Sadakat islami Forum
DİNİ KATEGORİLER => FIKIH VE İTİKAD => Konuyu başlatan: müteallim - 13 Mart 2008, 00:49:53
-
Dînî Fırkalar Hakkında
Ebû Hanîfe muhtelif îslâm fırkalarına mensup bir çok kimselerle karşılaşmıştır. Onlardan bâzılarından ders almış, onların re'y ve mezheplerini incelemiştir. Buraya kadar naklettiklerimiz bunu açıkça göstermektedir. Ebû Hanîfe devrinde mevcut olan dînî fırkalardan kısaca bahsetmek yerinde olur.
Şia'nın Zuhuru
Şia en eski îslâm fırkasıdır. Hz. Osman devrinin sonlarında siyasî bir mezhep olarak meydana çıkmıştır. Hz. Ali devrinde büyümüş ve gelişmiştir. Çünkü Hz. Ali halkla temas ettikçe, onu gören halkın onun din ve ilim bakımından kudret ve faziletine hayranlığı artıyordu. Propagandacılar bunu istismar ettiler. Ve kendi mezheplerini insanlar arasında yaymak için bunu vasıta yaptılar. Emevîler devri gelince Ali taraftarları zulme maruz kaldılar. Eme-vîlerin onlara eza ve cefası arttı. Mazluma acımak cibilletinde olanlar bu halde onlara acıdılar ve onları daha çok sevmeğe başladılar. Hz. Ali'yi ve evlâdını zulme kurban gitmiş olan şehitler mertebesinde yayıldı, tarafları çoğaldı.
Şîa Mezhebinin Esasları: Mutediller Ve Müfritler
burayi okurken dikkat edelim bu görüs ehli sünnetin görüsü degil sia nin görüsüdür.
1- Şia'ya göre: İmamet, milletin re'yine bırakılmış umum! mesâlihten değildir ki, ümmetin tâyin etmesiyle olsun. İmamet, dînin rüknüdür, Islâmın bir kaidesidir. Peygamber onu. ihmal edemezdi. İmamı, Peygamber kendisi tâyin etmek lâzımdır. İmam büyük, küçük bütün günahlardan masundur.[1]
Ali İbn-i Ebî Tâlib Peygamber tarafından gösterilmiş halifedir. O sahabenin cfdalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali'yi diğer ashabdan c'aha faziletli görenler yalnız Şia değil ashabdan buna kail olanlar da varmış. Ammâr b. Yasir Mikdad b. Esved, Ebûzer Gıfâri, Sel-man Fârisi, Câbir b. Abdullah, Übey b. Kâ'b, Huzcyfe, Büreyde, Ebû Eyyüb, Sehl b. Hanif, Osman b. Hanif Ebû Heysem, Huzeyme b. Sabit Ebû Tufeyl Âmr b. Vaile, Abbas b. Abdulmuttalib ve oğullan Beni Hâşim'in cümlesi bunlardandır. Zübeyr de bibayette buna kaildi, sonra döndü. Ümeyye oğullarından da buna kail olanlar vardı. Hâlid b. Said b. As, Ömer b. Abdülaziz bunlardandı.[2]
Şia bir derece üzere değildi. İçlerinde Hz. Ali'yi ve evlâdını takdirde çok aşıri gidenler olduğu gibi, mutedil olanlar da vardı. Mutediller; Hz. Ali'yi diğer ashabdan efdal saymakla iktifa ederler, kimseyi tekfir etmezler. İbn-i Ebil Hadİd bu mutedil zümreden olup onları bize Nech'ul Belâğa'da şöyle anlatır:
«Bu mes'elede onlar fevzu necat ashabından olup halâs bulmuşlardır. Çünkü onlar orta yoldan gitmektedirler. Hz. Ali kendinden önce halife olanların halifeliğine razı oldu, onlara bi'at etti. Arkalarında namaz kıldı. Onun yaptıklarından biz geçeme-yiz...»[3]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbn-i Haldun Mukaddimesi
[2] İbni Ebilhadid, Neneu'l Belâga Şerhi
[3] İbn-i EhiIhadid, Nechü'l Belâğa Şerhi.
-
Şia'nın Aslı
Görülüyor ki, Gulât-ı Şia'ya birçok garip inançlar karışmıştır. Birbirine uymaz kanaatler kaynağı olmuş, kendilerini evhama, hurafelere kaydırmış olan bu taife içine eski milletlerden bâtıl inançlar ve hurafeler girmiş. Onları îslâm kılığına sokmuşlar. Yüksek ve saf İslâm akidesini, temiz tevhid esasını bozmuşlar.
Avrupa uleması Şia'nın aslını araştırmışlar. Onda Islama sonradan karışma birçok prensipler bulmuşlardır. Velhosen'e göre Şia akideleri İranlılardan daha çok Yahudilikten çıkmıştır.[6] Zira kurucu olan Abdullah b. Sebe' Yahudidir.
Dr. Dozi'ye göre ise Şia'nın asıl menşei İranlıdır. Zira Araplar hürriyete bağlıdırlar. îranlılarsa krallığa padişahlığa bağlıdırlar. Padişahlıkta hükümdarlık mîras kalır. Onlar halife seçmenin mânasını anlıyamazlar. Hz. Muhammed erkek evlâdı bırakmadan öldü. Onun yerine en münasip şahıs amucası Ebû Tâlib'in oğlu ve aynı zamanda damadı olan Hz. Ali'dir. Hilâfeti ondan alan Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Emevîler onu hak sahibinden gasb etmiş sayılırlar.
İranlılar padişahlara ilâhi bir kudsiyet nazariyle bakmağa alış-kandılar. Hz. Ali'ye ve nesline de aynı gözle baktılar. İmama itaat birinci derecede gelen ilk vacibdir, ona itaat, Allah'a itaattir, dediler.[7]
Von Flofn diyor ki: Fi'len sabittir ki, Şia mezheplerinden bâzıları Budistlifc, Mani'lik gibi eski Asya dinlerinden karışmadır.[8]
Şüphe taşımaz bir hakikat vardır ki, Şia, Âl-i Beyti takdis etmekle ve onlara candan bağlılıkla beraber, eski Asya dinlerinden bir çok şeyler almıştır. Ruhun bir insana geçtiğine kail olan Hind mezheblerinden tenasüh âkidesini almıştır. Bir kısmı bu prensibi imamfarna tatbik etmişler, imamın ruhunun kendisinden sonra gelene geçtiğine inanmışlardır.
Eski Brahma ve Hıristiyanlık dinlerinden, Tann'nın insana hululü akidesini almışlardır. Yahudilikten de birçok şeyler almışlardır. Îbn-İ Hazin, imamların rüucu akidesinin Yahudilikten geçtiğini beyân ederken diyor ki: «Bunlar Yahudilerin yolunda yürüdüler. Zira Yahudiler, Hz. Ilyas'ın ve Finhas b. Azar b. Harun'un bugüne kadar hayatta olduklarına inanırlar.
Sofiyeden bir kısmı da bu yolla koyulmuşlardır. Onlar da Hızır ile Ilyas'ın halâ sağ olduklarına inanırlar. Bâzıları Hızır'ın kırlarda yeşillikler ve çiçekler arasında fîyas'la buluştuğunu, anıldığı zaman derhal imdada yetiştiğini söylerler»[9]
Görülüyor ki, Şia akidelerine eski milletlerin ve mezheplerin bozuk ve bâtıl inançlarından birçok şeyler karışmıştır. Bunlar ya Isiâmi ifsat etmek için veyahut ta alışkanlık ve eski terbiye tesiriyle karışmıştır. Onlar Müslüman olmuşlar, fakat eskiyi sıyınp atamamışlar, âdetlerinden kurtulamamışlardır.
îşte Şia'nın kısaca durumu böyledir. Şimdi de Şia'.nın bâzı meşhur fırkalarını,"onların tarihçesini anlatmak istiyoruz. Tâ ki, bu mezhebin geçirmiş olduğu devirleri tanımış olalım.
-
-Keysâniye
Keysâniye[11]: Bunlar Muhtar b. Ubeyd Sakafi'nîn etbaıdır. O bidayette Haricîlerdendi. Sonra Şia'dan oldu. Müslim b. Akıl Hz. Hüseyin tarafından Küfe ahvalini öğrenmek üzere oraya geldiği zaman, o da birlikte gelmişti. Abdullah b. Zîyad Muhtar'ı yakalattı. Onu dövdü ve hapse attı. Hz. Hüseyin şehit edilinceye kadar, hapiste kaldı. Ondan sonra kız kardeşinin kocası olan Abdullah b. Ömer onun hakkında şefaatçi oldu. Kûfe'den çıkıp gitmek şartıyla bırakıldı. O da oradan çıkıp Hicaz'a gitti. Yolda giderken şöyle dediğini naklederler: «Müslümanların efendisi, peygamberlerin seyyidinin kızının oğlu mazlum şehit Hz. Hüseyin'in kanını is-•tiyeceğim. Allah namına and içerim ki, onun kanı için Peygamber Yahya b. Zekeriyyâ'ın kam uğruna öldürülenlerin sayısınca ben de Öldüreceğim.» Bundan sonra Abdullah b. Zübeyr'e katıldı, ona, bî'at etti. Onun saflarında yer alarak Şamlılara karşı dövüştü. Sonradan Yezid'in ölümünden sonra yine Kûfe'ye döndü ve halka: «Vasinin oğlu Mehdi beni size emin ve vezir olarak gönderdi. Mül-hidleri öldürmemi, Ehl-i Beytin kanını dâva etmemi, zayıflan korumamı bana emretti» dedi.
Bidayette kendisinin Muhammed b. Hanîfe tarafından gönderildiğini ortaya attı. Çünkü Hz. Hüseyin'in kanını dâva edecek velîsi o idi. Zira Muhammed b. Hanîfe Hazretleri halk arasında çok itibarlı bir zattı. Gönüller onun sevgisiyle dolu idi. Şehristanî'nin dediği gibi o ilim ve irfan sahibi bir zattı, fikri keskin, görüşü isabetli idi. Babası Emîrü'l-Mü'minîn Hz. Ali ona bu harb vak'alannı haber vermişti. Muhammed b. Hanîfe Muhtar Sakafî'nin evham ve yalanlarını ve onun kötü niyetlerini haber alınca Ummet-i Muhammed huzurunda aşikâr ondan teberrî etti, ondan uzak olduğunu bildirdi. Buna rağmen Şia'dan bir kısmı Muhtar Sakafî'ye uymakta devam etmemiş, o da onların arasında kâhinlik ve bilgiçlik taslamış durmuştu. Kâhinlerin şecîli sözlerine benzer kafiyeli sözler söyler, onları oyalardı. Kitaplar onun bu seçili sözlerini naklederler.
Muhtar Sakafî Şia düşmanlariy^e harb etmiştir. Onlara, karşı kılıç sallamıştır. Hz. Hüseyin'i öldürmeğe iştirak etmiş birini duydu mu, ona iyi bir kılıç oyunu oynardı. Bu sebeple Şia onu sevmiş, onun etrafında toplanmıştı. Onlarla beraber intikam dâvasiyle ayaklanmış, fakat Mus'ab b. Zübeyr ile savaşta bozguna uğramış ve öldürülmüştür.
-
-Îmâmiye
a) îmâmiye'ye göre, Hz. Ali'nin imameti yâni halifeliği bizzat Hz. Peygamber tarafından sarahaten söylenmiştir. Bu husus nasın zahiriyle yakînen sabittir, diyorlar. îmamın vasfı bildirilmiş değil, bizzat şahsı tayin olunmuştur. Kendisinden sonra gelecek imamı da Hz. Ali göstermiştir. Böylece her imam kendisinden önceki tarafından tayin olunur. Dinde imamın tayininden daha mühim bir iş yoktur. îmam, ihtilâfı kaldırmak ve birliği salamak için gelir. Yerine geçecek imamı tayin etmeden ümmet arasından aynlıp gitmez. Çünkü böyle olmazsa herkes bir görüşe saplanabilir, diğerleri ona uymaz, ümmet parçalanır, birlik bozulur. Kendisine bağlanacak bir şahsın tayin edilmesi behemehal lâzımdır. Onun için imam : Mevsuk, güvenilir bir kimseyi yerine tâyin eder.[16]
Hz. Ali'nin bizzat peygamber tarafından Halife tayin olduğuna dair bâzı Hadîsler rivayet ederler ve onların doğru olduğu iddiasında bulunurlar. Meselâ: «Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur. Yâ Rab, Ali'yi seveni sen de sev, Ali'ye düşmanlık yapana sen de düşman ol. İçinizden en iyi hükmeden Ali'dir». Bu mânâda daha başka Hadîsler de rivayet ederler. Hadîs ulemâsı bunlardan bâzılarının sıhhatında şüphelidirler. Meselâ, Hac'ta Bera Sûresini okumağı Hz. Ali'ye teklif etti, Hz. Ebû Bekir'e değil. Hz. Ebû Bekir'i Hz. Üsâme Ordusunda ve Usâme'nin kumandası altında gönderdi. Hz. Ali'yi ise Medine'de alıkoydu. Bunlar Hilâfete
Hz. Ali'nin lâyık olduğuna birer işarettir. Hz. Ali'yi hiç bir zaman emir altına koymamıştır, buna benzer başka deliller de zikrederler.
b) îmamiye Hz. Hasan'ın hilâfetinde müttefiktir. Sonra ise Hz. Hüseyin gelir. Bundan sonra imamların sırasında ihtilâfa düşmüşler, bir re'y üzerinde karara varamamışlardır. Aralarında o kadar fırkalara ayrılmışlardır ki, bâzıları onları yetmiş kadar fırkaya çıkarır. Başhcaları şu iki büyük fırkadır:
1) îsnâaşeriyye: Oniki İmama tâbi olanlar: Bunlara göre hilâfet Hz. Hüseyin'den sonra şu sırayla gelir: Zeynelâbidîn, sonra Muhammed Bakır b. Zeynelâbidin. Sonra Cafer Sadık b. Bakır. Sonra onun oğlu Musa Kâzım, sonra Ali Rıza, sonra Muhammed Cevad, sonra Ali Hadi, sonra da Hasan Askerî sonra oğlu Muhammed ki bu onikinci imamdır. O Sâmârra'da anasının gözünün önünde babasının evinin altında bir bodruma girmiştir. Ondan sonra dönmemiştir. O zaman onun kaç yaşında bulunduğuda da ihtilâfa düşmüşlerdir. O vakit dört yaşında olduğunu söyleyenler olduğu gibi sekiz yasında bulunduğunu ileri sürenler de vardır. Onun nasıl bu yaşta imam sıfatıyla hükmettiğinde de ihtilâfa düştüler. Bazıları onun bu yaşta da olsa imamm bilmesi icap eden şeyleri bildiğini, buna binaen itaati vâcib olduğunu söylerler. Bazıları ise hüküm, mezhebinin uleması elinde idi, b bulûğa erinceye kadar böyle idi, derler.
2- Ismâiliyye: Bunlar Şia'nın İmâmiye bölümünden bir taife olup Ca'fer Sâdık'ın oğlu ismail'e mensupturlar. Bunlara Bâtıniyye de denir. Çünkü İmamı bâtın bulunduğuna kaildirler. Bunlara* göre : Cafer Sâckk'tan sonar imam, babasının tasrihi ile oğiu İsmail'dir. İsmail her ne kadar babasından önce ölmüş ise de bu tasrihin fâidesi, imamlığın onun neslinde kalmasını sağlamasıdır. İsmail'den sonra imamet, oğlu Muhammed Mektûm'e geçmiştir. Bu ilk gizlenen imamdır. Muhammed Mektûm'dan sonra oğlu Cafer Musaddık'a, ondan sonra oğlu Muhammed Habib'e geçer. Bu gizli imamların sonuncusudur. Ondan sonra Abdullah Mehdi'ye geçer. Bu Mağrib'e hâkim olmuştur. Ondan sonra da oğulları Mısır'a hâkim oldular. Fâthnîler işte bunlardır. [17]
Bu mezhebe girenler ilk zamanlarda çok takibe uğramışlardır. Onun için sâlikleri İran'a kaçmışlar ve orada yuvalanarak bu mezhebe eski İran görüşlerinden bir çok şeyler kanştırmılşardır. Gizli maksat güden bâzı kimseler böyle din perdesi arkasında oynamayı fırsat bilmişler, din namına işlerini yürütmüşler ve bunların başına geçerek mevkî kapmışlardır.
