerine inat ve düşmanlık ediyorlar. İkincisi, bozuk ön fikirler ileri sürüyor. Asılsız, çürük deliller, şahitler göstererek, boş, sapık düşüncelerini ispata kalkışıyorlar. Bozuk düşüncelerini ispat için öyle yanılıyorlar ki, hiçbir alçak böyle yanlış, çürük şey yapmamıştır. Dünyada olan her işi, durmadan giden, dönen göklerin ve yıldızların değişmeleri ve vaziyetleri yapıyor diyorlar. Gökleri yaratanı ve yıldızları icad edeni ve hepsini hareket ettireni ve aralarında nizam kuranı görmüyorlar. Bunu bir şeye karışmaz sanıyorlar. Ne kadar ahmaktırlar! Ne kadar alçaktırlar! Bunları akıllı bilen, sözlerine inanan ise, bunlardan daha alçaktır. Onların akla dayanan, düzgün ilimlerinden biri geometridir ki, ne dünya saadetine, ne de ebedî kurtuluşa faydası yoktur. Bir üçgenin, üç iç açısının toplamı, iki dik açıya müsâvîdir demek ve bunu isbatlamak, insanlığa ne kazandırır!"
Görülüyor ki felsefeciler her şeyi akıl ve mantık çerçevesinde isbat ve kabul ettikleri için, Allah’ın varlığını mecburen kabul ettikten sonra, kâinattaki hâdiselerde Allah’ın rolü olmadığını, her şeyin akıl ve mantık kâideleri çerçevesinde kendiliğinden cereyan ettiğini söylemektedir. Bunlara göre “Evlilik olmadan çocuk dünyaya gelemez. Aksi, akla ve mantığa aykırıdır. Bunu Allah bile değiştiremez. Çünki tabiat hâdiseleri sebepler meyanında cereyan eder”. Halbuki Allah dilerse babasız, hatta annesiz ve babasız insan yaratabilir. İşte İmam Rabbânî hazretleri, felsefecilerin böyle söylerken dayandıkları en mühim istinad noktası olan geometrinin bu gibi girift meselelerde söyleyecek bir sözü olmadığını, her şeyi tek başına geometri (mantık) ile izaha kalkışmanın insanları saadete götüremeyeceğini izah etmektedir. Nitekim Mektubat’ı tercüme ve şerh eden merhum Hüseyn Hilmi Işık burayı izah ederken köşeli parantez içinde şöyle diyor: “Fen bilgileri, modern makinalar ve elektronik âletler ve yeni bulunan her şey, Allah’ın Peygamberi’ne uyarak kalbleri temizlenmiş, ahlâkı güzelleşmiş imanlı kimseler tarafından yapılmadıkça ve kullanılmadıkça faydalı olamazlar. İnsan haklarını, rahatı, huzuru sağlayamazlar. Harbin ve sefâletin ortadan kalkmasına yaramazlar. Zulme, işkenceye vasıta olurlar.”
