Uğursuzluk ve Bereketsizlik

Başlatan Mücteba, 05 Nisan 2011, 00:16:23

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Karayılan Tamtamları

Tamtamlar çaldı, Karayılan yakalandı, Karayılan yakalandı, yakalandı, dı dı dı!..

Meğerse yakalanmamış...

İyi ki, yakalanmadı... Yakalansa ne olacaktı? İmralı'ya hapsedilemez. Küçük bir adaya iki imparator olmaz... Başka bir ada bulmak gerekecekti... Konforlu bir hapishane, kara, deniz, hava koruma kuvvetleri ... Muayyen günlerde gelen avukatlar... Bir yığın tantana. Karayılan eskiden Kandil dağından emir veriyordu. Yakalansaydı adasındaki hapishaneden emir verecekti.

Karayılan yakalansa terör bitecek mi?

Asıl iş bataklığı kurutmak.

Öcalan'ı yakalayıp İmralı'ya atmakla ne kazandık?

Yahut ne kaybettik?

PKK bataklığının suyu nereden geliyor?

Bu işin içinde Ermeniler var, Kripto Ermeniler; Siyonistler var, iki kimlikli Kripto Yahudilerimiz var. Daha kimler var? Terörün gölgesinde yüz milyarlarca dolarlık uyuşturucu ticareti yapanlar... Silah ticareti yapanlar...

Bataklık sadece PKK tarafından mı meydana getirildi?

Sen 3500 Kürt köyünü düzle, tahrib et, ahalisini sür.

Sen kendi vatandaşlarına insan pisliği yedir.

Sen Diyarbakır hapishanesinde korkunç ve vahşi işkenceler yap.

Sen milyonlarca vatandaşın temel insan haklarını çiğne.

Sen Türkleri ve Kürtleri kardeş yapan İslamî bağları tahrip et.

Sonra da kabahatin tamamı PKK'da olsun.

Bataklık mevcut oldukça terör sürecektir. Bir Karayılan Kandil dağındaysa bir sürü yılan başka dağlarda, vadilerde, ovalarda, büyük şehirlerdedir.

Yılanların hepsi de Kürt değildir.

Türkü var, Yahudisi var, Ermenisi...

Şu anda Karayılan'ın yakalanmaması belki de daha az zararlıdır.

Evet, Öcalan yakalandı da ne oldu?

Başımıza belâ oldu.



Mehmet Şevket EYGİ - 20 Ağustos 2011 Cumartesi

Mücteba

Bu Toplum Bu Kadar Ahlaksızlığı Kaldırmaz

Müstehcenlik konusunda artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Türkiye bu kadar ahlaksızlığı, edepsizliği, seks serbestliğini, seks provokasyonunu, seks terörünü, fuhşu kaldırmaz.

Bazı günlük gazeteler ve bazı tv'ler genelev yayın organı haline dönüşmüştür.

Bütün hürriyetlerin sınırı vardır.

Müstehcen yayın, seks terörü konusunda medyaya sınırlar konulmalıdır.

Biliyorum, yaygara kopartacaklar ve "Basın hürriyeti kısıtlanıyor, medya gemleniyor!..." diye feryat edeceklerdir.

Müstehcen yayınları kısıtlamak basın hürriyetinin ihlal edilmesi değildir.

Hiçbir gazetenin, tv'nin, derginin seks terörü yapmaya hakkı yoktur.

Müstehcen yayın yapanlar basın hürriyetini kötüye kullanan kötü niyetli kimselerdir.

Türkiye, halkının büyük kısmı Müslüman olan bir ülkedir. Bizim kültür yapımız bu kadar ahlaksızlığı, fuhşu, zinayı, müstehcen yayını, seks kışkırtıcılığını hazmetmez (sindirmez).

AB standartları dediler ve Ceza Kanunundan zina suçunu kaldırdılar.

Diğer şehirleri bilmem, İstanbul'un bazı bölgelerindeki ahlak bozukluğu had safhaya gelmiştir.

Sultanahmet camiine gidiniz. Oturulmaz levhaları bulunmasına rağmen ulu mâbedin mermer merdivenlerinde bir yığın çıplak turistin oturduğunu göreceksiniz. Bunların içinde, iç çamaşır giymediği için en mahrem yerleri, avret-i galizaları görünenleri vardır. Mukaddes caminin içi Kapalıçarşı'ya dönmüştür. Müslümanlar huzur içinde namaz kılamamaktadır.

Cami böyle olursa ana caddeleri, meydanları, toplu taşıma vasıtalarını düşününüz.

Turist gelsin camiyi gezsin ama aşırı çıplak, aşırı seksî kıyafetle gelip gezmesin.

Her şeyin bir kuralı vardır.

Otobüslerde, parklarda, meydanlarda, sokağın ortasında herkesin arasında birtakım laubalilerin sarılıp öpüşmesi ahlaka aykırıdır.

Bazıları değildir diyecektir.

İslam ahlakına, Türkiye ahlakına aykırıdır.

Ateistlerin, çağdaşların, Saylanîlerin, Selaniklilerin ahlaksızlık saymaması bizi ilgilendirmez. Biz bu ülkede çoğunluktayız, bizim millî kültürümüz ve kimliğimiz vardır, bizim kendi normlarımız, ölçülerimiz, kıstaslarımız, kuramlarımız vardır. Halkın istediği olacaksa, çoğunluğun millî kültür ve kimliğe dayalı isteklerinin yerine getirilmesi gerekir.

On sene kadar önce Bursa'da Ulucami'ye gitmiştim. O tarihî ve kutsal mâbedin içi de yürekler acısıydı. Başı açık, göğsü açık, kolları açık, etekleri kısa kadınlarla doluydu. Cami kadınlar hamamına dönmüştü. Ulucami'deki bu açık saçık laubali kadınlar turist değil, yerliydi. Valilik, belediye, müftülük, dinî cemaatler gerekeni yapmamışlardı.

Hiçbir haysiyetli Müslüman toplum bu kadar

*Müstehcen, rezil, ahlaksız yayınlara,

*Sultanahmet camiindeki rezilliğe,

*Zina ve fuhuş patlamasına,

*Edep ve ahlaka aykırı davranışlara

Tahammül etmez.

Bu gibi ahlaksızlıkları, yasal sınırları içinde ve şiddete baş vurmadan en sert şekilde protesto eder.

Cumartesiyi pazara bağlayan bir gece güvenlik tedbirlerini alarak Beyoğlu'na çıkınız ve rezaleti görünüz. Orada sabaha kadar süren bir çılgınlık vardır. Seks seks seks... İçki seller gibi...

Her toplumda ahlaksızlık, fuhuş zina, edepsizlik olur bu kadar olmaz.

Bu kadar olursa toplum batar.

Nasıl batar?

Sodom ve Gomore gibi batar.

Evet efendiler, evet sayın bayanlar ve baylar, evet sorumlular!.. Türkiye bu kadar ahlaksızlığı, bu kadar fuhşu, bu kadar zinayı, bu kadar seks serbestliğini çekmez, kaldırmaz.

Televizyon dizilerindeki seks ve zina sahnelerinde kadın ve erkek aktörlerin arasında yastık var mı, yoksa kameraların önünde gerçek seks mi yapıyorlar tartışmalarını duymuşsunuzdur.

Evet bıçak kemiğe dayanmıştır.

Ey Müslümanlar!.. Sözüm sizedir: Kur'ana, Sünnete, İslam'a, Şeriata, ahlaka, fazilete, iffete aykırı bunca fuhşiyata, seks azgınlıklarına, çıplaklığı, rezilliğe ses çıkartmaz, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmazsanız başınıza gelecek bir musibetten, tepenize inecek bir âfetten, gazaptan korkunuz.



Mehmet Şevket EYGİ - 20 Ağustos 2011 Cumartesi

Mücteba

Orduya Hürmet

Liseyi 1952'de bitirdim, aynı yıl üniversitede okumaya başladım, 1956'da diplomamı aldım, yine 50'li yıllarda dergicilik yaptım, yazı yazdım, kısa bir süre için memur oldum, Erzurum'da yedeksubaylık yaptım.

Bendeniz 1950 ile 1960 yılları arasındaki Türkiye'yi çok iyi hatırlayan bir kimseyim.

O tarihte Kemalist vesayet vardı ama askerî vesayet yoktu.

Ordu kışlasındaydı, siyaset arenasında değildi.

Ordu, siyasete karışmazdı.

Ordu, derin ve gizli bir siyasî parti gibi hareket etmezdi.

Ordu, sivil iktidara itaat ederdi.

Ordu, dindarlığı bir suç olarak görmezdi.

Ordu, Ankara İlahiyat fakültesinde üniformalı öğrencilerini moral subayı, din hizmetlisi olarak yetiştirirdi.

Askerî birliklerin bazısında camiler vardı, ezan okunurdu; hafız olan, yeterli din bilgisine sahip olan bir er mihraba geçer, bazen birlik kumandanı da arkasındaki safta yer alır cemaatle namaz kılınırdı. Kimse buna itiraz etmezdi.

O uğursuz 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra bütün dengeler bozuldu ve bugünkü buhranlara geldik.

28 Şubat post modern darbesinden sonra her şey zıvanadan çıktı.

