İmami Azam Hazretleri Hakinda Malumat Topluyoruz

Başlatan müteallim, 04 Kasım 2007, 11:21:38

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

müteallim

81-Re'yîn Hakikati, Kıyas

Re'y ve kıyascı fukahâ ile Hadîs fukahâsi arasındaki ihtilâf­ları kısaca anlatmış bulunuyoruz. Fakat etrafında söz ve münaka­şa cereyan eden re'y, hangi re'y idi. Aralarındaki müşterek illet dolayısiyle hakkında nas olan bir hâdisenin hükmünü, hakkında nas bulunmayan bîr hâdiseyi veren fıkıh kıyası mıdır? Sahabe ve Tabiîn devirlerinde re'y kelimesinin mânâsım" inceleyenler bunun daha geniş mânâda kullanılmış olduğunu görürler.

Bu yalnız kıyasa münhasır değildir. Kıyasa da, kıyastan başka­sına da şâmildir. Bir mezhebîerin başlangıcına, teşekkülleri zama­nına kadar inersek orada da ayni şeyi buluruz. Bu kelime umumî mânâda kullanılmıştır. Hezheblerin ortalarına doğru geldikçe, her mezhebin kabulüne cevaz verdiği re'yi, başka başka tefsir ettikle­rine şahit oluyoruz.

îbn-i Kayyım, Sahabeden ve Tabiînden naklolunan re'yi şöyle açıklar: «Türlü emarelerin tearuzu hâlinde doğru olanı bulmak için fikir ve teemmül voliyi*- araştırdıktan sonra kalbin gördüğü, karar, kıldığı şeydi.»

Hakikaten Sahabe ve Tabiînin ve onların raesleğince gidenle­rin fetvalarına bakan kimse görür ki, re'y kelimesinin mânâsı, nas bulunmadığı hususlarda fakının vermiş olduğu fetvaya şâmil bu­lunmaktadır.Bu fetvasında, fakih, dînin ahkâmiyle bağdaşacak bir hükme dayanır,, veyahut da hakkında nas bulunan  bir hükme

benzediğinden, ikişer zeri birbirine ilhak eder. Bu itibarla re'y: kı­yasa, istihsâna,[4] mesâlih-i mürseleye ve Örfe şâmil sayılır.

Ebû Hanîfe ile arkadaşları kıyası, istihsânı ve örfü alırlardı. Mâîik'in arkadaşları istihsânı ve mesâlih-i mürseleyi ahrlardı. Bu mezheb mesâlih-i mürseleyi almakla meşhurdur. Onun için muh­telif asırlarda halkın ihtiyaç ve ahvaline uygun gelmiştir. Halbuki o, az kıyas yapan bir mezhebtir, onu çok almaz. Bu açığı mesâlih-i mürsele ile kapati-. Mâlikiyye mezhebi istihsâna da geniş yer ve­rir* Hattâ fmam Mâlik: «îstihsam ilmin onda dokuzudur» demiş­tir. Fakat bunların hepsi, nas, Sahabe fetvası ve Medine halkı ame­li bulunmadığı zaman onca muteberdir.

İmam Şafiî'ye gelince; itimat olunur bîr nas yokken ahkâm için mürsel istidlali cari buldu. Fakat hüküm verme hususunda bu çığın alelıtlak muvafık görmedi. Şeriatta mücerred re'y yoktur.

Ancak hükmü mahsus olnııyan bir emir, hükmü nasla bildirilen bir emre ilhak olunmak yoliyîe olursa makbuldür. Bu halde, re'y netice bakımından nassa hamletmektir, şeriatta, bid'at demek de­ğildir. Fakat hükmü nasla bildirilen bir emir illetine istinat ettir­meksizin mutlak olarak istidlal yapmak ve ahkâmı mutlak surette ta'lil etmek, işte şeriatta bid'at olan budur. Bunun içindir ki, Şa­fiî kıyas İçin kaideler ve Ölçüler koymuştur. Onu müdafaa etmiş ve kuvvetlendirmiştir. Hattâ kıyas kaideleri yazmakta ve isbat et­mekte Hanefîyye'den bile üstündür. Onun için Râzî şöyle demiş­tir: Şayanı hayret olan cihet şudur ki, Ebû Hanîfe'nin dayanağı kı­yas idi. Düşmanları çok kıyas yapıyor diye onu zemmediyorlardı. Halbuki Ebû Hanîfe'nin kıyasını isbata dair bir yaprak olsun yazı yazdığı ne ondan ne de ashabından biri tarafından naklolunmuş değildir. Takrirlerinde bu hususta delil şöyle dursun, bir işaret bi­le zikrettiğini söyleyen yok. Kıyası inkâr eden düşmanlarının de-Kilerine cevap verdiği de söylenmiyor. Bu mes'elede ilk konuşan ve deliller getirip isbat eden îmam Şafiî olmuştur.»

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

#91
82-Sahabe Fetvaları Ve Onlar Hakkındaki Sözler


Etrafında münakaşa cereyan eden mes'elelerden biri de Saha­benin fetvaları mes'elesidir. Hadîs ehli ve re'yciler onları delil ola­rak almağa meyyaldiler. Çünkü ittiba', ibtida'dan evlâdır. Yâni baş­kasına uymak, yeni bir bid'at çıkarmaktan daha iyidir. Keza onlar Peygamber'in ashabıdırlar, onlann re'yi savaba yakındır. Dîni an­lamda, onların mevkii yüksektir. Onlar arkalarına düşülecek, izle­rinden gidilecek rehberlerdir. Fukâhâmn ekserisi onların re'ylerin-den almıştır. Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği rivayet olunur: «Allah'­ın Kitabında ve Peygamber'in Sünnetinde bulamazsam, o zaman Ashâbdan dilediğimin kavlini alır, dilediğimin kavlini terkederim. Sonra onların kavlinin dışına çıkıp başkalarının kavline bakmam, îş, İbrahim Nahaî, Şa*bî, Hasan Basri, îbn-i Şîrîn ve Said b. Mü-sey'e gelince; onlar, nasıl içtihad ettilerse ben de öylece içtihad ederim.» Ehl-i re'y*11 imamı olan Ebû Hanîfe Ashabın re'y ve ak-vâli hakkında böyle deyince, şüphesiz ki, başkalarına onların fet­valarının tesiri daha çok olacak ve onların sözlerini daha fazla alacaklardır, Allah cümlesinden razı olsun.

Bu sırada sahabe fetvalarından rivayet olunan o kadar büyük bîr yekûn tutuyordu ki, fukâhâmn aklı onlarla doldu. Onlann ışığı altında içtihadlannı yaptılar, onların içtihadlannı tercih ettiler. Onlann yolundan yürüdüler. Onlann tesiri altında kaldılar. Onla­nn re'ylerine hürmet ettiler. Kitap ve Sünnet olmıyan hususta onlara itimat ettiler. Ashab bir re'yde karar kılıp ittifak ettilerse onlardan sonra gelen müctehidlerin onu kabul etmeleri gerekli ol­muştur. Ashab'dan biri bir re'y ortaya atar da ona muhalefet eden bulunmazsa fukahânın ekserisi o re'yi kabul eder. Onlar aralarında ihtilâf ettilerse, müctehidlerin çoğu kendi temayüllerine uygun olan re'yi seçmişlerdir ve böylelikle yine ashabın re'yleri dairesi dışına çıkmamış oluyorlar. Tabiîn ve müctehitler devrinde fukahâ hep bu asıl üzere yürüdüler, böyle yaptılar. Çünkü onlar bili­yordu ki: Kur'ân-ı Kerim Hz. Peygamber' e Ashabın gözü önünde nazil oldu. Onlar bu re'ylerini mutlaka Peygamber'den almışlardır. Peygamber'e nisbet olunan bir emirde kimsenin içtihada hakkı yoktur. Onların bu re'yleri mücerred fıkhı içtihad değildir, belki içtihattan ziyade Peygamberin Sünnetine yakındır.

Sonra Ashaba uymak şu itibarla da lâzımdır. Onlar yeryüzüne islâm nurunu saçan yıldızlardır. Onlar hidayet yoluna ışık tutarlar.


  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

83-Ashaba Îttîbâın Lüzumu


Ebû Hanîfe işte böyle bir devirde yetişti. Re'y üstadlarından ve bâzı Hadîs erbabından ders aldı. Devrinin fukahâsınuı hepsin­den istifade etti. Tabiîdir ki, bunların hepsinin onun üzerinde te­siri oldu. Onların re'ylerini ileri tuttu. Ondan sonra gelen Şâfiî.nin şöyle dediği rivayet olunuyor; «Onların re'yleri bizim için kendi re'ylerimizden daha hayırlıdır.».[1] Yine îlâm'ul Muvakkiîn şu­nu kaydeder: «Şafiî Risâle-i Kadîmesi'nden dedi ki... Onlar her ilimde, içtihatta, takvada, akılda ve her şeyde bize üstündürler. Onların re'yleri bizim için kendi re'ylerimizden daha kıymetli­dir.»[2]

Yine Ibn-i El-Kayyim ondan şunu nakleder: «İlim tabaka ta­bakadır: Birincisi; Kitap ve Sünnettir, ikincisi; Kitap ve Sünnette bulunmıyan hususlarda icmâdır. Üçncüsü; muhalifi bulunmamak şartiyle Sahabenin kavlidir. Dördüncüsü; Sahabenin ihtilâfı, be­şincisi de Kıyastır.[3]

Yukarıda da işaret ettiğimiz veçhile Ashabın re'y ve içtihadları Ebû Hanîfe'nin içtihadında büyük ve mühim yer alır. Onun usulünden bahsederken bunu etraflıca anlatacağız.

Tabiîlerin mezhebine gelince: Hadîs fukahası onların kaville­rini kıyasa tercih ederlerdi. Ebû Hanîfe ise: Onlar nasıl içtihad et­tilerse ben de öylece içtihad ederim, derd;.


Ehl-I Medine'nin Ameli Hüccet Mi?


Şimdi. İmam Mâlik'in ortaya attığı ve gayet sıkı bir surette sarıldığı bir mes'eleye geliyoruz. O da ehl-i Medine'nin ameli mes'eleşidir. îmam Mâlik bunu delil olarak aldı. Çünkü Müslümanlar, hicret merkezi olan Medine halkına tâbi olmuştur. Kur'ân-ı Ke-rîm'in nüzulü orada devam etmiş ve tamam olmuştur. îmam Mâ-lik'in Leys'e yazdığı mektupta ve onun cevabında bu böylece mez­kûrdur. Bu asrın fukahası arasında bu mes'ele hakkında büyük münakaşalar cereyan etmiştir. îbn-i Kayyim diyor ki: îmam Mâlik'-in Medine halkının amelini delil olarak alması, başkalarını da bu­nu almağa mecbur etmez. Bu, muhalefet edilmesi kabil olmıyan dînî bir delil de değildir. Belki bu onun ihtiyarıdır.