İmam Rabbânî hazretleri kelâmda çok mühim bir kitap olan Mevâkıf ve şerhlerini okumuş ve okutmuşlardır. Nitekim Mektûbât'ta muhtelif yerlerde bu kitaptan alıntı ve tenkidler vardır. Oğlu Muhammed Masum'un da genç yaşta Mevâkıf şerhlerini okuduğu malumdur.Bilenler bilir, Şerhu’l-Mevâkıf kelâmda ileri seviyede bir kitaptır. Bunu okumadan evvel iyi derecede akide-kelâm-felsefe-mantık bilgisi okumak gerekir. Bu ilimleri anlayarak okuyan biri ancak Şerhu’l-Mevâkıf’ın arka planına inebilir. Hele felsefeyi okumayan biri, meselenin arka planına inemez ve buradaki mesele ve münazaralara bir mânâ veremez. Bu meseleler o devirde gerek filozoflarla, gerek Hristiyanlarla ve gerekse Mu’tezile ile yapılan münazaralar üzerine ortaya çıkmıştır. Zamanla münakaşalar bir noktaya varmış ve tarafların kullandığı deliller/öncüller de ayrı ve yeni bir münakaşa mevzuu olmuştur. Temelde Mu’tezilî düşünceyi bilmeyen birisi, Ehli sünnet kelâmcıların alâkalı mevzulardaki görüşünü de pek bir yere oturtamaz. Kezâ felsefî düşünceyi, bu düşüncenin âlem tasavvurunu bilmeyen birisi, kelâmcıların onlara karşı geliştirdiği tezleri de argümanları da mânâlandıramaz. Neticede bu mevzuların bugün için aktüalitesi yoktur. Fikir dünyamızda doğrudan karşılıkları yoktur. Mantık tahsili de böyledir. Mantıkla felsefe-kelâm ve umumî olarak ilim-fen irtibatı kurulamazsa, yani mantığın bir düşünme disiplini olduğu kavranamazsa, talebe kelâm kitaplarında geçen ibareleri çözemez. Geometri, medreselerde mantık dersi çerçevesinde okutulan ehemmiyetli bir ilimdir. Hal böyle olunca İmam Rabbânî gibi eserleri büyüklüğünü gösteren bir kelâm âliminin, geometriye karşı olması beklenemez. Tekrar edelim ki yukarıdaki söz geometri gibi mantık disiplini içinde âlemi, yaradılışı, dünya hayatını, öldükten sonraki hayatı izah etmeye çalışmanın yanlışlığına dikkat çekmektedir. Mantık ve geometri, dünyevî işlerde işe yarar. Tek başına bu hâliyle ebedî saadete yardımcı olamaz. Ancak dinî hükümler çerçevesinde kullanılırsa işe yarar. O halde geometri yardımıyla din hükümlerini bertaraf etmek makul değildir.
Ekrem Buğra EKİNCİ
Mücteba:
İslam bilime karşı (mı?)
Düşünen her Müslüman’ın aklına er veya geç, genellikle de dünya meselelerine kafa yormaya başladıktan çok kısa bir süre sonra, bir soru takılır:
“İslam dünyasında bilimler kabaca XII. yüzyıldan sonra bir yavaşlama ve zamanla duraklama ve hatta gerileme sürecine girerek Batı’nın gerisinde kaldığına göre, bunun sebebi neydi? Din miydi?..”
Sorunun bu şekilde ifadesi Taha Akyol’a ait. Bilim ve Yanılgı adlı kitabında bu soruya cevap aramış. Ama dedim ya, ne ilk arayan, ne de son.
Akyol geometriden yola çıkmış.
İmam Rabbani’yle başlamış:
“Onların akla dayanan, düzgün ilimlerinden biri geometridir ki, ne dünya saadetine ne de ebedî kurtuluşa faidesi yoktur. ‘Bir üçgenin üç iç açısının toplamı iki dik açıya eşittir’ demek ve bunu ispatlamak insanlığa ne kazandırır?”
Rabbani’den üç yüzyıl önce yaşayan İbni Haldun’a göre ise,
“Hendese (geometri) onu tahsil edenlerin aklına parlaklık ve fikrine istikamet kazandırır.. Hocalarımız derlerdi ki: Fikrin hendese ile mümaresesi, elbisenin pisliğini yıkayıp kirini ve pasağını temizleyen sabun mesabesindedir.”
İbni Haldun’dan iki yüzyıl önce, İmam Fahreddin Razi de “Kıble ancak geometriyle tesbit edilebileceği için, geometri ilmini öğrenmek Müslümanlar için farzdır” demiş.
Ve Akyol, birkaç yüzyıldır Müslüman düşünürleri meşgul eden soruyu soruyor:
“İslam’da bir dönem var ki, geometri ve öteki aklî bilimler hayli gelişmiş... Sonra bilim dinamizmi yavaş yavaş sönmüş, tekrarcılık ve içe kapanma başlamış.. İşte esas mesele budur: Anlayışları değiştiren nedir?”
