Gönderen Konu: “İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.”  (Okunma sayısı 3149 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
“İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.”
« : 02 Mayıs 2010, 15:24:06 »

Tebliğ, sözlükte, ‘ulaştırma ve bildirme’ anlamına gelir. Özel manasıyla tebliğ, bir Peygamber mesleğidir. Peygamberler, Allah’tan aldıkları emir ve yasakları olduğu gibi insanlara ulaştırırlar.
   

Bu görev, elçi oluşlarının tabii bir gereğidir. Peygamberler, tebliğ görevini yaparak, hem dinin hükümlerini açıklar ve öğretirler; hem de günahlardan arındırma ve koruma görevini yapmış olurlar.

Tebliğ, propagandadan apayrı, misyonerlikten bambaşkadır. Zira propaganda dünyevi ve maddi bir faaliyettir. Misyonerlik ise ‘İlahi kılıflı’ insani çabaların adıdır. Dayanakları itibariyle, manevi, ruhi ve dini alanda kalması nadirattandır. Bu sebeple, misyonerlik deyince akla gelen ilk hatıra, bir Kızılderili’den bütün Afrika’ya tercüman olan şu feryattır: “Avrupalı Hıristiyanlar bize ilk geldiklerinde, ellerinde İncilleri vardı. Bizim elimizde de verimli, zengin topraklarımız… Kısa bir zaman sonra; baktık ki, onların İncil’i bizim elimize geçmiş, bizim topraklarımız da onların eline geçmişti.”

Tebliğ ise asla sömürü aracı olmaz. Tebliğin temel özelliği, karşılığında hiç bir ücret talep edilmemesidir. Kur’anı Kerim, peygamberlerin samimiyetine delil olarak, tebliğ hizmetine karşılık herhangi bir ücret istememelerini gösterir.

Tebliğ de bir faaliyettir. İçinde asla baskı, zorlama ve şiddet olmayan, iknaya dayalı bir gönül faaliyeti…

Tebliğ, sadece gerçeği göstermektir. Bir başka deyişle, hakikatin yüzünü tozdan, topraktan, kirden, pastan, pustan temizlemek, olduğu gibi açığa çıkarmak ve görünür kılmaktır.

İmam Gazali Hazretleri, “Cihat, insan ile İslam arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasıdır.” der. Aslında insan, İslam’da kendi hakikatini, yani bizzat kendini bulacak ve hemen teslim olacaktır.

Nefis ve şeytan işbirliğinin, İslam ile insan arasına soktuğu engelleri kaldırmanın en etkili ve emin yolu tebliğdir. Tebliğin en etkili yolu da örnek olmaktır. İslam’a, dolayısıyla da Allah’a teslim olmuş müslümanın mutluluğu, başkalarını da bir mıknatıs gibi kendine çekecektir.

Tebliğ, yalnız dil ile yapılmaz. Müslüman’ın hayatı bütünüyle bir tebliğdir. Çünkü Kur’an’ın emri olan güzel ahlakı tavizsiz yaşayan her mümin, haliyle, tavrıyla, tarzıyla konuşur. Böylece, tebliğinde çok etkili olur. Çünkü “Lisan-ı hal, lisan-ı kalden üstündür.” Bu sebeple de halimizin konuştuğu yerde, dilimizin konuşmasına ihtiyaç azalır. Hal dili, tasavvufta, derviş sohbetine dönüşür. Mevlana deyimiyle, harfsiz, kelimesiz, cümlesiz konuşmak olur.

Bu sebeple, Güzeller Güzeli (sav), müslümanı, “Görüldüğünde Allah’ı hatırlatan” kimse olarak tarif eder. Aslında bu tarifine en çok uyan da bizzat kendisiydi. Bu gerçeğin şahitlerinden biri de Yahudi kökenli âlim Abdullah İbn Selam’dır. Efendimiz’i görür görmez müslüman oldu ve bu hızlı teslimiyetinin sebebini de şöyle ifade etti: “Gördüğüm bu yüzde yalan olamaz.”