Ilâm'ul-Muvakkiînde diyor ki: Harun Reşid halka Mâliki mez­hebini kabul ettirmek istediği zaman, bizzat Mâlik mezhebini ka­bul ettirmek istediği zaman, bizzat Mâlik Harun Reşid'i bundan menetmişti. Ve şöyle demiştir: «Resûlullah'ın ashabı çeşitli yerlere dağıldılar. Her birinde diğerlerinde bulunmayan ilim vardır.»

--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbn-i El-Kayyim, Cevzî, İlâm'ul-Muvakkiîn, c.II, S. 143

[2] İbn-i El-Kayyim Cevzî, İlâm'ul-Muvakkiîn, c. II, s. 191.

[3] Aynı eser c. II, s. 379.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

Mâlikin Görüşü


îmam Mâlik'e göre, Medine halkının ameli herkesçe kabulü lâzım gelen umumî bir delil olarak ortaya sürülmediğini göster­mektedir. Yoksa herkese bunu kabul ettirmeğe mâni olmazdı. O, kendisi bunu ihtiyar ve kabul etmiştir. Ne Muvattâ'da ne de diğer eserlerinde Medine halkının amelinden başkasiyle amel etmek caiz olmaz demiştir.. O, böyle bir şey söylememiştir. O, sadece Medine halkının ameli böyledir diyor ve bu mücerred bir haber kabilin-dendir başkasını izlam etmez. îmam Mâlik 40 kadar mes'elede Medine halkının icmâmı iddia eder. Bunlar üç nevidir: 1- Medî-ne halkına başkalarının muhalefet ettikleri bilinmiyenler, 2- Medine halkına; başkalarının muhalefet ettikleri mes'eleler, 3- Bizzat Medine halkı aralarında ihtilâfa düştükleri mes'eleler. îmam Mâlik hiçbir zaman bunlar, hilafı caiz olmıyan icmâ-ı ümmet kabi-lindendirler dememiştir.[4] Birinci kısmı Haber-i vâhîdden ileri tutmuştur. Bu da içtihat kabil olmıyan ve nakle dayanan umur­dandır.

İbn-i Kayyim devzî, llam'ul  Muvakiîn, c. II, s. 297.
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

86-Gulât-ı Şîa


Gulât-ı Şia yâni Şia'nın müfritleri, Hz. Ali'yi Peygamberlik mertebesine çıkarırlar. Hâttâ içlerinden bazı lari Peygamberlik onun hakkı olduğunu, Cebrail'in yanılarak onu Hz. Muhammed'e götür­düğünü bile söylerler.[4] Hattâ bir kısmı Hz. Ali'yi Hâşâ Tanri mertebesine çıkarırlar. Bir kısmı Allah'ın Ali'ye ve diğer imamlara hulul etliğini söylerler. Bu söz, Allah'ın Hz. İsa'yı hulul ettiğine inanan Hıristiyan dînine benzer, içlerinden bir kısmı ise her ima­mın ruhuna Allah'ın hulul ettiğine ve kendisinden sonra gelen ima­ma da intikal ettiğine inanırlar.

Şia'nın ekserisi son imamın ölmediği itikadındadırlar. Onlara göre son imam hayattadır, günün birinde dönecektir, zulümle do­lan bu yeryüzünü o adaletle dolduracakit.r Hâttâ Sebeiyye Taifesi, Ali b. Ebû Talib'in hayatta olduğuna, onun ölmediğine inanırlar. Bir takımı ise Muhammed b. Hanîfe'nin hayatta olduğunu, Radva dağında gizlendiğini, yanında bal ve su bulunduğunu söylerler. Bir taife ise Yahya b. Zeyd asılmadı, ölmedi, o sağdır, derler. Oniki îmam etbaı ise, onikinci imam olan Muhammed b. Hasan Askeriye «Mehdi» unvanını verirler. Onun Hılle'de bir hanenin bodrumunda gizlendiğini anasiyle birlikte derbest edilince orada kaybolduğunu söylerler. Bu mehdi âhir zamanda çıkacak ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Bu taife mehdinin çıkmasını beklemektedir. Her ak­şam namazından sonra bu hanenin bodrum kapısında dururlar-rnış. Bir binek hazırlarlar ve mehdiyi ismiyle çağırırlarmış. Bnnlar-dan bazıları ölen imamın tekrar dünyaya döneceğine inanırlar ve buna Kur'ân-ı Kerîm'deki Kehf sûresinden delil getirirler... [5]

[4] Bunlara Gurabiye fıkrası denir. Gurab karga demektir, kuş kuşa benzediği gibi Hz. Ali de Hasa Peygambere benzermiş.

[5] Ibn-i Haldun Mukaddimesi

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

88-Sebeîyye

Sebeiyye: Bunlar Abdullah b. Sebe'ye uyanlardır. O Hîre'li bir Vahudidir, Müslüman görünmüştür. Anası bir zenci cariyedir. Onun için ona İbn-i Sevda yani karaoğîu da denir. Hz. Osman'ın aleyhin­de propaganda yapanların başında gelir. Müslümanlar arasında dü­şüncelerini yaydı, bozguncu hareketlerde bulundu. Bunların çoğu­nu Hz. Ali namına uyduruyordu.

Evvelâ halk arasında şunu yaymağa başladı .'Tevrat'ta Peygam­ber'in bir vârisi olduğunu bulmuş, Hz. Ali de Hz. Muhammed'in vârisi imiş. Hz. Muhammed Peygamberlerin en hayırliğı olduğunu derdi. Bu dediklerine Kur'ân'dan sana inzal kılan, seni dönüş yurduna döndürecektir.» (Kısas: 85)

gibi, Hz. AH de vârislerin en hayırhsıdır. Sonra, Hz. Muhammed'in bu dünya hayatına döneceğini ortaya attı. Hz. îsâ'nın döneceğine inanıp Hz. Muhammed'in döneceğine inanmıyanların aklına şaşa-

Sonra yavaş yavaş işi ilerletip Hz. Ali'nin Tanrılığım söylemeğe başladı. Hz. Ali bunu duyunca onu öldürmek istediyse de, Abdullah İbn-i Abbas buna mâni oîdu: «Eğer sen onu öldürürsen tarattarla-rın aarsmda ihtilâf baş gösterir. Halbuki sen Şamlılarla sayaşa gitmek niyetindesin, birlik parçalanmasın» dedi. Bunun üzerine Hz. Ali onu Medâin'e sürgün etti. Hz. Ali şehit edilince: İbn-i Sebe hal­kın Hz. Ali'ye olan sevgi ve bağlılığını istismar etti. Muhayyilesinde işlediği yalanlan Hz. Ali'ye nisbet ederek halkı dalâlete ve fesada sürükledi. Öldürülen Hz. Ali olmayıp, onun suretine girmiş bir şey­tan olduğunu, Hz. Ali'nin Hz. îsâ gibi göğe çekildiğini söylüyordu. «Yahudiler ve Hıristiyanlar Hz. îsâ'nın katli mes'elesinde yanıldık­ları gibi. Haricîler de Hz. Ali'nin katli mes'elesinde yanılmaktadırlar. Yahudiler ve Hıristiyanlar, asılmış bir şahsı gördüler ve onu îsâ san­dılar. Hz. Ali'nin öldürüldüğüne kail olanlar da böyle Ali'ye benzeyen Öldürülmüş bir kimse gördüler ve onu Ali sandılar. Halbuki o göğe çıktı. Gök gürültüsü onun sesidir, şimşek onun gülümsemesidir» derdi. Gök gürlediği zaman Sebeîyye taifesi:

«Selâm sana ya Emîrü'l-Mü'mimin» derler. Ömer b. Şurah-bil'in rivayet ettiğine göre îbn-i Sebe'e: Ali öldürüldü denilmiş, o da: «Şayet onun kellesini bir torba içinde getirmiş olsanız yine onun öldüğüne inanmayız, o ölmedi, gökten inecek ve bütün yer­yüzüne hâkim olacaktır» demiştir.[10]


  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

90-Akideleri


a) Keysâniye akidesi: Bunlarda imamların    tanrılığına inan­mak yoktur. Halbuki Sebeiyye Allah'ın bir cüz'inin insana hulût ettiğine inanır. Keysâniye'ye göre imam mukaddes bir şahsiyettir. Ona itaat lâzımdır. Onun ilmine mutlak surette   güvenilir; Onu» hatadan salim ve masum olduğuna inanılır. Çünkü imam îlm-i ilâhinin bir sembolüdür.

b) Bunlar da Sebeiyye gibi imanım rücuuna inanırlar. Bunla­ra göre imam Ali, Hasan ve Hüseyin'den sonra Muhammed b. Hanîfe'dir. Bâzıları onun öldüğüne inanır, fakat tekrar döneceğini söylerler. Ekserisi ise onun Ölmediğine inanır. O da Radva dağın­da gizlenmiştir. Yanında bal ve su vardır.

c)  Bunlar bedâe itikat ederler. Yâni Allah'u Teâlâ ilminin de­ğişmesine teVan dileğini değiştirir. Bir şey emreder, sonra onun hilafını emreder. Şehristânî bu hususta diyor ki:

«Muhtar Sakafi bedâe kail oldu. Çünkü o vukubulacak ahvali bildiğini iddia ederdi. Bunlar kendisine ya vahyolunmuş veyahutta imam tarafından elçi olarak gelmiş. Arkadaşlarına bir şey yapma­mayı veya bir hâdisenin olacağını vaid ederdi. Eğer o şey dediği gibi çıkarsa onu dâvasma delil olarak gösterirdi, işte dediğim oldu, derdi. Yok, eğer öyle çıkmazsa o zaman : Rabbiniz bunu değiştir­di, derdi.