Taha Akyol herkesten habersiz Marksist mi oldu, bilemiyorum. Ama soruyu cevaplama doğrultusunda attığı adımlar benimkilerden pek farklı değil!
Önce salakları devreden çıkarıyor:
“Kestirmeden, taassup bilimleri söndürdü diyebiliriz. Bu çok yüzeysel bir ifade olur. Daha derinlere bakmayı, dip dalgalarını araştırmayı gerektiren sorular vardır.”
“Salaklar” derken, yurtiçinde Cumhuriyet gazetesinin “aydınlanma bilgesi” Kemalistlerini, yurtdışında Medeniyetler Çatışması yazarı Samuel Huntigton gibi ideologları kastediyorum. Ama “salak” demek doğru değil tabii. Yazdıkları sadece aptallıktan değil, bilinçli bir siyasî yaklaşımdan kaynaklanıyor çünkü.
“Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkeler geri kalmış, nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan ülkeler gelişmiş. Demek ki, İslam gericidir, gelişmeyi engeller” şeklindeki yaklaşım sadece yüzeysel değil, gülünç. “Sınırları içinde çöl bulunan ülkeler azgelişmiş, çölsüz ülkeler çok gelişmiş. Demek ki, kum azgelişmişliğe yol açıyor” iddiası kadar gülünç. Ve aşağı yukarı aynı ölçüde bilimsel.
Huntington, Amerikan emperyalizminin Irak’ta, Afganistan’da (ve 100 yıldır Ortadoğu’nun her yanında) yaptıklarını meşrulaştırmak için İslam’ın gericiliğini, barbarlığını anlatıyor. Maksat belli.
Bizdeki “aydınlanma bilgeleri” Kemalist devletin bütün bir halkı istediği gibi şekillendirme çabasını meşrulaştırmak için İslam’ın gelişmeyi engellediğini iddia ediyor. Maksat yine belli.
İşin matrak tarafı, Müslüman düşünürler de aynı tuzağa düşüyor. Hep düşmüşler.
Soru, “İslam’da bilim niye gelişmedi” şeklinde sorulunca, bilimin gelişmemesinde İslam’ın parmağı olduğu kabul edilmiş oluyor. Soruyu böyle soranlar, İslam âlimleri dâhil, “İslam yüzünden gelişmedi” cevabını da, ister istemez, içsel olarak, vermiş olur. Soruyu dinsel bir şekilde soranlar, dinsel bir cevabı baştan kabullenmiş olur. Oysa sorun (eşitsiz gelişme sorunu) dinsel bir sorun değil.
Doğru soru: “Kapitalizm niye Latin Amerika’da veya Afrika’da veya Ortadoğu’da değil, Kuzeybatı Avrupa’da ortaya çıktı ve gelişti?”
Doğru soru bu, çünkü kapitalizm bir kere Kuzeybatı Avrupa’da gelişip emperyalizm yoluyla dünyanın geri kalanına müdahale etmeye başladıktan sonra, dünyanın geri kalanındaki gelişmeleri sadece iç dinamikleriyle anlamak artık mümkün değildir. Her yer ve her şey artık dış unsurlardan da etkilenmektedir. Suudi kralının ne yapıp yapmadığı da, Iraklıların mutlu olup olmadığı da, Müslüman veya Budist ülkelerde bilimin gelişip gelişmediği de, artık kapitalizmi ve emperyalizmi anlamadan anlaşılamaz.
Müslüman düşünürlere akıl vermek haddime düşmez, ama Marx’ın Komünist Manifesto’sunu ve Lenin’in Emperyalizm’ini bir okusalar, işleri çok daha kolay olacak.
ronmargulies@btinternet.com
Navigasyon
[0] Mesajlar
[#] Sonraki Sayfa
[*] Önceki Sayfa
Tam sürüme git