Allah’ı kullarına sevdiren kimseler…

Efendimiz, “Yaşayan Kur’an’dı.” İnsanca yaşama biçimi olan sünnet-i seniyyesi, Kur’an ahlakının hayata geçirilmesinden ibaretti. Dolayısıyla, asıl tebliğini hayatının bütünüyle yaptı. Şakalarına bile yalan katmayan muhteşem bir dürüstlük örneği oldu.

Zaten, yaşamadan yaşatmak, yanmadan yakmak, olmadan oldurmak mümkün değildir. Zira insanlar, dediklerimize değil, yaptıklarımıza bakarlar.

Her müslüman, Efendimiz’in minik bir temsilcisidir. Bu yüzden, örnekleri ve önderleri olana benzemeye çalışarak, kendilerini sürekli güzelleştirmek zorundadırlar. Zira sadece O’na benzedikçe kendilerini ve çevrelerini güzelleştirebilirler.
    

Nitekim Efendimiz’in terbiye tezgâhından geçmiş seçkin insanlardan bir tanesi, bir ülkeyi aydınlatmaya yetmişti. Şimdi, bini bir şehre yetmiyorsa, aksayan nedir?

Aksayan yanımıza çözümü Saidi Nursice şöyledir: “Eğer biz, ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını ef’alimizle ızhar etsek (en olgun ahlakı tavırlarımızla ortaya koysak), sair dinlerin tabileri, elbette cemaatlarla İslamiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.”

İslam ahlakı ve imanın hakikatlerini tebliğ hususunda ne yapmamızı gerektirir?

Bu sorunun cevabını da Güzeller Güzeli verir:
— Size bir kısım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber, ne de şehittirler. Ancak kıyamet gününde peygamberler ve şehitler, onların makamlarına gıpta ederler. Nurdan minberler üzerinde oturmuşlardır. Ve herkes onları tanır. Ashâb-ı Kiram:
— Onlar kimlerdir ya ResulAllah? Diye sordular.
Allah Resulü buyurdu ki:
— Onlar, Allah’ın kullarını Allah’a sevdiren ve Allah’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasihatçi ve tebliğci olarak dolaşırlar. Enes (r a) dedi ki:
— Ey Allah’ın Elçisi! Allah’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki, Allah’ın kullarını Allah’a sevdirmek nasıl olur? Allah Resulü şöyle cevap verdiler:
— İnsanlara Allah’ın sevdiği şeyleri tavsiye ederler; sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da bunlara itaat edince, Allah onları sever. (Beyhaki, Şuubu’l İman, D. 367)

Anlattığını yaşamayanların ahiretteki durumu

Müslüman, İslam’a gölge düşürmekten ya da engel olmaktan çok korkar, ödü patlar. Çünkü bilir ki, İslam’ın güzelliğini yansıtmak ve insanların onu sevmesine sebep olmak ne kadar sevapsa; ürkütücü, korkutucu ve kaçırıcı olmak da o kadar günahtır.

İnandığı ve hatta tavsiye ettiği güzelliği yaşamamak, tebliğ değil, büyük bir vebaldir. Efendimiz’in bu konudaki bir uyarısı, müthiştir. Buyurur ki: “Kıyamet günü bir adam getirilip ateşe atılır. Karnındaki bağırsakları dışarı çıkar. Onları, eşeğin değirmen taşını dönderdiği gibi dönderir. Derken, Cehennem ahalisi etrafında toplanır ve ‘Ey filan! Sen dünyada iken, bize iyilikleri emredip, kötülükleri yasaklamıyor muydun?’ derler. O kişi de, ‘Evet, iyilikleri emrederdim ama kendim yapmazdım, kötülükleri yasaklardım ama kendim yapardım’ diye cevap verir.” (Müslim, Zühd, 51)