Bunu ilk yayan Deysân nammdaki kimsedir. Bu fikri Abdullah Kaddah'tan almış ve İran'a yaymıştır. Sonra devletin kalbine kadar sokulmuş ve Basra'ya gelmiştir. Burada gizlice propaganda yaparak mezhebine davete başlamıştır. Al-i Beytin mezarlarını ziyaret eden Yemen ileri gelenlerinden biriyle buluşmuş, onunla anla-' şarak Yemen'e gidip orada Âl-i Beyt namına davete başlamağa karar vermişler ve böyle de yapmışlardır. Sonra Kaddah Mağrib'e iki adamını gönderdi. Çünkü onlar propagandaya çok kapılırlar. Gönderdiği adamlarına :
«—- Siz gidin, toprağı sürüp hazırlayın, tohum ekecek olan sonra gelecek...» demiştir. Bundan sonra Mağrib'de Şîa propagandası bir sel hâlinde aktı. Fâtimîler Afrika'da hükümet kurdular. Târihten bilindiği gibi sonra Abbasî Halifelerinden Mısır'ı aldılar.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbn-i Haldun Mukaddimesi
[2] İbni Ebilhadid, Neneu'l Belâga Şerhi
[3] İbn-i EhiIhadid, Nechü'l Belâğa Şerhi.
[4] Bunlara Gurabiye fıkrası denir. Gurab karga demektir, kuş kuşa benzediği gibi Hz. Ali da Ha. Peygambere benzermiş.
[5] Ibn-i Haldun Mukaddimesi
[6] Ikd'ül-Ferid'ln zikrettiği gtbi Şahinin fikri de budur.
[7] Ahmed Emin, Fecr'ul-İslam,
[8] El-Siyâdetu'l-Arabiyye
[9] îbn-i Hazm, EI-Milel, c. IV. S. 180.
[10] Abdülkâdir Bağdadî, EI-fark Beyne'l fırak.
[11] Keysâniye: Keysâne nisbet olunur. O ya Hz. Ali'nin kölesiydi veya Muhammed b. Hanife'nln talebesiydi.
[12] Şehristânî, El-Mllel ve'l Nihal.
[13] Aynı eser.
[14] Şehristâni, El-Milel vel-Nihal.
[15] Şehristânî, El-Milel. Bu rivayet üzerinde durmak ister, çünkü Mutezile târihinde maruf olan onların mutedil Şia'dan olduklarıdır. Şia'nın çoğu itikatta Mutezile mezhebine kaçarlar.
[16] Şehristâni, El-Milel ve’l Nihal.
[17] îhn-i Haldun Mukaddimesi.
-
Şîa Mezhebinin Esasları: Mutediller Ve Müfritler
1- Şia'ya göre: İmamet, milletin re'yine bırakılmış umum! mesâlihten değildir ki, ümmetin tâyin etmesiyle olsun. İmamet, dînin rüknüdür, Islâmın bir kaidesidir. Peygamber onu. ihmal edemezdi. İmamı, Peygamber kendisi tâyin etmek lâzımdır. İmam büyük, küçük bütün günahlardan masundur.[1]
Ali İbn-i Ebî Tâlib Peygamber tarafından gösterilmiş halifedir. O sahabenin cfdalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali'yi diğer ashabdan c'aha faziletli görenler yalnız Şia değil ashabdan buna kail olanlar da varmış. Ammâr b. Yasir Mikdad b. Esved, Ebûzer Gıfâri, Sel-man Fârisi, Câbir b. Abdullah, Übey b. Kâ'b, Huzcyfe, Büreyde, Ebû Eyyüb, Sehl b. Hanif, Osman b. Hanif Ebû Heysem, Huzeyme b. Sabit Ebû Tufeyl Âmr b. Vaile, Abbas b. Abdulmuttalib ve oğullan Beni Hâşim'in cümlesi bunlardandır. Zübeyr de dibayette buna kaildi, sonra döndü. Ümeyye oğullarından da buna kail olanlar vardı. Hâlid b. Said b. As, Ömer b. Abdülaziz bunlardandı.[2]
Şia bir derece üzere değildi. İçlerinde Hz. Ali'yi ve evlâdını takdirde çok aşın gidenler olduğu gibi, mutedil olanlar da vardı. Mutediller; Hz. Ali'yi diğer ashabdan efdal saymakla iktifa ederler, kimseyi tekfir etmezler. İbn-i Ebil Hadİd bu mutedil zümreden olup onları bize Nech'ul Belâğa'da şöyle anlatır:
«Bu mes'elede onlar fevzu necat ashabından olup halâs bulmuşlardır. Çünkü onlar orta yoldan gitmektedirler. Hz. Ali kendinden önce halife olanların halifeliğine razı oldu, onlara bi'at etti. Arkalarında namaz kıldı. Onun yaptıklarından biz geçeme-yiz...»[3]
-
Gulât-ı Şîa
Gulât-ı Şia yâni Şia'nın müfritleri, Hz. Ali'yi Peygamberlik mertebesine çıkarırlar. Hâttâ içlerinden bazı lan Peygamberlik onun hakkı olduğunu, Cebrail'in yanılarak onu Hz. Muhammed'e götürdüğünü bile söylerler.[4] Hattâ bir kısmı Hz. Ali'yi Hâşâ Tann
mertebesine çıkarırlar. Bir kısmı Allah'ın Ali'ye ve diğer imamlara hulul etliğini söylerler. Bu söz, Allah'ın Hz. İsa'yı hulul ettiğine inanan Hıristiyan dînine benzer, içlerinden bir kısmı ise her imamın ruhuna Allah'ın hulul ettiğine ve kendisinden sonra gelen imama da intikal ettiğine inanırlar.
Şia'nın ekserisi son imamın ölmediği itikadındadırlar. Onlara göre son imam hayattadır, günün birinde dönecektir, zulümle dolan bu yeryüzünü o adaletle dolduracakit.r Hâttâ Sebeiyye Taifesi, Ali b. Ebû Talib'in hayatta olduğuna, onun ölmediğine inanırlar. Bir takımı ise Muhammed b. Hanîfe'nin hayatta olduğunu, Radva
dağında gizlendiğini, yanında bal ve su bulunduğunu söylerler. Bir taife ise Yahya b. Zeyd asılmadı, ölmedi, o sağdır, derler. Oniki îmam etbaı ise, onikinci imam olan Muhammed b. Hasan Askeriye «Mehdi» unvanını verirler. Onun Hılle'de bir hanenin bodrumunda gizlendiğini anasiyle birlikte derbest edilince orada kaybolduğunu söylerler. Bu mehdi âhir zamanda çıkacak ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Bu taife mehdinin çıkmasını beklemektedir. Her akşam namazından sonra bu hanenin bodrum kapısında dururlar-rnış. Bir binek hazırlarlar ve mehdiyi ismiyle çağırırlarmış. Bnnlar-dan bazıları ölen imamın tekrar dünyaya döneceğine inanırlar ve buna Kur'ân-ı Kerîm'deki Kehf sûresinden delil getirirler... [5]
-
Haricîler Kimdîr?
Hâriciler, kendi inançlarına ve fikirlerine müthiş bir taassupla bağlı, gayet dindar görünen bir firkadır. Akidelerini çılgınca savunurlar. Korkunç hükümleri olan serkeş insanlardır. Ve kanaatleri uğrunda, gayeleri yolunda göğüs gererek savaşırlar, çekinmeden ileri atılırlar. Onları buna sürükleyen, şey, zahirine bağlandıkları bâzı sözler olmuştur.
Bunu mukaddes din sandılar ve mü'min olan ondan asla ayrılmaz addettiler. Onların aklı: «Bâ hükme illâlillâh hüküm ancak Allah'ındır» sözüne saplandı. Bunu bir dîni düstur gibi tutup, muhaliflerinin yüzüne daima haykırdılar. Konuşmak istiyenlerin sözünü bununla kestiler. Hz. Ali'yi konuşurken gördüler mi, hemen bu sözü söylerlerdi.
Bu söz onların kalkanı olmuştu. Hz. Ali onlar bu sözü söyleyince şöyle demiştir: «Doğru bir söz, fakat bununla bâtıl murad olunuyor, bunu kötüye kullanıyorlar. Evet, hüküm yalnız Allah'ındır. Fakat bunlar amirlik ancak Allah'ındır, diyorlar, insanlar için doğru veya sapık bir emîr lâzımdır. Onun emri altında mü'min amel eder, kâfir de faydalanır. O vergiyi toplar, düşmanla çarpışır, yollarda emniyet ve asayişi sağlar, zaif'in hakkını kuvvetliden alıverir, böylece hayırlı olan kimse rahata kavuşur, facirden kurtulmuş olunur.»
Hz. Osman'dan Hz. Ali'den ve zâlim olan hâkimlerden kendilerini uzak tutmak* onlardan teberrî etmek düşüncesi Hâricileri o kadar şaşırttı ki, akıllarını bile bozdular. Bu fikre öyle körü kö-üine saplandılar ki, anlayışlarına hâkim olan hep bu düşünce ol-. :1u. Hakka götüren yol, onlar için adetâ kapalı kaldı. Hz. Osman'-den, Hz. Ali'den, Talha ve Zübeyr gibi ashabın ulularından, Eme-vîlerin zâlim hükümdarlanndan ayrılanlar hep bunlara katıldılar ve bu fikre saplandılar, onlara karşı diğer prensiplerinden vaz geçerek hep bu teberrî prensibini tuttular. Abdullah b. Zübeyr, Emevîlere karşı ayaklandı .Hâriciler onun tarafına geçtiler. Ona yardım yapacaklarını, onun saflarında döğüşeceklerini vadettiler. Fakat onun, kendi babası Zübeyr ile Talha'dan, Ali ve Osman'dan teberrî etmediğini öğrenince ondan ayrıldılar, onun etrafından sa-vulup gittiler!
Emevî Halifelerinden Ömer b. Abdulazîz, Hâricilerden Şevzeb ile münakaşa yaptığı zaman, münakaşanın merkezini bu teberrî mes'elesi teşkil ediyordu. Halbuki; Ömer b. Abdulazîz Emevîlerden zu]üm yapanlara muhalifti, onları zulümlerinden menetmişti. . Haksızlığa uğrayanların hakkını alıp adaleti yerine getiren âdil bir Halife idi. Fakat Hâricilerin münakaşasına teberrî fikri saplanmış-, ti. Muayyen şahıslardan tekeni etmiyenleri Müslüman saymıyorlardı. Bu sebeple Ehli Sünnet ve cemaat topluluğuna giremediler. Sapık fırkalardan oldular.
-
Hârîcilerîn Mümeyyiz Vasfı
Hâriciler, parlak ve yaldızlı sözlerin tesiri altında kalmakta Fransa'da en korkunç cinayetleri irtikaptan çekinmiyen Yakubî'le-re benzerler. Bunlar, hürriyet müsavat, kardeşlik kelimelerini tutturdular ve bunlar namına kan döktüler, nice canlara kıydılar: Hâriciler de (îman, hüküm ancak Allah'a aittir, zâlimlerden teberrî) naralarını tutturdular ve bunlar adına Müslümanların masum kanını mubah sayıp kan içtiler. İslâm ülkesini kana boyadılar. Etrafa baskınlar yapıp canlara kıydılar. Haiz oldukları bu atılganlıktır ki, Hâricileri Yakubîlerîe birleştiren bir nokta olmuştur. Bu iki taifenin birbirine benzeyen işleri, bu cesaret ve saldırgan hissiyattan doğmadadır. Onları ölçüsüz hareketlere sevkeden bu hissiyattır, Gustave le Bon Fransa ihtillâi adh eserinde Yakubîleri şöyle anlatmaktadır:
Yakubîîik zihniyeti kısa düşünceli, dar görüşlü, inatçı bir görüş mahsûlü olup, sahibini eavet basit bir adam derecesine düşürür. Bu zihniyetin sahibi işlerin ancak dış tarafım görür, ruhunda has"ıl olan evhamı, hakikat sanır. Olayları birbirine bağhyamaz. Gözünü dikmiş olduğu cinayetleri akıl ve mantık saikasiyle işlemiyor. Çünkü akıl ve mantıktan onun nasibi yoktur. O, zaif aklına uyarak bu gibi şeyler peşinde koşuyor. Halbuki yüksek idrâk burada durur kalır.»
Yakubîlerin bu hâli, bir çok cephelerden Hâricilerin hâîet-i nahiyesine uygun düşmektedir. Aşağıda zikri gelecek hâdiseler ve münakaşalar bunu göstermekte ve isbata kâfi .gelmektedir.
-
Rûhı Hâletlerî
Hamaset duyguları ve kelimelerin zahirine saplanmak hevesi. Hâricilerin vazıh vasıflan, yalnız bunlar değildir. Bunların yanısı-ra diğer bâzı vasıflar da yer almaktadır. Meselâ, fedakârlık, serkeşlik, ölümden çekinmemek, tehlikelere atılmak gibi vasıflar bunlar meyanındadır. Bu hareketlerin bâzıları heves mahsûlü idi. Bâzısı kahramanlık göstermek ve mezhebine şiddetle sarılmak eseri değildi. Onların bu hâli Endülüs'te Arap hâkimiyeti aîtmda bulunan Hıristiyanlara benzer. Onlardan bir kısmı öyle bir hevese kendilerini kaptırmışlardı ki, koyu bir taassup, bozuk bir fikir uğrunda ölüme atılmaktan çekinmiyorlardı.
Komte De Cactrie, onlar hakkında neler yazıyor bir bak. Okuyunca bunun bir çok bakımdan Hâricilere de uyduğunu göreceksin. Diyor ki:
«Bu Hıristiyanlardan her biri mahkemeye giderek Muham-med'e söğüp öyle ölmek istiyordu. Bunlar fevc fevc mahkemeye koşuyorlardı. Kapıcı onları çevirmekten usanmışh. Hâkim idamlarına hükmetmemek için sözlerini işitmiyeyim diye kulaklarım tıkıyor, Müslümanlar bu zavallılara acıyorlar, onları delirmiş sanıyorlardı.»
Hâricilerin içinde öyleleri vardı ki. Hz. Ali hutbe okurken sözünü keserlerdi. Hattâ o namaz kılarken namazını bile kesenler
bulunurdu. Allah'tan sevap umarak Müslümanlara meydan okuyanlar vardı. Böyle yapmakla Allah'a yaklaştığım zannederlerdi. Abdullah b. Habbâb b. Ereti[1] öldürdüler, cariyesinin karnını deştiler. Bu feci cinayeti işlediler. Hz. Ali onlara:
— Kaatilleri bize teslim edin, dedi.
— Onun kaatilleri biz hepimiz, cevabını verdiler ve teslim etmediler. Hz. Ali onlarla savaştı. Onları tepeledi, hepsini imha edecekti. Buna rağmen geri kalanlar yine bildiklerinden şaşmadılar, kudurmuşça s ma eski yollarından yürüdüler. O Hıristiyanlarla bunlar arasında bu bakımdan bir benzerlik yok mu?
Bunların çoğunda güya İslâm'a hulûsla hizmet etmek düşüncesi hâkimdi. Fakat bunda yanlış yoldan yürüdüler. Ters bir istikamet tuttular. Hataları burada idi. Rivayet olunduğuna göre; Hz. AH onlarla münakaşa yapmak üzere lbn-i Abbas'ı gönderdi. Ibn-i Abbas yanlarına gelince izaz ve ikramla karşıladılar. Ibn-i Abbas karşısında öyle adamlar gördü ki; uzun müddet secde ede ede alınları dağlanmış gibi yara olmuş, elleri, yerlere çöken deve dizleri gibi kalınlaşmış. Sırtlarında yıkana yıkana eskimiş gömlekler var.[2]
Bunların akidelerinde ihlâs üzere olduklarında şüphe yok. Fakat bu ıhlasın noksan tarafları da çok: Evvelâ dînî anlayışları yanlış. Dalâlete sapmışlar, dînin özünü anlamıyorlar. Kendilerine muhalif olan her müslümanın kanını helâl saymaları büyük hatadır. Müslümanın kanı daima masumdur. Ebû Abbas Müberred, El-kâmilinde diyor ki : Hâricilerin enteresan olaylarından biri de şudur: Bir defa bir Müslüman ile bir Hıristiyana tesadüf etmişler, Müslümanı öldürmüşler, Hıristiyana peygamberine olan ahdini muhafaza etmesini tavsiyede bulunmuşlar... Abdullah b. Habbâbe rastladılar» boynunda Mushaf-ı şerif asılı, yanında da gebe olan karısı var. Bu insafsızlar Abdullah'ı yakalayıp:
— Şu boynunda asılı olan kitap bize seni öldürmemizi emrediyor, dediler. Ve ona:
— Ebû Bekir ve Ömer hakkında ne dersin? diye sordular. O
da onları hayırla yâdetti.