Bunlar ruhların tenasühün a inanırlardı. Ruh cesetten çıkıp başka bir cesede girdiğine kaildirler. Bilindiği gibi bu fikir eski Hind felsefesinden alınmadır.

d)  Bunlara göre her şeyin zahiri ve batını vardır. Her şahsın bir ruhu, her nazil olan âyetin bir te'vili vardır. Bu âlemde her mi­sâlin bir hakikati mevcuttur. Varlıkla yayılmış ve   serpilmiş olan hikmet ve esrar insanın şahsında toplanmıştır. Bu ilmî Hz. Ali, oğ­lu Muhammed b. Hanîfe'ye tevdi etmiştir. Kendisinde bu ilim top­lanmış olan adam, işte hak imam odur»[12]

Bu zikrettiğimiz onların akıl almaz inançlarından bir kısmı­dır. Bunlar gösteriyor ki, onlar îslâm prensiplerinden ayrılmış­lardır, îslâmin ruhundanuzaktırlar.İmamları peygamber merte­besine çıkarırlar.Onlarca Hz. Muhammed'in Peygamberliği onun ölümüyle sona ermiyor. ÂI-i Beytte devam ediyor.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

91-Zeydıye


Bu fırka Şia fırkaları içinde Ehl-i Sünnet Vel-cemâata en ya­kın olan bir fırkadır. Bunlar akidelerinde aşırılık göstermezler, ekserisi Peygamber'in ashabından kimseyi tekfir etmezler, imam­ları Tanrı veya Peygamber mertebesine çıkarmazlar.

-Bunların imamı Zeyd b. Ali b. Hüseyin olup Emevîhül^imdar­larından Hişam b. Abdulmelik'e karşı Kûfe'de ayaklandı. Fakat muvaffak olamadı, yakalanıp Kûfe'de asıldı. Zeydiye mezhebinin esasları şunlardır:

a) İmamın ismi değil, vasfı nasîa bildirilmiştir. Bî'at edilmesi gereken imamın evsafı şöyledir : Hz.  Fâtima'nin    neslinden  gele­cek,  muttaki, âlim,  cömert olacak. Çıkıp  halkı kendisine davet edecek. Bu sonuncu şartta Şia'nın çoğu orta muhalefet ettiler. Hat­tâ kardeşi Muhammed Bakır da bunu onunla münakaşa etmiş ve: «Senin bu şartına göre babanın imam sayılmaması gerekir. Çün­kü o bu dâva   İle ortaya çıkmadı ve hattâ çıkmağa teşebbüs bile etmedi»[13]

b) Daha aşağı derecede bulunan imameti, reisliği caizdir. De­mek yukarda sayılan sıfatlar onlarca efdal ve kâmil olan imam içindir. Bu vasıfları haiz olan o makama başkalarından daha lâ­yıktır. Fakat söz sahibi olan millet bu vasıfların bazısı kendisinde bulunmıyan bir şahsı imam olarak seçer ve ona bî'at ederse, artık ona uymak lâzım gelir. îşte bu esasa göre Ebû Bekir ve Ömer'in Halifelikleri onlarca da yerindedir. Onlara bî'at yapan Ashab-ı Ki­ram tekfir olunamaz. Zeyd'e göre : Hz. Ali b. Ebî Talip ashabın ef-dali  idi. Fakat  Hilâfet makamına Ebû Bekir'i    getirdiler, bunda gözönünde tuttukları bir maslahat, riayet ettikleri dînî bir kaide vardı. Fitne uyandırmamak, umumun kalbini okşamak maksadını güttüler. Şöyle ki; Hz. Peygamber zamanında yapılan harpler he­nüz unutulmıyacak kadar yakındı. Hz. Ali'nin bu harplerde göster­diği kahramanlıklar herkesin hatırında idi. Kılıcından  müşrikle­rin kanı henüz kurumamıştı. Kalbinde Ali'ye karşı kin ve intikam hisleri besleyenler vardı. Herkesin ona boyun eğip, tâbi olmasında şüphe vardı. Hilâfete geçecek adamın yumuşak huylu, herkesçe sevilen, yaşlı başîı, Hz. Peygamberin yakın ahbaplarından biri ol­mak maslahat icabı idi»[14]

Bu sözlerden dolayı Şia'nın ekserisi Zeyd'den ayrıldı. Bağda­dî, El-Fark Beyne'l-Fırak kitabında diyor ki: «Zeyd ile Yûsuf b. Ömer El-Sakafî arasında doğuş şiddetlenince bunlar Zeyd'e dedi­ler ki :

—  Düşmanlarına karşı biz sana yardımda bulunacağız, ancak bize şunu haber ver: Atan Ali b. Ebî Tâlib'e haksızlık yapan Ebû Bekir'le Ömer hakkında re'yin nedir?

—  Ben onların hakkında hayırdan başka birşey söylemem. Ben Emevîlere karşı ayaklandım. Çünkü onlar atam Hz. Hüseyin'i şehit ettiler. Harre günü Medine'yi mubah kılıp yağma ettiler, Kâ-bei Muazzamayı inancılıkla atılan taşlarla dövdüler, ateşe tut­tular.»

«Bu sözler üzerine o vakit Zeyd'den ayrıldılar.»

c) Zeydiye mezhebine göre başka başka iki memlekette ayrı iki imam bulunabilir. Aranılan vasıfları haiz olan bu imamlardan herbiri kendi memleketlerinde imam halîfe sayılır. Bundan anlaşıl­dığına göre onlar aynı memlekette iki imamın bulunmasını caiz görmüyorlar. Çünkü bu halkın aynı zamanda iki imama bı'at et­mesi icabeder. Bu ise yasaktır.

d) Zeydîyeye göre Mürtekib-İ kebîre yâni, büyük günah işle­yen kimse tevbe etmedikçe cehennemde ebedî olarak   kalır. Bunu

onîar, Mûtzile'den aynen almışlardır. Çünkü Zeyd, Mutezile mez-hebiyle alâkadar olurdu. Mutezilenin reisi olan Vâsıl b. Ata ile mü­nasebeti vardı. Mûtezile'nin usûl-i akaid hakkındaki görüşlerini almıştır, denildiğine göre diğer Şia'nın, Zeyd'i sevmemelerinin sebeplerinden biri de budur. Zira Vâsıl'e göre : «Cemel vak'asın­da ve Şamlı'larîa yaptığı savaşlarda Hz. Ali yakînen savap üzere­dir denemez. îki taraftan birisi hata üzere olduğu muhakkak, fa­kat hangisi, bu belli değil!»[15] Halbuki bu Şia'nın hiç de hoşuna gitmez. Zeyd öldürülünce Zeydîîer onun oğlu Yahya'ya bİ'at ettiler, sonra o da öldürüldü. . Yahya'dan sonra îmam Muhammed'e ve îmam İbrahim'e bi'at ettiler. Abbasî halifelerinden Ebû Ca'fer Mansur bunların ikisini de öldürttü. Ondan sonra Zeydiye mezhe­binin işi bozuldu. Faziletçe daha aşağı derecede bulunan imameti sözünden caydılar. Diğer Şia'nın yaptığı gibi ashaba dil uzatmağa başladılar ye böylelikle onların en güzel hasletleri gitmiş oldu.


  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

AKAİDE DAİR GÖRÜŞLERİ


9- Kelâm Mes'elelerînde Görüşleri Ve Eserleri


Ebû Hanîfe'nin hayatını anlatırken dedik ki: O, asrında bu­lunan çeşitli fırkalarla münakaşa ve mücadele yapardı. Böyle mü-bâhaselerde bulunmak için muhtelif yerlere seyahatler yaptığı olurdu. O, ilmî hayata bu fırkalarla münakaşa yaparak başlamış­tır. Sonra fıkha dönmüştür ve ehl-i re'y fıkhının rakipsiz imamı olmuştur. Fakat yine de muhtelif fırkalarla münakaşa ve mücade­leyi tamâmiyle bırakmış değildir. İlmî vazifesi, dînî vecibesi onu böyle bir şeye çağırınca hemen koşardı. Onun için asnndaki ke-lâmcıların daldıkları mevzular hakkında Ebû Hanîfe'nin de görüş­leri naklolunmak tadır. İmanın hakikati, günah irtikap e;den hak­kında görüşleri, kaza ve kader mes'elelerine, Allah'ın iradesi ya­nında insan iradesine dair sözleri bize kadar gelmiştir. însan ira­desinde hür müdür? İhtiyarı var mıdır, yoksa iradesinde cebre mi tâbidir? Bunlar hakkındaki görüşleri ve düşünceleri iki yolla bize gelmektedir:

1- Dağınık rivayetler hâlinde zaif veya kuvvetli yollarla naklolunmaktadır. Hangisi kuvvetli, hangisi zayıf bunu ayırmak mümkündür.

2- Ona nisbet bâzı kitaplar yoliyle biz onun görüşlerini Öğ­reniyoruz. Bunların başında Fıkh-ı Ekber kitabı gelir, İbn-i Nedim Fihristinde diyor ki:

«Ebû Hanîfe'nin dört kitabı vardır. Onlar da: Fıkh-ı Ekber, EI-Alim Vel-Mütaallim, Osman b. Müslim, El-Bettî'ye risalesi ki, bu eser îman ve îmanın amelle bağlılığı hakkındadır, bir de Kade­riyeye red kitabı vardır. Bunların cümlesi kelâm ilmine ve akai­de dairdir.»[1]

Bu kitapların içinden Fıkh-ı Ekber eskidenberi gayet muteber tutulmuştur. Bu küçük risale matbûdur. Hind'de   Haydarabad'da müstakil bir tab'ı vardır. Eser muhtelif yollarla rivayet olunmuştur. Birisi Ebû Hanîfe'nin oğlu Mammâd yoliyledir. Bunu Aliyyül-Kaari şerh etmiştir, Ebû Muti' Belhi'nin rivayeti Fıkh-ı Basit diye mâruf­tur. Bunu da Ebû Leys Semerkandî, Atâ b. Ali Cozcanî şerh etmiş­lerdir. Diğer rivayetleri ve şerhleri de vardır. îmam Ebû Mansur Mâtüridi'ye nisbet olunan bir şerh de vardır. Bu şerhin Mâtüridiye nisbeti söz taşır. Çünkü onda Eş'arilere karşı cevaplar vardır. Bun­dan onun Ebû Hasan Eş'ariden sonra yazılmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki Mâtürîdi ile Eş'ari çağdaştırlar. İmam Mâtürîdi 332, Eş'-ari ise 333 veya 334 tarihinde vefat etmişlerdir.