Dindar subaylar, astsubaylar, askerî öğrenciler, bütün hakları çiğnenerek atıldı.

Din, inanç, ibadet, inandığı gibi yaşamak hak ve hürriyetleri ayaklar altına alındı.

Din bir tehdit ve tehlike olarak gösterildi.

Terör fırtınaları estirildi.

Bütün bu yapılanlar insan haklarına, adalete, insafa, vicdana, bilgeliğe, millî kimlik ve kültüre aykırı idi.

Vatana, halka, devlete büyük zararı oldu.

Çok şükür ordu konusunda normale dönüş başladı.

Ordumuz halkın ve devletin ordusudur.

Ordu, Kemalizm ideolojisinin değil, Türkiye'nin ordusudur.

Ordu yeni nesiller için bir mektep olmalıdır.

Orduya eksik giren tam, ham giren olgun, cahil giren bilgili, yaramaz giren uslu çıkmalıdır.

Ordu, ülkenin hakim dini olan İslam'a hürmet etmelidir.

Ben bir Müslüman olarak orduyu Peygamber ocağı bilirim.

Ordunun mânevî kimliğine toz kondurmam.

Lakin orduyu âlet edenleri, insan haklarını çiğneyenleri, orduyu herhangi bir ideoloji uğrunda kullananları sevmem.

Peygamber ocağı olan ordumuza saygılarımı sunuyorum.



Mehmet Şevket EYGİ - 21 Ağustos 2011 Pazar

Mücteba

Dinî Kaos ve Anarşi

Bugün Türkiye'de Sünnî halkı ve bilhassa Sünnî gençliği Ehl-i Sünnet Müslümanlığından kopartıp bid'at fırkalarına çekmek için çok yoğun bir faaliyet görülüyor.

Bilhassa genç nesiller onlarca fırkaya ayrılmıştır.

İnanç konusunda vahim bozukluklar ortaya çıkmıştır.

Ümmet birliği parçalanmıştır.

Düzinelerle cemaat, tarikat, grup arasında irtibat yoktur.

Müslümanların müşterek bir İmamı/Emîri yoktur.

Ümmet içinde üniter bir hiyerarşi yoktur.

Ümmet kurumları yoktur.

Korkunç, iğrenç, rezil, kusturucu bir din ve mukaddesat sömürüsü vardır.

Hizip fanatizmi ve militanlığı yapılmaktadır.

Birtakım ruhbanlar erbab haline getirilmiştir.

Dinin temel direği olan beş vakit namaz ya tamamen terk edilmiştir, yahut hafife alınmaktadır (tehâvün).

Kutsal Kur'anın yorumu ayağa düşürülmüştür, cahiller re'y ve heva ile tefsir yapıp yanlış hüküm çıkartmaktadır.

Resulullah Efendimizin (salat ve selam olsun ona) Sünneti inkar edilmekte, kaynak olarak kabul edilmemektedir.

Derin şer güçleri Müslüman yığınları dünyevîleştirmek, sekülerleşmiş sürüler haline getirmek için cehennemî ve ifritî propaganda yapmaktadır.

Tesettür adı altında Şeriata aykırı şeytanî kıyafetler sergilenmektedir.

Bazı aykırı ve bozuk ilahiyatçılar Teravih namazını bile inkar etmektedir.

Şer güçleri AB, BOP, ABD, Siyonizm normlarına uygun yeni ve değişik bir İslam türetmeye çalışmaktadır.

Müslümanların harim-i ismetleri olan evlerindeki fitnevizyonlardan günde 24 saat fuhuş, içki, müstehcen yayın, günah, isyan, tuğyan, küfür, fısk ve fücur pislikleri akıtılmaktadır.

Türkiye'de medya özgürlüğü olmasına rağmen Ehl-i Sünnet Müslümanları yeteri kadar savunma yapmamaktadır.

Bir kısım İslamcılar İslam davasına ihanet etmiştir.

Dün bozuk ve sapık dedikleri düzenin haram nimetlerine saldırmışlar, Cehennem ateşi servetler edinmektedirler.

Din garip kalmıştır.

Lüks, israf, fuhşiyyat tufanı her yeri kaplamıştır.

Kur'anın, Sünnetin, Şeriatın ve Peygamberî Ahlakın yasak kıldığı, kötü gördüğü günahlar açıkça, küstahça işlenmeye başlamıştır.

Halk yığınları nasihatsiz ve uyarısız kalmıştır.

Bir kısım güçlü ve zengin Müslümanlar kâfirleri dost ve velî edinmişlerdir.

Müslüman kesimde yeteri kadar ve etkili emr-i mâruf ve nehy-i münker yapılmamaktadır.

Müslümanlar, çoğunlukta oldukları bu vatanda esir, zelil, zebun vaziyete düşmüşler; ikinci sınıf vatandaş, parya, zenci, sömürge yerlisi statüsünde yaşamaktadırlar.

Müslümanların temel insan hakları, kendi aczleri, gayretsizlikleri, cebanetleri yüzünden ayaklar altına alınmaktadır.

Cuma ezanı okununca dükkanların, lokantaların, iş yerlerinin kapatılmasını yasaklayan bir kanun olmadığı halde dindar Müslümanlar, Kur'anın emrine uymayarak dükkanlarını kapatmamaktadır.

Sabah namazında ve diğer vakitlerde camiler yetim ve garip kalmıştır.

Zekatlar bile Kur'anın, Sünnetin, şeriatın, fıkhın öngördüğü şekilde doğru dürüst verilmemekte, sarf edilmemektedir ve bu yüzden nice Müslüman fakir ve miskin sürünmektedir.

Farzlar terk edilirken, haramlar işlenirken tuzu kuru bir kesim akın akın turistik umre seyahatleri yapıp lüks otellerin üst katlarından Kâbe-i Muazzama seyri yapmaktadır.

Bütün bu anarşi ve kaostan kurtulmak, Kur'an ve Sünnet yoluna girmek, Şeriat ile amel etmek, ahlaklı ve doğru Müslümanlar olmak için yapılacak ilk iş bütün Sünnî Müslümanların ihtilafları ve tefrikayı bırakıp Ehl-i Sünnet ve Cemaat dairesi içinde birleşmeleri ve yerlerini almaları gerekmektedir. Başka yol ve çare yoktur.

Bugünkü kaos, anarşi, tefrika, fitne fesat, her kafadan ayrı ses çıkması, nifak şikak, devam ederse kurtuluş olmaz, murtuluş olur.

Müslümanları kimler uyaracak?

Kimler bilgilendirecek?

Kimler kurtuluş yoluna çağıracak?



Mehmet Şevket EYGİ - 21 Ağustos 2011 Pazar

Mücteba

Deprem Katilleri

Çürük binalar inşa eden, bu binalar depremde yıkılan yahut deprem falan olmadan durup durduğu yerde yıkılan müteahhitler katildir.

Böyle binalara oturma ruhsatı verenler katildir.

Deprem bölgesinde, kanunların ve nizamların izin vermemesine rağmen bin türlü alavere dalavere ile fazla kat çıkılmasına izin verenler katildir.

Depremde yıkılacak çürük binalara af çıkartanlar katildir.

Deprem beklenen bir bölgede, ilk depremde yıkılacak ve içindekilere mezar olacak binalarda oturulmasına izin veren, göz yumanlar katildir.

İlk şiddetli veya orta şiddetli depremde yıkılacak binalarda çoluk çocuğuyla umursamazca oturanlar intihara niyet etmişlerdir.

Fay hattının tam üzerine bina yapımına izin verenler canidir.

İstanbul'da on binlerce binanın zemin katlarındaki kolonlar kaldırılmış, geniş mekanlar açılmış; dükkanlar, lokantalar, pastaneler, iş yerleri yapılmıştır. Bunlar ilk şiddetli zelzelede çökebilir, çökecektir. Bunları yapanlar, bunlara izin verenler, bunlara göz yumanlar bir tür katildir, canidir.

12'nci yıldönümünü idrak ettiğimiz büyük 17 Ağustos zelzelesinde on binlerce bina yıkıldı, kimisi yassıkadayıf gibi çöktü, kimisi yana yattı, elli bin vatandaş öldü, büyük facialar oldu. (Gerçek ölü sayısı 50 bindir...) Bunca facianın, ölünün, yıkılan binanın suçlusu olarak Veli Göçer adında bir müteahhit tutuklandı, hapse mahkum edildi. Böylece adalet yerini buldu. Adalet adalet adalet!... Ah adalet!..

İstanbul büyük depremini bekliyor.

Marmara bölgesi büyük depremini bekliyor.

Deniz kumuyla yapılmış çürük binalar yıkılmayı bekliyor.

Kaçak katlı binalar yıkılmayı bekliyor.

Alt katlarındaki kolonlar kaldırılmış binalar yıkılmayı bekliyor.

Deprem kuşağında depreme dayanıklı olarak yapılmamış bilcümle binalar yıkılmayı bekliyor.

Bütün deprem uzmanları koro halinde büyük olacaaaak diye bağırıp duruyor.

Bilinçaltımızda küllenmiş deprem korkusu var ama aldırmıyoruz.

Japonya'da sık sık deprem oluyor, orada bütün tedbirler alınmıştır. Bardaklar bile depremde kırılmayacak şekilde muhafaza edilmektedir.

Son tsunami felaketinde Japon halkının sabrı, metaneti, disiplini, ahlakı, feragati, azmi, fazileti bütün dünyayı hayran bıraktı.

Biz Japonlar gibi miyiz?

İstanbul halkı için bir "Deprem Andı" metni yazılmalıdır. Herkes her sabah bu metni okumalıdır. Milyonlarca nüshası görülecek yerlere asılmalıdır.

"Ben bir İstanbulluyum... Yaklaşan büyük depremi bekliyorum... Tedbirsizim... Hazırlıksızım... Vurdum duymazım... vs vs..."



Mehmet Şevket EYGİ - 22 Ağustos 2011 Pazartesi

Mücteba

Haram Kazanç ve Zenginlik Felâket Getirir

İman edenlerle iman etmeyenler arasındaki temel farklardan biri helal ve haram kazanç kavramıdır.

Mü'mine göre Allah ticareti helal, ribayı haram kılmıştır.

Helal ticaretten elde edilen gelir ve servet (zekat ve sadaka verilmek ve azgınlık yapılmamak şartıyla) hayırlıdır, bereketlidir, uğurludur.

Bir adam ribayla Karun kadar zengin olsa o servet onun için belâdır, âfettir, felakettir, ateştir, uğursuzluk kaynağıdır.

Allah ribadan başka şeyleri de yasaklamıştır.

İçki... Kumar... Yasal veya gizli, vesikalı veya vesikasız, KDV'li veya KDV'siz karı satmak, halka zararlı gıda maddeleri yedirmek, dana eti diye domuz eti, hileli ve mağşuş mallar...

Adam turistik otel yaptı, içinde içki satılıyor. Geliri haramdır.

Vitrine nefis döner bulunur diye yazdı ama döner nefis değil, berbat, onun kazancı da haramdır.

Malının kusurunu söylemeden sattı, ticareti haramdır.

Türkiye'de turizm patlaması var, her yıl ülkemize birkaç on milyon turist geliyor ve bundan büyük gelir elde ediliyor. Bu turistlerin bir kısmı temiz insanlar. Bir kısmı ise İslamî ölçülere göre ahlaksız. Bu turistler içiyor, zina yapıyor, bin türlü çıplaklık ve ahlaksızlık sergiliyor. Onların yaptıkları sadece İslam'a değil, kendi dinlerine göre de günahtır, ayıptır ama aldırmıyorlar.

Bu tür turistlerden ve turizmden kazanılan para haramdır ve ne kazananlara, ne ülkeye, ne devlete bu kazançtan bir hayır gelir.

İçki konusunda sadece içen değil, sâkilik yapan da günahkardır.

Faize aracı olan, faizin kâtipliğini yapan da günahkardır.

TC vesikalı, KDV'li, yasal ve açık fuhşa rıza gösteren herkes günahkardır.

Ülkemize dış ülkelerden bir ordu kadar fahişe geliyor, bunlar yoğun fuhuş yapıyor, bol para kazanıyor, bazısı fuhuş çetelerinin eline düşüyor, bir genel rezalet ki, sormayın.

Devlet bunları bilmiyor mu sanıyorsunuz?

Müslüman bir toplumda ahlaksızlık sereserpe açık hale gelirse.

Yaygın, genel ve yoğun olursa.

Tabiî görülürse.

Yüzde iki üç sınırını aşar yüzde elli olursa.

Memlekete bir meyhane-i kübraya dönerse.

Turizm sektöründe döviz gelecek diye her halt yenirse.

Müstehcen neşriyat azdıkça azarsa.

Milyonların seyrettiği dizi filmlerin zina sahnelerinde oyuncular kameralar önünde gerçekten çiftleşirse.

On milyonlarca vatandaş, çoluk çocuk hepsi bunları izlerse.

Bazı kısa etekli donsuz turist karıları Sultanahmet camiinin merdivenlerinde sere serpe oturur, bilmem nerelerini fütursuzca teşhir ederse.

Böyle bir ortamdaki gelir bolluğu ve servet uğur değil uğursuzluk getirir.

Saadet değil, felaket getirir.

İlgilileri, sorumluları, halkı uyarıyorum.



Mehmet Şevket EYGİ - 22 Ağustos 2011 Pazartesi

Mücteba

İftiralar Yalanlar

İYİ bir Müslüman olduğumu hiç iddia etmedim ve etmiyorum. İyi bir insan ve vatandaş olmaya çalışıyorum ama bunda başarılı olabiliyor muyum, bu hususta da bir iddiam yoktur.

Kendi halinde okur yazar bir kimseyim, elim kalem tutuyor, inançlarıma ve ideallerime hizmet için yazılar yayınlıyorum. Yirmi senedir Millî Gazete'de fahrî olarak yazıyorum. Profesyonel gazeteci değilim, elli küsur senelik yazı hayatım var, çok ses getiren günlük bir gazete bile çıkarttım ama sarı basın kartına bile sahip değilim.

Ömrüm boyunca milletvekiliği, herhangi büyük veya küçük bir başkanlık talep etmedim.

Mal beyanım da ortadadır. Oturduğum bir daire, tek katlı tuğladan bir bağ evi, kitaplarım, kiralık bir yerde hizmet veren küçük bir yayınevim... Ticaretle bizzat meşgul olmuyorum. Altı aydır dükkanıma bir kere uğramadım.

Hîn-i hâcette lazım olacak birkaç bin lira dışında birikmiş param, banka hesabım, servetim yoktur. Bankamatik, çek defteri kullanmam.

Bazıları aleyhimde yalanlar, iftiralar uyduruyor.

Din tahsili yapmamışım, kendimi büyük din alimi görüyormuşum... Ben nerede, din alimliği nerede... Ehl-i Sünnete göre iki kere iki dört eder kesinlikteki dinî gerçekleri, bilgileri, hükümleri yazmak din alimliği taslamak mıdır?

Tesettürü savunmak için din alimi mi olmak gerekir?

Bendeniz Büyük İslam İlmihali gibi muteber ve güvenilir kitaplardaki bilgileri kendi üslubumla, tarz-ı beyanımla tekrarlayıp duruyorum.

Fetva vermekten çok korkarım.

Namazı inkar eden kafirdir demek fetva değildir. İki kere ikinin dört ettiğini söylemektir.

Allah katında tek hak, makbul, geçerli din İslam'dır demek de fetva veya şahsî inanç ve görüş değildir. Dinimizin iki kere iki dört eder gerçeklerindendir.

Zamanımızda üç hak ibrahimî din vardır, bunların bağlıları Cennetliktir diyenlere karşı çıkıyorum. Çünkü onların dediği iki kere iki, eder beş demek kadar saçmadır.

Şeriat Kur'andan ve Sünnetten çıkartılmış hükümlerdir, Şeriatı tahkir eden kafir olur diyorum. Bu da fetva değil, çok mantıklı bir sözdür. İsim vererek Filanca böyle dedi, kafir oldu dersem o zaman fetva vermiş olurum ki, böyle bir şeyden Allah'a sığınırım.

Kelime-i Tevhid iki cümleden oluşan ayrılmaz bir bütündür, Lâ ilahe illAllah deyip de Muhammed Resulullah dememek olmaz, ikisi birden söylenecektir diyorum. Bu da benim görüşüm değildir, on dört asırlık bir icmâdır.

Bugünkü Kitab-ı Mukaddes, Tevrat, İncil nüshaları Allah'ın inzal etmiş olduğu kutsal metinler değildir, zamanla tahrifata uğramıştır dediğim vakit fetva mı veriyorum, ictihad mı yapıyorum? Hayır hayır... Hıristiyanların bir kısmının bile kabul ettiği bir gerçeği beyan ediyorum.

Ben aydın mıyım, ziyalı bir vatandaş mıyım? Hâşâ!.. Böyle bir iddiam yok, aydınlık taslamaktan hayâ ederim. Yukarıda beyan ettiğim üzere okur yazar bir Müslümanım, o kadar. Okur yazar olduğuma yemin etsem başım ağrımaz. Hergün birkaç saat kitap okurum, yazı yazarım.

Fazlurrahmancılığa karşıyım.

Tasavvufa ve tarikatlere taraftarım; tarikatçiliğe karşıyım.

Mason, yalancı, taqiyyeci, aldatan Afganîye karşıyım. Onun izinden giden ye yine ikisi de mason olan Abduh'a ve Reşid Rıza'ya karşıyım.

Cahillerin ve yetersizlerin re'y ve heva ile Kur'an yorumlamasına, hüküm çıkartmasına karşıyım.

Allah'a noksan sıfatlar yakıştıran bozuk mezhep ve fırkalara karşıyım.

Din istismarı yoluyla zengin olunmasını din sömürüsü olarak görüyorum ve buna kesinlikle muhalifim.

Dinin ve mukaddesatın riyaset, şöhret, alkış, benliğini tatmin, zenginleşme vasıtası yapılmasına çok karşıyım.

Cemaatçiliğe karşıyım.

Mezhepsizliğe, telfik-i mezahibe karşıyım.

Bu gibi konularda Şeyhülislam Mustafa Sabri, Zahid el-Kevserî, İsmail Yusuf en-Nebhanî, Mekke Şâfiî Reisüluleması Ahmed Zeynî Dahlan gibi büyük ulemaya tâbiyim.

"Allah gerçek bir Janus'tur" (iki çehreli bir Roma putu!) dediği için Ali Şeriatî'ye çok karşıyım.

Allah'ı bir puta teşbih eden kişiyi tenkit etmek, ona karşı olmak için din alimi ve fakih olmak gerekmez.

Dinde reformculuğa, dinde değişim ve yeniliğe, light/ılımlı İslam türetmeye, BOP'çuluğa, Kemalist İslam'a, ABD İslam'ına, Fazlurrahman'ın tarihsellik mezhebine, Feminizme uygun İslam çalışmalarına, hadîslerin AB normlarına göre ayıklanmasına karşıyım.

Bendeniz Ehl-i Sünnet itikadında ve mezhebinde bir ilmihal Müslümanıyım. Elim kalem tuttuğu, bir miktar kültürüm olduğu için ilmihal bilgilerini yazıyorum. Bundan iftihar ederim.

İlmihal bilgilerini yazarken, nakil ve anlama yanlışı yapmazsam, yanılmam. Çünkü bunlar bütün Ehl-i Sünnet ulemasının üzerinde ittifak ettiği temel bilgilerdir.

Hür ve mukim erkeklerin farz namazları, şerî bir özürleri bulunmadıkça cemaatle kılmaları gerekir derken nasıl yanılabilirim? Açın bütün fıkıh kitaplarını bakın, hepsi böyle yazıyor.

Ümmet birliğine, Hilafete, Şeriata taraftarım.

İtikaden Mâturîdiyim, mezheben Hanefîyim, meşreben bütün turuk-i aliyyenin muhibbiyim.

Dinde her türlü bid'ate, yeniliğe, değişikliğe muhalifim.

Müslümanım ama İslamcı değilim.

Bid'ati, yanlış yorumu, hatâlı inancı kendisini dinden çıkartmayan bütün Müslümanlar kardeşimdir.

Bana iftira eden, gıybetimi yapan, hakkımda yalan konuşan bütün Müslümanlara (namaz kılıyorlarsa) hakkım helâl olsun. Namaza başlarlarsa yine helal olsun.

Namaz kılmıyorlarsa işleri zordur. Biran önce başlarlarsa iyi olur.

Hem namaz kılan, hem gıybet ve iftira edenleri uyarmak lazımdır.

Herkese selam ve hürmetlerimi arz eder, Müslüman olmaları şartıyla düşmanlarım dahil herkesin ellerinden öperim.



Mehmet Şevket EYGİ - 23 Ağustos 2011 Salı

Mücteba

Müslümanın Beğendikleri ve Beğenmedikleri

MÜSLÜMAN neleri beğenir, neleri beğenmez? Beğenilecek, kabul edilecek, inanılacak şeyler ile beğenilmeyecek, kabul edilmeyecek, inanılmayacak şeylerin birkaçını maddeler halinde sıralıyorum:

(1) Kur'an, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile zina çirkin, kötü bir suç, büyük günah ve ahlaksızlık olarak görülmüştür. Müslüman zinayı beğenmez. Beğenirse dinden çıkar. Müslüman, yeni Ceza Kanunu'nda zinanın suç olmaktan çıkartılmasını kesinlikle beğenmez, doğru bulmaz, bunu en azından kalben kötüler.

(2) Müslüman tesettürü beğenir, çıplaklığı ve avret teşhirini kötü görür.

(3) Müslüman Kur'anda, Sünnette, Şeriatta kesin olarak iyi görülen her şeyi beğenir ve doğru bulur; kötü görülen hiçbir şeyi beğenmez ve doğru bulmaz.

(4) Müslüman israfı sevmez. İsraf büyük bir günahtır. Her şeyin en iyisi Müslümana layıktır diyerek israf eder ve bu israfı beğenirse dinen çok kötü bir duruma düşmüş olur. Kur'an "İsraf edenler şeytanın kardeşleridir" buyurmaktadır.

(5) Müslüman beş vakit namazı sever ve beğenir. Namaz kılınmamasını beğenmez ve doğru bulmaz. Hür ve mukim erkeklerin, şer'î bir özür bulunmadıkça farz namazları cemaatle kılmalarını beğenir, kılmamalarını beğenmez ve doğru bulmaz.

(6) Müslüman, mü'min bir kardeşinde beğenilmeyecek, sevilmeyecek bir günah görürse o kardeşine düşmanlık etmez, sadece ondaki günahlara ve kötülüklere karşı olur.

(7) Müslüman gıybeti çok kötü bilir ve onu asla beğenmez ve savunmaz. Bir kişiye gıybet etme denilse, "Ben gıybet etmiyorum, bu yaptığım tenkittir" dese dinini tehlikeye sokmuş olur. Şarap içen bir kimseye içme denildiğinde, bu üzüm suyudur, içmek caizdir demesi gibi.

(8) Müslüman kötü, bozuk, zâlim bir düzene ve sisteme iyi demez, eskisine göre daha iyi de demez.

(9) KURAL: Kur'anın, Sünnetin, icmâ-i ümmetin, Şeriatin iyi, mâruf, doğru dediği her şey güzeldir.

(10) KURAL: Kur'an'ın, Sünnetin, icmâ-i ümmetin, Şeriatin kötü, münker, çirkin dediği her şey kötüdür.

(11) Büluğa ermiş ve kuvve-i şeheviyeleri galeyanda olan kız ve erkek çocukların birlikte okutulmasını Müslüman beğenmez.

(12) Kimlik kartlarında Müslüman oldukları yazılı bulunan birtakım kadınlara TC başlıklı resmî fahişelik vesikaları vererek onlara "yasal" fuhuş yaptırmak, bu fuhuştan KDV ve gelir vergisi almak, fuhşun yapıldığı genelevleri polisle korumak beğenilecek bir iş değildir. Müslüman bunu beğenmez.

(13) Zerre kadar vicdanı, insafı, adaleti, hikmeti olan bir Müslüman, ülkenin en büyük tarihî camiinin, vakfiyesinde "Bu camiyi camilikten çıkartanların üzerine Allah'ın laneti olsun" yazılmasına rağmen, camilikten çıkartılmasını, orada namaz kılınmasının yasak edilmesini asla beğenmez, doğru bulmaz.

(14) Müslüman hırsızlığı, rüşveti, devlet ve belediye bütçelerinin hortumlanmasını, ihalelere fesat karıştırılmasını; haram, kirli ve kara kazançlarla zengin olunmasını asla doğru bulmaz, beğenmez. Bu düzen bozuktur, böyle bozuk düzenlerde haram yenir mealindeki fetvalar şer'î değil şeytanîdir. Şeriatin haram dediği bir şeye helaldir diyen kafir olur.

(15) Akıl teklif için şarttır ama iyinin kötünün, doğrunun yanlışın, güzelin çirkinin kaynağı akıl değil, nakildir/nasstır yani Kur'an ve Sünnettir. Aklın güzel, iyi, doğru bulduğu; Kur'anın ve Sünnetin doğru bulmadığı şeyler güzel, doğru ve iyi değildir.



Mehmet Şevket EYGİ - 23 Ağustos 2011 Salı

Mücteba

Camilerde Sandalya, Tabure Fitnesi ve Bid'ati

PROF. Osman Özsoy'un "Burası câmi mi, ortopedi servisi mi?" başlıklı yazısını (haber7.com) okudum... Bendeniz sona erdi sanıyordum, meğerse camilere kiliselerde olduğu gibi sıra/sandalye koyma fitnesi, dışarıdan tabure getirtme suretinde devam ediyormuş.

Bu işin kendi kendine olmadığını kesin şekilde bilmemiz gerekir.

Dinimizi değiştirmek, dinde yenilik yapmak, İslam'ı AB ve Feminizm standartlarına ayarlamak isteyen birtakım gizli, derin ve sinsi güçler mi yaptırıyor bu camilere sandalye doldurma işini?

Eskiden camilerde bugünkü gibi sandalyede namaz kılma yoktu. Sağlığı, secde etmesine mâni birkaç kişi oturarak kılardı. Sonra ne olduysa oldu, camilere sandalye, tabure, sıra doldurma modası, adeti ve furyası çıkartıldı.

Diyanet'in muhterem fetva heyeti buna karşı çıkmasaydı belki de bugün camilerin arka mekanı kiliseler gibi sıralarla, sandalye ve taburelerle dolmuş olacaktı.

Biliyorsunuz memleketimizde, "İslam'ın tek hak, makbul, geçerli" din olduğu kesin inancını yıkmaya yönelik açık veya gizli sinsi bir faaliyet ve propaganda vardır. Bir ara "Allah katında din İslam'dır" mealindeki ayetin Cuma hutbelerinde okunmaması için dışarıdan baskı yapılmıştı.

İslam'ın Allah katında tek hak ve makbul din olduğu kesin Kur'an ayetleriyle sâbittir.

Sünnet de böyle söylüyor.

Bu konuda icmâ-i ümmet vardır.

İslam'ın Allah katında tek hak, makbul, geçerli din olduğu inancını reddeden, "başka hak ibrahimî dinler de vardır, onların (İslam'ı, Kur'anı, Resulullahı inkar, red ve tekzib eden) mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennet'tir" bâtıl inancına sahip kimseler Ehl-i Sünnet akaidine göre dinden çıkarlar.

Benim kuvvetli zannım, camilere sandalye, tabure ve sıra konulmasını isteyenler bu taifedir.

Prof. Osman Özsoy'un makalesinde, Bartın'da teravih namazına giden kadınların ellerinde tabureler bulunduğu yazılı. Demek ki, Fetva Kurulunun kararından sonra, camiler sandalye ile doldurulamayınca, taburelerinizi alın da öyle gelin telkini yapılıyor.

Secde etmeye gücü yettiği halde secde etmeden namaz kılanın namazı sahih olmaz. Fıkhımız böyle diyor.

Bütün Ehl-i Sünnet hocalardan, imamlardan, müftülerden çok rica ediyorum:

Camilerdeki sandalye, tabure ve sıralar çıkartılmalıdır.

Camilerimiz kilise değildir.

Secde edemeyenler yerde oturarak, ayaklarını uzatarak namaz kılabilir.

Camilerin sandalye ile doldurulmasında bir bit yeniği vardır.

Bu işte Diyalogçuların olduğu kadar Fazlurrahmancıların (Tarihsellik, Tâtiliye mezhebi) parmağı olduğunu sanıyorum.

Bütün Ehl-i Sünnet hocaları ve Müslümanları bu çirkin bid'ati kötülemelidir.

"Camilere bol miktarda sandalye konulsa ne olacak..." demeyelim. Bu bid'ati yaygın hale getirebilirlerse ardından başka bid'atler sökün edecektir.

Camilere dışarıdan tabure ithaline de izin verilmemelidir.

Böyle bir bid'at kökleşirse kaldırılması çok zor olur.

Diyalogçuların, Feministlerin, Fazlurrahmancıların, Reformcuların, dinde değişim ve yenilik isteyenlerin Diyanet'i ele geçirmek için sinsice ve yoğun şekilde çalıştıklarına, kadrolaştıklarına dair haberler alıyorum.

Siyonistler, Haçlılar, Avrupa Birliği, Feministler; Şeriatlı Ehl-i Sünnet İslamlığını kovmak, onun yerine (ABD'nin, AB'nin, Siyonizmin, Haçlıların, sekülaristlerin işine gelecek) ılımlı, light, fıkıhsız, cihadsız, sulandırılmış, ilahî hak din olmaktan çıkartılıp beşerî bir hümanizma ve ideoloji haline dönüştürülmüş) yeni bir din, bir İslam Protestanlığı türetmek ve üretmek istiyor.

Dinimizi koruyalım.

Dinimize bid'at sokulmasına izin vermeyelim.

Uyanık olalım.

(Diyanet'in "Din İşleri Yüksek kurulu" camilere sandalye konulması aleyhinde fetva vermiştir. Lütfen bunun metnini internetten çıkartıp okuyalım. Din İşleri Yüksek Kurulu'nu bu kararından dolayı tebrik ediyor, selam ve hürmetlerimi sunuyor ve ellerinden öpüyorum. Derin ve sinsi bid'at ve reform güçleri bu yüzden kurula diş bilemektedir.)



Mehmet Şevket EYGİ - 24 Ağustos 2011 Çarşamba

Mücteba

Emanetler ve Ehliyet

İSLAM'IN temel kurallarından biri de emanetlerin ehil olanlara verilmesidir. Emanetler ehil olanlara verilmezse emanete hıyanet edilmiş olur.

Bazı dinî cemaat, tarikat, grup, fırka, hizip ve klikler emanetleri ehil olanlara değil, kendilerinden olan ehliyetsizlere veya az ehliyetlilere vererek İslam'ın bu temel prensibini ihlâl ediyor.

Emanetler nelerdir?

Başkanlıklar... Makamlar mevkiler... Memuriyetler... Vazifeler... İşler... Hizmetler...

Şu anda ülkemizde çok hızlı, çok yoğun, çok genel bir kadrolaşma faaliyeti vardır.

Birileri:

Diyanet kadrolarını,

Polis teşkilatını,

Millî eğitimi,

Yargıyı,

Üniversiteleri ele geçirmek istiyor.


Ben bir Müslüman olarak bütün temel müesseselerde düzgün Müslümanların bulunmasını isterim.

Ancak bir şartla: Emanetlerin ehil olanlara verilmesi.

Bunun tek çaresi de, her sahada ehliyetli eleman yetiştirmektir.

Bir de şu husus var: Türkiye'deki Müslümanlar çeşitlilik içindedir.

Bütün temel kurumları, emanetleri, makam ve mevkileri tek bir cemaatin, tarikatin, hizip veya fırkanın ele geçirmesi doğru değildir.

Ehliyete riayet etmek şartıyla dağılım ve paylaşım olması gerekir.

Şu veya bu cemaate veya tarikate mensup olmak haklı ve meşru bir tercih sebebi teşkil etmez.

İlle de ehliyetli, liyakatli olacak.

Bütün Müslümanlar kardeştir. Şu veya bu kardeşliğe mensup olmak bu kardeşliği zedelememelidir.

Türkiye Müslümanlarının hepsi bir meşrebe sokulamaz.

Olumlu meşreb farklılıkları geniş bir rahmettir ve zenginliktir.

Nurcu, Süleyman Efendi bağlısı, Nakşiliğin şu veya bu koluna mensup, Kadirî, Büyük Doğu'cu, Şucu Bucu Ocu...
Bunların hepsi muhteremdir ama iş emanete gelince öncelikli olan, önemli olan emanetlerin ehline verilmesidir.

Polis teşkilatı bizim hizip veya fırkanın eline geçsin.

Yargı bizim elimize geçsin.

Üniversiteler bizim elimize geçsin. Bütün temel müesseseler bizim kontrolümüzde olsun.

Millî eğitim bizim elimizde olsun...

Bu düşünce, bu strateji, bu siyaset yanlıştır.

Müslümanlıkta paylaşım vardır, işbirliği vardır, iş taksimi vardır.

Diğer cemaatler, tarikatlar, hizip ve fırkalar dışlanamaz.

Onlara üvey kardeş gözüyle bakılamaz.


Emanetler, makamlar, mevkiler, memuriyetler hep bir cemaatin mensuplarına üleştirilirse ileride fitne ve fesat çıkar.

Müslümanlar, kadrolaşma konusunda sekter zihniyeti bırakıp Ümmet şuuru ve birliği içinde hareket etmelidir.

Ümmet, İslam dâvası, İslamî hizmetler bir cemaatle sınırlandırılamaz.

Emanetlerin tevdiinde, ehliyetten önce bizim cemaate mensup olması şartı ön planda tutulursa hizmetler aksar, ileride telafisi çok zor bozukluklar olur.

Benden hatırlatması.



Mehmet Şevket EYGİ - 24 Ağustos 2011 Çarşamba

Mücteba

On Büyük Helâk Edici Âfet

MÜSLÜMANIN en büyük, en yaman, en azgın, en korkunç, en helâk edici düşmanları nelerdir? Kur'andan ve Sünnetten çıkartılmış hayırlı bilgiler ihtiva eden (içeren) din, ahlâk, tasavvuf kitaplarında bunlar bildirilmektedir. Özet olarak sıralıyorum:

1. Müslümanın nefs-i emmâresidir.

Emmare, kötülüğü çok isteyen demektir. Bir Müslüman nefs-i emmaresini zincire vuramaz, dizginleyemez, kontrol edemezse onun işi çok zordur. Nefs-i emmare seviye ve statüsünden, nefs-i levvame derecesine geçmedikçe kurtuluş olmaz. Nefs-i emmare nasıl dizginlenir? Kur'ana ve Sünnete uyarak... Evliyaullahın ve kâmil mürşitlerin nasihatlarını tutarak.

2. Para ve mal hırsı.

Bir müslümanın gözünde para ana değer olmuşsa onun hali dumandır. Para için her haltı yer, rüşvet alır, haram gelir elde eder, haram komisyonlar, Şeriatın haram ve batıl dediği ticarî, iktisadî, malî muameleler... Bu devirde dıştan Müslüman görünen nice sefil, zengin olmak için ne boyalara giriyor. Bundan 40 sene önce radikal mücahit idi. Şimdi müteahhit oldu. Artık cihattan mihattan hiç bahsetmiyor. Zengin oldu ama ahiretini berbat etti.

3. Riyaset hırsı, yani başkanlık ihtirası.

Türkçe'de bir söz vardır: Baş ol da isterse soğan başı olsun... İslam ahlâkına göre, başkanlık hırsı ve talebi mezmum (kötülenmiş) bir ahlâktır. Müslümanlıkta başkanlığa talip olmak haramdır. Kendisi istemedi, başkaları sen başkan ol dediler, ehliyet ve liyakati yoksa kabul etmek yine haramdır. İslamî başkanlık ateşten bir gömlektir. Hazret-i Ömer şehit edildi, Hazret-i Osman şehit edildi, Hazret-i Ali şehit edildi, Hazret-i Hüseyin Kerbelâ'da şehit edildi... Zamanımıza gelelim: Adnan Menderes İmralı'da feci şekilde idam edildi. Evet, başkanlığın ateşten bir gömlek olduğunda hiç şüphe yoktur. Tâlip olanlara şaşırılır.