— Hâkem tâyin etme hâdisesinden önce Hz. AH hakkında ve keza Hz. Osman'ın altı senesi hakkında ne dersin? dediler.
O da, yine hayırla yâdederek cevap verdi.
— Hakem mes'elesİ hakkında ne dersin? diye sordular. O da, şu cevabı verdi:
— Benim diyeceğim şudur: Hz. Ali Allah'ın kitabını sizden çok daha âlâ bilir. Dînini sizden daha iyi korur, sizden çok daha basiret sahibidir.
— Sen hidayete tâbi olmuyorsun, adamlara isimlerine bakarak tâbi oluyorsun, dediler ve onu dere kenarına çekip hayvan boğazlar gibi kestiler! Orada bulunan bir Hıristiyandan hurma satın almak istediler. O da:
— Hurma parasız sizin olsun, dedi.
— Parasız asla kabul etmeyiz, dediler. Hıristiyan bu adamların yaptıklarına şaşarak:
— Ne acayip kimseler,, dedi. Abdullah b. Habbâb gibi bir zatı öldürdüler, bizden parasız hurma kabul etmezler...
-
Taassupları
Bir düşünceye bu kadar taassupla bağlanmak nedendi? Onu müdafaa uğrunda, bu derece haşîn ve sert hareket etmeğe sebep ne idi? Ona davette bu kadar kükreyip coşmak niçindi? İnsanları kılıç kuvvetiyle, merhamet ve şefkat tammıyan bir tazyikle dînin müsamahakâr ruhiyle barışmaz bir şekilde zorlayarak şiddet kullanmak acaba neden ileri geliyordu? Bunun sebepleri bence şunlardır :
Hâricilerin çoğu bâdiye — Çöl Araplarındandı. İçlerinde köyde, şehirde sakin olan Araplar azdı. Çöl Arapları tslâmiyetten önce dahi son derece fakir halli, yokluk ve sıkıntı içinde yaşarlardı. İslâmiyet gelince de onların malî durumlarında, maddî vaziyetlerinde bir iyileşme olmadı. Çoğu çölde hayat darlığı içinde sıkıntılı bir halde yaşamağa devam ettiler. İslâm sevgisi kalplerine girdi, fakat basit ve sade kaldı. ^Tasavvurları vardı. îlincfen uzak kaldılar. Bu şartlar altında dar akıllı, kuru zâhid, alıngan Dİr mü'min grubu meydana geldi. Çünkü; bâdiye Arapları mahrumiye içinde idiler. Maddî mahrumiyet İçinde olan ruhu, îman kaplar ve sağlam bir itikad vicdana yerleşirse, bu dünya nimetleri peşinde koşmaktan vaz geçer, fâni dünya zevklerine göz dikmez, kendini âhirete verir, âhiret nimetlerine rağbet eder. Cehennem azabından uzaklaştıracak şeylere sarılır. Onun için Hâricilerde dînî zühd kuvvetli idi.
Sonra onlann yaşayış tarzlan onları huşunet, kasvet, ünf ve şiddet göstermeğe itecek mahiyette idi. Zira nefis, gördüğü ve alıştığı şeylere uyar. Eğer Hâriciler refah içinde yaşasalar, nimetlerden faydalansalardı, onların o haşîn hâli değişir, sertlikleri ve kabalıkları azalır, onlar da yumuşar ve uysal kimseler olur, tabiatle-rinde değişiklik görülürdü. Şu hâdiseye bakın: Ebû Hayr isminde yoksul ve fakır bir adamın Hâricilerin görüşlerine taraftar olduğunu duyan Ziyad b. Ebih, onu nezdine çağırıp ona valilik vermiş ve her ay dörtlün dirhem maaş bağlamış. Ebû Hayr bu bolluğa kavuşunca : îtaattan ve topluluk içinde yaşamaktan daha hayırlı bir şey görmüş değilim, dermiş. Valilik makamında uzun müddet kalmış. Ziyad onun bir hareketini beğenmemiş, o da Zİyad'e karşı gelmiş, bu yüzden hapse atılmış ve orada ölmüş. Bunda şayet dikkat edilecek nokta şudur: Nimete kavuşunca bu adamın o sert ta-"biati değişmişti, ruhu kibarlaştı, müsamahalı ve şefkatli oldu. Taassup ve şiddetten eser kalmadı.
-
Kureyş'e Kinleri, Hilâfet Gâsıbî Saymaları
Hz. Ali'ye ve ondan sonra da Emevîlere karşı duran Hâricilerin çoğunun bu inançlarında, ıslâh üzere olduklarını söylemiştik. Fakat biz bununla, onları Hükümete karşı isyana sürükleyen bu akidelerden başka sebepler yok demek istemiyoruz. Bunun en açık misâli şudur: Hâriciler, Hilâfete yalnız Kureyş'in geçmesini çekemiyorlar, başkalarının değil de, ancak Kureyş'in hâkim olmasını kıskanıyorlardı. Gerçekten Hâricilerin ekserisi Rabîa Kabilelerinden idiler. Bunlarla, Mudar Kabileleri arasında cahiliyet zamanından beri eski bir düşmanlık vardı. İslâmiyet bu düşmanlığın şiddetini biraz azaltmış ise de, büsbütün kaldıramamıştı. Kalblere gizlenmiş, ruhlara sinmiş bâzı cahiliyet izleri kalmıştı. Bunlar, Hâricilerin mezhebine ve görüşüne kapılanların gör'iş ve mezheble-rinde —farkına varılmadan, sezilmeden— kendini gösterdi. Bazan insan ruhunu, öyle bir arzuya sardırır ki, muayyen bir fikre saplanır kalır, ıhlâs peşinde koştuğunu zanneder, aklı kendisini doğruya götürdüğü kuruntusuna kapılır. Bunlar hayatta daima görü-lenfişlerdir. insan, kendisine elem veren şeye yakın olan, her düşünceden nefretle kaçar. Mademki bunun böyle olduğu bir gerçektir. Ekserisi Rabîa Kabilelerinden olan Hâriciler de baktılar ki. Ha-lifeleV, aralarında düşmanlık bulunan Mudar Kabilelerinden seçiliyor, onların hükümlerinden nefret ettiler. Bu nefretin tesiri altında kalarak Hilâfet mes'elesinde farkına varmaksızın bambaşka bir fikre saplandılar. Onu mahz-ı dîn saydılar, İhlasın özü sandılar. Dîne ihlâsla bağlanmaktan, Allah'a yönelmekten başka bir maksatları olmadığı zannına kapıldılar. İçlerinde gerçekten ihlâs sahibi, her hangi bir kötü garazdan uzak kalan kimse de yok değildi. Fakat. umumiyetle haklarında verilen hüküm böyledir. Kalplerde gizli olanı en iyi bilen Allah'tır.
-
Haricîlerin Çoğu Araptır
Hâricilerin ekserisi Araptır. Aralarında mevâliden olanlar gayet azdır. Halbuki Hâricilerin Hilâfet hakkındaki görüşüne göre» şartlan mevcut olunca, mevâli de Halife seçilebilmek hakkım haizdi. Çünkü onlar Hilâfeti her hangi bir ırku münhasır görmüyorlardı. Bu görüş mevâlinin işine uygun düşmektedir. Fakat mevâli-nin Hâricilerin mezhebinden nefret etmelerinin sebebi şudur: Hâriciler mevâliden hoşlanmıyordu. Onlarda da koyu Arap taassubu vardı. Nehc'el-Beiâğa sarihi îbn-i Ebî Hadîd naklediyor: Mevâliden bir adam Hâricilerden bir kadınla evlenmek üzere dünürlük yolladı. Hâriciler buna kızdılar; kadma:
— Bizi rezil ettin, dediler.
Eğer bu asabiyet dâvasını bıraksalardı, mevâliden onlara daha çok uyanlar olurdu.
Hâriciler arasında mevâli az olmakla beraber bâzı fırkalarında onların tesirini görüyoruz. Meselâ Yezidiye [3]fırkasının iddiasına göre; Âllah'u Teâlâ Acemden, Arap olmayanlardan bir peygamber gönderecek, ona gökten bir kitap indirecek, onunla, Şe-riat-ı Muhammediye'yî nesh edip kaldıracakrmş. Meymûniye[4] fırkası ise bir adamın öz evlâdının kızlarım, gerek erkek, gerek kız kardeşlerinin evlâtlarının kızlarım, nikahlanıp almasını mubah görürler.[5] Görülüyor ki, bunlar ibahaciîik prensibidir. Bunların İran mahsulü olduğu açıktır. Çünkü Mecûsi Farslar, İranlı bir Peygamber beklemekte oldukları gibi bu türİü nikâhları da mubah saymaktadırlar
-
Basit Ve Sathî Görüşleri
Yukanda Hâricilerin nasıl bir zihniyet taşıdıklarım, onların hâlet-i nahiyelerini Öğrenmiştik. Gerçekten onların akideleri, basit ve sade akıl ve fikirlerinin mahsulüdür. İnançlarında sathî görüşleri, Kureyş'e ve bütün Mudar kabilelerine düşmanlık kendini göstermektedir.
a- Birinci görüşleri —ki bu, onların en doğru ve sağlam görüşleridir— Halîfenin bütün müslümanlann hür ve serbest seçimiyle o makama getirilmesidir. Bu seçim bir fırkaya veya bir topluluğa mahsus değildir. Adaleti icra ettikçe, dîne uydukça, hatadan ve sapıklıktan uzak kaldıkça Halîfe sayılır. Eğer doğru yoldan saparsa azli ve katli lâzım gelir.
b- Onların görüşlerine göre Halifelik, Arap kabilelerinden, soylarından hiçbir aileye mahsus değildir. Başkalarının dediği gibi Hilâfet yalnız Kureyş’in hakkı değildir.Bu ancak Arablara mahsus olup Arap olmıyanlar o haktan mahrum edilemez. Müslümanlar hepsi bu hususta müsavidir. Hattâ haktan ayrıldığı, doğruyu bıraktığı zaman azli ve katlık olay olsun diye Halîfenin Kureyş'den başkasından olmasını tercih bile ederler. Çünkü; onu koruyacak kuvvetli asabiyet sahibi kabile bulunmıyacağından azli kolay olur. Başları olan Abdullah b. Vehb bu esasları kurdu ve bunlar dahilinde onu kendilerine reis seçerek ona Emîr'ül-Mü'minin unvanını verdiler. Halbuki o, Kureyş'ten değildi. Bu başlangıç diğer Müslümanları onlara uymağa, mezheblerini benimsemeğe teşvik edici olmalıydı. Fakat onların mevâliyi hakîr görmeleri, Müslümanların kanım helâl saymaları, kadınları ve çocukları bile esir etmeleri, Hz.
Ali'nin ve Ehl-i Bevtin çoğunun imamlarına ta'n ile dil uzatmaları, bütün bunlar Müslümanların onlardan yüz çevirmelerine sebep oldu.
c- Burada şunu da kaydedelim ki. Hâricilerin Necdât Kolu halkın bir halife seçmesine bile lüzum görmezler. Müslümanlara lâzım olan aralarında adalete riayet etmeleridir. Eğer bu cihet onları hakka riayete sevkeden bir imam olmaksızın tamam olmazsa, o zaman bir imam seçerler. Halife seçimi şer'an vâcib değildir. Maslahat icap derse, buna ihtiyaç hâsıl olursa seçmek caizdir, vâcib değildir.
ç- Hâriciler günah işleyenleri kâfir savarlar ve bu işte bilerek, kötü maksatla günah işlemekle hataya düşmek arasında hiçbir fark yapmazlar. Bunun içindir ki, hakem tâyin ettiğinden dolayı Hz. Ali'yi tekfir ederler. Halbuki Hz. Ali hakem tâyinine kendi arzu ve ihtayariyle gitmemişti. Haydi teslim edelim ki, hakem tâyinini kendisi istedi, bu içtihadında hata eden bir müetehit durumunu aşmaz. Müctehidin ise hatası bağışlanır. Onların Hz. Ali'yi tekfir etmeleri içtihatta hatanın müetehidi dinden çıkardığına inandıklarını gösterir. Kendilerine cüz'i bir muhalefeti olan Tal-ha, Zübeyr, Osman ve diğer Ashabın uluları hakkında ayni şeyi yapıyorlar, îçtihadlarında hatalarından dolayı onları tekfir ediyorlar. Nehc'el-Belâğa Şârihi İbn-i Ebî Hadid, günah işleyenleri kâfir say-maları hususunda onların tuttukları delilleri getirerek, onları birer birer reddedip çürütmüştür. Nasıl reddettiği bizim için o kadar mühim değildir. Bizim için burada mühim olan şey; onların nokta-ı nazarlarını, nasıl düşündüklerini gösterme bakımından onların delillerini bu vasıta ile öğrenmiş olmaktır. Bu delillerden onların düşüncelerinin ne kadar sathî olduğunu bahislerinde hiç derinleşmediklerini,mevzuu etrafiyle kavrayamadıklarını açıkça görüyoruz. .
Bu delillerden bâzısına göz atalım: «Mekke'ye gitmeye yolculuğa takati olan kimselere, Beyt-i Şerifi ziyaret ile Hacca gitmgeleri farzdır. Her kim küfür ederse, Allah-u Teâlâ âlemlerden müstağnidir.»
Ayet; Haccı terk edeni kâfir sayıyor. Haccı terketriiek büyük günahtır. Öyle ise Hâricilere göre büyük günah işleyen her kimse kâfir olur. Diğer delilleri:
«Kim ki Allah'ın inzal ettiğiyle hükmetmezse, onlar kâfirlerden olur.»
Her günah işleyen kimse, onlarca, Allah'ın inzal ettiğiyle amel etmiyor dernektir ve kâfir olur. Diğer delilleri :
«O gün bâzı yüzler beyazdır, bâzı yüzlerse kapkara olur. Yüzleri kara olanlara denir :Siz îmandan sonra küfür ederseniz ha, küfür ettiğinizden dolayı şimdi azabı tadın bakalım.»
Fâsık olan kimse, yüzü beyaz olanlardan olamaz. Öyle ise, o yüzü kara olanlardan olması lâzım gelir. Yüzü kara olanlar ise kâfirdir.
«O gün bâzı yüzler parlar, güler, sevinir; bir takım yüzler de tozlu topraklı, karanlık onu sarar, işte bunlar kâfirler ve fâcirler-dir» (Abese: 38-42)
Fâsıkın yüzü kir-pas içindedir, onun kâfirlerden olacağı muhakkaktır. «Zalimler Allah'ın Âyetlerini inkâr ederler.» Zalimler münkirdir. İnkâr ise kâfirlerin sıfatıdır.[6]
Bu delillerin hepsi naslara sathî bakışın mahsûlüdür.Âyetlerin maksadını anlayamamışlar, esrarını kavrayamamışlardır. Hz. Ali kendi zamanındaki Hâricilerle münakaşa yapar, kesin delillerle onlan sustururdu. O sözlerden bâzıları şunlardır :Haydi inatla benini hata ettiğimi ve dalâlete düştüğümü iddia ediyorsunuz, fakat neden benim dalâletim yüzünden bütün Muhammed Ümmetini ve Âl-i Beyti dalâlette sayıyorsunuz. Niçin benim hatamla onlan mua-haze ediyor,, benim günahımla onları nasıl olup da kâfir sayıyorsunuz. Kılıçlarınız omuzlarınızda, onları yara olan yere de, yara ol-mıyan yere de hemen vuruyorsunuz. Günah işleyeni, günâh işlemi-yenle karıştırıyorsunuz. Siz de bilirsiniz ki, Hz. Peygamber evli olduğu halde zina yapanı recm etti, sonra onun cenaze namazını kıldı, sonra ehlini onun malına mirasçı yaptı. Katili kısasan öldürdü, elini kesti, evli değilken zina yapana had vurdurdu, sonra onlara diğer Müslümanlarla beraber ganimet malından hisse verdi, Müslüman kadmlariyle onları evlendirdi. Hz. Peygamber onlan bu günahlarından dolayı cezalandırdı, onlar hakkında emir olunanı yerine gelirdi. Fakat onları îslâm topluluğundan dışarı saymadı. Islâmın onlara verdiği hisselerini menetmedi. Onların isimlerini Müslümanlar listesinden çıkarmadı.»
Bu sözler o inatçıları susturacak mahiyettedir. Bunların etrafında gürültü kaldıramazlar. Hz. Ali onlara karşı kitaptan değil de, bizzat Hz. Peygamberin işlediği fiillerden delil getirdi. Çünkü fiil tevil taşımaz. Başka türlü anlaşılmağa tahammülü yoktur. Onla* nn sathî görüşlerine meydan vermez. Onların ancak bir tarafı gören bakışları, ibarelerin bütününü anlamaktan uzaktır. Sözleri yanlış ve noksan anlıyorlar. Onun için Hz. Ali onlara amelî deliller' gösterdi, onların yanlış anlayışa giden tevîl yollarını kapadı. Onların bozuk ve fâsık görüşlerini reddetti.
-
Çok İhtîlâfçı Olmaları
Hâricilerin ekserisinin benimsediği inançlar bunlardır. Bunların dışında aralarında anlaşamadıkları bir çok ihtilâf noktaları vardır. Hâricilerin kusurlarından biri de çok ihtilâfçı, kavgacı olmalarıdır. En ufak ve ehemmiyetsiz bir mes'ele yüzünden aralann-da hemen ihtilâf çıkar, kavga kopardı. Belki de onların sık sık bozguna uğramalarının sebebi .de budur.
Emevîler zamanında Mühelleb b. Ebî Sufra Müslüman halkı onların saldırganlıklarından korunmak için bir kalkan vazifesini görürdü. Onlan birbirinden ayırarak kuvvetlerini parçalamak için aralarındaki bu ihtilâfları fırsat bilirdi. Aralarında ihtilâf çıkarmak için vesileler yaratırdı. îbn-i Ebî Hadıd'in nakline göre: Hâricilerin. Ezânka kolundan bir demirci gayet zehirli oklar yapar,
bunları Mühelleb'in adamlarına atarlar, öldürürlerdi. Bu durum Mühelleb'e arz olundu. O da :.
— Ben bunun çaresini bulurum, dedi ve adamlarından birine bir mektupla bin dirhem para vererek onu Hâricilerin Kumandanının bulunduğu yere gönderdi ve ona bu mektupla parayı gizlice oraya bırakmasını tenbih etti. Mektupta demirciye hitaben şunlar yazılıydı:
«Yapıp gönderdiğin okları aldım. Sana bin dirhem gönderiyorum. Bunları al ve bize daha çok ok gönder.»
Bu mektupla parayı bulanlar derhal kumandanları olan Kata-rî'ye koştular ve işi haber verdiler. O da demirciyi çağırtarak :
— Bu mektup ne? diye sordu.
— Bilmiyorum, dedi.
— Bu paralar ne?
— Haberim yok, cevabını verdi. Herifin hakikaten bir şeyden haberi yoktu. Fakat inkâr ediyorsun diyerek demirciyi öldürttü. Benî Kays b. Sa'lebe'nin reisi olan Abdurrabbih gelerek Katarî'ye itiraz etti ve :
— İnceden inceye araştırmadan bir adamı Öldürdün, dedi. Katarî de :
~ İnsanların yararına, umumî maslahat uğrunda bir adamı öldürmek kötü bir şey sayılmaz, imamın yararlı gördüğü şeyle hükmetmek hakkıdır. Tebaanın buna itiraza hakkı yoktur, dedi.
Bu cevabı Abdurrabbih beğenmedi ve cemaatıyle ondan ayrılmak istediyse de adamları buna yanaşmadılar. Mühelleb bunu haber alınca başka bir çare düşündü. Bir Hıristiyan kişi buldu. Ona oldukça mühim bir para mükâfat vaad ederek şu talimatı verdi:
— Hâricilerin başı olan Katarîyi gördüğün zaman ona secde et, seni bundan menetse de ben sana secde ediyorum de.
Hıristiyan böylece yaptı. Katarî :
.— Secde ancak Allah'a yapılır, dediyse de o:
— Beji sana secde ediyorum işte, dedi.
Orada bulunan Hâricilerden biri hemen ileri atıldı:
— O, Allah'ı bırakıp sana secde ediyor. Kur'ân, «Sizler ve Allah'tan gayri taptıklarınız Cehennem odunudur» diyor. Sen de Cehennem odunlarından oldun, dedi.
Katarî kendini şöyle müdafaa etmek istedi:
— Hıristiyanlar, Hz. îsâ'ya taptılar, fakat bu îsâ'ya bir zarar verdi mi?
Diğer bir Hârici hemen ayaklandı ve Hıristiyanı derhal öldürdü. Katarî bu işi beğenmedi, diğer Hâriciler de Katarî'nin bu hareketini beğenmediler, inkâr ettiler. Bu vaziyeti Mühelleb duyunca onlara adam gönderdi ve şunu sordurdu:
— İki adam var, bunlar muhacir olarak size gelmek üzere yola çıksalar, bunlardan biri yolda ölse, diğeri sağ ve salim olarak size ulaşsa onu imtihana çekseler, fakat muvaffak olmasa, bunlar hakkında ne dersiniz?
Bâzıları: Yolda ölen kimse cennetliktir, imtihan veremiyen kâfirdir dediler, bâzıları ise: Her ikisi de kâfirdir, dediler. Böylece aralarında ihtilâf başladı.* Bu ihtilâf üzerine Katarî Islahat hududuna gitti bir ay orada kaldı, adamları ihtilâfa devam ettiler.[7]
Görülüyor ki Mühelleb, bu büyük kumandan* onların kinlerini körükleyerek basit görüşlerinden nasıl istifade etmiye çalışıyor. O zaif düşünceli kimseler arasında düşmanlığı alevlendiriyor, ihtilâfı körüklüyor. Böylelikle onların kinlerini birbirine musallat ediyor. Müslümanlara saldırmağa takatlan kalmasın diye onları birbiriyle uğraştırıyor. Zaten Hâricilerin kendi aralarında ihtilâfları pek çoktu. Hariçten aralarına ihtilâf tohumu saçmağa lüzum kalmaksızın birbiriyle ihtilâf halinde idiler. Onun için bir çok fırkalara bölündüler. Başlıca fırkalarından ve başlarından biraz bahsedelim.
-
diğer sapık fırkalarda yazılacak mı? hocam elinize sağlık devamını bekleriz...
-
diğer sapık fırkalarda yazılacak mı? hocam elinize sağlık devamını bekleriz...
gelecek insaAllah
-
HÂRİCİLERİN AYRILDIKLARI KOLLAR
Ezarîka
Bunlar Ezrak oğlu Nâfi'a uyanlardır. Nâfi, Arapların Rabîa kabilelerinden Benî Hanîfe'dendir. Hâricilerin en kuvvetli kabilesi bunlardır. Sayıca çok, kuvvetçe üstündür. Nâfi'nin kumandası altında, Emevîlerin kumandanları ile ve Abdullah b. Zübeyr ile 19 sene savaştılar. Bu Nâfi döğüş meydanında öldürülünce onun yerine Nâfi' b. Abdullah geldi, sonra da Katarî başa geçti. Bunun zamanında kuvvetleri çöktü. Çünkü bu kültürsüz insanlar kan dökmekle şöhret almışlardı. Müslümanlar onlardan nefret ediyordu. Aralarında da hiç ihtilâf eksik olmazdı. Bu sebeple her yerde bozguna uğradılar. Katarî'den sonra hezimetleri devam etti. Nihayet dağılıp gittiler.
Bunlar Hâricilerin yukarıda saydığımız prensiplerine kail olmakla beraber, üstelik onlara şunları da ilâve ediyorlardı:
a- Kendilerine muhalif olan bütün Müslümanlar, kendilerinin görüşlerini kabul etmiyen Hâriciler, döğüşe katılmıyan Hâriciler hepsi müşriktirler.
b- Muhaliflerin küçük çocukları da müşriktirler. Bu masum sabiler de Cehennemde ebedî kalacaklarmış!
c- Muhaliflerin memleketi, harb hâlinde olan kâfirler memleketidir, çocuklarını öldürmek, kadınlarını esir etmek caizdir.
ç- Zâni recm edilemez. Çünkü Kur'ân'da bu zikrolunmamıştır. Namuslu erkeklere şerefsizlik isnat eden kimseye had vurmak yoktur. Fakat namuslu kadınlara kazf eden, şerefsizlik isnadı yapanlara had vurulur. Çünkü bu Kur'ân'da vardır.
d- Peygamberlerden büyük, küçük her nev'i günah sadır olabilir.[1]
Necdât
Bunlar da Necdet b. Uveymir'e tâbi olanlardır. Bu da aynı kabiledendir. Bunlar döğüşe katılmıyan Hâricileri tekfirle çocukların öldürülmesinin helâl sayılması mes'delerinde Ezânka'ya muhaliftirler. Fakat bunlar aralarında muahede olan ve zimmet ile bağlananların canını, malını helâl sayarlar. Zimmet ve ahid tanı-, mazlar. Bunlar Yemâmede bulunuyorlardı. Baştan Ebû Tâlut Hârici ile beraberdiler. Sonra 66 H. senesinde Necdet'e bi'at ettiler. Bunlar işi birdenbire büyüttüler. Bahreyn, Umman, Hadremevt, Yemen, Tâif hep onların eline geçti. Sonra Necdet ile aralarında ihtilâf çıktı. Ona kin bağladılar. Meselâ: Necdet kendi oğlunu orduyla göndermişti. Kadınları esir aldılar. Taksimden Önce ganimet malından yemişlerdi. Necdet bunları affedince kızdılar...
Necdetten sonra yerine Ebû Fudeyk kaldı. Emevîlerden Ab-dulmelîk b. Mervan'm gönderdiği ordu bunları dağıttı. Reislerini öldürterek kellesini Hâlifeye gönderdi.
Sufrîye Fırkası
Bunlar Zeyyad b. Asfere tâbi olanlardır. Bunlar Ezânka'dan daha az mutaassıptırlar ve fakat diğer fırkalardan daha şiddetli davra,mrlar. Büyük günah işleyeni kâfir sayma hususunda Ezân-kîlerin fikrine katılmazlar, onu kâfir saymazlar. Hakkında hadd-ı şer'î tâyin edilmiş olan günahları işleyenleri tekfir etmezler. Onlar Kur'ân'da Allah'ın verdiği isimle söylenir. Zina yapana zâni, çalana hırsız denir...
Sufriye'den olan Ebû Bilâl Merdâs, zabit ve sofî bir adamdı. Yezid b. Muâviye zamanında Basra'da Hükümete karşı çıktı. Fakat halka dokunmazdı. Eline geçirdiği Hükümet malından ihtiyacı kadar alırdı. Savaş ve döğüş yapmak istemezdi. Abdullah b. Zi-yâd bir ordu göndererek onun işini bitirdi. Sonra bu fırka Ebû Bi-lâl'in yerine Imrân b. Hattân'ı imam seçtiler. O da şair bir adamdı.
Acaride
Bunlar Abdulkerim b. Açred nammdaki şahsa uydular. Bunlar görüş itibariyle Necdet fırkasına yakındırlar. Lüzumunda savaşa katıîmıyanlar diyanetle maruf iseler mazur görülürler. Hicreti farz değil, bir fazilet sayarlar. Ker dilerine muhalif olan kimse öldürülmedikçe malı ganimet malı sayılmaz.
Bunlar da aralarında muhtelif fırkalara bölünmüşlerdir.
Muhaliflerin çocukları mes'elelerinde görüşleri ayrı ayrıdır. En cüz'i bir mes'elede ihtilâfa düşerler ve bu yüzden umumî kaideler kurmağa kalkışırlar, ihtilâf ederler. Başka başka fırkalara ayrılırlardı. En önemsiz mes'elelerî bu işe karıştırmaktan çekinmezlerdi. Meselâ Şuayb isminde birisinin Meymûn adında bir kişiye borcu vardı. Meymun borcunu isteyince:
— İnşâAllah, Allah dilerse borcumu veririm, dedi. Meymûn:
— Allah şimdi ödemeni diledi, dedi...
— Kğer Allah şimdi ödememi dileseydi, onü vermemek benim
elimden gelmezdi.
— Allah borcunu ödemeni emrediyor, Allah emrettiği her şeyi dilemiş demektir. Dilemediği bir şeyi emretmez.
îşte bu borç münakaşası yüzünden bunlar münakaşayı yapanların adlarına göre: Meymûniye ve Şuaybiye kollarına ayrıldı. Reisleri olan Abdulkerim'e bunu yazarak sordular. O da şu cevabı verdi:
«Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz, deriz. Ve Allah'a bir kötü şey isnad etmeyiz.»
Bu cevabı alınca her biri kendi görüşünü te'yid ettiğini iddia etti. Niza yine hallolmadı.
Rivayet olunduğuna göre bunlardan Salebe isminde birisinin bir kızı vardı. Onu birisi istedi. Acâride fırkasının şartlarına göre bulûğa ermiyen küçük çocuklar Müslüman sayılmaz, bulûğa erince kendilerine îslâm teklif olunurdu. Anasından kızın bulûğa erip ermediği, yâni Müslümanlığı kabul edip etmediği soruldu. Anası buna alındı ve bulûğa ersin ermesin* benim kızım velayet itibariyle yâni Müslüman kızı olması bakımından Müslümandir, dedi. Bu mes'ele de Abdulkerime arzolundu. O bunu kabul etmedi: Sa'lebe de: «O Müslüman kızıdır» dedi. Böylece Saâlibe namıyle yeni bir fırka türedi.
Îbazîyye
Abdullah b. îbâde (Ibaza) tâbi olanlara bu nam verilir. Bunlar Hâricilerin en mutedilleri ve Ehl-i Sünnete en yakın olanlarıdır. Bunlar aşın derecede ileri gidip haddi tecavüz etmezler. Başlıca inançları şunlardır:
1- Kendilerine muhalif olan Müslümanlar müşrik sayılmaz-larsa da Mü'min de sayılmazlar. Onlara.kâfir adını veriyorlar. Ve bunu Küfrân-ı nimet nankörlük nimeti inkâr mânâsına yoruyorlar.
2- Muhaliflerinin kanı haramdır. Onların ülkesi de dâr-ı tev-hîddir.
3- Harbde ganimet olarak ancak at ve silâh gibi harbe yarar şeyler helâldir. Altın ve gümüşü sahiplerine verirler.
4- Muhaliflerinin şahitliğini kabul ederler. Nikâh ve miraslarını tanırlar.
Görülüyor ki, bunlar oldukça mutedil bir görüş sahibidirler. Muhaliflerine karşı insaflı hareket ederler. Bu sebepledir ki, bugüne kadar devam etmişlerdir, islâm âleminin bâzı yerlerinde bunlara tesadüf olunmaktadır.
Müslümanlıktan Harîç Sayılanlar
Hâricilerden bir kısmı Müslümanlardan sayılmazlar. Bunlar dîni anlayışta çok aşırı ve şiddetli hareket etmişler ve dalâlete düşmüşlerdir. Bu dalâletleri yüzünden hem kendilerini ve hem de Müslümanları yormuşlar, boşuboşuna uğraştırmışlardır. îmânında sadık olan Müslümanlar yine de onların küfrüne hüküm vermemişler, onları dalâlette saymakla yetinmişlerdi. Hz. AH arkadaşlarına: «Hâricileri öldürmeyin, zira hakkı arayıp da yanılan kimse, bâtılı arayıp da bulan kimse gibi değildir.» Tavsiyesinde bulunmuştur. Hz. Ali onları, hakkı isteyen ve fakat yolunu şaşırıp bulamayan kimseler olarak hesap ediyordu. Emevîleri ise, bâtıl peşinde koşanlar ve ona kavuşanlar olarak vasıflandı nyordu. Lâkin Hâricilerin içinde öyleleri vardı ki, Allah'ın kitabında bulunmıyan şeylere kail oluyorlar hattâ Allah'ın kitabına uymıyan, karşı olan hükümler veriyorlardı. Abdulkâhir Bağdadî (El-Fark Beynel Firak) kitabında Hâricilerden iki fırkayı islâm camiasından dışarı saymaktadır ki, onlar da şunlardır:
1- Yezidiyye : Yezid b. Üneyse'ye tâbi olanlardır. Bu evvelâ İbâdiyedendi. Sonra onlardan ayrıldı. Allah'u Teâlâ Acem'den, Arap'lardan başkasından bir peygamber gönderecek, gökten ona bir kitap indirecek, onunla Şeriat-ı Muhammediye'yi kaldıracak dedi. Yukarıda buna işaret etmiştik.