 
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

Fıkhı Ekber Hakkında


Fıkh-ı Ekber'in Ehû Hanîfe'ye nisbeti ulemâ arasında tetkik ye bahis mevzuudur. Ulemâ bu eserin Ebû Hanîfe'ye nisbetinin doğruluğunda ittifak etmiş değildir. Hattâ Ebû Hanîfe'nin en ha-, raretli taraftarları olan ve onun eserlerinin sayısını ziyadeleştirmek isteyen muhibleri bile bu hususta ittifak iddiasında değildirler, îbn-i Bezzazı Menakıbmda; Fıkh-ı Ekber ve El-Âlim Vel-Mütealli-me hakkında konuşurken şöyle diyor: «Ebû Hanîfe'niv. tasnif edil­miş bir kitabı yok diyecek olursan, ben de cevaben derim ki, bu mutezilenin sözüdür. Onların iddiaları Ebû Hanîfe'nin ilm-i kelâ­ma dair eseri olmadığını söylemektir. Bundan da maksatları Fıkhı Ekber'in ve El-Âlim Vel-Müteallim kitabının onun olmadığını orta­ya atmaktır. Çünkü bunlarda Ehl-i Sünnet Vel-cemâat kaideleri­nin ekserisini tasrih etmiştir. Halbuki Mutezile onu kendilerinden göstermek hevesindedir. Bu kitap Ebû Hanîfe Buhâri'nin, derler. Bu açıkça bir karıştırmadır. Ben bu iki kitabı da Allâme Kürdî Imadî hattıyle gördüm. Her ikisinde de bunların Ebû Hanîfe'nin olduğunu yazıyordu. Ulemâdan çoğu bunun üzerinde birleşmişler­dir.»[2]

Görülüyor ki, Bezzâzî bu kitabın Ebû Hanîfe'ye nisbetinde ulemânın çoğu ittifak etti diyor. Bütün ulemâ ittifak etti demi­yor. Demek oluyor kiri kitabın ona nisbeti ulemâdan bâzısmca şüp­heli görülüyor.


11- Eserîn Mevzuuna Bakış


Fıkh-ı Ekber kitabının Ebû Hanîfe'ye nisbetı hususunda ule­mânın dedikleri böyledir. Bunun hakkında    rivayetler çeşitlidir.

Kat'i hükme varabilmek için en doğrusu eserin metnini gözden ge­çirmektir. Eserindeki mes'elenin hepsinin Ebû Hanîfe'ye nisbeti doğru mu? Yoksa bâzıları onun zamanında ele alınmayan mevzu­lar mı? Bu cihet incelenmelidir.

Biz Hind'de tabolunan Fıkh-ı Ekber kitabına baktık. Bâzı ay­dınlatıcı noktalar gördük.

Peygamberlerden sonra en faziletli olanları şu sırayla tertip ediyor: «Peygamberlerden sonra insanların efdali Ebû Bekir, son­ra Ömer, sonra Osman, sonra Ali'dir. Bunlar daima ibâdet eden, Hak üzere sabit ve hakla beraber olan zatlardır. Biz hepsini seve­riz. Ashabdan hiç birini hayırdan başkasıyla anmayız..»

Halbuki bütün menakıb kitaplarında zikredilen rivayetler onun Hz. Osman'ın Hz. Ali'den üstün tutup öne geçirmediğinde it­tifak ederler. Bir sened'e dayanan bu rivayetler, senedi olmıyan bir metinden daha kuvvetlidir.

Fıkh-ı Ekber'de bâzı öyle mes'eleler görüyoruz ki, bunlar onun asrında ve ondan önceki çağlarda mevzuubahs edilmiş şeyler de­ğildir. Elimizde bulunan kaynaklardan hiç birinde onun çağdaşla­rından veya ondan öncekilerden birinin mucize, keramet ve istid-rac arasındaki farkı anlatmağa teşebbüs ettiğini göremiyoruz. Hal­buki Fıkh-ı Ekber şöyle diyor: «Peygamberlerin mucizeleri, evli­yanın kerameti haktır. Fakat haberlerde geldiği üzere iblis, Fira­vun, Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olup da onları .şimdiye ka­dar vukua gelmiş ve gelecek bulunan hallerine ve mucize ve ne de keramet deriz, istidractır: Hacetlerini yerine getirmek deriz. Zira Allah, düşmanların hacetini onları derece derece cezaya çekmek ve nihayet cezaya çarpmak kabilinde yerine getirir, onlar da bu­na aldanip daha azarlar. Bunlar caiz ve mümkündür.»

Evliyanın kerameti, kâfirlerden sadır olan hârukuiâde ahval, olağanüstü şeyler arasındaki farka dair bir söze o asırda cereyan eden münakaşalara tesadüf edemiyoruz. Bunlar îslâmda tasavvuf meydana çıktıktan sonra kelâm uleması arasında bahis mevzuu yapılmağa başlanmıştır. Ulemâ ermiş evliyaya Allah'ın neler bah­settiğinden söz açtılar, erenlerin olağanüstü hallerinden bahse . daldılar. Bu cihet bizi, mes'elenin esere sonradan ilâve olunduğu zannına götürmektedir. Veyahut eser Mâtürîdi ve Eş'arî görüşleri­ne göre o sırada yeniden yazılmıştır.



  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

12- Akaîd Görüşlerini Anlama Yolu


Ebû Hanîfe'nin akaide dair görüşlerini biz, yukanki sebepler­den dolayı yalnız Fikh-ı Ekber'den ve El-Âlim Vel-Müteallim'den almakla iktifa etmiyoruz. Bunları tarih kitaplarındaki rivayetler­den bu iki kitapta olanlara uygun düşüncelerle birleştiriyoruz. Böylece dört mes'eleyi ele alıp onlar üzerinde konuşacağız : 1- iman, 2- Büyük günah işleyen hakkında hüküm, 3- Kudret ve irade mes'elesi, 4- Kur'ân mahlûk mu, değil mi münakaşası.


13- ÎMANIN HAKÎKATINA Dalr


Imâm-ı A'zam'a göre îmanın hakikati hakkında Fıkh-ı Ekber'-de olanlar muhtelif rivayetlerde naklolunanlara uymaktadır. Onun için bunları doğruluğunda şüpheye mahal yoktur. Fıkh-ı Ekber şöyle diyor:

«îman, ikrar ve tasdiktir.»[3]

islâm hakkında şöyle diyor: «islâm Allah'a teslim olmak, O'nun emirlerine boyun eğmektir. îman ile islâm arasında lügat bakımından fark varsa da islâm olmayınca îman olmaz, îman ol­mayınca da islâm olmaz. Bu ikisi içle dış gibidir. Din: îmana, Is-îâma ve bütün şeriatlere şâmil olan bir isimdir.»[4]


14- Îman Ve İslâm Bîr Mî?


Görülüyor ki, Ebû Hanîfe'ye göre îman sade kalple tasdikten ibaret değildir. îmanın hakikati kalbîe tasdik ve lisanla ikrardır. Böylelikle îman ile islâm, lâzım ve mezlum gibi birbirlerine bağla­nıyor, kaynaşıyor, islâm olmayınca îman olmaz, îman bulunmayın­ca islâm da yoktur.

Ebû Hanîfe, bu husustaki görüşünün delilini, Cehm b. Safvari ile arasında geçen bir münakaşada izah etmektedir. Bu münaza­rayı sana da nakleedlim de Ebû Hanîfeyi fikirlerini izah eder ve delilini getirirken sen de dinlemiş ol!

Mekkî Menakııbnda diyor ki: «Cehm b. Safvan, Ebû Hanîfe'y-le konuşmak arzusiyle onun yanma geldi ve :

— Ya Ebû Hanîfe, hazırladığım bâzı mes'eleler üzerinde ko­nuşmak üzere sana geldim, dedi.

Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

—  Seninle konuşmak abestir, seninle    münakaşaya    dalmak ateşe girmektir.

—  Sözümü dinlemeden benim hakkımda bu ağır hükmü na­sıl veriyorsun?

—  Bana senin öyle sözlerini ulaştırdılar ki, onları Ehl-i Kıble olan bir Müslüman söylemez.

— Benim hakkımda gayba göre mi hüküm veriyorsun?

—  Bunlar senin hakkında öyle meşhur olmuş şeyler ki, avamı da, havası da bunları duydu, herkes biliyor. Ben de ona göre söy­ledim.

—Ya Ebû Hanîfe, ben sana başka birşey sormıyacağım, yal­nız îmanı soracağım.

—  Bu vakte kadar îmanın ne olduğunu öğrenmedin mi ki ba­na soracaksın?

—  Evet öğrendim, fakat bir nevide şüphem var.

—  îmanda şüphe küfürdür.

—  Küfürün bana hangi cihetten geldiğini beyan etmelisin.

—  Sor, söyliyeyim.

—  Bana söyle bakalım, bir kimse    kalbiyle Allah'ı    tanıyor, onun bir olduğunu, şeriki ve dengi olmadığını biliyor, sıfatlarını tanıyor. Lisanıyla bunları söylemeden Önce Ölüyor. Bu kimse mü'-min olarak mı öldü, yoksa kâfir midir?

—  Kâfirdir, kalbiyle bildiğini Hsaniyle    söylemedikçe Cehen­nem ehlindendir.

—- Allah'ı sıfatiyle bildiği halde neden mü'min olmuyor?

—  Söyle, eğer Kur'ân'a inanıyor ve onu delil olarak kabul edi­yorsan sana onunla cevap  vereyim. Eğer Kur'ân'a inanmıyor ve onu delil  tutmuyorsan, yine söyle,  islâm milletine muhalif olan­ların konuştukları tarzda konuşup sana cevap vereyim.

—  Kur'ân'a îmanım var, onu delil olarak kabul ediyorum.

Öyleyse dinle, Allah'u Teâlâ kitabında îmanı kalb ve lisana ya­ni bu iki azaya bağlıyarak zikreder.

«Resule indirileni dinledikleri zaman onların gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Zira onlar Hakkı tanırlar ve derler ki, ey Rabbımız, îman ettik, bizi de şahit olanlarla beraber..»

«Biz niçin Allah'a ve bize gönderilen gerçeğe îman etmiyelim ve Rabbimizin bizi de iyi insanlar arasına katmasını dileyelim.»

îşte Allah da onları bu söylediglerinden dolayı altından ırmak­lar akan Cennetlerle mükâfatlandırdı. Onlar orada ebedî kalacak­lardır. Bu, iyi işler işleyenlerin mükâfatıdır.» (Mâide; 83-85)

Cenab-ı Hak onları Allah'ı tanıdıkları ve bunu sözleriyle söy­lediklerinden dolayı Cennete koymaktadır. Ve onlan kalbiyle tas­dik ve lisanla ikrarları yüzünden mü'minlerden sayıyor.

Yine Allah'u Teâlâ buyuruyor ki:

«Deyin ki: Biz Allah'a inandık, bize gönderilen Vahye, İbra­him'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a ve oğullarına vahyedilen şeylere ve Musa ile İsa'ya verilene ve. bütün Peygamberlere Rab'ları tara­fından gönderilenlere îman ettik. Onlardan hiç birini diğerlerin­den ayırmayız, biz ona teslim olanlarız.