Müslüman’ın görevi, İslam’ın güzelliklerini gösteren bir ayna olmaktır. Güzellik dini İslam’ın üzerini örten bir perde olmak ise müslümanın müthiş vebali, büyük cürmü… Bu suçun çokluğu yüzünden, bugün yeryüzünde, İslam’ın önündeki en büyük engel, ne yazık ki, müslümanlardır. Oysaki müslüman, inancının engeli olmaktan titrer; “Benim bir yanlışım sebebiyle, bir kişi İslam’dan soğusa ve Allah’tan uzaklaşsa, bu vebal bana yeter de artar” diye düşünüp ürperir.

Rabbimiz, sürekli kirlenen bir dünyada, müslümanlara sürekli bir temizlik görevi verir: “İçinizden öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırsın. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Al-i İmran–104)

İslam, fıtrat dinidir. Yaratılışa uygun olan her şey, İslam’dır; bu açıdan İslamlık, insanlıktır. İnsani olan her şey de, İslamidir. Bu hakikat, İslami tebliği kolaylaştıran en önemli husustur. Çünkü İslam’da insana zor, aykırı ve ters gelecek hiçbir şey yoktur.
Bu gerçek de gösterir ki tebliğ, insana insanlığını ve yaratılış gayesini hatırlatmaktan başka bir şey değildir. Aslında her insan, bilerek ya da bilmeyerek Allah’ı arar. Tebliğ, bu arayışı fark ettirmektir. Zira bulanlar arayanlardır. Her arayan bulamasa da bulmak için aramak gerekir.

Önce tebliğ ortamı oluşturulmalı

Bu yüzden, öncelikle, insanlar için bir tefekkür ortamı oluşturulmalı… Zira ancak ulvi konularda derin düşünenler, arayışa geçerler. Düşünebilmek içinse sakin, güvenli ve huzurlu ruh hallerine ihtiyaç vardır. Kargaşa, korku ve tedirginlik halleri, tebliğe uygun değildir. İşte bu gerçek, müslümanı güvenilir kılar, barışçı yapar. Zira ancak sakin ve huzurlu ortamlarda, insan doğru düşünebilir ve hakikati kolay bulabilir.
Bu bilincin sahibi olan müslüman, bulanıklığı, kargaşayı, kavgayı hiç sevmez. Çünkü o, imanının gerçekliğine ve geçerliliğine tam inanır. O imanı bütünüyle ve şüphesiz benimser; eksiksizce yaşar. Bunu sadece kendisi için yapar. Tabii ki, bu güzelliğin bütün insanların da hakkı olduğunu bilir; paylaşmayı candan isterler. Bu yüzden de tebliği aşar, temsil makamına çıkarlar; inançlarını en üst düzeyde yaşayarak örnek olurlar.
   

Tebliği tam anlayan mü’min, hiçbir şartta ümitsiz olmaz. Bilir ki, bütün mesele “Bir gönüle girmektir. ”
Her gönül, yüz kapılı bir saraydır. Doksan dokuz kapısı kapalı olsa, insan olmak itibariyle mutlaka bir açık kapısı vardır.

O açık kapıyı bulup oradan girerek, bütün paslı sürmeleri arkalarından kolaylıkla açmak mümkündür. Böyle yapılmaz da kapalı kapılar, kaba kuvvetle zorlanırsa, asla açılamaz. Çok aşırı bir güç kullanılırsa, tabii ki kapılar kırılır. Ama kapısı kırılarak girilen ve işgal edilen kalpler fethedilemez. Orada ancak bir enkaz bulunur.

Zorla güzellik olmaz

Hiçbir gönül işi, zorlamayı kaldırmaz. Yüceler Yücesi Rabbimiz, gönüle girme hususundaki başarısı sebebiyle Efendimiz’i över. Zira o, sevgisizlik simgesi olanları bile, manevi bataklıktan alıp yıldızlaştırmış ve âleme öğretmen yapmıştır.

“Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen, huysuz ve katı kalpli birisi olsaydın, muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Allah da onları bağışlasın diye dua et ve işlerinde onlarla istişare et. İstişare ile karar verip azmettiğinde ise Allah’a güven ve O’na tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, kendisine tevekkül edenleri sever. ” (Âl-i İmran, 159)

İnsanı ürkütüp tedirgin etmek ve kaçırmak kolaydır. Ama gönülleri Allah adına kazanmak, bilgi, sevgi ve fedakârlık ister. Bu hususta, İsra Suresi’nin 53. ayeti dikkatimizi çeker:

“Kullarıma şunu söyle ki, en güzel sözü söylesinler; hiddet göstermeksizin, delilleri en güzel bir şekilde ortaya koysunlar. Çünkü Şeytan aralarını bozmaya çalışır. Şüphesiz ki Şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır. ”

Rabbimiz, Hz. Musa ile kardeşi Hz. Harun’u peygamberi olarak, tebliğ maksadıyla Firavun’a gönderdi. Oysaki Firavun, tanrılık iddia edecek kadar azgınlaşmıştı. Buna rağmen, peygamberlerinden, Firavun’a karşı yumuşak ve tatlı bir üslupla konuşmalarını istedi. Böylece Firavun’un biraz öğüt alması yahut Allah’tan biraz korkup çekinmesi umuldu. Ancak Rabbimiz, Hz. Musa’ya, “Haydi, kardeşinle birlikte, ayetlerimle gidin” buyururken, şu ilginç tenbihatta bulunuyor: “Beni anmakta gevşeklik göstermeyin!”

Bu ikazdan anlıyoruz ki, tebliğ için gidenler, inançlarından taviz vermemeli ve gidiş gayelerini asla unutmamalıdırlar.

Biz vazifemizi yapalım…

Müslüman, sadece inancını yaşar. Onun planı programı bellidir. Kendisini sonuçlara göre ayarlamaz. O vazifesini yapar. Akif Dedemiz’in deyimiyle, “İnsan çalışmakla mükelleftir, başarmakla değil.” Çalışmasının neticesi ne olursa olsun, ortaya çıkana razıdır. “Olanda hayır vardır” der. Sonucu kendisinden bilmez. Çünkü hidayet Allah’tandır. Dolayısıyla, kendi eseri olmayan bir başarı için şımarmaz. Sadece, başarıyı nasip edene şükreder.
    

Tebliğ, her müslümanın kendiliğinden işidir. Güneşin doğması, gülün kokması gibi…

Birçok hidayet olayı, mü’minlerin İslam’ı yaşaması sonucu gerçekleşmiştir. Mesela İslam, Endonezya’ya, dürüst müslüman tüccarlar vasıtasıyla girmiştir. Günümüzde de küçük bir iyilik, basit bir yardım, hidayetlere davet olabiliyor.

Müslüman işini yapar ve sonuca bakmaz. Çünkü sonuç almak, başarmak Allah’ın iradesindedir. Daha doğrusu, bazen başarısızlık başarıdır. Bazen yenilgi, galibiyettir. Kaybetmek kazanmaktır bazen de. Neyin gerçek kazanç olduğunu ancak Allah bilir. Bu sebeple mü’min, “Rabbim, Sen’den gelen başım gözüm üstüne” der ve her sonuca rıza gösterir. Çünkü bütün neticeleri O’ndan, Yüceler Yücesi’nden bilir.

Netice bizim gücümüze ve marifetimize bağlı değildir. Bu yüzden, bazen kazanacakken kaybederiz. Bazen da kaybedecekken kazanırız. Bazen azla çok iş yaparız, büyük hizmetler başarırız; bazen de çok büyük güçle, aza karşı kaybederiz.
Huneyn’de de böyle olmuştu. Hz. Ebubekir (ra), “Bunca çok iken biz kazanırız” diye düşündü. Huneyn Savaşı neredeyse kaybediliyordu.

Başarı insandan bilinir hale gelince, Halid bin Velid (ra) kumandanlıktan alındı, sıradan bir nefer haline getirildi. Zaferden zafere koşan bir kumandan, rütbesiz bir asker olmaya rıza gösterdi. Çünkü maksat rütbe, nam, şan değil, Allah’ın rızasını kazanmaktı.

“İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.”

Efendimiz’den sahabeye, en zor zamanda en önemli zafer müjdeleri erişti. Hendek Savaşı’nda mesela, kayaya çarpan kazmanın çıkardığı kıvılcımlar, önce Kıbrıs’ın alınmasını, sonra da Kostantiniyye fethini aydınlattı.
Böylece anlaşıldı ki, Allah yolunda hizmet esas olunca, kuvvet azlığı önemli değildir. İnsan kalitesi, kulluk bilinciyle kıvamını bulmuşsa, sayıca, silahça zayıf olmak önemini kaybeder. Allah ile beraber olan, daima güçlüdür. Rabbimiz dost olursa, hiçbir düşmanın tesiri kalmaz.

“İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz” buyuran, bizzat Rabbimizdir.

Bugün, İslam’a alternatif olabilecek bir din, felsefe ve dünya görüşü kalmamıştır.

Müslüman, doğru İslamiyet’i, İslamiyet’e layık bir doğrulukla yaşadığında, dünya yeniden ve bir daha mutluluk çağını yakalayacaktır.

Bu ümitle çalışacağız. Büyük bir mütefekkirimizin verdiği müjde, liyakatimizi bekliyor: “Şu istikbal inkılabı içinde, en yüksek gür seda, İslam’ın sedası olacaktır!”

Vehbi Vakkasoğlu
« Son Düzenleme: 02 Mayıs 2010, 15:27:10 Gönderen: İsra »

mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: “İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.”
« Yanıtla #1 : 04 Eylül 2013, 08:28:26 »
Kolay Değil

 Hak batıl mücadelesi kolay değildir. Hele de bizim gibi Hakkı iyi bilmeyen ve onun uğrunda mücadeleyi yakından görmeyen bir millet için. Biz, Batılılaşma ile bambaşka bir yaşam biçimine girdik. Orada mücadele, cihat gibi kelimeler buz gibi soğuktur.
Bu mücadele insan etrafında dönüp dururken, asıl olan özgür irade ile hakkı tercih olunca, zaman zaman akrabalar arasında bile hak batıl mücadelesinin yaşandığı görülmektedir. Hatta Peygamber çocukları bile yer yer birbirleriyle mücadele etmişlerdir. Şimdi bu milliyetçilik, ırkçılık ve asabiyet çağda bunu bu insanlara anlatmak kolaysa da uygulatmak çok zor.
İnsanın yeryüzündeki ilk ataları olan Adem’in iki oğlu Habil ve Kabil kıssası akraba mücadelesini anlatır. Kur’an-ı Kerîm’in  bize takdim ettiği bir örnek de Saffat Suresinde İbrahim’dir (as):
“Selam olsun İbrahim'e! İşte böyle ödüllendiririz Biz iyileri! Gerçekten o Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.  Biz de ona, salih kişilerden, üstelik peygamber olacak bir evladı, İshakı müjdeledik. Kendisine de İshaka da feyiz ve bereketler verdik. Onların neslinden gelenler arasında iyi davranan da var, kendi nefsine açıkça zulmeden de!”( Saffat 109-113.)
Bu ayetlerde Hz. İsmail’in kurban ediliş kıssasının hikmetine işaret ediliyor. Hz. İbrahim (a.s)'ın iki oğlu Hz. İshak (a.s)'dan Yahudi ve Hristiyanların mensub olduğu İsrailoğulları, Hz. İsmail (a.s)'dan ise Araplar ve diğer Müslümanlar dünyaya yayılmışlardır. Dünyadan nice soy ve sülale geçip gitmiş, onların isimleri bile kalmadığı halde Allah Hz. İbrahim'in nesline bu bereket ve şerefi vermiştir.
Allah Teala bu kıssayı anlatmakla onlara şöyle demek istiyor: Sizin ecdadınız İbrahim, İsmail ve İshâk (a.s), ihlasları ile bu şerefe yükseldiler. Siz de onlar gibi olmak isterseniz bu ihlası kazanmaya çalışın. Yoksa, önderlik soydan ileri gelmez. Nitekim onların soylarında iyiler gibi, zalimler de bulunmaktadır. Bunların hikayelerini Kur’an-ı Kerîm’de bol bol okuruz. Verilmek istenen mesaj çok açıktır:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah'ın ve Resûlünün karşısına çıkan kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah onların kalblerine imanı nakşetmiş ve Kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir. Onları, içinden ırmaklar akan cennetlere, hem de ebedî kalmak üzere yerleştirecektir.   Allah onlardan, onlar da O'ndan razıdırlar. İşte onlar Allah'ın tarafında olanlardır. Ve iyi bilin ki, felaha erenler, Allah'ın taraftarları olacaktır.”( Mücadele 58/22)
Gerçekten iman etmiş bir kalpte küfrün, batılın sevgisi kalmaz. Zaten bir insanda bir kalp bulunur. “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır,” (Ahzap 4) Orada iman varsa küfür, hak varsa batıl çıkar gider. Bu açıdan dönüp bir kalplerimize bakalım, ne görüyoruz?
Dinde yakınlığın ölçüsü kan değil imandır. Kan ve yakınlık bağları iman bağı ile çeliştiklerinde kopuverirler. Ama insanın içine haram olan ırkçılık girmişse, zalim veya kafir kardeşini korumaya kalkar. Hep bunu görmüş, ulus devlet içinde bunu yaşamışlara, hak batıl mücadelesinde kanın ve akrabalığın bir şey ifade etmediğini anlatmak ve kabullendirmek gerçekten zordur.
İki sancak yani Allah'ın sancağı ile şeytanın sancağı arasında bir çekişme veya fiili bir düşmanlık yoksa bu bağları birlikte gözetmek mümkündür. Allah taraftarları ile şeytan taraftarları arasında bir savaşın olmadığı sıralarda müşrik olan anne-babaya iyi davranmak emredilen bir davranıştır.
Ama aralarında mücadele, sürtüşme, düşmanlık ve savaş varsa bu durumda tek olan kalple ve tek olan bağla ilgisi olmayan bütün bağlar kopar. Kopmalıdır. Ama bu topluma bakarak, “evet, öyle olur” diyebilir miyiz?
Zor dostum zor!
Fakat gelin de gerçek mü’minler topluluğunu bir görün. Ebu Ubeyde Bedir savaşında babasını öldürmek zorunda kalmıştı.
Ebu Bekir Sıddık oğlu Abdurrahman'ı öldürmeye kalkışmıştı.
Mus'ab bin Umeyr kardeşi Ubeyd bin Umeyr'i öldürmüştü.
Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Ubeyde ve Haris yakınlarını ve akrabalarını öldürmüşlerdi. Kan ve yakınlık bağlarından soyutlanarak din ve inanç bağına sarılmışlardı. İşte bu Allah'ın ölçüsünde bağların ve değerlerin yükselebileceği en yüksek noktaydı.
Bir o topluma, bir de kendimize bakalım ve karar verelim, biz ne kadar Müslümanız? Hangi mücadeleyi veriyoruz ki zafer bekliyoruz.
Daha bizim çok sınavlardan geçerek olgunlaşmamız lazım,
Tıpkı Talut’un ordusu gibi!..
04 Eylül 2013 Çarşamba 01:31
 
www.cemalnar.com.Habervaktim.com