2- Meymûniyye: Bunlar Meymûn Acredi'ye tâbi olanlardır. Yukarıda geçtiği üzere borç Ödeme mes'eksindeki ihtilâftan dolayı ayrılmışlardı. Bunlar evlâtlarının kızlariyle evlenmediği, erkek ve kız kardeşlerinin evlâtlarının kızlariyle evlenmeği mubah saraylar. Buna sebep olarak da : Kur'ân'da bunların muharremât, nikâhı haram olan kadınlar arasında zikredilmemiş olmalarını gösterirler. Yusuf Sûresinin Kur'ân'dan olduğunu kabul etmezler» bu bir aşk hikâyesidir, Kur'ân'dan olması yakışık almaz derler. Kötü itikatlarından dolayı Allah onları rezil ve rüsvây etti.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Şehristânî, El-Milel ve'1-Nihal.
-
FIRKA: 3
MÜRCÎE
Mürcîe Nedir, Nasıl Başladı?
Bu bir siyasî fırka olarak başlamıştır. Sonradan dînî esasları da içine almıştır. Ve o sırada İslâm efkârını meşgul eden büyük günah işleme mes'elesini bahis mevzuu etmişlerdir ki, bunu Hâriciler, Şia ve Mutezile fırkaları da kurcalamakta idi.
Mürcie fırkasının ilk tohumları Hz. Osman'ın son devirlerinde ekilmiştir. Zira Hz. Osman'ın hâkimiyeti, Valilerin hükmü hakkında sözler çoğalıp îslâm âleminin her tarafında dedikodular artıp nihayet Hz. Osman'ın şehit edilmesiyle îslâmda bir yara açılınca, Ashabdan bir kısmı bu hususta sükûtu ihtiyar ettiler ve Müslümanları birbirine tutuşturan bu fitneye katılmaktan çekinerek bir köşeye çeşildiler.
Bu hususta Ebû Bekir'in Hz. Peygamberden rivayet ettiği şu Hadîs-i şerifi kendiîerine delil tuttular: «İleride bir takım fitneler kopacak, o zamanda oturan yürüyenden daha hayırlıdır, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Bu fitneler koptuğu zaman kimin devesi, koyunu varsa ona baksın, kimin arazisi varsa ona sarılsın.» Bir adam sordu: «Yâ ResûlAllah devesi, koyunu ve arazisi olmayan ne yapsın?» Hz. Peygamber: «Kılıcını eline alsın, onun keskin yüzünü bir taşla ezsin, sonra eğer kurtulabilirse kurtulsun.» Bunun için bâzıları, Müslümanlar arasında kopan bu. fitnelere karışmaktan çekindiler, birbiriyle çarpışan iki Müslüman gurubundan hangisinin hak üzere olduğunu araştırmadılar. Sa'd b. Vakkas, yukanki Hadîsin râvisi Ebû Bek'ir'e, Abdullah b. îmran b. Husayn ve saire bunlardandır. Bunlar hangi taifenin haklı olduğu hususunda hükmü Allah'a bıraktılar, kendileri bir karara varmaktan çekindiler.
Müslim Şârihî bu fitneler hakkında şöyle diyor: «Bu mes'ele sahabe arasında şüpheli meselelerdendi. Hattâ bir kısmı bu hususta bir karara varmadan hayrette kaldılar ve her iki taraftan da çekindiler. Onlardan biriyle savaşa katılmadılar, doğruyu kestirip
atamadılar.»
îbn-i Asâkir de bunlar hakkında şöyle diyor: «Bunlar bu hususta şüphede kaldılar. Çünkü kendileri bu işler olup biterken harbte bulunuyorlardı. Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra Medine'ye geldiler. Baktılar ki vaziyet değişmiş. Halbuki onîar Medine'de Müslümanları birleşik bir halde bırakmışlardı.
Aralarında ihtilâf yoktu. Dediler ki: «Biz sizi bıraktığımızda işiniz birdi, aranızda ihtilâf yoktu. Şimdi ise, geldiğimizde sizi ihtilâf hâlinde bulduk. Bâzınız: Osman haksız yere öldürüldü, o ve
adamları adalet üzere iş görürlerdi diyor; diğer bir kısmınız ise: Ali ve taraftarları hak üzeredir, diyor. Halbuki bunların hepsi bizce güvenilir ve doğru kimselerdir. Biz bu iki gruptan hiç birinden teberrî etmeyiz, onlara lanet de, okumayız. Onların aleyhinde bulunmayız. Onların işini Allah'a bırakır onları Allah'a salarız.' Onlar hakkında hükmü verecek olan Allah'tır.»
-
Bâzı Fırkaların Ağır Hükümleri
İslâm fırkaları kurulunca Şia, Ehl-î Beyte karşı son derece 'bağlılıklarım ilân ettiler ve bunda çok ileri gittiler. Hattâ kibar Ashaba dil uzatarak işi Ebû Bekir, Ömer gibi büyük Ashaba tekfire kadar vardırdılar. Fasit hayallerinde bâzı kuruntular kurarak Hz. Ali ile bâzı Ashab arasında düşmanlık olduğunu bile iddia ettiler. Diğer taraftan; Hâriciler ortaya çıkarak Müslüman cemâatlerini tekfir ettiler. Müslümanların bilmedikleri yepyeni bir taife hâlinde ortaya çıktılar. Günah işleyen herkesi kâfir addettiler. Diğer taraftan; Emevî Devleti, kendi sancakları altında toplananları, istiyerek veya istemiyerek onların hükmüne razı olanları Müslüman addediyor, diğerlerini ümmet camiasından ayrılmış sayıyord». Bu parçalanmalardan sonra, Mürcie taifesi ortaya çıktj. Onlar bu fırkalarda her hangi bir fırkaya dayanmaktan, onlara yardımdan çekindiler. Onlar hakkında işi ve hükmü gaybı bilen Allah'a bıraktılar. Bu siyasî mevzulara dalmaktan kaçındılar. Emevîleri kötülükle anmaktan çekindiler. Ortlar da : Lâ ilahe illAllah, Muhammed Re-suluHah, diyerek kelime-i şahadeti söylüyorlar. Öyleyse ne kâfirdirler, ne de müşrik. Onlar da Müslümandırlar. Onların işini insanların sırrını bilen Allah'a bırakınız, onların hesabını o görür, dediler.
-
Mürtekîb-i Kebîre Hakkında
Büyük günah işleyen hakkında ihtilâf çoğalınca, Hâriciler, onun kâfir olduğunu iddia ettiler. Diğer bir kısım ise, günah işleyenlerin hesabını Allah'a bıraktılar, hükmü verecek O'dur, dediler. Bunların ardı sıra gelenlere muhalifleri Mürcie adını verdiler. Bunlar büyük günah işleyenler hakkında birinciler gibi jnenfi bir vaziyet almakla kalmıyorlar; îman, ikrar ve tastikten ibarettir ve marifettir, diye hüküm veriyorlar, ameli mertebece geri bırakıyorlar, îmanla beraber mâsiyet zarar vermez, îman amelden ayrıdır, diyorlardı. Bunlardan bâzıları daha ileri gidiyor, îman sırf kalble itikattan ibarettir, lisaniyle küfürü söylese de, zahirden puta tapsa da kalbiyle inandıkça mü'mindir. Kalbiyle tasdik bulundukça o Allah'ın dost kuludur ve cennet ehlindedir.[2]
Bunlardan bâzıları ise şöyle garip zanlara düşüyorlardı: «Domuz yemeği Allah haram etti, bunu biliyorum. Fakat haram olan domuz şu koyun mu, yoksa başka bir hayvan mı? onu kestiremiyorum, dese yine mü'mindir. Allah Kabe'ye Hacca gitmeği farz etti. Fakat, Kabe nerededir, bilmem, belki de Hind'dedir, dese mü'mindir.» Bunları söylemekten maksadı bunlar îmandan sonra gelen akidelerdir, çünkü aklı olan bir insanın Kabe'nin nerede olduğunu bilmemesi olamaz. Koyun ile domuzu ayıramıyan insan olur mu?»[3]
îman hakikatlerine ve iyi amellere karşı böyle mübâlâtsız davranan bu taifenin görüşü fesatçıların işine yaradı, dinde mübâlâtsız olanlar bunu fırsat bildi. Kendi arzularına göre işler uydurmağa başladılar. Onu kendilerine mezhep tuttular. Kendi fesatlarını kapatmak için bu mezhebi bir vasıta kıldılar. Fasit garazlarını, habîs emelleri yürütmek için yol yaptılar. Bu çapkınların ve fesatçıların işine yaradı. Bu hususta Ebû El-Ferec Isfahanı şunu naklediyor:
«Bir Şîi ile bir Mürciî hangi mezhep daha hayırlı diye münakaşaya başlamışlar, kavgayı uzatmışlar. Nihayet ilk rastladıkları adama sorup onu bu işte hakem yapmayı kararlaştırmışlar. îbâhi-yeci bir mülhide raslamışlar, ona sormuşlar:
— Hangisi daha hayırlıdır. Şia mı, yoksa Mürcie mi? Sen han-gisindensin?
Herif şu cevabı vermiş :
— Benim yukarı tarafım Şia'dır, aşağı tarafını Mürcie'dir.
-
Mürcîenîn Îkîye Ayrılması
Onun için biz diyoruz ki: Mürcie kelimesi iki zümreye ıtlak olunurdu: Birisi, sahabe devrinde ve sonra Emevîler zamanında yukûa gelen ihtilâflar hakkında hüküm vermekten çekinenlere Mürcie denir, ikincisi, Allah'u Teâlâ küfürden başka her günahı affeder diyen zümreye de bu isim verilir. Onlara göre; imanla beraber masiyet zarar vermez. Küfürle beraber taat fayda vermediği gibi.
Fâsık ve fâcir takımı bu mezhebin kapılarım geniş buldular, işledikleri kötülükleri, istedikleri yere sığdırabiliyorlardı. Onun için Zeyd b. Ali b. Hüseyin «Fâsıklan Allah'ın affına tama ettiren Mürcieden ben uzağım.» demiştir. Bu zümre, mürcie adım kötüye
tulİanmışlar, onu en şeni kelimeler sırasına koymağa sebep olmuşlardır.
Mutezileye Göre Mürcîe
Mutezile taifesi, büyük günah işleyen Cehennemde ebedî kalmaz, günahı miktarı azap görür, belki Allah onu affeder, diyenlere Mürcie namını verirdi. Bu itibarladır ki, îmâm-i A'zam Ebû Hanî-fe'ye ve arkadaşları imam Ebû Yusuf'la İmam Muhammed'e Mürcie demişlerdir. Bu hususta Şehristânî El-Milel Vel-Nihal'de şöyle diyor:
«Ebû Hanîfe'ye ve ashabına Ehl-i Sünnet Mürciesi denirdi.
Kelâmcılardan çoğu onu Mürcie arasında sayar. Bunun sebebi şu olsa gerek: O İman kalbîe tasdiktir, ne artar, ne eksilir, diyordu.
Bundan onun ameli îmandan geri bıraktığını zannettiler, halbuki
amel hususunda o kadar titiz davranan Ebû Hanîfe ameli terkle
ietvâ verir mi? Ona Mürcie denilmesi şu yüzden olabilir: O birinci asırda meydana çıkan Kaderiyyeye ye Mutezileye muhalifti. Mutezile kader mes'elesinde kendilerine her muhalif olana Mürcie derlerdi. Hâriciler de böyle yaparlardı. Bu isim ona mutlaka Mutezile veya Hâriciler tarafından verilmiş olmalıdır.»[4]
Bu itibarla Ebû Hanîfe'den ve arkadaşlanndan başka daha bir çok kimseler Mürcie'den sayılmıştır. Onlardan bâzıları şunlardır: Hasan b., Muhammed b., Ali b., Ebî Tâlib, Said b., Cübeyr, Talk b., Hubeyb, Amr b.,, Mürre, Muharip b., Disâr, Mukatil b., Süleyman, Hammâd b. Ebî Süleyman, Kubeyd b. Cafer. Bunların hepsi Hadîs ulemâsındandır. Bunlar da büyük günah sahibi tekfir etmezler, cehenemde ebedî kalacaklarına hüküm vermezler.
Münazara Meclîsleri
Mürcie ile başkaları, bilhassa Hâriciler arasında münazara meclisleri yapılırdı. Ebû Ferec Isfahâni, Egânî'de diyor ki: Sabit b. Kutana, Horasan'da toplanıp münakaşa yapan şerir takımıyla ve Mürcie zümresiyle görüşürdü. Mürcie'ye meyletti ve onları sevdi. Onların medhi hakkında bir kaside bile söyledi. Onda Mürcie görüşlerini anlatıyordu. Şi'rin özeti şöyledir:
«Bizim Şiarımız Allah'a tapmak ve ona şirk koşmamaktır. Eğer bir iş şüpheli ise, onda hükmü Allah'a bırakırız. Müslümanlar İslâm üzeredir. Bir Allah'a inandıktan sonra günah insanı şirke götürmez. Biz kan dökmeyiz, Hâriciler hata işliyorlar. Ali ve Osman ikisi de Allah'ın sevgili kuludur. Allah'a asla şirk koşmamış-lardır. Aralarında sevgi, saygı vardı. Allah'u Teâlâ Ali'ye ve Osman'a çalıştıklarının mükâfatını versin. Herkesin ne yaptığını Allah bilir. Her kul Allah'ın huzuruna varacaktır.»
[2] İbn-i Harm, El-Milel vel'l-Nihal.
[3] Aynı eser.
[4] Şehristâni, El-Milel ve'I-Nihal
-
FIRKA : 9
CEBRÎYE
Cebîr Ve İhtiyar Mes'elelerînîn Müslümanlarca Mevzuu Bahis Edîlmesi
Müslümanlar kader mes'elesini, Allah'ın iradesi yanında insanın kudreti mes'elesini, daha sahabe devrinde mevzuubahis ettiler. Fakat, fıtrî kabiliyetleri ve yaratılışları itibariyle bu mes'ele-
lerde bahsi derinleştirmediler. Sahabe devrinden sonra Müslümanlar diğer dinler erbabıyla görüşüp temasa gelince, mezhepler ve fırkalar çoğaldı. Ve bu bahis de genişledi. Bu bahislerde de eski dinlerin tuttukları yola koyuldular.
Bu meyanda bahis konusu yaptığımız Cebriyye fırkası ortaya çıktı. «İnsan ef'alini kendisi yapıp meydana getirmiyor, kendisine nisbet olunan işlerde onun dahli yoktur.» Bu mezhebin esası şudur: Fi'H kuldan neyf Allah'a izafe etmektir. Fiil kulun eseri değildir. Kul gücü yetmekle vasıf olunamaz, kudret sahibi değildir, îşinde mecburdur. Onun kudreti, iradesi ve ihtiyarı yoktur. Cemâ-datta yarattığı gibi Allah onda da fi'li yaratır. Fiiller ona, cemâ-dâtta olduğu gibi mecazen nisbet olunur. Meselâ ağaç meyve verd:, su aktı, taş kımıldadı, güneş doğdu ve battı, hava bulutlandı, yağmur yağdı, çiçekler açtı., ve saire gibi, Sevap ve ikap de cebrîdir. Böylece cebir sabit olunca teklif de cebrîdir.[1]
Cebriyecilerin noktai nazarını anlatırken Ibn-i Hazm şöyle diyor :
«Onlara göre dilediğini yapan Allah'u Teâlâ'dır. Yaratmakta O'na benzeyen yoktur. Ondan başka yapan olmamak icap ede. işin insana nisbeti şu kabildendir: Ahmed öldü, diyoruz. Onu oldu ren Allah'tır. Bina duruyor diyoruz. Onu durduran ise, Allah'tır.»
-
Bunu Îlk Ortaya Çıkaranlar
Tarihçiler, Cebre ilk kail olanın kim olduğunu araştırmışlar ve sözü çok uzatmışlardır. Benim kanaatımca mezheb hâline gelen bir fikri ilk ortaya atıp söyleyeni bilmek biraz güçtür. Onun için bunu da kes .irip atmak pek kolay değildir. Biz ancak Cebriyeciliğe dair sözün Emevîİerin i;k devirlerinde şuyû bulduğunu söyleyebiliriz. Bu Emevîİerin sonlarına doğru bir mezheb hâlini aldı. Elimizde Emevîler devrinin başlarında yaşayan iki değerli âlimin risaleleri var. Mürteza bunları (Kitab'ül-Münye Ve'İ-Emel) de zikreder. Birisi, Abdullah b, Abbas'indır, bunda Suriye ahalisinden olan Cebriyyecilere hitabediyor, onları cebre kail olmaktan sakındırıyor ve cebre kail ohnağı Allah'a iftira etmekle vasıflandırıyor.
tkincisi risale Hasan Basri'nin, Cebr iddia eden Basra halkına yâzdiğ. risaledir. Onda şöyle diyor: «Allah'a, kaza ve kaderine inanmayan kâfir olur. Kendi işlediği günahı Allah'a yükleyen kimse kâfir olur. Allah'a istemiyerek itaat edilmez. Galebeden dolayı da âsi olunmaz. Çünkü O, mâlik kıldıkları üzerine Mâlik'tir. Kudret verdikleri üzerine Kaadir'dir. Eğer itaatle amel ederlerse, onlarla işledikleri şey arasına girip mâni olmaz. Hayır işlemekten onlan meneden var mı? Eğer mâsiyetle amel ederlerse, şayet dileseydi araya bir mâni kordu, işlemedikleri zaman onları buna icbar etmiş olsaydı onlara sevap vermek olmazdı. Eğer onları zorla günaha osksaydı o zaman da azap etmezdi. Onları ihmal etse bu da kudrette acz olurdu. Fakat onlardan gizli olan mâsiyeti vardır. Kullar Allah'ın ne dilediğini bilmezler. Onun İçin taat işlerse mükâfat vardır, -mâsiyet işlerse onlann aleyhinde delil olur.»
Bu da Cebriyecilerin durumunu açıkça gösteriyor.
Abdullah b. Abbas'm oğlu Ali diyor ki: Babamın yanında oturuyordum. Bir adam gelerek:
— Ey îbn-i Abbas, dedi, şurada bir zümre ortaya çıktı. Öyle iddia ediyorlar ki, onlar Allah tarafından gelmişler, onları mâsiyet işlemeğe Allah mecbur ediyormuş.
O da şu cevabı verdi:
— Onlardan birinin burada olduğunu bilsem, canı çıkıncaya kadar boğazını s.kar, onu boğardım. Allah mâsiyet işlemeğe mecbur etti demeyin. Kulların ne yaptığını Allah bilmez demeyin, bu cahilliktir.»[2]
-
Cehm B. Safvan
Cebre dair ilk fikir Sahabe devrinde belirmiştir. Hattâ Hz. Peygamber zamanında bile bunun sözü geçmiştir. Fakat bir mezheb hâline gelmesi. Emevîler devrinde olmuştur. Taraftarları buna davete başlamışlar, halka öğretip anlatmak istemişlerdir. Dilediğine göre, bu şekilde bunu ortaya çıkaranlar, ilk defa bazı Yahudiler olmuştur. Bunları bâzı Müslümanlara öğretmişler, onlar da bu fikri neşre başlamışlar ve bunu ilk yayan Ca'd b. Dirhem olmuştur. Bu şeyleri Suriye'de Yahudilerden öğrenmiş, Basra'da yaymıştır. Ondan da Cehm b. Safvan almıştır. (Scrh'ul-uyûn) kitabında Ca'd b. Dirhem'den bahsedilirken şöyle deniyor: «Cehm b. Safvan, Cehmiyecilik dehe,n bu Cebriye görüşüne dair sözleri Ca'd'-den Öğrenmiştir. Ca'd'de bunları Ebân b. Sem'an'dan almıştır. Ebân da bunu Yahudi Tâlût b. A'sam'dan almıştır.»
Görülüyor ki, bu iş Yahudilerden çıkmıştır. Ve Sahabe devrinde başlamıştır. Zira bu gâlût, Hz. Peygamber zamanında yaşıyordu. Sahabe devrine kadar geldi. Bu mezheb sırf Yahudi tohumu mahsulüdür, diyemeyiz. Çünkü tranlharda da[3] eskîdenberi bu fikirler vardı. Zerdüşlük, Manilik ve diğer mezheblerde bu işler kurcalanmış tır. Bu mezheb Horasan'da dalbudak saldı. Bu fırkanın başı oîan Cehm b. Safvan bu fikirlerini yaymak için en müsait toprak Horasan'ı ve dolaylarını buldu. Bu fırka doğuş ve yayılış itibariyle İran ve Yahudi işidir. Bunun Araplarla bir ilgisi yoktur.
-
Bâzı Garip İnançlar
Cebriye taraftarları Cehm b. Safvan'a[4] nisbet olunurlar. Çünkü bunların en büyük daveteisi ve yardımcısı odur. Cebriyeye davetle beraber diğer bâzı fikirler de ortaya atardı:
1- Cennet ve cehennem ona göre fena bulacak, yok olacaktır, hiçbir şey ebedî değildir. Kur'ân'da zikrolunan hulûd—ebedîlik çok uzun zamandan, sürüp gitmekten kinayedir. Yoksa mutlak baki kalmak, sonu olmamak demek değildir.
2- İmam marifettir, küfür cehalettir, bilmemektir.
3 - Allah'ın ilmi ve kelâmı hadistir.
4 - Cenâb-ı Hak (şey ve hayy—diri) vasıflarıyla vasıflandı-rtlamaz. Hâdisata itlâki caiz olan bir vasıfla Allah'ı vasıflandıra-mam,, diyor.
5- Âhirette Allah'ı görmeği kabul etmez.
6 - Allah kelâmı kadîm değil, hadistir zanmnda bulunduğundan ona göre Kur'ân mahlûktur.
Birçokları onun bu görüşlerini kabul ederek ona uydular. Fakat onlar asıl cebre kail olmakla şöhret aldılar. İnsanın iradesini ve yaptığı işleri inkâr ederler. Selef ve halef onlann bu çürük mez-heblerinin bâtıl esaslara dayandığını isbat etmişlerdir. Yukarıda bâzılarını kaydetmiştik. Abdullah îbn-i Abbas, Hz. Hüseyin b. Ali ve Hz, Ömer gibi zatlar bunların görüşlerini reddetmişlerdir. Kelâm kitapları bunlara verilen cevaplarla doludur.
-
10-Mutezile
Mutezile Ne Zaman Çıktı?
Mutezile fırkası Emevîler devrinde ortaya çıktı. Fakat asıl Abbasîler devrinde uzun zaman İslâm efkârını meşgul etti.
Hulefâ-yı Râşidin zamanında ve Emevîler devrinde Irak'ta muhtelif dinlere mensup birçok milletler sakin idi. Bunların içinde Irak'ın eski sekenesi olan Geldâniler, İranlılar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Araplar vardı. Bunların çoğu Müslüman olmuştu. Bâzıları Müslümanlığı, kafasında yerleşmiş olan eski malûmatın ışığında anladı ve ona içine sinmiş olan renge göre yeni bir renk verdi. Onun anlayışına göre bir akîde ortaya çıktı. Bâzıları Islâmı, safi kaynağından, temiz menbamdan aldı. Gönlüne sâfiyet-i asliye-siyle yerleştirdi. Fakat şuurunu ve arzulan hâlis değildi. Farkına varmadan eskiye meyil arzuları uyandırdı. Psikoloij bilginlerinin dedikleri gibi, şuur altı yoluyla eski sezgiler sızıyordu. Onun için EnuVül-Mü'minîn Hz. Ali zamanında islâm ülkelerinde fitneler coşup kaynaşmağa başlayınca, Irak'ta uyumakta olan o eski arzular yer yer yeniden uyandı. İçlerinde gömülü olan fikirler açığa vuruldu. Irak'ta ve etrafında Hâriciler ve Şia meydana çıktı. İşte bu re'y ve görüş kaynaşması içinde Mutezile fırkası da türedi.
Ulemâ bu fırkanın ne zaman çiktiğıada ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları onun ilk meydana çıkışını şu hâdiseye bağlar: Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan, Müslümanlar arasında boş yere kan dökülmesin diye Hilâfeti Muâviye'ye bıraktığı zaman, Hz. AH taraftarlarından bir kısmı siyasetten çekilerek kendilerini ibadet ve itikat umuruna verdiler. Ebu Hüseyin tarâifî: (Ehl'ül-Ehva vel-Bidâ) adlı kitabında bunlar hakkında diyor ki:
«Bunlar kendilerine Mutezile nammı verdiler. Zira Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan Muâviye'ye bî'at edip bütün umuru ona teslim edince bunlar Hasan'dan da, Muâviye'den de, hattâ bütün halktan ayrıldılar. Evlerine çekildiler. Mescitlere kapandılar. İlim ve ibâdetle meşgul oluruz, dediler.»
Ekseriyete göre Mutezilenin başı. Vasıl b. Atâ'dır. Hasan Bas-ri'nin ilim meclisinde bulunuyordu. O çağda bütün zihinleri kurcalayan büyük günah irtikâbı mes'elesi ortaya atıldı. Hasan Basri görüsünü söyledi. Vasıl, üstadı Hasan Basri'ye muhalefet elti Ve büyük günah işleyen mü'min değildir, o küfür ile'îman arasında bir mertebededir, dedi ve üstadının meclisinden ayrılarak başka bîr
ders halkası kurdu. Bunun için onlara, ayrılan mânâsına, Mntezile denildi.
Müsteşriklerden bâzıları ise onlara Mutezile denilmesinin sebebini başka buluyorlar: Onlar dünyadan yüz çevirmiş, kendilerini ibadete vermiş muttaki kimseler, dünyadan ayrılmışlar, dünyadan yüz çevirip uzlete çekilmişler mânâsına gelen bir vasıf imiş! Fakat bu fırkaya mensup olanların hepsi böyle değildir ki, içlerinde mâsiyet işlememiş kimseler de var, muttakîler de var. Bâzıları ebrârdan İse, bâzıları fâcırlerden.
-
Mutezile Mezhebi
Ebû Hasan Hayyat (întisar) kitabında diyor ki : Bir kimse Mutezilenin esası olan beş aslı kabul etmedikçe, Mutezile ismini almağa hak kazanmaz. Onlar da:
1- Tevhide 2- Adalet, 3- Vaad ve vaîd, 4- îki mertebe arası, 5- Mârufla emir, kötülükten nehiydir. Bir insanda bu beş haslet tam olarak bulunursa o Mutezile mezhebinin esası bu beş şeydir. Bu yoldan ayrılan onlardan olamaz. Bu beş asıldan herbîri-ni kısaca bahsedelim :
1- Tevhid : Mutezile mezhebinin Özü budur. Ebû Hasan Eş'-ari'nin Makâlât'ül-îslamiyyin kitabında dediği gibi tevhid demek: Allah birdir, O'nun misli yoktur, işitir, görür fakat cisim, suret, şahıs, cevher, araz da değildir, Renk, koku, tat, hareket, hurudet, rutubet gibi şeylerden uzaktır, bunlar cevher ve arazın" vasıflarıdır. O herşeyî ihata eder, içine alır, mahlûklardan hiçbirinin vasıflarıyla O vasfolunmaz. O akla gelen her tasavvurun üstündedir... Âlim, Kaadir, Hayy olarak devam eder, Gözler O'nu görmez. Vehimler onu ihata edemez.. Tek kadîm olan odur. O'ndan başka Tanrı yoktur. O'nun ortağı ve dengi yoktun Yarattıklarını yaratmakta O'nun yardımcısı yoktur. Yarattıklarını eski bir örnekten alarak yaratmış değildir.[1]
Mutezile tevhid hususunda gayet titiz davranır. Allah eşyadan hiç birine benzemez. Cisim ve cihetten münezzeh olduğundan âhı-rette Allah'ın gözle görülmeyeceğine kânidirler. Onlarca Sıfat, Zattan başka değildir. Yoksa kadîmlerin çok olması icap eder. Taad-düd-i kudemâ ise bâtıldır. Onlara göre Kur'an mahtûktur. (Bu bahis biraz kısaltılmıştır.)
2- İkinci esasları adalettir. Mes'ûdi, Murûcuz-zehep'de bunu şöyîe açıklıyor: «Allah'u Teâlâ fesadı sevmez, kulların ef'alini yaratmaz, Allah'ın verdiği kudretle kullar Allah'ın emir ettiklerini işlerler. O ancak murat ettiğini emreder. Kerih gördüğü şeyi *ıeh-yeder. Emir ettiği iyilikleri sever. Nehyettiği kötü şeyden uzaktır. Tâkatları olmıyan şeyleri kullara emretmez. Güçleri yetmiyen şeyi onlardan istemez. Bir kimse ancak Allah'ın verdiği kuvvetle elini yumup açar. Onlara bu kudreti veren Allah'tır. İsterse alır yok eder. Dileme halkı itaata mecbur eder, mâsiyyetten meneyler. Buna kaadv.-.İir. Bunu yapmıyor, çünkü o zaman kulları imtihana çekmenin mânâsı kalmaz.»
Bu eMila; kul fi'linde muhtar değildir, diyen Cehmiye'ye cevap vermiş oluyor. Bunu zulüm sayarlar. Çünkü bir şahsa bir şeyi hem emir etsin, hem de ona muhalefete zorlasın, böyle emirde mânâ yoktur. Bir şeyden nehyedip sonra da onu yapmağa mecbur tutmak olmaz. Cebriye ise buna kail, bu asla dayanarak kul kendi
fi'lini yaratır, dediler. Fakat Allah'ın acizden tenzih elmek mânâsını da düşünerek bu, Allah'ın kulda yarattığı ve ona verdiği kuvvetlerle olur, hakikî Halik O'dur dediler. Bu kuvveti kula veren Allah'tır, Allah bu. verdiği kuvveti geri almağa, kaldırmağa kaadirdir. Teklif umuru tam olsun diye bu kuvveti kula vermiştir.
3- Va'd ve vaîd : Yani iyilik yapanlara sevap vaad etmek kötülük işleyenlere azap vermek demektir. Tevbe etmedikçe, büyük günah işleyenleri affetmez.
4 - îmanla küfür arasında bir mertebe tâyini mes'eîesi ise şudur: Şehristânî bunu şöyle anlatıyor: «Vasıl îbn-i Atâ demiş ki: iman bir takım iyi hasletlerin mecmuundan ibarettir. Bunlar kimde varsa sahibine: mü'min, denir. Mü'min medih ismidir. Fâsikta bu vâsıflar toplanmaz. O medih ismine lâyık değildir, ona mü'min denilmez. Fakat fâsık, kâfir de değildir. Çünkü keiime-i şahadeti söylüyor, diğer hayırlı işler de yapıyor, fakat o büyük günah işlemiş olduğu halde tevbe etmeden bu dünyadan giderse Cehennem ehlinden olur. Çünkü âhirette iki zümre vardır: Bir zümre Cennette, diğer zümre Cehennemde. Fakat fâsıkın azabı biraz hafif olur. Kâfirlerin üstünde bir yerde bulunur.»[2]
5- İyilikle emir, kötülükten nehy esasına gelince islâm dâvasını neşretmek için bunu yapmak mü'minîere vâcibdir. Sapmışlara doğru yolu göstermek, azgınlar) irşad etmek lâzımdır. Herkes bunu gücünün yettiği kadar yapar. Söz ve kalem sahipleri sözle ve kalemle; kılıç sahipleri kılıçla vu vazifeyi yerine.getirir.
-
Bu Esaslara Göre Buldukları Deliller
Mutezile, akideleri izahta, naklî delillere değil, aklî delillere dayanırlar, akla itimatları o kadar fazla idi ki, bunu ancak şeriatın emirlerine olan hürmetleri tahdit edebilirdi. Her mes'eleyi akla vurrular, aklın kabul ettiğini alırlar, kabul etmediğini bırakırlardı. Onlara bu tarzda akılla araştırma usulü şu yollardan gelmiştir:
a- Irak'da ve İran'da bulunmaları, buralarda eski medeniyetlerin ve kültürlerin seslerinden izler kalmıştır,
b- Arabın gayri soylardan olmaları, ekserisi mevâlidendi.
c- Muhaliflerine cevap verme zorunda kaldıklarından akla müracaatları.
d - Yahudilerle, Hıristiyanlarla temasları olduğundan eski felsefe görüşlerinin çoğu onlara geçmişti.