«Eğer onlar da sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse hak olan doğru yolu bulmuş olurlar.» (Bakara: 136-137)

îman ettik deyin, yâni lisanla söyleyin demektir.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

«Onlara takva kelimesini gerekli kıldı.» (Fetih Sûresi: 26)

«Bunlar sözün en iyisine iletilmişlerdir.» (Hac Sûresi:  24)

«Temiz söz ona yükselir.» (Fatır Sûresi:  10)

«Allah îman edenleri dünya hayatında da, âhirette de kavl-i sabit üzere sebatlı kılar.» (İbrahim Sûresi: 27)

Bütün bunlarda îman sözünden bahis vardır. Söz dille olur.

Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: «Lâ İlahe illAllah de­yin, felah bulursunuz.» Felah bulmayı kelime-i şehâdeti söyleme-, den yalnız marifete bağlamıyor.   Yine Peygamberimiz   buyurur : «Kim ki Allah'tan başka Tanrı yoktur,    derse ve kalbinde de bu böyle ise o Cehennemden çıkar.»

Allah'ı tanıyan Cehennemden çıkar demedi, diliyle söyleme­ğe bağladı.

Eğer sözle söylemek lâzım olmasa ve yalnız marifet kâfi gel­seydi, lisaniyle Allah'ı red ve inkâr eden kimse kalbiyle Allah'ı bil­diği vakit mümin sayılırdı. İblis de mümin sayılırdı. Çünkü o Rab-bini tanıyor ve yaradam, öldüreni, tekrar dirilteni, kendisine ığva eden o olduğunu biliyordu. Bakın nasıl diyor: «Yarab, beni neden ığva ettin? Ba's edeceğim güne kadar bana mühlet ver!» «Beni ateşten yarattın* onu ise balçıktan yarattın». Kâfirler de lisanla inkâr etseler de Rablarmı bildikleri zaman mü'min olurlardı. Allah'u Teâlâ buyurur:

«Nefisleri bunları kabul ettikleri halde yine inkâr ettiler.» (Nahl: 14 )

Lisanlariyle inkâr ettikleri için Allah'ı bir bildikleri halce on­ları mü'minlerden addetmiyor. Yine Allah buyurur:

«Allah'ın nimetlerini bilirler, sonra inkâr ederler, onların ek­serisi kâfirdir.»

«De ki: Gökten ve yerden size rızk veren kim? işitmeğe ve gör­meğe hâkim olan kim? Ölüden diri çıkaran, diriden ölü çıkaran kim? işi çevirip yürüten kim? Şüphesiz Allah'tır diyecekler. De ki: Korkmaz mısınız, işte o sizin Hak Rabbiniz Allah'tır.»

inkâr etmeleri yüzünden bilmeleri, marifetleri fayda vermedi. «Oğullarını nasıl bilirse onu öylece bilirler.»

Fakat Allah'ı inkâr ettiklerinden dolayı marifet ve bilgi hiç­bir fayda sağlamadı.

Bunları dinleyince Cehm:

«— Benim aklıma bir çok şeyler koydun, yine gelip sana baş vuracağım» dedi.[5]

Mekkî, Ebû Hanîfe'nin: «Kalbiyle tanıyıp diliyle ikrar etme­den ölürse kâfirdir» sözünü şöyle izah ediyor: «Ebû Hanîfe'nin bu sözünün yorumu şudur: Diliyle ikrar etmemekle itham olunduğu takdirde yine ikrar etmezse, o zaman kâfir olur. Yâni: Kalbinde olanı diliyle de söyle, denilse de söylemese o vakit kâfirdir. Fa­kat böyle bir töhmet ve zan yoksa, meselâ denizde, bir adada ve­yahut bir mağarada tenha bulunsa, kalbiyle tanırsa kâfir olmaz.»

Demek oluyor ki, Ebû Hanîfe îmanı iki cüzden mürekkep sa­yıyor: Kalbiyle kat'î inanma, yani itikat-ı câzim olacak; sözle de bunu ikrar ederek kalbindeki tanımayı açığa vuracak, ilân edecek. Sözle ikrar zaruridir. Çünkü kaîbde olan teslimiyyeti meydana çıka­ran odur. Lisanla söylemedikçe kalbdeki bilinmez. Onun için Ebû Hanîfe'nin îman taksiminde: Kalbiyle îman eden kimse diliyle söy­lemedikçe insanlar arasında mü'min sayılmasa da, Allah indinde mü'mindir.

ibn-i Abdulber tntikâ kitabında Ebû Hanîfe'ye göre, îman ve aksamını şöyle beyan ediyor: «Ebû Mukatil, Ebû Hanîfe'den nak­lediyor, demiş ki: îman, marifet, tasdik ve islâm ikrardır, insan­lar tasdikte üç mertebe üzeredir: Bir kısmı; Allah'ı ve Allah tara­fımdan her geleni kalbiyle ve lisaniyle tasdik eder. Bir kısmı lisa-niyle söyler, fakat kalbiyle inanmaz. Bir kısmı kalbiyle tasdik eder, lisaniyle bunu söylemez, Allah'ı ve Peygamberinin Allah tarafın­dan getirdiklerini kalbiyle tasdik edip lisaniyle ikrar edenler hem Allah nezdinde ve hem insanlara göre mü'mindirler. Lisaniyle söy­leyip kalbiyle inanmıyan Allah indinde kâfirdir, insanlara göre m-ü'-min sayılır. Çünkü insanlar onun kaibindekini bilmez. Kelime-i şehâdeti söylemek suretiyle imanını lisaniyle gösterdiğinden ona mü'min adını verirler. Kalblerde olanı bilmeğe onları zorlayama-yız. Bir kısmı Allah nezdinde mü'mindir, insanlara göre ise kâfir­dir, Bu da şöyle olur, bir mü'min, kendini korumak için lisaniyle küfür izhar eder, onu bilmiyen kimse ona kâfir der. Halbuki o Al­lah nezdinde mü'mindir.»[6]

Bütün bunlardan görülüyor ki, Ebû Hanîfe'ye göre itibar yal­nız kalble tasdike değildir. Behemehal teslim olmak, buna razı "ol­mak ve mümkün olduğu zaman bunu açığa vurmak, lisaniyle söy­lemek lâzımdır. Şayet korku gibi bir sebeple îmanını gizli tutmak, lisaniyle söyleyememek mecburiyeti varsa, o takdirde kalbiyle tas­dikle iktifa eder. Lisanla söylemese de mü'mindir.

Bu iz'anla teslimiyet, gönülden Allah'a boyun eğmek, mü'min ile münafık arasını ayıran vasıftır. Münafık lisanla söyler, fakat kalbi inanmaz. Mü'minin hâli ise gönül nzasiyle Allah'a teslim ol­maktır. Kalbi tslâma bağlıdır. Münafığın hâlinde marifet var, fa­kat iz'an ve teslimiyet yok. Lisaniyle söylese de kalbinde îman mev­cut değil.


  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

Amel Îmandan Cüz Mü?


Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre: Amel îmandan cüz değildir. Ona bu hususta iki grup muhaliftir:

Birisi: Mutezile ile Hariciler, bunlar ameli îmandan cüz sa­yarlar. Amel etmiyen kimse mü'min addolunmuyor, onlar pratik islamcıdırlar.

ikincisi: Fukahâ ve muhaddisler, bunlara göre amel îmana da­hildir, fakat îmanın aslına dahil değildir. îmanın artması ve eksilmesi bakımından îmana dahil sayılır. Onlara göre Şeriat ahkâ-miyle amel etmese de tasdik bulunduğu zaman mü'min sayılır, fa­kat bu tarzda îmanı kâmil sayılmaz. îşte buradan îman artar ve ek­silir mes'elesi çıkıyor.


16- İman Ne Artar, Ne Eksîlîr


Ebû Hanife'ye göre îman ne artar, ne eksilir. Onun için gök ehlinin, yer ehlinin îmanı hep bir sayılır. Ebû Hanîfe'nin şöyle de­diği rivayet olunuyor:

«Yer ve gök ehlinin îmanı birdir. Evvelin ve âhirinin, önceki­lerin ve sonrakilerin îmanı ve Peygamberlerin îmanı aslında bir­dir. Zira biz hepimiz bir Allah'a îman ettik. Onu tasdik ettik.

Farzlarsa çok muhteliftir. Keza küfür de birdir. Kâfirlerin sı­fatları çoktur. Hepimiz Peygamberlerin îman ettiklerine inandık. Lâkin onların îmanda ve bütün taatta bizlere sevapça üstünlüğü vardır. Zira onlar taatta efdaî oldukları gibi bütün umurda sevap­ça efdaldirler. Rabbinriz bize bu hususta haksızlık yapmış değil­dir. Çünkü o bizim hakkımızı azaltıp kısmadı. Belki Peygamberlere izaz ve ikram için fazlından daha ziyade verdi. Zira onlar insanların rehberidir. Allah'ın emir elçileridirler. Kimse mertebece onlara eşit olamaz. Zira insanlar fazilete onlar sayesinde erdiler. Cennete giren herkes onların daveti ve duasiyle girer.»[7]

îmanın hakikati tasdiktir ve Ebû Hanîfe'ye göre ne artar, ne eksilir. Tasdik ziyadeîiği ve noksanlığı kabul etmez. Fazilet ve amel bakımından mü'minler birbirlerinden farklıdır, inanış kuvvetli ve­ya hafif olur.

Ebû Hanîfe'den sonra gelenlerin çoğu bu mes'elede ona muha­lefet ettiler. Müslim Şârİhi, Nevevî diyor ki: «Tasdik ziyadeîiği ka­bul eder. Çünkü tasdik, fazla nazar ve delillerin kuvvetli olması nisbetinde artar. Hattâ sıddîklerin îmanı en kuvvetlidir. Onlara hiç şüphe arîz olmaz, onların îmanı sarsılmaz. Karışık ahval için­de kalsalar da kalbleri daîma münşerihtir, huzur içindedir. Onlar­dan başkaları ise öyle olamaz. Bu inkârı kabil olmıyan bir gerçek­tir. Akıllı bir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk'ın tastikine başka hiç bir kimsenin tasdikinin müsavi olmıyacağmda şüphe etmez. Onun için Buhâri şunu zikretmiştir:

«Ibn-i Müleyke diyor ki: Otuz sahabeye yetiştim, her biri ni­faktan korkardı. Hiç birisi Cebrail ve Mikâil îmanı gibi îmânı ol­duğunu söylemiyordu.»