4. Hizip, fırka, cemaat, tarikat, meşreb taassubu.

Gerçek tarikatlar elbette çok faydalı, çok hayırlı, çok mübarek kurumlardır. Bir Müslüman nasibi varsa bunlardan birine girebilir, tarikatlı olabilir. Lakin kesinlikle tarikatçılık yapmaması gerekir. "Benim şeyhim çok büyük, senin şeyhin çok küçük... Benim şeyhim senin şeyhini döver... Benim tarikatım çok parlak, senin tarikatın çok sönük... Benim tarikatımın iftar ziyafeti çok görkemliydi, senin tarikatının ziyafeti hiç iyi değildi..." gibi laflar edenler gerçek tarikatlı, gerçek derviş, olgun sufî değildir. Aklı başında bir Müslüman Ehl-i Sünnet dairesi içindeki çeşitliliği vesile ederek aptalca üstünlükler taslamaz. Sadece 5 dervişi olan bir şeyh, bir milyon bağlısı olan diğer bir şeyhten ilim, irfan, takva bakımından üstün olabilir. Şeytan, bu devirde Müslümanları cemaatçilik ve tarikatçılık tuzağına çok düşürüyor.

5. Müslümanları aldatmak, zamanımızın öldürücü afetlerindendir.

Aldatan bir kimse gerçek ve olgun Müslüman değildir. Aldatmakla Müslümanlık bir arada olmaz. Müslüman Müslümana yalan söylememelidir, Müslüman gayrimüslime bile vermiş olduğu sözü tutmalı, vaadi yerine getirmelidir. Müslüman emanetlere hıyanet etmemelidir. Müslüman ehli olmadığı bir memuriyeti, işi, başkanlığı, makamı, mevkii kabul etmez.

6. Lüks ve İsraf...

İsraf, Kur'an ve Sünnet tarafından kötülenmiş büyük bir günahtır, haramdır. Nefs-i emmare israf etmek ister. İnsan israf ederken, gurura ve kibre kapılır. Gurur ve kibir sahibinin ayağı kayar, belasını bulur. Bu devirde lüks tutkunluğunun, israfın ne kadar yaygın olduğuna, ne kadar tabii görüldüğüne dikkat ediniz. Adamın 40 bin liralık bir otomobil işini görecek, gidiyor 140 bin liralık alıyor, 100 bin lirasını lükse bağlıyor. Sonra bu otomobil ona gurur ve kibir veriyor. Ucuz otomobilleri görünce "Şu tenekelere bak, şunlara binen rezil ve sefillere bak. Benim arabam ne güzel, ne lüks!.." diyor. Zavallı sürüngen, zavallı solucan, sen bu lüks arabayla Cennete mi gidiyorsun, Cehenneme mi? İnsanların en hayırlısı olan, beşeriyeti karanlıktan çıkartıp nura götüren Resulullah Efendimize bak, ne kadar mütevazı yaşadı. Bazen ata, deveye binerdi ama genelde mütevazı bir katırla yolculuk yapardı. Hiçbir zaman israf etmedi, lüks sergilemedi, eline büyük servetler geçti, hepsini hayır yolunda dağıttı. Sık sık aç kaldığı bile oldu. Sen o büyük zata iman edeceksin ve sonra lüks, israf ve sefahat çukurlarında debeleneceksin. Bu ne korkunç beyinsizliktir!

7. Müslümanları sevmemek.


Peygamberimiz sallAllahu aleyhi ve sellem, Müslümanlar birbirlerini sevmezlerse gerçekten iman etmiş olmazlar buyurmuştur. Kusursuz Müslüman olmaz. Biz öncelikle onun kusuruna değil, imanına, Müslümanlığına bakmalıyız... Resulullah Efendimiz bir gün yanında ashaptan birkaç kişi olduğu halde bir çöplüğün yanından geçiyormuş, oraya atılmış, şişmiş, kurtlanmış, pis kokular saçan bir köpek ölüsü görmüşler. Ashap burunlarını tıkayarak aman efendim buradan çabuk geçelim demişler, Efendimiz tebessüm buyurmuş, "Bu köpeğin dişleri ne kadar beyaz" demiş... Kusurlu ve günahkar da olsa, Müslüman dışlanmaz, çünkü onda iman vardır. Peki, Müslümanın aşîkâre, cehrî büyük günahlarına göz mü yumalım? Fâsık-ı mütecâhire elbette göz yumulmaz ama o kimsede iman olduğu müddetçe onu dışlayamayız. Açıkta işlediği günahları tenkit ederiz, o kadar. Müslümanı tecessüs etmeye, yani onun gizli günah ve ayıplarını araştırmaya hakkımız yoktur. Gerçek Müslüman o kimsedir ki, kendi günah, ayıp, kusur ve hatalarına ağlamaktan ve üzülmekten başkalarının günah ve ayıplarını göremez. Zamanımızda bazı mutaassıp (fanatik) cemaatçiler, din kardeşlerine düşmanlık ediyor, onları dışlıyor, buna mukabil, kâfirleri dost ve veli ediniyor. Böyle bir şey Kur'ana aykırıdır. Bu gibi fanatikler doğru ve haklı tenkitleri duymak istemiyorlar, edene düşman oluyorlar; yalan da olsa övgü, pohpoh ve yalakalığa bayılıyorlar. Hattâ, bazılarının kendilerini övdürmek için para vererek kitap yazdırdıklarını bile duyuyoruz. Peygamberimiz, "Meddahların (övücülerin) suratlarına toprak saçınız" buyurmuştur. Yazıklar olsun!

8. Müslümanın en büyük düşmanı dilidir.

İmam Birgivî Hazretlerinin "Tarikat-ı Muhammediye" eserinin büyük kısmı dil âfetlerine ayrılmıştır. Dünyada hiçbir din İslam kadar gıybeti kötülememiş, bağlılarını lisan âfetlerine karşı uyarmamıştır. Hal böyle iken, dünyada gıybet en fazla Müslüman toplumlar arasında yaygındır. Eskiden İslam toplumu sekülerleşmemişti, ulema ve fukaha, şeyhler ve mürşitler Müslümanlara nasihat ediyorlardı, şimdi bu da kalmadı. Dil âfetleri toplumu pençesine aldı, birtakım sorumsuz kimseler din kardeşlerinin haysiyetine, özel hayatına, hakkına hukukuna, şerefine namusuna saldırmaya, gizli ayıpları faş etmeye başladılar. Dilini tutanlara ne mutlu...

9. Zamanımızda fitnevizyon denilen cihaza bağımlılık Müslüman toplumu kasıp kavuran korkunç bir âfettir.

Adam 5 vakit namazını kılan, Ramazan'da oruç tutan, hanımı tesettürlü bir Müslüman, evinin baş köşesine bir fitnevizyon cihazı koymuş, işten eve gelir gelmez, bu şeytanî, deccalî, süfyanî, tağutî cihazı açıyor ve evin içine pislik, fuhuş, zina, işret, kumar, yalan, dolan, iftira, küfür, şirk lağımları akıyor. Ya Rabbi, bu ne korkunç felakettir! Bizim Müslüman aile bu fitnevizyon cihazının karşısına geçiyor, kah kah kah, keh keh keh, heh heh heh gülerek, zaman zaman da bazı üzücü şeylere hayıflanıp ağlayarak seyrediyor. Bu cihaza öyle bağımlı olmuşlar ki, ezan okunurken kapatmıyorlar bile. Sonra da kendilerini Cennetlik sâlih Müslüman sanıyorlar. Vah vah vah!.. Zehî gaflet...

10. Onuncu büyük kötülük imkânı olan insanların doyduktan sonra yemeleridir.

İslam'da zuhur eden ilk bid'at, Hazret-i Aişe validemizden nakledilen bir hadîse göre, insanların doyduktan sonra yiyerek semirmeleridir. Zamanımızda bu çok yaygındır. Zengin Müslümanlar aşırı tıkınıp sindirim sancısı çeker, fakir Müslümanlar açlık sancısı içinde inler... Müslüman kesimin bir kısmı yeme içmeyi, tıkınmayı, lüks israflı ve ihtişamlı sofraları dinî hizmetlerin üzerinde görüyorlar. Senede kim bilir kaç milyar dolarlık lüks tıkınma israfımız var. Bu yüzden sağlığımız bozuluyor. Aşırı yemek yiyorlar, şişmanlıyorlar, sonra zayıflama faaliyetleri, diyetler, zayıflama hapları, fitnes salonlarına çuvalla para verip kilo kaybetme çabaları... Birkaç kilo veriyor, sonra tekrar tıkınıp onları geri alıyor. Şeytanî bir fasit daire (kısır döngü). Peygamberimiz ve sâlihler gibi yeseler içseler bunlara hiç lüzum kalmayacak. Zenginler çok yediği için, fakirlerin bir kısmı yeteri kadar doymuyor, aç kalıyor.



Mehmet Şevket EYGİ - 25 Ağustos 2011 Perşembe

Mücteba

Fâcialar

Bir açıdan hayat bir faciadır. En mutlu perdeleri çekin, en neşeli paravanaları yıkın, ardından facialar görünür.

Ramazan'da Müslüman çoğunluğu kışkırtmak, provoke etmek için gittiler Müslüman kabristanındaki bir mezara şişe şişe şarap döktüler. Maksat fitne fesat çıkartmak. Milyonlarca Müslüman üzüldü, öfkelendi. Aslında bu bir faciadır. Zerre kadar selim akılları, vicdanları, insaf ve iz'anları olsaydı mübarek ayda böyle bir kışkırtma yapmazlardı.

Kızmak mı lazım acımak mı? Bence şiddete kaçmayan ölçülü bir öfke ile birlikte acımak gerekir.

Şarap dökülen kabrin tahrip edilmesi Vandallıktır. Bunu kınıyorum.

Şu gurur, kibir, kendini beğenme, küçük dağları ben yarattım diyen adama bakınız. O ne kadar kınansa, ayıplansa yeridir. Lakin hem ayıplanacak, hem de acınacak...

Karılarının maskarası olan kocalar... Kocalarının kölesi olan kadınlar... Ağlanacak durumdalar.

Dıştan mutlu görünüyor, içi kan ağlıyor.

Şu zavallıya bakınız: Hayatını vehimlere kurban etmiş...

Şu zengin ne kadar acınmaya layık: Haram helal dememiş, efsanevî bir servet edinmiş. Zavallı bu servetini yiyemiyor. Ne anladım ben bu servetten?

Bir zengin servetinden nasıl yararlanır?

Meşru harcamalar yapar... Hayır hasenat yapar... Zekât sadaka verir... Açları doyurur, çıplakları giydirir, ilme irfana kültüre hizmet eder.

Bütün bunları temiz niyetle Allah için yapmazsa yine boş.

Çok zengin ama evinde kütüphanesi yok. O, acınacak bir fakirdir.

Beş vakit namaz kılan Müslüman bir zengin, evinde ve bürosunda bir tek hüsn-i hat ve sanat eseri yok. Ne fakirdir o!..

Parası çok olanın gönlü de zengin olmalı. Bu da yetişmez, kültür ufukları geniş olmalı.

Biz Müslümanlar da büyük küçük facialar içinde yaşıyoruz.

Kimimiz namazı boşlamış. Ne büyük facia.

Kimimiz ezanlar okunur camiye gitmeyiz. O da facia.

İmam-Hatip mektebini bitirmiş ama Allah'ın 14 sıfatını bilmiyor.

Lüks, israflı, pahalı, gösterişli, gururlu, kibirli iftarlar aslında birer facia değil midir?

Yüz kişilik muhteşem bir iftar ziyafeti. İftariyelikler, yemekler, tatlılar, renkler, ışıklar göz kamaştırıyor. Otoparkta yüz lüks otomobil. Lakin bu sofrada bir şey eksik: Bir tek fakir çağırılmamış. Ya Rabbi ne büyük facia!..

Yemeklerin bir kısmı tabaklarda kalır. İsraf faciası.

Zengin sofuların iftarında mini etekli kızlar...

Günlük küçük facialar:

Cep telefonuna 1500 dolar vermiş, kalemi 50 kuruşluk bir tükenmez.

Bizim zengin lüks restorana gitti. Şoförü otoparkta üç saat aç bekledi.

Adamın astığı astık, kestiği kestik... Evde karısının yanında süt dökmüş kedi gibi.

Haram servet edinmek için şeytandan kapı gibi fetva almış.

Burnunu sildiği kağıt mendili otomobil penceresinden yola atmış.

Kedi doğurmuş, apartmanı kirletiyorlar diye hayvancağızı ve yavrularını uzak bir yere atmış. Ne temiz vicdanlı adammış bu!

Facialar bitmez tükenmez.

Şen şakrak kahkahalar atan şu sürtük...

Ben demekten biz demeye vakit bulamayan şu mağrur.

Şu hem kendisine, hem çoluk çocuğuna, hem çevresine zulm eden zâlim.

Bin defa uyarılmış, ihtar edilmiş ama bed sesiyle 130 desibellik ezanlar okumaya devam eden kişi...

Yol kenarlarındaki büyük saksılar içinde susuzluktan kurumuş çiçekler, küçük ağaçlar.

Geçen baharda yanlış budandığı için kuruyan nice ağaç.

Köyde tarla satmış, beş katlı apartman yapmış, iki katında oturuyor, üçü boş.

Bizde zekatların toplanması ve sarf edilmesi bile bir facia değil midir?

Çılgın turistik umre seyahatleri ibadet midir, facia mı?

Gazetede aynı gün şehit haberleri, hafifmeşrep seksî kadınlar, gözyaşları kahkahalar, hepsinin yanında elmalı turta tarifi.

Facialar içinde yaşıyoruz da haberimiz yok.

Halk genellikle faciaları görmez. Ya beğenir yükseltir, ya kızar yerin dibine batırır, acımaz.

Facialar akar gider, biz bakar gideriz. Görür müyüz, hisseder miyiz?..



Mehmet Şevket EYGİ - 26 Ağustos 2011 Cuma

Mücteba

İhlâsa Dair

Müslüman bir yayınevi ilahiyatçı Muhlis İhlaslıgil beye büyük bir ihlasnâme kitabı ısmarlamış... Büyük boy, 500 sayfa... Ayetler, hadîsler, din bilginlerinin bu konudaki yazılarından seçmeler...

Yayıncı ile hoca telif ücreti konusunda hayli çekişmeli bir pazarlık yapmışlar, sonunda anlaşmışlar. Kitabın hazırlanması ve birinci baskı için hayli yüklü bir ücret. Sonraki baskılarda yüzde on...

Bu işe ne dersiniz?

Hüccetülislam ve Zeynüddin İmamı Gazalî hazretleri sağ olsaydı bu konuda ondan görüş ve fetva alırdım.

Parayla yazılmış bir ihlas kitabının acaba fazla bir tesiri olur mu?

Bir Müslüman eline binlik zikir tespihi alsa, günde on bin kere ihlas ihlas ah ihlas diye çekse, acaba bununla ihlaslı olur mu?

Kudsî hadîste Allahu Teala ve Tebareke hazretleri "İhlas benim sırlarımdan bir sırdır, sevdiğim kulumun kalbine koyarım" buyuruyor.

İhlas, sadece istemekle elde edilecek bir şey değildir.

İhlaslı olmak sadece kulun çalışmasıyla da mümkün değildir.

İhlasın gereklerini yapacaksın, sebeplerine ve vesilelerine yapışacaksın. Allah senden razı olursa, seni severse kalbine ihlası koyar.

Bir Müslüman ben ihlaslıyım diye davul çalıyorsa bilin ki, o ihlassız bir mürai ve münafıktır.

Ben Seyyidim...

Ben ihlaslıyım...

Ben geceleri teheccüde kalkarım...

Ben haftada iki gün nafile oruç tutarım...

Ben iyiyim... Onlar kötü...

Böyle diyen kimselerden buram buram nifak kokuları gelir.

Gerçekten ihlaslı kişi için o ihlaslıdır denilse, bu sözü duysa, kimseye göstermeden tenhada sessizce ağlar.

Lisan-ı haliyle ben cennetliğim diye böbürlenen kimsede acaba ihlas var mıdır?

Zengin olmak, mal mülk edinmek niyetiyle büyük din kitapları yazmış... İhlas onun neresinde?.. İçinde mi, dışında mı?

Ah şu mütemâdiyen ihlas edebiyatı yapanlar...



Mehmet Şevket EYGİ - 26 Ağustos 2011 Cuma

Mücteba

Nehrî'de Yahudi Mahallesi

SEYYİD Tâhâ hazretlerinin (Allah sırrını takdis eylesin) hayatını okurken, onun büyük halifelerinden Molla Tâhâ'nın şu sözü dikkatimi çekti: "İki yerinden başka, Nehrî şehrinin bütün taşları, ağaçları, her şeyiyle nurdur. Karanlıkta kalan iki yeri Yahudi mahallesi ile derebeyi Musa bey münafığının kalesidir." (Nehrî Şeyh hazretlerinin ikamet buyurdukları beldenin adıdır.)

Seyyid Yahya'nın zamanında bu Nehrî şehri bir ilim, irfan, ahlak, fazilet yuvasıymış. Ziyaretçiler buraya abdestsiz girmezmiş.

Seyyid Tâhâ hazretleri diğer bütün sâdat, meşâyih ve kâmil mürşidler gibi halkı Kur'ana ve Sünnete uymaya dâvet eder, Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye uyulması için çalışır, bid'atlerle mücadele edermiş.

Nehrî'de bir Yahudi mahallesi olması dikkatimi çekti.

Yakın tarihe kadar doğu ve güneydoğu Anadolu'da Yahudiler yaşıyordu. Sonra ansızın kayboluverdiler. Bunların hepsi 1948'den sonra İsrail'e mi göç ettiler? Bir kısmı elbette göç etti ama bence tamamı değil. Gitmeyen kısmı Sünnî ve Alevî Kürt kimliğine büründü.

Bu iki kimlikli Kripto Kürtlerin bir kısmı politikacı, yazar, aydın oldu.

Acaba terör hareketi içinde böyle Kripto Kürt Yahudileri var mıdır?

Doğu ve güneydoğu Anadolu'da iki devletin gözü var: Ermenistan'ın ve İsrail'in.

Kripto Kürt Yahudileri olduğu gibi Kripto Ermeniler de var.

Çatışma ve çarpışmalarda ölen bazı PKK militanlarının sünnetsiz olması bize bir şeyler söylemiyor mu?

Bendeniz bu satırları konunun uzmanı olarak yazmıyorum. Bazı kaynaklarda bir cümle okumuşum, onunla ilgili şüphe ve merakımı dile getiriyorum.

Senelerden beri bir "Türkiye Yahudilerini ve Sabataycılarını Araştırma ve İnceleme Enstitüsü" kurulmasını ve bunun sadece yüksek seviyede ilmî araştırma yapmasını teklif eder dururum.

Kürt Yahudileri ve Kürt Ermenileri hakkında elbette sağlam ve sahih bilgiler ve belgeler bulunacaktır. Sanırım bu konuda ilmî araştırma kitapları da yayınlanmıştır.

Tarihî araştırmalarda çok ciddî, çok objektif, çok tarafsız, çok ihtiyatlı olmak gerekir.

Söverek sayarak kuru rivayetlerle tarih yazılmaz.

İdeolojik peşin fikir ve hükümlerle de yazılmaz.

Türkiye'de son bir asırda tarih çok mıncıklanmıştır.

Bu mıncıklayıcıların başında resmî ideolojiyi din gibi benimsetmek isteyen Selanikî resmî tarihçiler gelir.

Onların peşin senaryoları, kurguları vardır ve tarihi, bunların doğruluğunu ispat ettirmek için eğip büker kullanırlar.

Birinci cihan savaşı sona erdikten sonra, Amerika'dan gelen misyonerler ve haçlılar kimsesiz ve himayesiz kalmış Ermeni yetimlerini toplamışlardı. Ermenilerin lisanı Türkçeydi. Yetim çocuk sünnetsiz ise alıp görüyorlardı.

Şark Fâtihi Kâzım Karabekir Paşa da Müslüman yetimleri toplamıştı. Sünnetliler Müslümandı...

Ancak bu konuda bir müşkil var:

Yaşları küçük bazı sünnetsiz Ermeni yetimleri de Müslümanların arasında karışmış ve Müslüman olarak yetiştirilmiş olamaz mı?

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra bu kimlik değiştirmiş Ermeni yetimleri Müslümanlara büyük zulümler yapmışlardır.

Rahmetli Münevver Ayaşlı hanımefendi bu konuda çok şeyler biliyordu, çok şeyler söylemiştir.

Bir konu daha var: Sabatay Sevi Mesihliğini ilan ettiği vakit Kürdistan Yahudilerinin de heyecanlanmış olduğuna dair belgeler vardır.

Acaba Sabataycı Yahudiler de olmuş mudur?

Türkiye Müslümanları yukarıda bahsettiği ilmî araştırma enstitüsünü niçin kurmazlar?..

Bir ikinci enstitü daha kurulmalıdır:

"Türkiye İstiklal Savaşı ve Mustafa Kemal Araştırmaları Enstitüsü."

Hakkında on binlerce kitap, makale, yazı, belge yayınlanmış olmasına rağmen M. Kemal bu ülkenin en büyük meçhulüdür (bilinmeyenidir).

Müslümanlar, sadece Türkiye tarihinde değil, İslam tarihinde bir çığır açmış bu şahsiyeti niçin incelemezler, anlayamıyorum.

Şu anda Atatürk'ü Koruma Kanunu var. Bu kanunun antidemokratik ve evrensel insan haklarını ihlal eder mahiyette olduğunda kimsenin şüphesi yoktur.

Farz edelim kanun kaldırıldı, sonra ne olacak?

Herkesi peşinen suçlamak istemem ama çok ucuz, çok bayağı bir yayın furyası başlayacak.

Müslümanların tezelden her cildi 750 sayfalık, içinde binlerce belgenin, resmin ve fotoğrafın bulunduğu, her iddianın belgelendirildiği 10 ciltlik bir "Türkiye İstiklal Savaşı ve M. Kemal Tarihi" adlı bir eser yayınlamaları gerekmez mi?

Tabiî ki, böyle dev bir eseri bir kişi yazamaz, bir uzmanlar heyeti yazabilir.

Paramız var, yeteri kadar hürriyet de var, peki bu zaruri helvayı niçin pişiremiyoruz?


Mehmet Şevket EYGİ - 27 Ağustos 2011 Cumartesi

Mücteba

Bunlar Fetva Değildir

SORU: Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble olan, namazı kılan, oruç tutan, zekat veren, hacca giden Tarikat ve Tasavvuf Müslümanlarına kafir ve müşrik diyen, Allahü Teâlâ'ya noksan sıfatlar yakıştıran bir kimsenin arkasında namaz kılınır mı? Kılınırsa bu namaz sahih olur mu?

CEVAP: Dinimizin temel kurallarından biri şudur: Mü'mini tekfir eden kâfir olur. Binaenaleyh Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble mü'minleri şirk ve küfür ile suçlayanların arkasında namaz kılınmaz. Bu sorunun fetvası icazetli ve ehliyetli Sünnî ulema, fukaha ve müftülerden alınmalıdır.

Bendeniz böyle bir imamın ardında namaz kılmam.


SORU: Cuma hutbesinde Deccalları, Kezzabları, Süfyanları, Tâğutları medh ü sena eden, onlara dua eden hatiblerin arkasında namaz kılınır mı?

CEVAP: Kılınmaması gerekir. Kılırsa namazın iadesi gerekir.

SORU: Bu devirde hak din sadece İslam değildir. Üç ibrahimî hak din vardır. İslam'ı, Kur'anı, Resulullah'ı red, tekzib ve inkar etseler de Ehl-i Kitab Cennetliktir diyen bir kimsenin ardında namaz kılınır mı?

CEVAP: Bendeniz kılmam.

SORU:
"Fazlurrahman'ın Tâtiliyye (Tarihsellik) mezhebi haktır; Kur'anın ve Sünnetin kesin ve zarurî hükümlerinin bir kısmı o zamana aitti, bu devirde geçerli değildir" diyen bir kimsenin ardında namaz kılınır mı?

CEVAP: Bendeniz kılmam. Bilmeden kılmışsam, öğrendiğim zaman iade ederim.

SORU: M. Kemal Paşa'nın ölümünden sonra çıkartılmış olan Kemalizm ideolojisi ile İslam uyuşur ve bağdaşır; bir insan hem Kemalist, hem Müslüman olabilir diyen bir kimsenin ardında namaz kılınır mı?

CEVAP: Kılınmaz.

SORU: Beş vakit namazı terk eden bir ilahiyatçının bir miktar ilmi olmakla, o kişiye din alimi, fakih denilebilir mi?

CEVAP:
Böyle bir kimse fâsık, fâcir ve merduttur.

SORU: İlim okumuş, icazet almış lakin ilmini din ticaretine, para kazanmaya, zenginleşmeye, mal ve mülk edinmeye, şöhret kazanmaya, dünyalığa alet ediyor; tefsir, hadîs, siyer, ahlak, tarih, tasavvuf kitaplarını sırf para kazanmak için telif ediyor. Böylesine ne dersiniz?

CEVAP: Bu yaptığı ihlasa aykırıdır. Te'lifatında bereket yoktur. O kişinin ulemâ-i sû ehlinden olması zannı galibtir.

SORU: Cami imamlığı yapıyor. Haftada bir gün tatili var. O tatil gününde namazları cemaatle kılmıyor... Buna ne dersiniz?

CEVAP:
Üzücü bir durum.

SORU: On beş senedir tarikatta. Geceleri teheccüde kalkıyor, haftada iki gün nafile oruç tutuyor. Lakin bol bol da gıybet ediyor.

CEVAP: Böyle kişi kesinlikle tarikatli değildir. Olsa olsa tarikatçi olabilir. On beş sene sözde tarikat terbiyesi alacak ve hâlâ gıybet edip ölü kardeşinin etini yiyecek, böyle şey olur mu?

SORU: Bugün hava çok sıcak diyen kimsenin hükmü nedir?

CEVAP: Sadece sıcak derse saygısızlık etmiş olur, "Bugün hava elhamdülillah çok sıcak" demesi gerekir. Yazların sıcak, kışların soğuk olması çok tabiî hallerdendir. Bunlara şaşanlar şaşkındır, şikayet edenler şükürsüzdür. Dünya böyledir, yazlar sıcak, kışlar soğuk olur, sonra ömür biter, ne yaz kalır, ne kış... İslam ahlakında hayret mezmum sıfatlardandır.

SORU: Açıkta kaldırımdaki masada herkes gelip geçerken yemek yiyor. Bir külah dondurma almış herkesin arasında yürüyerek yalaya yalaya gidiyor...

CEVAP: İslam ahlakına göre bu yaptığı mürüvvetsizliktir. Böyle bir adamın İslam mahkemesinde şahitliği kabul edilmez.

SORU: Balkonda mangal yaktı, ızgara köfte pişirdi, dumanı ve kokusu üst kattakileri rahatsız etti...

CEVAP: Kul hakkına girmiş, komşularına eza vermiştir. Görgüsüz, kaba bir insandır.

SORU: Aklınca bir hayır etti. Mahalle camine bir soğuk su cihazı koydu ama hiç cemaat katılmıyor.

CEVAP:
Be mübarek!.. Camiye gel de kendi soğuk suyundan kana kana iç bari...



Mehmet Şevket EYGİ - 27 Ağustos 2011 Cumartesi