Akla itimat etmeleri neticesi olarak onlar eşyanın hüsün ve kubhu mes'elesinde: Güzel ve çirkin olmaları hususunda akıl ile hüküm verir aklı hâkim yaparlardı: Maarifin iyi olduğunu akıl bilir. Maarif akıl nazarında vâcibdir. Nimeti verene şükretmek, bunu başkasından duymadan önce de insana lâzımdır. Güzellik ve çirkinlik güzel ve çirkin olanın birer zâti sıfatıdır.[3]
Cübbâî diyor ki: «Her mâsiyet ki, Allah'u Teâlâ onu emir etmesi caizdi, onu nehyettiği için çirkin oldu. Allah'ın mubah kılması caiz olmıyan mâsiyet ise lizâtiht kabihtir, cehalet gibi. Allah'u Ttâlâ'mn emir etmemesi de caiz olan herşey Allah emir ettiğinden dolayı güzel olmuştur. Ancak emir edilmesi caiz olan şeyleri ise li-zâtihi güzeldir.[4]
Buna göre Allah'a şâlih ve aslah yani yararlı ve en yararlı olanı yaratmak lâzımdır, dediler. Cumhur ise şuna kaildi: Allah'u Teâlâ'dan ancak sâlih ve faydalı şeyler sâdır olur ve lâzım olan da budur. Allah'u Teâlâ'nın yaptığı herşey sâlihtir, faydalıdır. Sâlih olmıyan bîr şeyi yapmak Allah hakkında mümkün değildir.
-
Îslamı Müdafaaları
Mecûsi, Sâbiî, Yahudi, Hıristiyan ve sair çeşitli milletler İslama girdiler. Kafalarına eskiden o dinlerin talimatı dolmuştu. Bunlar onların iliğine, kemiğine işlemişti. îslâmı da onların ışığı altında anladılar. İçlerinde Öyleleri vardı ki, kuvvet korkusundan Müslüman görünüyor, içinde başka şeyler gizliyordu. Bunlar Müslümanlar arasında dîni bozacak şeyler yapmağa akidelerde şüphe uyandırmağa başladılar. Allah'ın inzal buyurmadığı fikir ve re'yle» ri araya sokuyorlar. Onların ektikleri tohumlar meyve vermeğe başladı. İslâm adını taşıyan yıkıcı ve bozguncu bir zümre türedi. Mücessime, Müşebbihe, zındıklar bunlardandı. Mâkulü, bilen menkûlü anlayan bir sınıf bunlara karşı Îslâmı müdafaaya koyuldu. İşte Mutezile de dîni müdafaa eâenlerdendi.
Yukarıda saydığımız beş esas da, muhalifleriyle aralarında cereyan eden şiddetli münakaşalarda kendi görüşlerini müdafaa için ortaya çıkmıştır. Arzettiğimiz şekildeki tevhîd esası, Müşebbihe ve Mücessimeye red içindir. Adalet esası Cehmiye'ye red içindir. Va'd ve vaîd Mürcieye cevap içindir. İki menzile arasında bir derece ise, küçük - büyük her günah işleyeni tekfir eden Hâricilere karşı müdafaa içindir.
Abbasî, Halifelerinden Mehdi zamanında Horasan'h Mükanna* ortaya çıktı. Ruhların tenasuhuna kaildi. Bir sürü halkı azdırdı, peşine taktı. Mâveraünnehir'e yürüdü. Mehdi onlara galip gelme uğruna çok güçlüklerle karşılaştı. Onları araştırıyor, kılıç kuvvetiyle onların işini bitirmeğe çalışıyordu. Fakat kılıç bir fikri öldürmez, bir mezhebi söndürmez. Fikre fikirle mukabele edilir. Bunun için Mehdi bunlara cevap vermek, karşı koymak için Mutezileyi harekete geçirdi. Onların şüphelerini çürütmek, dalâletlerini ortaya çıkarmak için Mutezile deliller buldu ve bu yolda yürüdüler.
-
Hulefantın Mütezîleyî Himâyesi
Mutezile Emevîler devrinde çıktı. Emevîler onlara hiç dokunmadılar. Çünkü Mutezile kargaşalık çıkarmıyor, ayaklanmağa davet etmiyordu. Bunlar fikir ve kanaatsahibi bir zümre idi. İşleri: Delile delil ile mukabele etmekti. Umuru doğru Ölçülerle ölçmek istiyorlardı. Siyasete karışmıyorlardı. Görünüşte onların delili sözdü, ok değil, silâhlan delil idi, kılıç değil.
Mes'udî, Murûcuz-zeheb'de naklediyor: Yezid b. Velid Mutezilenin re'y ve fikrinde imiş. Onların beş prensibinin doğruluğuna itikat edermiş.
Abbasîler devleti kurulunca, ilhâd ve zındıklar seli anadan taşmıştı. Abbasî Halifeleri, Mutezileyi zındıklara ve mülhidlere karşı çekilmiş bir kılıç gibi buldular ve bu keskin kılıcı körletmek istemediler. Mutezilenin ilhâda karşı açtığı savaşı söndürmediler.
Me'mun gelince Mutezileye daha çok temayül gösterdi. Onlan kendine yaklaştırdı, fukahâ ile Mutezile arasındaki ihtilâfı kaldırmak için aralarında münazaralar yaptırıp onlan birleştirmek istedi. Fakat onun gibilerinden hiç beklenmiyen bir hataya düştü : Fu-kahâyı ve muhaddisleri hükümet kuvvetiyle Kur'ân'ın mahlûk olduğu mes'elesinde Mutezilenin akidesini kabule zorladı. Hâkimiyet kuvveti, re'y ve kanaatlere tahakküm için değildir. Fikirler cebr ve şiddetle Öldürülemez. İnsanlar zorla başka şeye itikada sürüklenip kanaatleri değiştirilemez. Mademki dinde zorlama yoktur, ikrah ve cebr haramdır, insanları öyle bir akîdeye zorla sürüklemek nasıl olur ki, akîdeye karşı gelmekte küfür değil de, tenzih daha kuvvetlidir. Me'mun fukahâyı Kur'ân mahlûktur demeğe zorladı. Bâzıları inanarak değil de korkudan bunu kabul etti. Bâzıları ise bu hususta işkencelere katlandı, zindanlara atıldı. Yine akîde ve kanaatlerinden başkasını söylemediler. Kanaatlerinden dönmediler. Halk-ı Kur'ân mese'Iesi denilen bu fitne Me'mun'un vasiyeti üzerine Mu'tasım ve Vâsık zamanlarında da aynı tempoda devam etti. Vâsik bu meesleye bir de şunu ilâve etti. Mutezilenin dediği gibi âhirette Allah'ı kulların göremeyeceğine inanmağa zorlamağa başladı. Mütevekkil gelince bu zorlamaları ortadan kaldırdı. Bu işleri tabiî seyrinde bıraktı, insanlar beğendikleri görüşü almakta serbest kaldılar.
-
Çağdaşları Arasımda Mutezilenin Mevkii
Fukahâ ve muhaddisler. Mutezileye şiddetle hücum kampanyası açmışlardı. Mutezile iki kuvvetli düşman arasında kalmıştı.
Bir tarafta zındıklar ve mülhidler, diğer tarafta fukahâ ve muhad-dislcr. Bakarsın, fııkah: sırası düştükçe hemen Mutezileye hücum ederler, îmam Şafiî, Ahmet b. Hanber vesaire kelâm ilmini ve ke-lâmciîar usuliylc ilim tahsil edeni zemmederler. Bundan maksatları Mutezileyi kötülemektir. Acaba fukahânın Mutezileden hoşlanmamalarının sırrı nedir? Bu her iki sınıf da dîne yardım etmek isterken neden böyle oluyor? Halbuki her ikisi de dîni müdafaada ellerinden geleni esirgemiyorlardı. Bence bu düşmanlığın sebeplen dencbiîeck müteaddit şeyler bir araya gelmiş ve bu düşmanlığı körüklemiştir. Onlardan bâzıları şunlardır :
1- Mutezile, dînî ak'idleri anlayışta selef-i sâlİh yolundan ayrıldılar. Allah'ın sıfatlarını bilmek, îman edilmesi gereken akîdele-ri öğrenmek isteyen herkes bunları Kur'ân'dan alırdı, ona baş vururdu. Başka bir şeye bakmazlar ve Kitap'tan başkasına gönülleri yatmazdı. Akaidi Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinden anlarlardı. Her hangi bir hususta şüpheye düştüler mi, Arap dilinin özelliklerinden faydalanarak şüphelerini yine âyetle halletmeğe çalışırlardı. Yine anlayamazlarsa bu defa burada dururlar, daha ileri gitmez, fitneye düşeriz, haktan saparız endişesiyle başka birşey yapmazlardı. Bu tarz hareket, Arapların tabiatına mülayim geliyordu. Ve onlara yetiyordu. Çünkü onlar ümmî bir milletti. îlim, felsefe, mantık ehli değildirler, fakat Mutezile bu usulden ayrıldılar. Aklı her şeyde ölçü tutup onu hâkim yaptılar. Araştırmalarında aklı esas tuttular. Akıllariyle her işin künhünü ve mahiyetini anlamağa kalkıştılar. Bunların hepsi, bu tarz şeylere alışık olmıyan fukahâya bir sadme tesiri yaptı. Mutezileye lisanla hücuma başladılar, onlar hakkında kötü şeyler yapıp dağıttılar. Halbuki Mutezilenin ekserisi bir Avrupalı bilginin dediği gibi idiler: «Biz Mutezileden dîne aykırı bir ses işitmedik. Onlardan duyduğumuz ses: Allah'a ve onun kullarıyla olan alâkasına yakışmıyan herşeyle mücadele eden dindar bir vicdanın sesidir.»
2- Mutezile zındıklarla, putperestlerle, vesaire ile durmadan mücadele ediyorlardı. Her mücadele bir nevi meydan harbi demektir. Harbe giren kimse harbde kullanılan usulleri almak zorundadır. Düşmanın harb plânlarım ve kullandığı silâhları bilmelidir. Bu itibarla düşmandan bazı şeyler, alır karşısındakinden bâzı şeyler ona da geçer. Mutezile de mücadele ettiği düşmanlarının fikir ve görüşlerinin bir dereceye kadar tesiri altında kalmış olabilir. Niberg bu hususta şöyle demektedir: Büyük bir düşmanla meydan savaşına giren kimse savaş şartlariyîe düşmanın ahvaline bağlıdır. Düşmanın harekâtını, kalkıp konmasını adım adım takip etmelidir. Düşmanın hileleri bile ona tesir eder. Fikir meydanında da bu böyledir. Fikirlerin meydana gelmesinde dost kadar düşmanın da tesiri vardır. Birşeyle fazla uğraşan onun içine düşer. Bâzı Hanbeliler kendisini mülhidlere cevap hazırlamağa vakfeden, bu işe veren arkadaşlarının kendilerini kaptırdıklarından şikâyet ederler. Bu mücadelelerin tesiriyle bâzı Mûtezil I ilerin re'y-lerinde umumî yoldan bâzı ayrılışlar olması çok mudur?»[5]
3- Akaidi bilmek hususunda Mutezilenin akla dayanan bir yolu vardı. Sade nassa itimat etmezlerdi. Yalnız mes'ele, hükm-i şer'î veya hükm-i şer'î ile münasebeti olan bir bahis olursa o zaman başkadır. Evet ekseriya itimatları akla idi. Akim türlü meyilleri var. Sırf akıllarına uymaları yüzünden hatalara düştüler. Mutezile imamlarından Ebû Huzeyl'in şu sözleri buna misaldir: «Cennet halkı ihtiyar sahibi değildirler. Çünkü ihtiyarlan olsa mükellef olmaları icabeder. Halbuki âhiret teklif yeri değil, mükâfat yeridir.» Bunda yanılıyor. Çünkü ihtiyar sahibi olmak, behemal teklifi icab etmez. Ebû Huzeyl'in bu sözünden döndüğünü Hayyât nakleder. Bu türlü çarpık düşünceler, Mutezileden bâzılarının ağzından çıkıyordu. Bunlar halk arasında yayılıyor, bunları duyan halk onlardan soğuyordu.
4- Mutezile, ümmet arasında yüksek mevkii olan büyük adamlarla mübahase ve mücadele yapıyorlar, onlar hakkında sözlerini sakınmıyorlardı. Bakın Câluz, Hadîs ve fıkıh ulemâsına nasıl çatıyor:
«Hadîs ulemâsı ve bir de avam sınıfı taklit ederler... Taklit akılca makbul bir şey değildir. Kur'ân taklidi nehyeder... Abidler ve zâhidler bizde çoktur, diyorlar, Hâricilerin sayısı onlardan azken yalnız Hâricilerin âbidlerinin sayısı onlardan daha çoktur...» Bu tarzdaki sözlerle diğer mezheb erbabına dil uzatmaları, halkın Mutezileden soğumasına sebep olmuştur.
5- Abbasî Halifelerinden bâzıları Mutezile taraftardı. Bu mezhebi kabul ederek onlara yardımda bulundular. Taraftarlıklarım ileri götürerek halkı Mutezile mezhebini kabule zorladılar. Bu uğurda fukahâya ve muhaddislere işkence yaptılar. Onların böyle işkenceye maruz kalması halkın şefkatini tahrik etti. Mazluma acımak sânından olan insanlar onlara acıdılar ve bu işkencelere sebep olan Mutezileye kızdılar,, bunlar sizin başınızın altından kopuyor, diye onlara kin bağladılar. Çünkü onlar Hulefâ ve Ümerâ ile görüşüp onlara bu fikri işliyor, bu işkencelere onlar sebep oluyor du... Hattâ Mutezile» fukahâya ve muhaddislere eza ve cefa yapan lan müdafaaya çalışıyorlardı. Meselâ Câhız'ın şu sözlerine bakın:
«Biz ancak delil olmaksızın kimseyi tekfir etmeyiz. Ancak töh met altında olanları imtihan ederiz, deneriz. îtham altında olanla] hakkında soruşturma açmak, zan altında bulunanları imtihana çekmek, kapalı örtüyü yırtmak, saklıyı meydana çıkarmak nev'in-den değildir. Her keşif, aybı açmak ve her imtihan tecessüs sayıl saydı kadı bunu yapanların başında gelmek icap eder. İnsanların kusurlarım ve ayıplarını mahkemede en çok o soruşturup araştırır.»[6]
Maddî kuvvetlerin yardımına ve himayesine sığman fikirlerin hezimete uğraması muhakkak bir şeydir. Çünkü maddî kuvvete dayanmanın sonu dağılmaktır ana caddeden çıkmaktır. Böyle bir kuvvete güvenenlerin işi tersine döner, çünkü insanlar nazarında kıymeti kalmaz, eğer delil kuvvetli olsaydı, hâkimiyet kuvvetine ve yardımına muhtaç olmazdı, derler. Zorlama ile fikirler tutunamaz.
6- îlhâd taraftarlarından çoğu, bozuk fikirlerini yavrulamak için Mutezile arasında elverişli yuva bulabiliyordu. İslama fitne sokuyorlar, Müslümanlar arasına fesat saçıyorlardı. Mutezileyi kendilerine siper yapıyorlardı. Onların bu kötü maksatları ve ha-bîs garezleri anlaşılınca Mûtezüiler onları aralarından kovardı. İbn-i Ravendi onlardan sayılırdı. Ebû İsa Verrak, Ahmed-b. Fadl Hadsi onlara mensup idiler. Halbuki bunların hepsi îslâmda görülmedik şeyler çıkardılar, kötü şeyler getirdiler. Bunların içinde Müslümanların akidelerini bozmak için Yahudilerin satın aldıkları, vicdanlarını kiraladıkları kimseler de vardı. Bunlar baştan Mutezileden aynlsalar da stirdükleri leke Mutezilenin adını kirletirdi. Mutezile onların kendilerinden olmadığını söyleseler de sürülen leke kolay kolay çıkmazdı. Çünkü töhmet zihinlerde temize çıkarmaktan daha çabuk yerleşir.