İbn-i Bezzazı bu söze şöyle cevap veriyor :

«Tek bir bakış eğer kat'î surette cezme götürür ve tasdik eder­se, istenen tasdik hâsıl olmuş demektir. Öyle değilse ona tasdik de­ğil, zan denir. Bir tasdikle hâsıl olan cezm, bin defa tekrarlansa o yine birinci tasdikdir, bir nazarla hâsıl olan cezm de böyledir. Çok nazarla ziyadelik hâsıl oimaz.»

Bunlar iki türlü görüştür. Biz tasdikin kuvvetinin birbirinden farklı olduğuna kaniiz. Bu da amelde kendini gösterir. Tasdik var, öyle kuvvetlidir ki, şahıs onun hükmüne muhalefet edemez. Tasdik var, akla tesir eder, fikir, mantık ona boyun eğer. Kalb onun hük-rnüna râm olur. Fakat tasdik var bütün şuur ve arzulara hâkim olamaz, şuur, his ve amel bir yanda olur akıl fikir ve mantık diğer yanda kalır.


17- Ehh Cennet, Ehl-I Nâr


Ebû Hanîfe'ye göre îmanın rüknü tasdik olduğundan ve oda artıp eksilmediğinden günah işlemek yüzünden kimse tekfîr oluna­maz. Çünkü îmanın aslı olan tasdik mevcuttur. Amel etmese de îman vardır, âsiler mü'min sayılırlar. Onlar sadece amel-i saliha bâzı seyyiât katıyorlar demektir. Umulur ki, Allah onların tevbele-rini kabul eder.

Intikâ şunu naklediyor: «Ebû Mukâtil diyor ki: Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim. İnsanlar bize göre üç mertebe üzeredir. Bi­rincisi: Peygamberler olup Cennet ehlindendirler. Peygamberin Cennet ehlinden olduklarını haber verdikleri de Cennet ehlinden­dirler. ikincisi: Müşriklerdir. Onların Cehennem ehlinden oldukla­rını biliriz. Üçüncüsü mü'minlerdir. Onlar hakkında bir hüküm ve­remeyiz, ne Cennet ehlinden ,ne de Cehennem ehlinden olduklarını beyân edemeyiz. Onların Cennet ehlinden olmalarım dileriz. Ce­hennem ehlinden olmalarından korkarız. Allah'u Teâlâ'nın buyur­duğu gibi deriz: «Amel-i salih işlediler, seyyiât ta karıştırdılar. Umulur ki, Allah onların tevbesini kabul eder.» Onlar hakkında hükmü verecek olan Allah'tır. Onların Cennet ehlinden olmasını dileriz. Çünkü Cenâb-ı Hak buyurur:

«Allah, şirk koşmayı asla affetmez, Bunlardan başkasını diler­se affeder.»

«Onların günahlarından ve hatâlarından dolayı endişe ederiz. Çünkü Peygamberlerden başka kimse Cennetle müjdelenmiş değil­dir, îsterse gece gündüz oruç ve namazla vakit geçirsin. Bir de Peygamber tarafından Cennet ehlinden oldukları haber verilen­ler Cennetliktir.»[8]

Bu sözler Fıkıh-ı Ekber'de olanlara tamâmiyle uygundur. Ora­da aynen şöyle denir: «İsterse büyük günah olsun, onu helâl tanı­madıkça bir günahtan dolayı bir Müslümanı tekfir edemeyiz. îman adını ondan çekip atmayız. Biz ona mü'min ismini veririz.»


18- Âsîleri Tekfîr Etmez


Ebû Hanîfe'nin bu hususta sözü böyledir. Bunlar sağlam, man­tıkî sözlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de olan va'd ve vaîde uygundur. Ule­mâ bunu beğenmiş ve fukahânın cümlesi bunu böyle kabul etmiş­tir. Hicret yurdu olan Medine'nin fakıhı îmâm Mâlik bu hususta Ebû Hanîfe'ye muvafakat ederdi. Ömer b. Hammâd b. Ebû Hanî-fe diyor ki: «îmam Mâlik b. Enes'le görüştüm, onun yanında otur­dum, onun ilmini dinledim, ondan ayrılacağım zaman ona de­dim ki:

—  Düşmanlık yapan hasedciler sana Ebû Harîfe'yi olduğun­dan başka türlü tanıtmağa çalışmalarından emin değildim.. Ben sa­na onu olduğu gibi tanıtmak isterim. Onun fikirlerini beğenirsen ne âlâ, yoksa sende ondan    daha iyisi varsa  onu da    öğrenmiş olurum.

—  Söyle bakalım, öyleyse, dedi. Şöyle konuştuk:

—  Ebû Hanîfe günahından dolayı mü'minlerden kimseye kâ­fir oldun demez, dedim.

—  Ne güzel söylemiş, dedi, veyahut isabet etti, dedi.

—  O bundan daha büyüğünü söyledi: Kötü    künahlar işlese de tekfir etmem, dedi.

—  İsabet etmiş ve güzel söylemiş.

—  Bundan daha büyüğünü söylerdi, dedim.

—  Nedir o? dedi.

—  Bir adam, taammünden, kasden günah işlese yine tekfir et­mem, dedi.

—  Doğru söylemiş.

— işte onun dedikleri bunlardır, her kim ki sana onun sözleri bunlardan başka türlü olduğunu haber verirse ona kanma.»[9]


19- Mürcîecilîk Hakkında Sözleri


Müteahhirinden cumhur Muslinimin re'yi bunun üzerine karar kılmıştır. Müslüman cemaatına bu hususta muhalif olanlar Hârici­ler ve Muteziledir. Hal böyle iken bu söz ulemâdan bâzısı tarafın­dan Ebû Hanîfe'ye dil uzatmak için vesile yapılmıştır. Bundan onun Mürcieden olduğu neticesini çıkarmışlardır. Şehri s tanı'nin bu itham hakkındaki sözünü yukarıda beyan etmiştik. Bizzat o Fikh-ı Ekber kitabında kendisinden bu töhmeti reddedip almakta ve kendi mezhebiyle Mürcie arasındaki farkı belirtmektedir:

«Mü'mine günahları zarar vermez, mü'min ateşe girmez, o fâ-sık ta olsa, dünyadan mü'min olarak çıktıktan sonra ateşte ebedî kalır deyemeyiz. Mürcie Taifesinin dediği gibi bizim hasenatımız makbuldür, günahımız yargılanmıştır da diyemeyiz. Fakat şöyle deriz: Kim ki ifsat eden ayıplardan, iptal eden hallerden hâîî ola­rak bütün şartiyle' iyilik yaparsa onu küfürle, dinden dönmekle, kötü ahlâkla iptal etmez ve mü'min olarak bu dünyadan giderse, Allah onun amelini zayi etmez. Kendi Iûtfundan kabul ederse, se­vap verir. Allah'a şirk koşmamak, küfre sapmamak şartiyle irtikap edilen günahların sahibi mü'min olarak ölünceye kadar tevbe et­mezse o Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse onu ateşte azaplandı-rır. Dilerse onu affeder. Cehennemde azap etmez.»[10]

Fıkh-ı Ekber'in bu ibareleri, întikâdan ve münakaşa kitapla­rından naklettiklerimize tamâmiyle uygundur. Ebû Hanîfe'nin gö­rüşüyle Mürcie arasındaki farkı daha ziyade açıklamaktadır. Doğ­rusunu isterseniz. Mürciecilik son devirlerine doğru ibahcılığa -herşeyi mubah saymaya doğru daha çok kayıp yaklaşmıştır. Fâsık-lar orada istedikleri kapıyı açık buldular. Onun için Zeyd b. Ali şöyle demiştir: «Fasıklan Allah'tan af bekleme tama'ma düşüren Mürcieden ben teberri ederim,»

Onun için diyebiliriz ki: Büyük günah işleyen hakkında görüş­ler üç guruba ayrılmıştır: Bir kısmı onları, mü'minlerden saymaz Hâriciler ve Mutezile gibi. Bir kısmı îmanla beraber mâsiyet hiç zarar vermez, Allah bütün günahları affeder, der. İşte bunlar dâ mezmun Mürciedir. Üçüncü grup ki, ulemanın ekserisi bunlar­dandır. Bunlarca âsi olan tekfir olunmaz, iyiliğe on misli cevap vardır» günaha ise kendi miktarı kadar azap vardır. Allah'ın affı hiç bir kayıt altına alınmaz, bir hadde tâbi değildir, tşte Ebû Hanî­fe bu ulema zümresi ndendir. Cumhur Müsîimînin akidesi de budur. Eğer bu re'ye kail olanlara Mürcie denirse o zaman Cumhur Müsli-mîn Mürcie demek olur.[11]

îyi araştıran ulemâ, Mürcie namını yalnız ikinci gruba ver­mektedirler. Onun için Ebû Hanîfe'den Mürcieliği reddederler. Çünkü o esaslara göre Mürcie'de amel ve taat cihetini ihmal var­dır. Ameli hesaba katmıyorlar. Halbuki muttakî olan Ebû Hanîfe asla böyle bir şeye kail değildir.

Hayrat'ül-Hisan'da şöyle deniyor: «Bir kısmı Ebû Hanîfe'yi Mürcie'den saymaktadır. Bu söz doğru değildir. Evvelâ Mevâkıf sarihi diyor ki: Mürcie'den olan Assan'ı Ebû Hanîfe'yi de Mürcie'­den sayıyor ve kendi görüşlerini ona nisbet ediyordu. Bu ona ifti­radır. O, şöhreti olan bu büyük imama Mürciecilik nisbet ederek mezhebi yaymağa bakıyordu. Sonra Amidî diyor ki:

«Onu Ehl-i Sünnet Mürciesinden saymış olsalar gerek. Çünkü Mutezile ilk zamanlarda kader mes'elesinde kendilerine her muha­lif olana Mürcie damgası vuruyordu. Veyahutta Ebû Hanîfe iman eksilmez ve artmaz dediğinden, ameli îmandan geri bırakır zan­nettiler ve Mürcie'den saydılar. Halbuki bu böyle değildir. Çünkü Ebû Hanîfe amele son derece ehemmiyet verir. Birçok amel mes'e-lelerinde fıkhî içtihadı vardır.»   

Üçüncü olarak İbn-i Abdulber diyor ki: «Ebû Hanîfeîyi çeke-miyorlardi. Hased edenleri çoktu. Ondan olmıyan şeyi ona nisbet ediyorlardı ona yakışmayan şeyleri uydurup söylüyorlardı.»

