Türkiye'de buna tefsir diyorlar -7-

Başlatan Mücteba, 05 Mart 2013, 01:58:25

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Türkiye'de buna tefsir diyorlar -7-

Konumuz, Muhammed Esed'in KUR'AN MESAJI meal-tefsir isimli eseri.

Türkiye'de ilk defa 1996'da basılan bu eserin o günden bu güne bir çok baskıları yapılmış ve eser birçok kimselere ulaşmış bulunuyor. O bakımdan böyle bir eseri tetkik edip değerlendirmek bizim için bir vazife olur.

Dikkatimizi çektiği için bu eseri tetkik niyetiyle ele alan ilk kişi biz değiliz. Daha önce Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr. Suat Yılıdırım ve Sayın Ahmet Tekin'in de dikkatini çeken Kur'an Mesajı isimli eser, bu zatların da tetkikinden geçmiş ve uzun tenkitlere muhatap olmuş bulunuyor.

Ahmet Akgündüz'le bu meseleyi konuştuğumuzda, Akgündüz bendenize, "Tâbir câiz ise Esed bu eserinde bala zehir katmıştır" demiştir.

100.000 KİTAP HAMURA...

Nasıl tenkit edilmesin ki, eserin kendisi değil baskısı bile netamelidir. Bakın ilk baskısının hikâyesi nasıl:
"Bu tefsirî-meal, merkezi Mekke'de olan Râbıtatü'l-Âlem'il-İslâmî tarafından M. Esed'e yazılmak üzere sipariş ediliyor. Ilk cildi Cenevre'de basılıyor. Râbıta, Nedvî'nin sekreterinin ve merhum Hasanü'l-Bennâ'nın damadı Dr. Said Ramazan'ın da içinde bulunduğu sekiz kişilik bir heyeti bu kitabı inceleyip duyurmak ve Avrupa'da dağıtımını sağlamak üzere görevlendiriyor. Heyet, inceleme sonucu, bu kitabın yayılmaması, müslümanlara dağıtılmaması sonucuna varıyor ve basılan 100.000 adet kitabı hamur olmak üzere kâğıt fabrikasına gönderiyorlar. Bunun için M. Esed'e ödenen paranın da geri istenmesine karar veriyorlar.
Islâmî bir kuruluş olan Rabıta'nın basmaktan vazgeçtiği bu kitabı M. Esed, Dâru'l-Endülüs'te basma yoluna gidiyor.
Bu hadisenin, bütün safâhatı ile birlikte görgü şahidi Sayın Doç. Dr. Mustafa Bilge bu yazdıklarımızı te'yide her zaman hazırdır."
(Ahmet Tekin, Kur'an Yolunda Kalem Oynatanlar, istanbul 2006, s: 170)

Değerli okuyucu!

Şimdi böyle bir esere ihtiyatla yaklaşılmaz da ne yapılır. Biz de öyle yaptık ve KUR'AN MESAJI'na gayet ihtiyatla yaklaşarak göz atmaya karar verdik. Gördük ki bu tefsîrî meâlde derde devadan başka her şey...

Sonunda şu kanaata vardık:
Kitabın kapağında her ne kadar meal-tefsir yazıyorsa da, ne düzgün bir meâldir de de tefsir. Bu kitaba başka herhangi bir isim verilebilir ama katiyen Kur'an meal ve tefsiri denilmez. Nitekim aşağıdaki satırları okuduğunuz zaman sizler de bu tesbitimizde ne kadar haklı olduğumuzu göreceksiniz.
Öyleyse yavaş yavaş sahifelerini çevirmeye başlayalım. Önce "Türkçeye çevirinin önsözü"nden başlıyoruz...

Değerli okuyucu!

Çeviri kelimesi bana ait olmayıp kitapta öyle yazıyor. Bendeniz, herkesin rahatça anlayabildiği tercüme kelimesi varken asla çeviri demem, denilmesini de tasvip etmem.

Bu, sözde meal-tefsir, İngilizce yazılmış. Türkiye'de de İngilizceden Türkçeye tercüme edilmiş. Bizim elimizdeki bu tercümedir...

3 NOKTA VEYA 3 İTİRAF...

Kitabı tercüme edenlerden üç not aktaracağım. Bu kitabı niçin tercüme ettiklerini şöyle anlatıyorlar:
1- "Bu çeviri çalışmasına bizi yönelten, teşvik eden esas faktör, Muhammed Esed'in İngilizce meâlinin ve bu meâle eklediği geniş açıklama ve notların, çağdaş İslâmî ve Kur'anî kavrayışa getirdiği zengin ve derin katkıdan Türkiye'deki okuyucuyu da yararlandırma niyetidir."

Sağolsunlar, kitabın mütercimlerinin sayesinde öğrenmiş oluyoruz ki, "Kur'an'ı çağdaş kavrayış" diye bir şey varmış. Nasıl bir şeyse, Muhammed Esed bu çağdaş kavrayışa zengin ve derin katkı yapmış, mütercimler de okuyucuların bu geniş açıklama ve notlardan istifade etmeleri için bu eserin çevirisini yapmışlar...

2- Mütercimler, meâl-tefsiri şöyle değerlendiriyorlar:

"Esed'in sahip olduğu objektif vasıfların ve hâlisâne niyet ve çabaların ürünü olarak ortaya çıkan değerli bir eserdir."
Aşağıda, Esed'in ne kadar objektif ve ne derece hâlis bir niyete sahip olduğunu(!) görecek ve mütercimlerin okuyucuya ne derece doğru bilgi verdiğini de açıkça öğrenmiş olacağız.

3- Muhammed Esed'in ilmî cihetini izah ederken de, "Arapçaya, üstelik Kur'an Arapçasına hâlâ en yakın dil olan bedevî Arapçasına ana dili ölçüsünde bir vukûfiyet kesbetmiştir" diyor ve Esed'in "Derin İslâmî duyarlığı" olduğunu vurguluyorlar.

Bunu söyleyen mütercimler, -inanılması güç ama- Kur'an Arapçasını ana dili gibi iyi bildiğini söyledikleri ve İslâmî duyarlığının derin olduğunu söyledikleri Muhammed Esed'in, âyetlere mânâ verirken birçok kelimeye kendine göre mânâlar yüklediğini de söyleyiveriyorlar. Yani farkında olmadan, ne kadar büyük bir cinâyet işlediğini söylemiş oluyorlar. Çünkü hiçbir kimse Kur'an'a kendine göre mânâlar yükleyemez. Kur'an'a kendine göre mânâ verenlerin ne olacağını aşağıda göreceğiz.

Mütercimlerin söylediğine göre, Esed'in değişik mânâlar verdiği kelimelerden bazıları şunlarmış:
Takvâ, kâfir, zekât, cihad, hanif, tâğut, hicret, nefs, münafık, gayb, kitab, ehl-i kitab, din, kur'an vb...

"BEN VERDİM OLDU..."

Bu kelimelerin hepsi de Kur'an-ı Kerim'de geçen ve İslâmî meselelerde kullanılan ana kelimelerdir. Bu kelimelere kendine göre mânâlar vermek hiçbir kimsenin haddine değildir. Onun için, için bir kimse hakkı ve salahiyeti olmadığı halde, haddini aşarak bu kelimelere kendine göre mânâlar yükleyerek meâl-tefsir yazmaya kalkışırsa, artık o eserin hayrını görün. Bu eseri türkçeye çevirenlerin farkında olmadan yaptıkları ifade ve itiraflarına göre, Muhammed Esed, Kur'an Mesajı isimli eserinde işte bu cinayeti işlemiş.
Peki "Derin İslâmî duyarlığı" olan bir kimse Kur'an'a nasıl kendine göre mânâ verebilir? "Kim Kur'an'ı kendi kafasına göre tefsir ederse kâfir olur" mânâsına gelen "Men fessere'l-Kur'ân'e bire'yihî fekad kefer" hadisi şerifi ne olacak?
Başkalarının değil kitabın mütercimlerinin söylediklerine göre, Esed bu bu kitabı hazırlarken yukarıdaki kelimelere kendine göre mânâlar vermiş. Vermiş ama olmuş mu?

Olmamış; olmaz da zaten. Olsa olsa, bektâşî fıkrasındaki gibi olur.
Bektâşîye sormuşlar:
"Abdestsiz namaz olur mu?"
Bektâşî, "Ben kıldım oldu" demiş...

KENDİ ÖNSÖZÜ...

Bir de Muhammed Esed'in kitaba yazdığı kendi önsözü var. O da, masonluğu artık su götürmez bir gerçek olan Muhammed Abdüh için, "Büyük İslam âlimi" diyor. Abduh'u böyle yüceltirken, önsözün ikinci satırında Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz hakkında ise "Siz müslümanlara göre peygamber" dercesine "Peygamber Muhammed" diyor. Hazret veya Aleyhisselam demeye, "Peygamberimiz" demeye ihtiyaç bile duymuyor, tenezzül bile etmiyor...
Bir Müslüman Peygamberimiz hakkında hiç böyle bir ifade kullanabilir mi?
Mütercimlerin "Derin İslâmî duyarlığı" olduğunu söylediği yazarın ifadesi işte böyle...

Kurnaz yazar,(!) daha önsözde zaten baklayı ağzından çıkarıyor. Farkında olmadan, bu meâl ve tefsiri yazmaktaki niyetinin ipuçlarını veriyor. Ashabı kiramdan bahsederken onların, "İslam ve müslim kelimelerini herhangi özel bir topluluk veya zümre ile sınırlandırmadığını" söylüyor.
Bununla ne mi demek istiyor? Demek istiyor ki, "İslam ve müslim kelimeleri özel bir topluluk için yani sadece islam toplumu için kullanılmaz. Hıristiyan ve yahudiler de müslümandır."

Böyle söylemek istediğini nereden mi anlıyoruz? İlerideki sahifelerdeki açık ifadelerinden...

Muhammed Esed'e göre ehl-i kitab kâfir değil. Onlar "Geçmiş vahiylerin izleyicileri."

Bunu, eserinde rahatça görebilirsiniz.
Önsözde çok doğru bir şey söylüyor, "Kur'an'ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak... Kur'an'ın gerçek anlamını kavrayabiliriz" diyor. Diyor ama, ehl-i kitabın kâfir olup olmadığı hususunda bu söylediğini 1350 sahifelik eser boyunca hiç hatırlamıyor. Yani kendi dediğini yapmıyor, Kur'an'ın her ibâresini başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırmıyor.

Kur'an, birçok âyette Peygamberimiz'e ve Kur'an'a inanmayan ehl-i kitabın kâfir olduğunu haykırırken, yahudiliği bırakıp müslüman olduğunu söyleyen Esed, Peygamberimiz'e ve Kur'an'a inanmayan ehl-i kitabın da kurtulacağını söylemek için kırk dereden su getiriyor...

GELELİM ESAS MESELEYE...

Değerli okuyucu!

Buraya kadar ne söylemek istediğimizin girişini yapmış olduk. Şimdi bazı misaller vererek bahsettiğimiz Kur'an Mesajı isimli meâl-tefsiri daha yakından tanımaya çalışalım.
1- Yazar, Fâtihanın son iki âyetine şöyle mânâ veriyor:
"Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin yoluna, gadabına uğrayanların ve sapkınlarınkine değil."
Mânâ tamam... Fakat âyette gadaba uğrayan ve sapkın denilenler kim? Diğer tefsirler, bunların hıristiyan ve yahudiler olduğunu beyan ederken, Esed, bu âyetlerle ilgili verdiği izahta böyle bir bilgiye yer vermiyor. Peygamberimiz, (s.a.v.) bunların yahudi ve hıristiyanlar olduğunu bildirdiği halde, Esed, gadaba uğrayan ve sapkınların yahudi ve hıristiyanlar olduğunu söyle(ye)miyor.

2- Bakara sûresi 43. âyetin mânâsı "zekâtı verin" demek olduğu halde, Esed, zekât kelimesinin mânâsını değişitirip kendi kafasına göre "Karşılıksız yardımda bulunun" mânâsını veriyor ve bu mânâ daha uygun olur diyor.
Yukarıda okuduğunuz gibi, kitabı tercüme edenler zaten bazı kelimelere kendine göre mânâlar verdiğini söylüyorlardı. Kendine göre mânâ verdiği kelimelerden biri zekât kelilmesidir.

Oysa, böyle bir mânâ kökten yanlıştır ve zekât farzını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Zekât başka, karşılıksız yardım başkadır. Zekât da sadaka da karşılıksız yardımdır ama zekat farz, sadaka nâfiledir. Zekatı vermemenin büyük günâhı var, sadaka vermemenin günahı yoktur.
Bir kimsenin çantasını taşıyarak da karşılıksız yardım yapılabilir. Şimdi bu zekât mıdır?

Bu yanlış kitapta sık sık tekrarlanıyor...

Mütercimler, çağdaş İslâmî ve Kur'anî kavrayış verdiğinden dolayı, okuyucuyu faydalandırmak için bu kitabı tercüme ettiklerini söylüyorlardı.
Şimdi sormayalım mı:
Müslümanları böyle bir tercümeyle mi yararlandıracaklar acaba?
Mütercimler, Esed'in hâlisâne niyete sahip olduğunu söylüyorlardı.
Halisâne niyet zekâtı zekât olmaktan çıkarmakla mı oluyor?
Mütercimler, Esed'in, Kur'an Arapçasına tam vâkıf olduğunu söylüyorlardı.
Arapçaya tam vâkıf olan insan âyete böyle mi mânâ verir?

Mütercimler, Esed'in Derin İslâmî duyarlık sahibi olduğunu söylüyorlardı.
İslâmî duyarlılık dedikleri, zekâta karşılıksız yardım demek midir?

3- Esed'in kaleminden Bakara sûresinin 62. âyetinin mânâsı şöyle:
"Kuşkusuz, (bu ilâhî kelama) iman edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir."
Yani; Ey yahudiler, hıristiyanlar ve yıldıza tapanlar! Esed söylüyor, haydi hepiniz cennete buyurun.

İMANIN ŞARTI KAÇTI?..

Esed bu mânâyı vermekle kalmıyor; Dinlerarası Diyalog havârileri ile bazı ehl-i kitab sevgililerinin istediği gibi hareket ediyor. Yani âyeti istismar etmekten geri durmuyor. Meseleyi kendi isteği doğrultusunda ele almak için İslamı över görünerek bakın 50 nolu dipnotta ne diyor:

"Kur'anda birçok kez tekrarlanan yukarıdaki paragraf, (âyet demek istiyor) İslamın temel bir doktrinini inşâ etmektedir. Başka hiçbir itikadda benzeri olmayan bir görüş zenginliği ile, kurtuluş fikri, burada üç şarta bağlanmıştır: Allah'a iman, hesap gününe iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak."
Müfessirimiz, Bakara sûresinin 62. âyetini tefsir ederken, îmanın 6 şartından 4'ünü unutuyor ve -kitabı tercüme edenlerin itiraf ettikleri gibi- âyete kendi kafasından yorum getirerek, kurtuluşu 3 şarta bağlıyor.

(İleriki sahifelerde göreceksiniz; Sayın Hayrettin Karaman da bunun aynısını söylüyor.)

Esed, sadece imanın 6 şartını değil kitabının önsözünde kendi yazdıklarını da unutuyor. Halbuki orada şöyle demişti: "Kur'an'ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak... Kur'an'ın gerçek anlamını kavrayabiliriz"

Kendi sözüne göre, Kur'an'ın gerçek anlamını kavrayabilmesi için bu âyeti başka âyetlerle irtibatlandırması gerekirdi. İrtibatlandırsaydı, îmanın başka âyetlerde geçen diğer şartlarını da yazması icap edecekti. Ama irtibatlandırmıyor ve işi adeta külleyerek istismar cihetine gidiyor.
Demek ki bir misyon adamıdır ve onun vazifesi budur...
Ama hayatta olsaydı kendisine şu soruları sorardık:
a- Yahudi inancının takipçileri de Allah'a ve âhiret gününe inanıp doğru ve yararlı işler yapınca cennete gireceklerse, niçin yahudi kalmadınız da buna hiç ihtiyaç yokken müslüman oldunuz?

b- Müslüman olmadan önce böyle bir kolaylık(!) olduğunu yani imanın 6 şartını yerine getirmeden, bahsettiğiniz 3 şartla cennete girilebileceğini bilmediğinizi kabul edelim. Sonra öğrenince, "Ben boşuna müslüman olmuşum. Meğer Müslüman olmadan da üç şartla cennete girilebilirmiş" deyip tekrar yahudiliğe döndünüz mü?
Dönmedinizse niçin?

İSLAM KELİMESİNE BU ALERJİ NEDEN?..

Değerli okuyucu!

Yazar, hangi âyette bir İslam kelimesi veya aynı kökten gelen bir kelime görse, hemen teyakkuza geçmekte ve âhiret kurtuluşuna erenlerin sadece müslümanlar olmadığını isbat için adeta çırpınmaktadır. Nitekim Bakara sûresinin 112. âyetinindeki "Esleme" kelimesinden de işkillenmekte, zihinlere Esleme'den İslam kelimesine geçiş yapılacağından korkarak hemen şöyle bir açıklama yapmak ihtiyacını hissetmektedir:

"Böylece Kur'an'a göre kurtuluş herhangi bir özel zümreye (müslümanlara demek istiyor) tahsis edilmiş olmayıp Allah'ın birliğini kavrayan, (iman eden demiyor) kendini onun iradesine teslim eden ve dürüst şekilde yaşamak sûretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran herkese açıktır."
Bu sözlere göre, âhiret kurtuluşu özel olarak sadece müslümanlara mahsus değil. Kurtuluş için öne sürdüğü üç şart var: Allah'ın birliğini kavra, onun iradesine teslim ol, dürüst yaşa yeter. İlle de müslüman olmak şart değil.
Allah'ın birliğini kavramak ifadesine dikkat!

Bir kimse Allah'ın birliğini kavrar ama iman etmemiş olabilir. Yazarımız Allah'ın birliğine iman şart demiyor, birliğini kavramak yeter diyor.
İslam ve din kelimelerini bir arada kullanmaktan ise köşe bucak kaçıyor. Meselâ Âli İmran sûresinin 19. âyetinin mânâsını hemen hemen herkes bilir. Bu âyetin mânâsı şöyledir:

"Allah indinde (hak) din İslamdır."

Müfessirimiz ise şöyle mânâ veriyor: Allah nezdinde tek (hak) din, insanın ona teslimiyetidir.

Dedik ya, nerede bir İslam kelimesi görse israrla mânâyı kıvırıyor ve İslam dini dememekte diretiyor. Meselâ Âli İmran sûresi 85. âyetin mânâsı şöyledir:
"Kim İslamdan başka bir din ararsa bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır."

Âyetin mânâsı, "İslamdan başka bir din ararsa" şeklinde olduğu halde Muhammed Esed, "Allah'a teslimiyetten başka bir din ararsa" şeklinde mânâ veriyor.

Adı "Allah'a teslimiyet" olan bir din mi var?..

Yok ama ne yapsın ancak bu kadar söyleyebiliyor. Müslüman olmak şart değil, her hangi bir şekilde Allah'a teslim ol yeter, demek istiyor.
Demek ki, Müslüman mahallesinde salyangoz gizli gizli ancak bu kadar satılabiliyor...



Ali EREN | 04 Mart 2013 Pazartesi | www.haberkita.com