-
Fukahânın Ve Muhaddîslerîn Mutezileyi İthamı
Fukahânm ve muhaddislerin Mutezileye hücumları çok şiddetli oluyordu. Onları her şeyle itham ediyorlardı. Hanefiyeden İmam Muhammed b. Hasan Şeybânî Mutezile arkasında namaz kılan kimsenin namazını iade etmesinin lâzım geldiğine dair fetva verdi, imam Ebû Yusuf, onları zındıklardan sayardı. îrnam Mâlik onların şahitliğini kabui etmezdi. Haklarında türlü sözler söylendi, onları fıskla haram şeyleri irtikâpla itham ettiler. Çünkü husûmet şiddetlenince ölçüsünü kaybeder, iş söğüşmeye varar. îki taraf birbirine haklı haksız söz söyler, İleri geri çatar. Mutezileye yöneltilen ithamların çoğu insaf ölçüsünü aşıyordu. îşe tarafgirlik ve taassup karışıyordu. Her taassup anlayış ve idrâk yollarından birini mutlaka kapayıp tıkar. Dîninde töhmet altında bulunan bâzı sapık kimseler Mutezileye yamansa da Mutezilenin iyi tarafları hiç yok değildir. îslâmı ilk müdafaa edenler onlardır. Vâsıl b. Atâ'nın adamları îslâm ülkelerine dağılarak dinsizlere karşı dîni müdafaaya koyuldular. Amr b. Ubeyd, zındıklarla amansız savaş yapıyordu. Onlara ateş yağdırıyordu. Beşşâr b. Bürdün dostu idi. Fakat onda dinsizlik sessizce onu Bağdad'dan sürgün ettirdi. Ve ancak Amr'm Ölümünden sonra Bağdad'a dönebildi. Ömer b. Ubeyd[7] hakkında Câhız şöyle diyor: «Onun ibâdeti bütün fukahâmn ve muhad-dislerin ibadetine denk gelir.»
Halîfe Vâsık, veziri olan Ahmed b. Ebî Duâd'a sordu:
— Neden Mutezileden olanları, başkaları gibi kadı ve hâkim tayin etmiyorsun?
— Onlar bunu kabul etmiyorlar ki. Meselâ Ca'fer b, Mübeş-şir'e onbin dirhem gönderdim, onları kabul etmedi. Kendim kalkıp onun ayağına gittim. Yanma girmek için müsâade istedim. Müsâade etmedi. Ben de izinsiz olarak girdim. Kılıcına sarılarak:
— izinsiz girdiğinden seni öldürmek helâldir, dedi. Ben de geri dönüp kaçtım. Öylelerine kadılığı nasıl kabul ettirebilirim.
Halbuki bu Ca'fer ihtiyaç içinde kıvranıyor. Bâzı dostları ona iki dirhem verdi. Onları kabul etti. Bunun üzerine ona:
— Onbin dirhemi geri çevirirsin, iki dirhemi alırsın, bu ne? dediler.
— Onbin dirhemin sahipleri olan fakirler ona benden daha müstahaktirlar, onlar milletin parasıdır. Bana bu iki dirhem kâfi. Bunlara ihtiyacım var. Allah bana bunları istemeden gönderdi. Şüpheli ve haram olan dirhemlerden beni kurtardı.
İşte onların içinde böyleleri vardı, şüpheli şeylerden çekinirlerdi. Helâl olmıyan yollarla toplandı diye sultanın parasını kabul etmez, hediyeyi geri çevirir. Dostundan gelen helâl ve temiz iki dirhemi alır.
Bunlardan anlıyoruz ki. Mutezile içinde de zühd ve takva sahipleri vardı. Mutediller bulunurdu, fakat azdılar
-
Mutezilenin Münazaraları Ve İlmi Kelâm
Mutezilenin düşmanlarıyla yaptıkları münazara ve mübâhase-lerden kelâm ilmi meydana çıktı. Bu münazaralar Rafızîler, Mecûsîler, Putperestler, dinsizlerle yapıldığı gibi fıkıh ve Hadîs ulemâ-siyîe de yapılırdı. Bu münazaralar dairesinin merkezi Mutezile idi. Üç asır, İslâm camiasını mücadeleleri ve münazara 1 ariyle meşgul ettiler. Onların meclisleri ümerâ, vüzerâ ve ulemâ ile dolup taşıyordu. Fikirler orada birbiriyle çarpışıyor, mezhepler birbirleriyle boğuşuyor, cevaplar hazırlanıyor ,lslâm düşüncesi burada silâhlanıyordu. İran, Yunan veya Hind fikir kırıntılariyîe bu meclisler süsleniyordu. Mutezile bu münazaralarda hususî bir temayüz gösteriyordu. Hüküm çıkarma yolları başka başka olsa da netice itibariyle dînin davet ettiği gayeye varıyorlardı. Başlıca vasf-ı mümeyyizleri şunlardır:
1- Taklitten uzak kalmaları: Araştırmadan, incelemeden rastgele başkasına tâbi olup körü körüne takip etmiyorlardı. İsimlere değiî, re'y ve kanaatlere hürmet ediyorlardı. Söylenene değil, hakikata bakıyorlardı. Onun için birbirlerini bile taklit etmediler. Onların tuttuğu yol şu idi: Her mükellef, dinde içtihadının bulduğu şeyi alır, onunla amel eder. Onun içindir ki, bu kadar çok kollara ayrılmış olsalar gerektir, her şahıs bir fırka reisi sayılmıştır: Şu isimlere bakın:
Vasiliye,[8] Hüzeyliye[9], Nazzâmiye[10], Hâtitiye[11], Bişriye[12], Muammeriye[13], Müzdariye[14], Sümâniye[15], Hışâmiye [16], Câhızıye [17], Hayyâtiye [18], Cübbâiye.[19]
2- Akaidi isbatta akla itimat etmekle beraber dînin ulu caddesinden dışan çikmasınlar diye Kur'ân-ı Kerfm'in yardımına sığındılar. Ayetlerden faydalandılar. Hadîs bilgileri çok değildi ve akait hususunda Hadîsi delil almazlardı.
3- Devirlerinde tercüme olunan ilimleri aldılar, ve bu ilimlere hizmetleri de oldu. Düşmanlarına karşı bu ilimlerden yardımlanarak cevap hazırladılar. Kelâm meydanında karşılanndakîlere galebe için bunlardan faydalandılar. O devirde Arap aklım besleyen yabancı kültürleri almış olan her Müslüman Mutezileye katıldı. Çünkü dînî ruh ile tevhîd ve tenzihe çok Önem veren ve aklın ihtiyacını karşılayan felsefî fikirleri birleştiren Mutezilenin görüşü onlara uygun geliyordu. Mutezile arasında bir çok seşkin muharrirler, üstün âlimler, anlayışlı feylesoflar çıkmıştır.
4- Fesahat ve belagat sahibi, edebiyatçı idiler, içlerinde beliğ hatipler vardı. Münazara ve mübâhasa yaparken dilleri belagata alışmıştı.Vâsıl b. Atâ büyük bir hatip, psikolojiye vâkıf bir âlimdi. Hazır cevaptı, sözlerini kolayca hazırladı. Nazzam, zeki ve beliğ bir zattı. Keskin lisanlı , düzgün sözlü bir şair ve edipti. Ebû Osman Amr Cahız hakkında Sabit b.Kurra şöyle diyor: «Cahız Müslümanların hatibi, kelâmcıların üstadıdır, Mütakaddîm ve mütaahhirinin en seçkinidir. Kalbur üstüne gelenlerdendir. Konuştuğu zaman belagatta Sehbâni andırır. Münazara ve mübâhase yaparken münazara üstadı Nazzamı hatırlatır. Kitapları çiçek bahçesi, risaleleri meyve yüklü dallar gibi. Mübâhaseye giriştiklerini mağlûp eder, kimse onun karşısına çıkamaz.» .
-
Mütezîlenîn Düşmanları
1- Rafızîler, Putperestler,, Cehmiye ve diğer bid'atçılar Mütezile ile münakaşa yapmışlardır.
2- Fukaha ve muhaddisler.
Evvelâ Mutezilenin dinsizler, zındıklar, cehmiye ve saire ile yaptıkları münakaşaları ve mücadeleleri nakledelim-
139- Dinsizler Ve Zındıklarla Münakaşala
Emevîlerin, son ve Abbâsîlerin ilk devirlerinde zmdıklar, sapıklar çoğaldı. Bunlar bâzan maskelerini indirip hakikî hüviyetler meydana çıkarlar, bâzan İslâm kisvesine bürünerek kendi prensiplerini Müslümanlar arasında yayarlar, kimse farkına varmadan zehirlerini saçarlardı. Bunların îslâma düşmanlığı hepsinden daha fazla idi, zararları çok olurdu. Çünkü bâzıları onlara aldamyor, onların yaldızlı sözlerine kapılıyordu. Mutezile bunlarla çetin bir savaşa koyuldu ve onları her meydanda mağlûp etti. Vâsıl b. Atâ arkadaşlarını îslâm merkezlerine yayarak zındıklarla mücadeleye başladı. Kendisi de müdafaa ediyordu. Eserleri arasında Maniliğe karşı bir reddiyesi vardı. Onun arkasından gelen arkadaşları da ayni şekilde hareket ettiler. Münakaşalarını kuvvetli delillerle yapıyorlardı. İkna kuvvetleri çoktu. Düşmanları onların kuvvetli delillerine karşı kaçamak bulamıyor, teslimden başka çare kalmıyordu. Bu münakaşalarla bir çoklarını ikna ediyorlardı. Ebû Huzeyl Allâf'ın eliyle üçbinden fazla mecûsî Müslümanlığı kabul etmiştir. O münazarada son derece maharet sahibi bir zattı.
Mutezilenin münazaarlanna ve nasıl kuvvetli deliller bulduklarına örnek olmak üzere bâzı misaller nakledelim: tntisar'da şöyle deniyor: «Maniler sıdk ile yalanı ayrı sayarlar. Sıdk hayırdır, nurdandır, yalan, ise serdir ve zulmettendir, derler. İbrahim Naz-zam onlara sordu:
—Bir ihsan bir söz söylese ve o söz de yalan olsa, bu yalanı söyleyen kimdir? .
— Zulmettir, dediler.
— O adam söylediği bu yalana pişman olup da: Ben yalan söyledim ve bununla kötülük işledim derse (yalan söyledim ve kötülük işledim) diyen kimdir?
Buna ne cevap vereceklerini şaşırdılar. Çünkü bu fazileti zulmet işleyemez.
— Yalan söyledim ve kötülük işledim diyen nur ise, bu yalan olur. Çünkü yalan söyleyen o değildir. Yalan serdir, nurdan şer sadır olmuş olur. Bu sizin sözünüzü çürütür. (Eğer yalan söyledim ve kötülük işledim) diyen zulmet derseniz baştan başa yalan söylemiş, sonra da doğru söylemiş olur/ yani ondan hem doğru, hem de yalan sadır olmuş olur. Halbuki sıdk ve yalan sizce birbirine zıddır, zulmetten hayır sadır olmaz...»
Bakınız, geniş bilgisiyle münakaşa yaptığı kimseleri nasıl yakalıyor, onlara çıkar yol bırakmıyor. Çıkış yerlerini tutuyor ve onları susturuyor. Mutezile Rafızîlerle ve diğerleriyle de aynı tarzda münakaşa yapıyordu. Aralarında şiddetli münakaşalar cereyan etmiş olmasına rağmen birbirlerine iyi muamele yapıyorlardı. Ulemânın ahlâkına yakışan budur. Geniş gönüllü ve müsamahalı olmalıdır.
-
Fukahâ Ve Muhaddîslerle Mücadeleleri
Ruhiyat eserlerinin vardığı neticeye göre ihtilâf hâlinde olan iki taraf eğer akidede birbirlerine yaklaşırsa, mücadele daha şiddetli olur.[20]
Burada da bu böyle olmuştur. Çünkü Mutezile ile fukahâ arasında ihtilâf yeri azdır. Bunların tashihi kabildir, birbirini tekfir edecek mahiyette değildir. Birini dinden çıkaracak birşey yoktur. Bununla beraber bunlar arasında mücadele gayet şiddetli olmuştur. Birbirlerine çok atıp tutmuşlardır. Belki de yukarıda geçen sebebe şunlar da ilâve olunabilir: Bu ihtilâf aklî ve mantıkî idi, dinde düşünüş tarzlarına aitti. Fukahâ ve muhaddisler dîni Kur'ân ve Hadîsten alıyorlardı. Onlar akıllarını, kitabın naslarını anlamak ve Peygamberden naklolunan Hadîslerin sahibini öğrenmek için kullanıyorlardı. Dîni bu yolların dışında Öğrenmek onlarca hatadır. Mutezile ise akideleri aklî kıyasla isbat etmeği caiz görüyor, dînî bir nassa muhalif olmadıkça bununla amel ediyorlardı. îslâm akaidini isbatta mantık, felsefî bahisleri kullanıyorlardı, Fukahâ ise buna karşı idiler. Ayakları kayıp şaşırmasınlar diye nas üzerinde duruyorlardı. Çünkü akıl aldanabilir ve şaşırır.
Bu onlar arasında ihtilâf yoktu demek değildir. Mutezile ile muhaddisler arasında bir çok cüz'î mes'elelerde ihtilâf vardı. Fakat akidelerin özünde ve esasında ihtilâf yoktu*. Onun için Mutezile fukahâyı ve muhaddisleri tekfir etmez, onlar da Mutezileyi tekfir etmezler, yalnız bid'atçı sayarlar.
Onların mücadeleleri işte böyle iki nevi usul ihtilâfından ileri geliyordu. Halk-ı Kur'ân mes'elesindeki ihtilâflarına bak. Görürsün ki, Mutezile tevhid ve tenzihten başka hiçbir kayıta mukayyet olmaksızın aklî kıyaslar arkasından koşmakta, onları delil tutmaktadır. Fukahâ ile muhaddisler ise tevakkuf ediyor, kitap ve sünnetten Has bulunmıyan hususta gayet çekingen davranıyor. Cumhur halk fukahâ ve muhaddislerin arkasında idi.
-
Mutezilenin Mücadeleleri
Abbasîler devri ilmî münazaralar ve mübâhaseler asrı idi. Bu münazaralar b,elâgat ve fesahat gösterisi meydanı halini almıştı. Herkes mehâretini orada gösterirdi. Akaide dair mübâhase ve münakaşalarda Mutezile daima koşuyu kazanıyordu.
Mutezilenin münazara meclisleri pek çoktu. Ümeranın yanında, mescidİerde ders halkalarında, münazara ve mübâhaseye elverişli her yerde münazara yaparlar, mübâhase meclisleri kurulurdu. Fakat bu münazaraların çokluğuna nisbetie bize kadar naklolu-nanlar azdır. Belki de bu şundan ileri gelmiş olacak. Mutezile Mütevekkil devrinde ve ondan sonraki devirlerde daima takibe uğramış, baskı altında kalmıştır. İslamların çoğu cumhur halk onlardan hoşlanmamıştır. Bu yüzden onların eserlerinin çoğu zayi olmuş, münazaraları bize kadar gelememiştir. Bugüne kadar kalanlar, azlığına rağmen, onların mücadeleci ruhu, mübâhase kuvveti hakkında bir fikir vermeğe kâfi gelmekte, onların mücadeleci bir zümre olduğunu göstermektedir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ebü Hasan Eş'âri, Makâlât'ül-İslâmiyyîn.
[2] Mutezile îmanla küfür arasında bir dereceye kail olmakla beraber büyük günah sahibini zimmîlerden ayırmak için Müslüman adını verirler. Mutezileden İbn-i Hadîd diyor ki: «Biz büyük günah sahibini mü'min saymakla beraber diğer zimmîlerden onu ayırmak için ona bu adı veririz. Bununla medih ve sena, mânası kasdetmeksizin bu ismi vermeği caiz görürüz. (Nehc'ül-Belâga şerhi).
mutezile ile akali yazilarin alindigi kaynaklar
[3] Şehristânl, EI-Milel vel-Nihal.
[4] Eş'ari Makalâfül-İslamiyin
[5] întisar'ın Önsözü.
[6] Ubeydullah b. Hassan, Fusul-i Muhtara Min Kütüb-i Câhiz.
[7] Halife Mansur bu Amr'ı son derece sever ve sayardı. Ölünce onun hakkında bir mersiye söylemiştir.
[8] Vâsıl b. Ataya uyanlar.
[9] Ebû Hüzeyl Allâf'ın taraftarları.
[10] İbrahim Nazzam'ın taraftarları
[11] Ahmet b. Hâit'in taraftarları.
[12] Biçir b. Mûtemer'in adamları.
[13] Muammer b. İyâd taraftarları.
[14] Ebû Musa îsa b. Müzdar'm taraftarları.
[15] Sümâme b. Eşres'in taraftarları.
[16] Hişam b. Ömer'in taraftarları.
[17] Edip Ebû Osman Câhız'in taraitarlan.
[18] Ebû Hüaeyin Hayyât'ın taraftarları.
[19] Ebû Ali Cübbaî'nin taraftarları
[20] Bunu Gustave le Bon, Arâ vs Mütekâdât eserinde söylüyor.