îşte Ebû Hanîfe'nin Mürcieciliği hakkında ulemânın sözleri bunlardır. Bence Ebû Hanîfe asla Mürcieden addolunamaz. Meğer ki fâsıkı, mü'minlerden sayan herkes mürcieden addedilmiş ol­sun. Allah'u Teâlâ âsilerin bâzısını affeder, Allah'ın affı bir kayıt ve tahdit altına alınamaz. Bu hâle göre yâlnız Ebû Hanîfe değil. Mu­tezileden başka bütün fukahâ ve muhaddisler Mürcie zümresine girmiş olur ki, bu doğru değildir.


  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

Kader Ve İnsanların Amelleri Mes'elesi


Ebû Hanîfe nüfuz-ı nazar sahibi, iyi görüşlü bir zattır. Onun için kader mes'elesine dalmaktan çekinirdi. Ve arkadaşlarına da bunu tavsiye ederdi. Yusuf b. Hâlid, Basra'dan geldiği zaman ona şöyle demiştir:

«Bu, insanların karşısına dikilmiş güç bir mes'eledir. Bunu halledin güçlüğü kim yenebilecek? Bu Öyle kapalı bir mes'eledir ki, anahtarı zayi olmuştur, anahtarı bulunursa o zaman içindeki belli olacak, onu açacak olanlar, ancak Allah indinden haber getiren­lerdir.»

Kaderiyyeden bir grup ona gelerek kader mes'elesini münakaşa yapmak istediler. Onlara şöyle dedi: «Bilmez misiniz ki, kadere ba­kan, güneşe bakan gibidir, baktıkça gözleri kamaşır, şaşkınlığı artar.» Fakat Kaderiyye bu haddi aştılar, kaza ile adalet arasım na­sıl bulabileceğini sordular. Allah herşeyin nasıl olacağına hüküm ve kaza ediyor. Onun kazası ve kaderi üzere o işler oluyor. Sonra neden kaza ve kader çerçevesi dairesinde yaptıklarından dolayı in­sanları hesaba çekiyor? îşte bunu sordular ve dediler ki:

—  Allah'ın mülkünde kazası dışında bir şey yapmak mahlûh-tan hiç birinin elinden gelir mi?

—  Hayır, gelemez, Yalnız kaza iki türlüdür. Biri Vahiyle emir­dir. Diğer kudrette takdir eder, kudret verir. Meselâ küfre kudret verir, fakat emir vermez. Belki nehyeder. Emir de iki türlüdür. Emr-i tekvîn, yâni birşeyi meydana getirmek ,olmak emri. Ol, der, olur. Bu vahiy emrinden başkadır.»

Ebû Hanîfe'nin bu taksimi ne güzeldir. O kazayı kaderden ayı­rıyor. Ona göre kaza demek: Vahy-i İlâhî ile Allah'ın vermiş oldu­ğu hükümdür. Kader ise kudret-i îlâhiye altında cereyan edendir. Allah ezelden halkın umurunu takdir etmiştir. Vahyin muktezasına göre kullarına takalifi vardır. Ameller kulun ihtiyariyle Allah'ın takdiri üzere cereyan eder. Emir de iki kısımdır, icat ve tekvîn emri var, bir de teklif emri var. Kâinattaki umur birinciye göre ce­reyan eder. Âhırette ceza ise ikinci teklif emrine göredir.

Burada şöyle bir mes'ele var: Taat ve isyan kulun dilemesiy­le midir? Yoksa Allah'ın meşietiyle midir? Şayet kulun meşîetiyle ise Allah irade eder mi? Allah'ın iradesi emrinden ayrılır im? Bu halli müşkîl bir mes'eledir. Ebû Hanîfe bu mes'eleye insan, bilgi takatinin varabileceği şekilde ve Allah'ın kudret ve kemâline lâyık tarzda şöyle cevap veriyor:

«Ben bu hususta ortadan söylerim, ne cebir var, ne de tefviz var. Allah'u Teâlâ kullarına takat getiremiyecek bir şey teklif etmez. Onlardan yapamıyacaklan bir şey istemez, işlemedikleri bir şeyden dolayı onları cezalandırmaz. Yapmadıkları bir şeyi onlara sormaz. Bilgileri olmryan bir şeyin münakaşasına dalmalarına rıza­sı yoktur. Bulunduğumuz hâli Allah'u Teâlâ bilir.»[12]

işte bu mes'elede mütefekkire yakışan söz budur. Coşkun dal­galar gibi çalkalanan bu mes'eleye, içinde boğulurum endişesiyle dalmak istemiyor, insan iradesine lâyık olduğu hürriyeti veriyor. Çünkü bu hissolunur bir emirdir.

Her hangi bir münakaşacı onu girmek istemediği bu mevzua sürüklemek isterse, beşer ilminin takat getiremiyeceği bu mes'e­leye sokarsa yasak hududu geçmez. Kaderiye'ciler[13] ona sor­dular :

Bize haber ver. Allah bir kuluna küfrünü murat ederse ona iyilik mi yapmış olurw yoksa fenalık mı?

Şu cevabı verdi:

— Fenalık etti, zulüm etti denilmez. Allah'ın emrine muhale­fet edenler hakkında bunlar söylenir. Allah ise bundan münez­zehtir.

Bağdat tarihinde Ebû Yusuf'tan naklolunuyor:

Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim. Bir kaderci, ile konuştun mu, sana söyliyeceği iki şeydir: Ya küfür etmek, ya sükût etmek. Ona bu şeylerin böyle olacağını Allah eskiden biliyor muydu diye sorulsa: Buna karşı: Hayır derse kâfir olur. Evet derse ona soru­lur: Bildiği gibi olmasını mı diledi, yoksa bildiğinin hilâfına olma­sını mı diledi? Cevabında: Bildiği gibi olmasını diledi derse mü'-minden îmanı, kâfirden küfrü dilediğini ikrar etmiş olup, yok il­minin hilâfına olmasını diledi derse Allah hem diliyor, hem de me­ramına nail olamıyor demek. Bildiğinin aksine dileyen ve bildiği olmayan bir tanrı tanımak ise küfürdür.»

Hulâsa Ebû Hanîfe bu mevzua muayyen hudutlar dahilinde dalıyor. Bu denizde fazla açılmıyor. Hayır ve şer her şeyin Allah'ın kaderiyle olduğuna inanıyor. Allah ilminin, iradesinin ve kudreti­nin şumuline îmanı var. Allah'ın iradesi haricinde insandan bir iş sadır olmaz. İnsanın taatı ve mâsiyctleri kendisine  aittir,  insanın cüz'i iradesi ve ihtiyan vardır. Onun için yaptığından sorulur, he­sap verir. Hayır olsun, şer olsun zerre kadar haksızlık görmez. Bun­lar Kur'ân'ın akideleridir. Ebû Hanîfe bunları Kur'ân'm sağlam âyetlerinden alıyor. Kadercilerle münakaşa yapması onlann önü­nü kesmek, onları susturmak, delâletlerini yüzlerine çarpmak içindir.


21- Ebü Hanîfe Îtîdalden Ayrılmaz


Ebû Hanîfe cebre kail olan Cehmi'ye'nin nazariyesini almı­yor. O insanın ef'âlinde iradesi olmadığına kani değildir. Bununla beraber görüyoruz ki, onu tenkîd edenler daima onun Cehmiye'den olduğunu ileri sürüp duruyorlar; böylece ona iftira atıyorlar. Cehme ta'zîm için onun devesinin yularını tuttuğunu söylüyorlar. Bu yalanı uyduruyorlar. Halbuki o, Cehm'Ie münakaşalar yapıyor onun bâtıl delillerini çürütüyordu. Nasıl ki Ebû Yusuf onun şöyle dediğini nakleder: «Horasan'da iki sınıf şer insan var: Cehmiye ve Müşebbihe.»

ilim ve faziletten mahrum olan bâzı kimselerin iftira atarak ulemâya haksızlık yapmaları olsa olsa bu kadar olur. Hayır ve şer kaderle olduğuna hükmetmezse Mûtezili derler, hayır ve şer kader­le olduğuna hükmederse Cehmiye derler. Halbuki o Cehmiyeden uzak olduğunu kendisi haykırıyor. Doğru rivayetler onun Cehmi­ye'nin yollarını kesip bâtıl propagandalarının yapılmasına engel ol­duğunu anlatmaktadır.


22- Hâlk-ı Kur'ân Mes'elesî


Ebû Hanîfe zamanında bâzı kimseler Müslümanlar arasında Kur'ân'm mahlûk olduğuna dair sözler etmeğe başladılar. Kur'ân Hz. Peygamberin en büyük mûcizesidir, fakat Allah'ın mahlûkudur, diyorlardı. Bildiğimize göre bu sözü ilk söyleyen Ca'd b. Dirhem ol­muştur. Onu Horasan Valisi Hâlid b. Abdullah idam etmiştir. Cehm b. Safvâ da buna kail oluyordu.

Ebû Hanîfe düşmanları onun da bu re'yde olduğunu iddia edi­yorlar ve onun bundan dolayı iki defa tövbeye çekildiğini söylü­yorlar. Sözde Emevîlerin Irak Valisi olan Yusuf b. Ömer tarafından bir defa, başka bir defa da kadı Ibn-i Ebî Leylâ tarafından tevbe ettirilmiş imiş!

Sabit olmuş bir töhmeti veya delile dayanan bir görüşü ulu orta reddetmek bizim âdetimiz değildir. Fakat bu hususta Ebû Hanîfe'ye nisbe tolunan bu rivayetleri kabul etmekte tereddül ediyoruz. Bunları doğru bulmuyoruz. Çünkü bunlar onu kötülemek istiyen düşmanları yoliyle gelmektedir. Ve elimizde bunlara muarız rivayetler de vardır. Ve bunlar kabule daha lâyıktır. Çünkü bunlar töhmet altında olmıyan mevsuk kimselerin rivayetleridir. Akâid hususunda rasgele söz söylememekle şöhret bulan, ölçülü konuşan Ebû Hanîfe'nin sânına yakışan da budur. Çünkü o ancak selefin daldığı mevzulara dalardı. Selefin görüşlerini ve dînî hakikatleri müdafaa ederdi.

Onun Kur'ân mahlûktur deyip de sonra bundan tevbe ettiril­diğine dair olan rivayetleri bir yana bırakalım da onun bu mesele hakkındaki kanaatim başka haberlerden öğrenmeğe çalışalım. Bu hususta iki haber nakledeceğiz.

Birincisi: Bağdat tarihi diyor ki: «Kur'an mahlûktur sözüne gelince denildiğine göre Ebû Hanîfe'nin buna asla kail olduğu yok­tur.» Yine orada şöyle deniyor: «Ne Ebû Hanîfe, ne Ebî Yusuf, ne Züfer, ne Muhammed ve ne de onların arkadaşlarından hiç birisi Halk-ı Kur'ân hakkında asla birşey demediler. Haîk-ı Kur'ân hak­kında Bişr, Merisi, Ibn-i Ebî Duâd konuştular ve işte bunlar Ebû Hanîfe'nin ashabına da leke sürdüler.»[14]

ikincisi: întikâ kaydediyor: Ebû Yusuf diyor ki: «Bir Cuma günü Küfe mescidine bir adam gelerek Kur'ân hakkında sorar. Ebû Hanîfe orada yoktur, Mekke'de bulunmaktadır." Oradakiler aralarında ihtilâfa düşerler, Ebû Yusuf diyor ki: VAllah o insan şekline girmiş bir şeytandı zannederim; bizim halkımıza sokuldu, bize bu mes'eleyi sordu, biz de birbirimizle soruştuk ve cevap da vermedik. Üstadımız burada yok, o söze başlamadıkça biz söze katılmağa hoş görmeyiz, deyip savdık. Ebû Hanîfe geldiği zaman ona bu mese'leyi açtık, şöyle şöyle oldu, bu hususta ne biliyorsun, dedik. Yüzünün rengi değişti. Güç bir mes'ele vuku buldu da biz de o, hususta bir şey söylemedik zannetti. Nasıl oldu diye sordu. Biz de şöyle oldu diye anlattık. Bir müddet sükûta daldı. Sonra: Siz ne cevap verdiniz? dedi. Biz de hiçbir cevap vermedik, yanlış bir şey söyleriz, sen de onu beğenmezsin diye korktuk da bir şey söylemedik,, dedik. Bunu duyunca sevindi ve:

— Allah hayırla mükâfatlandırsın, benim vasiyetimi iyi tutun. Bu hususta asla birşey demeyin, bunu asla sormayın. Yalnız şunu bilin: Kur'ân Allah'ın kelâmıdır, deyin. Buna bir harf bile ziyade etmeyin. Zannetmem ki bu mes'elenin sonu gelsin.»[15]



23- Açık Netice : Hâlk-I Kur'ân Mes'etesine Dalmaktan Çekinirdi


Bu sözlerden çıkan netice şüphe bırakmayacak surette gösteri­yor ki, Ebû Hanîfe bu mes'eleye dalmaktan çekiniyordu. Fakat düşmanları bu yolda asılsız şeyler uydurdular; Ebû Hanîfe'ye ifti­ra ettiler. Hanefiyyeden bazılarının hâlk-ı Kur'ân'a kail olmaları onların bu asılsız sözlerinin yayılmasına ve doğru zannedilmesine yardım etti. Ebû Hanîfe onların iftiralarının gadrine uğramıştır. Bâzı Hanefîyyenin sözlerini ona yüklemişlerdir. Yine bu cümle­den olarak Ebû Hanîfe'nin torunu ismail b. Hammâd b. Ebû Hanî­fe'nin Hâlk-ı Kur'ân'a kâiî olması da bu isnadın ona yapışmasına sebep olmuştur. Çünkü rivayete göre, İsmail b. Hammâd şöyle demiş: «Kur'ân mahlûktur, bu benim re'yimdir ve atalarımın re'yi-dir..» Bişr b. Velid bunu şöyle reddetmiştir.

— Senin re'yindir, buna evet deriz. Fakat atalarının re'yi oldu­ğuna gelince, buna cevabımız: Hayır, öyle değildir, olacaktır.

Hâlk-ı Kur'ân'a kail olan Mutezile .ilimde fıkıhta yüksek mev­ki sahibi olan kimselerin de bu re yde olduklarını' söyleyerek kendi mezheblerini tervice çalışıyorlardı. Ebû Hanîfe'yi de bu işe karış­tırdılar.

Bütün bunlara dayanarak diyoruz ki: Ebû Hanîfe Hâlk-ı Kur'* ân mes'elesine dalmamıştır, bu mevzuu kurcalamamıştır. Ve pek tabiî ki Kur'ân mahlûktur da dememiştir. Kanaatımızca bu mes'e-leyi mevzuubahs etmek günah da sayılmaz!





  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

Siyasî Görüşleri


Okuduğumuz menakıb ve tarih kitaplarında Ebû Hanîfe'nin siyaset hakkındaki fikirlerine derli toplu bir arada yazılı olarak rastlayamıyoruz. Onun için bunları dağınık haberlerden ve kitap­ların arasından bulup çıkarmağa çalışacağız. Böylelikle belki de onun siyasî görüşü hakkında tam bir fikir edinmek kabil olur.

Ebû Hanîfe'nin hayatını anlatırken söylediklerimizden iki şe­yi anlamış bulunuyoruz:

1- O, Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma'dan doğma evlâtlarını yâni Âl-i Beyti pek fazla seviyordu. Bu sevgi yüzünden eza ve cefalara maruz kaldı. Hattâ bu sevgi uğruna şehit gitti bile denebilir.

2- Gerek Emevîlere ve gerekse Abbâsîlere karşı    ayaklanan evîâd-ı Ali iîe bir olup fi'len bu ayaklanmalara katılmamıştır. Ders­lerinde sözle onlara yardım etmekte iktifa ediyor, sorulduğu za­man onların haklı olduğuna fetva veriyordu. Hasan b. Kahtabe ile aralarında geçen olay bunu gösterir. Bu işte kendisinden fetva so­rulan bir müftü vaziyetinden  ileri geçmez.    Hükümdarın kuvvet ve sultasını nazarı itibare almıyarak vicdanının sesine uyar ve hük­münü verir.

Bunlara dayanarak diyebiliriz ki, Ebû Hanîfe'de Hz. Ali taraf­tarlığı vardı. Fakat bunun hududu nereye varır, o Şia'dan bir fır­kaya mensup mudur? İşte burada bunu araştırmak istiyoruz.


  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

müteallim

Ehl-1 Beyt Sevgisîndekî Îtîdalî


Ebû Hanîfe'nin Hz. Ali taraftarlığı Öyle Ashabın fazilet dere­celerini görmesine mâni olacak neviden kör bir taassup değildi. AI-i Beyt taraftarlığıyle beraber Hz. Ebû Bekir ve Ömer'i faziletçe Hz. Ali'den üstün tutardı. Ebû Bekir'in takvasını takdirle anardı. Onun yüksek seciyesinin hayranı idi. Hattâ ticaret hayatında ve cömertlik yapmakta Ebû Bekir'i örnek tutar, onun gibi olmak is­terdi. Hz. Ebû Bekir'in Mekke'de kumaş dükkânı mı vardı, o da Kûfe'de bîr kumaş dükkânı açtı. Faziletçe Ebû Bekir'den sonra Hz. Ömer gelirdi. Fakat Hz. Osman'ı, Hz, Ali üzerine takdim etmez,-di. İbn-i Abdulber Intikâ'da diyor ki :

«Ebû Hanîfe; Ebû Bekir'le Ömer'i başkalarına tafdîl eder, Ali ile Osman'ı severdi.», oğlu Hammâd, babasının şöyle dediğini naklediyor: «Ali bize Osman'dan daha sevgilidir.»[1] Hz. Ali'yi sevgide tercih etmesiyle beraber Hz. Osman'a asla dil uzatmazdı. Hz. Osman anıldığı zaman onu rahmetle yâdederdi. Hattâ dersine hazır olanlardan biri şöyle demiştir : «Kûfe'de ondan başka Os­man'a rahmet okuyup da dua eden işitmedim.»

O, selefe söğmeğe asla cevaz vermezdi. Hattâ onun kimseye dil uzattığı duyulmamıştır. Mekke'de Atâ b. Ebî Rebah'la buluştuğu zaman Atâ ona :

—Sen şu dinde fırkalara ayrılan diyardan mısın? diye sordu. Ve sen onlardan hangi fırkadansın? deyince :

— Selefe soğmeyen, kadere îman eden, günahtan dolayı kim­seyi tekfir etmiyen sınıftanım, cevabını vermişti.[2]

öyle anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe Âl-i Beyi sülâlesini Ebû Bekir ve Ömer hakkında gayet nezih lisanh görmek isterdi. Mekkî Me-nakıbında şunu naklediyor: «Ebû Hanîfe diyor ki, Medine'ye gel­dim. Ebû Cafer Muhammed Bakır b. Ali'nin yanına gittim :

—  Ey Iraklı kardaş, bizim yanımıza oturma, dedi. Ben otur­dum ve:

— Allah iyilikler versin, Ebû Bekir ve Ömer hakkında ne der­sin? diye sordum.

—  Allah Ebû Bekir'i ve Ömer'i rahmetine gark eylesin, dedi. —- Irak'da senin onlardan teberrî ettiğin söyleniyor, dedim.

—  Allah korusun, onlar yalan söylüyorlar. Bilmez misin Ilz. Ali Efendimizin,, Hz. Fâtima'dan doğma kızı Ümmü Gülsüm'ü Hz. Ömer'le evlendirdi. Bu Ümmü Gülsüm kimdir, bir düşün. Büyük annesi Cennet kadınlarının ulusu Hz. Hatice, dedesi bütün Peygam­berlerin ulusu ve sonuncusu Hz. Muhammed, anası cihan kadınla­rının ulusu Hz. Falıma, kardeşleri Cennet ehlinin gençlerinin efen­dileri Hasan ile Hüseyin, babası îslâmda şerefli mevkî sahibi ars-laniar arslanı Hz. Ali'dir. Eğer Ömer ona münasip ve lâyık bir eş olmasaydı  onunla evlendirmezdi. Böyle olana birşey denir mi?

Bunun üzerine dedim ki :

—  Onlara bunu böylece yazsan, o söylenenleri tenkîd etsen.

—  Onlar yazılana itaat etmezler ki, Iraklılar öyledir, sana ya­nımıza oturma dedim, oturdun. Yazsam onlar da dinlemezler.»[3]

Ebû Hanîfe'ye îmamiye imamlarından olan Muhammed Bakır arasında geçen bu konuşmadan anlıyoruz ki, Ebû Hanîfe Al-i Beyt'e taraftarlığa toz kondurmak istemiyor onlara sürülmek is­tenen lekeyi temizlemeğe çalışıyor. Ona göre en büyük leke Ebû Bekir'e sövüp dil uzatmak idi. Bu iş onun vicdanını kemiriyordu. O bunu silmeğe çalışıyordu.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik