Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika Bugün, 01:35:03 »
Cebrail (as)'de kendini tutamadı. Ağladı. Zira Cebbâr-ı âlem ulu pâdişâhtır. Onun hışmı ve azabı zâlimlere çok katı ve şiddetlidir. Efendimiz (sav) Cebrail'e (as) döndü ve buyurdu ki:
-Yâ Cebrail (as)! Sen ne için ağlarsın? Senin bizzat Hâk Teâlâ'nın (cc) katında menzilin vardır.
Cebrail (as) dedi ki:
- Yâ Resûlullah (sav), ben korkudan henüz emin değilim. Hârut, Mârut ve iblis mûbtelâ oldukları gibi ben de aynı azaba mûbtelâ olabilirim. Endişemin sebebi budur.
Ey gafil! Cebrail (as) bu azametle korkar ve ağlarsa ve iki cihanın fahri korkup ağlarsa, biz günahkârlar neye güvenir ve ümitlenir de ağlamaz ve güleriz. Niçin bunca bin yıldır yanan ve yanmakta olan cehennem ateşinden korkmayız... Niçin Resûlullah'ın (sav) şu hadis-i şeriflerini hâtıra getirmeyiz ki Efendimiz (sav) buyurur:
<< Cehennem ateşi bin sene yandı ve kızardı. Sonra bin sene daha yandı beyazlaştı. Sonra bin yıl daha yandı ve kapkaranlık gecenin karanlığı gibi karardı.>>
Kıyametin envalinden bir haber daha söyleyeyim:
Ey aziz! İşit ki o vakit İsrafil (as) sûrunu üfürür. Ne kadar diri varsa hepsi Hak Celle ve Ala Hazretlerinin emriyle Âd kavmi gibi helak olurlar.
Nitekim bu dünyada onları aynı şekilde helak etmişti. Bir rüzgâr esmeye başlar. Dünya üzerinde eser. Dağları taşları helak ve toz eder. Çeşitli renklerde yeşil, sarı, kırmızı, ak, gök, kara renkli topraklar gök yüzünde birbirine karışır. Onun tozundan maşrık ile mağrib düpedüz olur. Sonra Hak Teâlâ (cc) dünyaya der ki:
- Ey dünya! Hanin senin zilletinle şâd olanlar? Şâd ettiğin kimseler? Onlar ki, şirk ile benden başkalarına taparlardı. Hani o cebbar beyler ki yeryüzünde fesatlıklar yaparlar, haksız yere kan dökerler, gözlerden yaşlar akıtırlardı.
Hakkın bu hitabına hiç bir yerden cevap gelmez. Hak- Teâlâ (cc) der ki:
- Evvel bendim, yine âhir Vâhid-ul Kahhâr benim. Bu mülk benimdir.
2
On alt ıncı asrın sonlarında Malta Adasında misyonerlik için bir merkez kuruldu. Orasını tekmil müslüman dünyasına saldırmak için üs yaptılar. Orada 1625 tarihinde faaliyete geçerek bazı mektepler açmak ve dinî eserler yaymakla işe başla d ılar. Bu hareket müslüman halklar tarafından nefretle kar­şılandı. Fakat misyonerleri yıldırmadı, azimlerini kırmadı. 1773 de hıristiyanlar misyonerlik faaliyetini bir müddet için dur­durmağa mecbur oldular. 1820 tarihine kadar Maltadan başka bir mahalde misyonerlik faaliyeti görülmedi. 1820 tarihinde Beyrutta ilk misyonerlik merkezi kurulmuş fakat pek çok zor­luklarla karşılaşmışlardır. Onlar bu müşkülâttan asla fütur ge­tirmeyerek dinî neşriyat ve din propagandasiyle işe başlamış­lardır 1834 tarihinde bu maksat için Lübnan'ın Antura köyün­de bir kollej açılmış ve Amerikalı misyonerler bu merkezden etrafa neşriyat ve tebligat yapmağa başlamışlardır. Meşhur Amerikalı misyoner ili Şmit bu merkezde apaçık çalışıyordu. Vaktiyle Maltada bu vazifeyi fahri olarak yapıyordu. Mezkûr köyde bir de matbaa kurulmuştur. Daha sonra Beyruta döne­rek orada kızlar için de bir kollej açmıştır. Fakat bu faaliyet bir sene içinde misyonerlerin cesaretlerini kırmış Maltaya geri dönmelerini icap ettirmiştir. Bununla beraber tekrar Beyruta dönerek Beyrutta hususî ve Şamda umumî olarak çalışmağa başlamışlardır. Misyonerler, aynı hedef ve gayeye müteveccih çalışmalarında birbirlerine şayanı hayret yardımlarda bulun­muşlar ve elbirliğiyle çalışmışlardır. Bütün bu faaliyetler müslümanlar arasındaki dinî vahdeti bozmak, itikatlarını za­yıflatmak, onlara aşağılık duygusu aşılamak ve aralarında ay­rılık yaratmak gayesini takip ediyordu. Bu maksat için ellerin­de üç koz vardı: Müslümanlar, hıristiyanlar ve dürziler... Bu üç din arasındaki ayrılık ateşini körüklemek ve oralarda ya­sayan bu üç unsuru birbirine düşman etmek... işte misyoner­lerin, İslâmın kalbgâhı olan bir memlekette yaptıkları faaliyet...

Garip ve gayet ac ıdır ki bugün bu türlü mektepler, hıristiyanların ve dönmelerin açtıkları muazzam tedris müessesele­ri ve şayanı hayret dinî neşriyat alabildiğine, serbest ve hattâ mağrur ve mütehakkim yoluna devam etmektedir. Asılları ibranice bir sürü batıllar, hurafeler ve ilk çağ efsâneleriyle dolu kitaplar, sudan ucuz bir fiyatla ortalığı istilâ etmiş iken kimse bunlara İrticaî mahiyet vermiyor, kimse bu yaraya parmak basmak cesaretini g östermiyor.

G ünün münevveri ve zengini; büyük adamlar, müslüman ve milliyetçi kıymetli unsurlar yetiştirecek hususî mektepler açmak ve bu yolda neşriyat yapmak yoluna gitmiyor. Gidenle­re de yardım etmiyor. Cehalet!
3
Misyonerlik Faaliyeti
İslâm hükümranlığına cephe alan ve onu zayıf düşürmek ve hattâ yok etmek için çalışan teşkilâtın başında misyonerlik gelir. Garblılar, Müslüman dünyasını ilim neşriyatı perdesi al­tında, yani misyonerlik yoliyle manevî istilâları altına atlmak için asırlardan beri çalışmaktadırlar. Denebilir ki misyonerlik, garb emperyalizmi ve müstemlekeciliğinin ileri karakolları, ön­cüleri olmuştur.

Misyoner cemiyetleri uzun senelerden beri hemen hemen b ütün Müslüman memleketlerine yayılmış olup bunların ekse­riyetini ingilizler, Fransızlar ve Amerikalılar teşkil eder. On­ların nüfuzları ve İslâm memleketlerine hululleri bu misyoner­ler sayesinde kolaylaşıyordu. Avrupalı misyonerlerin Türkler ve Arablar arasında suitefehhümleri ve anlaşmazlıkları körük­ledikleri muhakkaktır. Daha acısı, bugün devlet arşivlerinde bulunan yeni vesikalara nazaran vaktiyle bazı büyük denilen zevatın hükümeti zaafa uğratmak, devlet nizamlarını altüst etmek için. Arabları Türkler aleyhine teşvik eden teşebbüsleri ve mektupları hayret ve dehşetle görülmüştür. Bu gibi haris insanların misyonerlerden ilham almış olmaları uzak ihtimal­lerden değildir. Garblı misyonerler, sadece mensup oldukları dini neşretmek ve onun propagandasını yapmakla iktifa etme­mişler, islâm dünyasının başı ve reisi olan Türkiyede yaşayan Müslüman akalîyetlere de ırk ve millet fikri aşılamışlardır. Asırlar boyunca Osmanlı - Türk bayrağı altında yaşamış ve islâm adaletinin en asil örneğini Türkiyede görmüş, hayatları refah ve saadet içinde geçmiş, devletin en büyük makamlarına geçmiş Türk ırkının asil, fıtrî ve âlicenap müsamahası sayesin­de zengin olmuş olan bütün diğer Müslümanlarda, yeni bir mil­liyetçilik cereyanı başlamış ve bu cereyan görünür, görünmez teşekküller ve misyonerler tarafından körüklenmiştir. Yahudi­ler, bu fitnede ele başı vazifesini görmüşlerdir. Bunun tabiî ve meşru bir neticesi olarak unsur-u aslî olan Türklerde de milli­yetçilik ve Türklük cereyanı başlamış ve böylece yalnız Türk? Osmanlı hükümetini değil, bütün dünya Müslümanlığını zayıf düşürecek tefrikalar yaratılmıştır.

Bilhassa T ürk - Arab milletleri arasına sokulan soğukluk ve düşmanlık hisleri o kadar büyüktür ki: Harem-i Şerifde, Ravza-i Mutahharada kendilerine bir melce'-ü penâh bulacağı­nı zanneden Türk kumandanları ve askerleri merhametsizce hançerlenerek şehid edilmişlerdir. Bunda İngilizlerin rolleri ve günahları gayet büyüktür. Kendilerini hanedan-ı Resuldan sayan Şerif Hüseyinler, Faysallar, Nuri Saitler onların evlâd ve ahfad ı, ilâhî adaletin en parlak bir tecellisi olarak mahv-ü ifna edilmişlerdir.

[b]T ürk askeri vatan ve din aşkından başka hiç bir hisle mü­tehassis değildir. Onun kudretli süngüsü altında beş yüz yıl mes'ut yaşayan Filistin, elimizden çıktıktan sonra kaç yıl Müs­lüman bayrağı altında kaldi, ruz-u cezada Allah bunun hesabını soracaktır. Şu var ki, Türkün ahi, ruz-u kıyamete de kalmıyor..[/b]

M üslüman memleketlerinde beliren dar milliyetçilik cere­yanı Müslüman milletler arasındaki din kardeşliği ve tesanüt hissini baltaladığından bu da düşmanlarımızın menfaatine yahissini baltaladığından bu da düşmanlarımızın menfaatine ya­ramıştır.

Garblıların faaliyet sahalar ına sürdükleri misyoner cemi­yetleri bir yandan yukarıda zikri gecen faaliyetlerde bulunur­ken diğer yandan da, Müslüman memleketlerinde yaşayan hıristiyan tab'ayı da bir koz olarak ellerine almışlar ve onları da tahrik vasıtası yaparak aleyhimize kullanmışlardır.

As ırlar boyu İslâmın başında bulunan ve Haçlılara tek ba­şına göğüs geren talihsiz Türkler, Müslümanlığın emrettiği bü­tün adalet ve müsamahayı bol bol bahşettikleri halde bir yan­dan kendi dindaşları, bir yandan da diğer dinlerin her türlü siyasî entrikalara âlet olan teşekkülleriyle mücadele etmişler­dir. Bu; yalnız bizim değil, bütün Müslümanlığın zayıf ve me­calsiz kalmasına sebep olmuştur. Biz müslümanların bu haller adetçe, sayıca, zenginlikçe bizden üstün olan sömür­geci garblıların ziyade işine yaramış ve düne kadar yüz mil­yonlarca müslüman obur ve haris Avrupalılar tarafından ilik­lerine kadar sömürülmüstür. Bir zamanlar, Fransayı Şarlgen'in tecavüzünden kurtarmış, Avrupada sulhun ve nizamın hamisi olan Türkleri, kimseye yardım etmek şöyle dursun, kendilerini sürüklendikleri sukut sathı mailinde duramayacak hale getir­miştir. Şartlar değişmiş olmakla beraber garb yine aynı garb ve İsrail aynı İsrâîldir. Üstelik içimize, koynumuza, bağrımıza sokulmuştur. Dört tarafa zehirini saçmakta, akıllar durdura­cak gayretler sarfetmekte, müthiş çalışmakta ve hiç saklamamalıyız dehşetli kuvvetlenmektedir. Bu kadar da değil, bugün Orta Do ğu milletlerini bir kardeşlik ve birlik etrafında topla­yacak her teşebbüs onun tarafından baltalanmakta, oluk gibi para harcamaktadırlar. Bazı gafiller de, menbaı ve menşeini bilmedikleri propagandaların tesirine kapılarak onlara yardım­cı olmaktadır.

T ürkler ele geçirdikleri memleketleri idare ederlerken ga­yet müslümanca hareket etmişler ve bu sayede asırlar boyu payidar olmuşlardı. Türk devlet adamları, tab'aları olan in­sanlara şefkat ve merhametle, adaletle muamele etmekle şöh­ret bulmuşlardır. Müslüman olmayan tab'anın zayıflarını hoş tutmak, fakirlerine yardım etmek, açlarını doyurmak, çıplak­larını giydirmek ve onlarla konuşurken yumuşak ve tatlı bu­lunmak, komşulara karşı nazik ve âlicenab davranmak, tab'a­nın bütün işlerini kolaylıkla görmek, hülâsa nıüslüman ahlâkı ve müslüman usulleriyle hareket etmek milletimizin ve onun devlet adamlarının şiarı idi. Bu sayede de hıristiyan tab'a ida­remizden memnun ve sayemizde mes'ut olmuşlardı. Her neden­se, bu asil muameleye fazlasiyle nail olan yahudileri milleti­miz hiç bir zaman memnun ve minnettar görmemiştir. İslâmın sebeb-i za'fı ve felâketi olan İsrail oğlu siyasî, dinî, içtimaî ve iktisadî her yönden bizi uçuruma sürüklemeyi kendisine vazi­fe edinmiş ve bu bozguncu faaliyetinden bir an bile hâli kal­mamıştır. Müslümanların ve bilhassa Türklerin kendi tab'alarına karşı bu derece âlicenab ve âdil davranmaları hulûl-ü muslihane ile memleketimize sokulan misyonerlerin, sömürge­ci ve emperyalist garb öncülerinin işini zorlaştırmıştı. Müslü­man olmayan milletlerin, fetheyledikleri memleket halkına reva gördükleri zulüm ve hakaret ve istibdat o derece şiddetli ve merhametsizce idi ki, müslüman idare ve kanunlarının üs­tünlüğü bütün misyoner faaliyetini verimsiz bırakmakta idi.
4
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika Dün, 01:40:34 »
Bu sebeple Allah-u Teâlâ (cc) kendi aşk ateşiyle yananları cehennem ateşiyle yakmaz.
Efendimiz (sav) buyururlar. << Cebrail (as)'e dedim ki:
- Yâ kardeşim Cebrail (as)! Cehennem ateşinden haber ver.
Cebrail (as) dedi ki:
- Yâ Muhammed (sav)! Cehennemin ateşi bu dünyanın ateşi gibi kızıl değildir. Cehennem ateşi karadır. Cehennemin kendisi de karanlıkdır. Hak Teâlâ (cc) cehennemi yarattığı zaman O'nun buyruğunu tutmadığı ve dinlemediği ve nefs-i emmâresine uyup Allah-u Teâlâ (cc)'ya âsi olanlara tahsis edilmiştir. Allah-u Teâlâ (cc) buyurdu ki: Cehennemi bin sene kızdırın.
Cehennemi bin sene kızdırdılar, kıpkızıl oldu.
Yine buyurdu ki: << Bin yıl daha kızdırın.>>
Bin yıl daha kızdırdılar... Bembeyaz oldu.
Yine Allah-u Teâlâ (cc) buyurdu ki;
Bin yıl daha kızdırın.
Bin yıl daha kızdırıldıktan sonra cehennem kapkara oldu. Şimdi ise cehennem kapkara ve çok sıcaktır.
- Yâ Muhammed (sav)! Eğer cehennemin odunundan (ateşinden) bir iğne deliğine sığacak kadar bu dünyaya salıverilse yer yüzünde helak olmadık nesne kalmaz. Cehennem leşlerinden bir leş yeryüzüne asılmış olsa onun çirkin kokusundan yer yüzünde canlı kimse kalmazdı. Cehennem ehlinin cehennemde yedikleri zakkumdan bir zerre yeryüzüne düşse yedi kat yeri geçip yine cehennemi bulur. O zebanilerin biri dünyaya çıksa ve yürüse bütün dünyadaki insanlar yüzükoyun düşüp bayılır kalırlardı. Kalkamaz, korkularından hep yerlerinde can verirlerdi. Eğer o cehennemliklere takılan zincir halkalarının birisi dünyaya düşseydi herkes dehşete kapılır aklını zayi ederdi.
Cebrail (as) bunları söyleyince Efendimiz (sav) ağladı. Gözlerinden yaşlar revân oldu. Buyurdular ki:
- Hasbi! Yâ cebrail (as) hasbi!.. ( Yeter, ve bana kâfidir yâ Cebrail (as).
Gözlerinden yaşlar boşaldı, kendini tutamadı ve buyurdu:
- Ümmeti, ümmeti, ümmeti!...
5
Osmanl ı medresesinden yetişen iki Türk müellifi Arabca Türkçe kamuslarda Arab âlimlerinin bu hurafelerini olduğu gibi kaydetmekle iktifa edip Arabların bu hayalî vasıfları Türk ırkına mal etmekteki millî ve tarihî gayretkeşliklerine karşı hiç bir isyan sesi çıkarmamışlar, yalnız o ciheti meskût geçmekle iktifa etmişlerdir.

Her halde su muhakkaktır ki, Türk ırkı islâm âleminin başına geçip bütün şarkı ve Müslüman şark milletlerini bütün garbı ve hıristiyan garb milletlerine karşı asırlar boyunca cep­he cephe müdafaa ederken, yerlerinde yurtlarında sakin ve ra­hat yasayan Arab âlimleri kendi dindaşları ve dîn birliği na­mına müdafileri olan Türkler aleyhine din düşmanları olan cemaatlerin bütün hurafelerini toplayıp bin türlü ilâveler ve mübalâğalarla i'zam ettikten sonra, tekmil o yüz kızartıcı he­zeyanları bir haya dini olan Islâmın ilâhî kitabına izafe ederek asırlarca neşir ve tamim etmekten maatteessüf sıkılmamışlardır! Türklere karsı Ehl-i Salib ordulariyle elbirliği eden Arablarla Türk ırkını Hazreti Adem'in bir ihtilâm esnasında yere düşmüş nutfesinden doğan bir canavar sürüsü ve bir «Ye'câc ve Me'cûc» güruhu seklinde tasvir ve teşhire kalkışan Müs­lüman - Arab uleması arasında Islama ihanet bakımından ne fark vardır?

Bir fas ıl evvel, henüz yeni basılmış Arabca «İslâm devleti»kitabından aldığımız parçalar ve yukarıya ilmî delilleri ve kaynaklariyle kaydettiğimiz bir kısım yazılarla, asırlardanberi durmayıp kanayan bir yarayı deşmiş olduk. Bu yaranın ufunetini ve acısını şu dakikada ciğerime çökmüş buluyorum. Or­ta Doğuya bir hançer gibi sokulmuş, Arabların bizzat kendi aralarında ve sonra onlarla Türkler arasında, Allanın arzu bu­yurduğu şekilde bir vahdet, bir birlik, bîr kardeşlik, bir tesa­nüt olmamasından istifade ederek kurulan israil devletinin v arl ığı gözlerimin önünde heyula gibi canlandı. Nazarlarını Medinei Münevvereye ve bütün yakın şarka dikmiş olan ve sonsuz ihtiras ve hayalleri istikbal ve hayatiyetimizin ka'rına ulaştıran Beni israil'in, orta doğunun iki büyük unsuru olan Türk ve Arab milletlerinin aralarındaki bu sui tefehhümlerin yahudilerin ne kadar çok işine yaradığım idrak etmiyecek bir aklı selim tasavvur edemiyorum.

Biz,  bütün bu; düşmanlar tarafından körüklenen, beslenen ve gün geçtikçe şiddetini arttıran anlaşmazlıkları ka'r-ı tarihe gömmek ve Islâmı topyekûn imha etmek için şu altmış senedir nihaî taarruza geçmiş ve şu dakikaya kadar epi muvaffakiyet elde etmiş olan israil oğullarına karşı tek cephe teşkil, tek vücut ve ruh halinde karşılarına dikilmeyi ne kadar isterdik. Bu uğurda bu âciz müellif kardeşiniz maddî ve manevî bütün varlığım harcamış, istikbalini tehlikeye sokmuş, müteaddit defalar zindanlara girmiş, ağızları leş kokan, salyalı bedmâyelerin hedef ta'rîzi olmuş ve bunlara karşılık Allah aşkının ve Müslümanlığın verdiği kuvvet ve ilhamla elli beş eserle vazife­sini yapmış bir insanım. Allahtan başka yardımcım olmamış ve kimseden başka bir muavenet de talep etmiş değilim. Fakat Müslüman düşmanlarının sarfettikleri akıllar durduracak mu­azzam gayret ve paralar yanında tek elin sesi elbette ki kâfi gelmemiştir.

Arab m üellifi, Türklerin islâm nizamlarına kafiyen ria­yet etmediklerini, içtihat kapılarını kapadıklarını ve dinî hiç bir eser neşretmediklerini iddia ediyor. Bu iddia hakikatle ta­ban tabana zıddır. Türkler dinî eserlere o kadar büyük kıymet vermişlerdir ki bugün kütüphanelerimizde el yazması ve mat­bu' milyonları aşan eser mevcuttur. O derecede ki din adamlarımız dinî eserler okumak ve yazmak için var kuvvetleriyle Arabca öğrenmeğe vakf-ı vücut etmişler ve hattâ Türkçeyi ihmal bile etmişlerdir.

Şu noktaya ehemmiyetle bir mim koymalıyız: Türklerin dinî eserlere hiç ehemmiyet vermedikleri iddiası doğrudan doğruya bir yahudi propagandasının klişeleşmiş şeklidir. Kim se bunun fark ında olmamış, pek çokları kendilerini bu propagandanın tesirine kaptırmıştır. O kadar ki: Filistinde yahudilere devlet kurma müsaadesi vermemiş ve bunun için otuz üç yıl mücahede etmiş olan Sultan ikinci Abdülhamid Han, tahtından düşürülmek için: Kütüb-ü şer'iyeyi hark ve ihrak etmekle suçlandırılmıştır. Din adamlarımızdan üç bedbaht da bu fetvanın altına «Allah günahlarını affetsin» kaydiyle imza­larını atmışlardır. Allahın bu günahı affetmiyeceği muhakkak­tır.

Halbuki Sultan İkinci Abdülhamid Han, Kur'anı Kerimi ve Buhâri-i Şerifi altın yaldızlı ciltler ve fevkalâde kâğıtlarla bas­tırıp bu hususta kesesinden milyonlarca lira sarfedip bütün Müslüman memleketlerine, emirlerine, ekâbirine, ulemasına ve kütüphanelerine hediye etmiş azmi kadar imanı da büyük bir Türk hakanıdır. Bazı Arab din kardeşlerimizin, göze batan bu hakikatleri görmemezlikten gelip, aramıza yahudiler tarafın­dan sokulmuş olan bozguncu ve ayırıcı fikirler üzerinde ısrar etmeleri acınacak bir haldir. Ve Allah nezdinde büyük mes'uliyeti mevcuttur.

Biz, ci ğergâhımıza saplanmış olan hançeri çıkarmak için maziyi unutup müthiş bir el biliği ile tek bir kalb halinde As­ya ve Afrika Müslümanlarını kardeş görmek için çalışıyoruz. Bu mesaiye kimler ve ne şekilde olursa olsun başka bir mahi­yet ve istikamet verirse ancak ve ancak dinimizin ve mukad­desatımızın düşmanlarına hizmet etmiş olurlar, islâmiyete değil!

[1] Bug ün İstanbul'da Yıldızda «İba» apartmanları 10/2 de ika­met etmekte olan Müslümanlığın asil ve necib ve o nisbette kadirşi­nas ve mümtaz şahsiyetlerinden Irak'ın eski Ankara büyük elcisi Dok­tor İbrahim Akif Alus beyefendi hazretleri, bu âcizin cepheye gönder­diği askerleri görerek çok mütehassis olmuş ve bu hislerini her fır­satta izhar etmişlerdir. Gönül, bütün Müslümanların müşarünileyh gi­bi halis ve kadirşinas olmasını o kadar istiyor ki...

[2] Bi zim İslâmiyeti lâyıkiyle anlayamamakliğimiz ve ondaki na­mütenahi azamet ve hikmetler deryasından bî haber olmaklığımız, düşmanlarımızın o kadar işine yaramıştır ki Yahudi Abraham İ. Katsh adındaki bir mel'ûn New-York Üniversitesi matbaasında 1954 tarihîn­de 265 sayfalık bir heziyename bastırmıştır. «İslâmiyette Yahudilik» ismini taşıyan bu kitabı Beyoğlu kütüphanelerinden 30 lira 25 kuruşa satın aldım, burada yüzlerce nüsha satıldı ve Müslüman düşmanlariyle dönmeler bu kitabı kapıştılar,265 büyük sahife içinde Arapça harflerle Tabarî, Beydavî ve Zamahseri'den parçalar yazılıp asılları­nın ibrani ve Yahudi olduğu İbranice ve İngilizce olarak izah edilmiş­tir. İlmin, Yahudi şarlatanlığı ve garezkârlıgı potasında eritilerek ne mel'ûn kalıplara döküldüğü bu kitapta nefret ve ibretle görülmekte­dir. «İslâm ve Benî İsrail» serimiz buna bir cevap teşkil ederse de din ve ilim adamlarımızın bu mevzuu ele almaları ne kadar büyük bir vazifedir.

[3] Beynelmilel bir darb ımesel vardır: Yahudi vaftiz kabul etmez. Yâni onun ne Hıristiyan olması ve ne Müslüman olması bir mâna ifa­de etmez- Bunun en canh misalfnî biz Türkler gördük..
6
İsrail peygamberlerine izafe edilen «Ahd-i atik» ile «incil» ve teferruatından mürekkep olan «Ahd-i Cedîd» in teşkil etti­ği kitabı mukaddesin baş tarafındaki «Pentateuque» yâni «Esfâr-ı Hamse» yahudi ve hıristiyan itikadınca Hazreti Musa'nın Tevrat'ı sayılır: Yahudilerin «Torat Moşe» dedikleri bu beş ki­tabın birincisinde, yâni Genese = «Tekvin-ül-Mahlûkat» ki­tabında Nuh'un oğullariyle torunlarına ait esatiri bir takını ecdat isimlerine müstenit bir tasnifi vardır: Beni İsrailin ensâb ilmine ait telâkkilerini gösteren bu tasnif, o kitabın onuncu tab'ının birinci fıkrasından başlayıp otuz ikinci fıkrasına kadar Türk ırkiyle alâkadar sayılanlar Tiras-Thiras yahut Tires, Tocerrne yahut Togorma ve Tharsis-Terşiş şekilleridir. Fakat ya­hudi müfessirlerince esas ittihaz edilen, bilhassa Tocerce, Togorma yahut Togarma seklidir. Hattâ bu telâkkiden dolayı yahudiler hâlâ Türk mânasına Togarma ismini de kullanmakta­dırlar. Fakat bunlardan başka bir isim daha var ki o da bazı müfessirlerce Türklerin ilk atasına ait sayılır; bu isim de «Mogog» yâni «Me'cûc» ismidir. Bu kelime «Ye'cûc» ismiyle bera­ber Kur'anda da zikredilir. Bütün bu isimler Ahd-i atîkin tekvin kitabından başka bir defa Tevârih-i evvelde ve iki de­fa da «Hazkıyâl» kitabında geçer.

«Tekvîn»e göre Togarma Yâfes'in oğullarından «Comer» yahut Gocer'ni oğludur, Arabların me'cûc dedikleri Mogog da Gomer'in kardeşidir: Yahudi ve hıristiyan müfessirleri Türk ırkının ilk atasını tayin ederken işte bu iki kardeş üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir.

G omer taraftan olanlar bu muhayyel şahsın oğlu olan Togorma'nın ismiyle Türk kelimesi arasındaki fonetik yakınlığa istinat etmişler ve «Mogog» yahut Me'cûcu tercih edenler de bu mevhum şahsiyetin nesline ait «Kitab-ı Mukaddes fıkrala riyle T ürk tarihinin muhtelif inkişafları arasında bir takım münasebetler görmüşlerdir.
7
Tarihin muhtelif devirlerinde T ürk İstilâsına uğramış ve yahut Türklere mağlûb olmuş milletlerin an'anelerine bakılır­sa, bunların duydukları eski Türk düşmanlığının izleri kabilin­den bir çok efsanelere tesadüf edilir: Eski Çin, Iran, Yahudi, Süryâni, Ermeni, Bizans, Lâtin ve Arab menbaları bu bakım­dan tetkik ve mukayese edilecek olsa, binlerce rivayetlere müs­tenit bir çok ciltler vücude getirilebilir. Eski milletlerin asır­larca yüreklerini titreten «Türk korkusu» onların muhayyile­lerini yüzlerce yıl Türk ırkının aleyhine işletmiş ve işte bu hayal faaliyeti o milletlerin an'anelerinden başka tarihlerinde, folklorunda ve bilhassa din menbalarmda Türk tipine adetâ bir umacı şekli veren korkunç tasvirler bile hasıl olmasına se­bep olmuştur.

Bu akla gelmez efsanelerin icad ında en mühim rolleri oy­nayanlar muhtelif devirlerde memleketlerin din adamlarıdır. Yani o mutaassıp dinciler, bir taraftan da ırkçılık ve milliyetçi­lik taassubu göstermişlerdir! Bunlann en şaşılacak örnekleri eski Arab müfessirleriyle sarihleri içinde gösterilebilir. Kur'anı tefsir yahut hadîsi şerh eden Arab âlimleri din sahasında mil­let duygularına kapılmak zaafından bir türlü ictinab edeme­mişler ve hemen her münasebetle Türk ırkının aleyhine okka­larla mürekkep sarfetmekten ve hattâ böyle yapabilmek için vesile ve münasebet aramaktan bile zevk almışlardır. Bu vazi­yetin asıl acı tarafı, Türk ırkının aleyhine uydurulan bu garazkârane efsanelerin Arab medresesinden Türk medresesine geç­miş ve Osmanlı softaları tarafından asırlarca dinî birer hakikat şeklinde tekrar edilip durmuş ve hattâ Arabdan fazla «Asabi­yeti Arabiye» gösteren şuursuz yobazlar yetişmiş olmasıdır! Eski Istanbulun ilmine sınıfı içinde Türk olmayan unsurlara mensup zümrenin mühimce bir yekûn teşkil etmesi, bu vaziye­tin takarrür ve devamında her halde ihmal edilemiyecek bir âmil sayılabilir.

Bu ac ı vaziyet hakkında vazıh bir fikir verebilmek için her şeyden evvel o yahudi ve Arab efsaneleriyle iftiralarının en mühimlerinden biri olan «Ye'cûc ve Me'cûc. meselesinden bahsetmek mecburiyetindeyiz.

İsl âm dinine bir çok dinlerin hurafeleri girmiştir; fakat en fazla giren Isrâiliyat'tır [2] İslâmiyetin zuhurundan itibaren ihtida eden yahudilerle [3] hıristiyanlar, Kitabı Mukaddesle Kur'anın müştereken bahsedilmekte oldukları neseb ve tarih meselelerinde İslâm tefsirine derin bir tesir icra etmişler ve Müslüman müfessirlerine bir çok îsrâiliyatı bazan pek aşırı mübalâğalarla tekrar ettirmişlerdir.. Bu vaziyeti kolaylaştıran şöyle bir hadis de rivayet edilir:

«Beni İsrailden bahsetmenizde beis yoktur.»

İslâm âlimleri işte bu hadis'e ittiba' etmekle çok zararlı bir ifrata kapılmışlardır. Halbuki bu hadis, teşvik değil, tecviz ma­hiyetindedir. Her halde bu ifrata bilhassa Hicretin ilk asrında ihtida eden yahudiler sebep olmuşlardır; meselâ bunların içinde eshabdan Abdullah ibni Sellâm gibi mühim şahsiyetler görül­mektedir: Evvelce Medine hahamlarından olan bu zat, Kur'an tefsirine Tevrat tefsirini nakledenlerin en m ühimlerin dendir. Kâtib-üd-Dînûrî lâkabiyle meşhur İmam Ebu-Muhammed Ab­dullah ibni Müslim ibni Kuteybe'nin Kitab-ül-Maarif'ine göre Hicretin 32 tarihinde vefat eden Tabiinden Kâ'b-ül-Ahbâr 'da Yemenin sabık yahudilerindendir. Hazreti Ebubekir devrinde ihtida edip Hazreti Ömer zamanında Medineye gelen bu zat da Isrâiliyatı îslâmiyete nakledenlerin en mühimlerîndendir. Bu gibi şahsiyetler içinde yine tabiînden Ebu-Abdullah Vehb ibni Münebbih-il Yemânî kardeşi Hammâm ibni Münebbih-il Yemânî de en mühim İsrâiliyat nâkillerindendir. Kâtib-üd-Dî-nûrî'nin Kitâb-ül-Masrif'ine göre bilhassa «Vehb» semavi ki­taplardan yetmiş ikisini okumakla iftihar ederdi. Hicretin ikinci asrında vefat eden bu iki kardeş, gene aynı menbaa göre, Yemene İrandan gelmiş olmak itibariyle Türkler hakkında hem Acem, hem yahudi hurafelerine mükemmel surette vâkıftı. Gene İslâmiyetin ilk zamanlarında ihtida eden yahudi âlimleri içinde «Sa'ye»nin Sa'lebe, Esid ve Zeyd isimlerin deki üç oğluy­la Yemenden gelen îbni Yâmin ve bir de Mukayrîk vardı.

İste bütün bu yahudi muhtedileri İsrâiliyat efsanelerini İslâm ilmine olduğu gibi nakletmişlerdi. Bunlardan başka bir çok hıristiyan ve Zerdüştî dönmeleri de vardı: Meselâ sabık piskoposlardan Dağatır , Abdül-Kays kabilesinden Cârûd ismi ile maaruf Ebu-Gıyâs-Beşer ve Hazreti Ömer devrinde ilk de­fa olarak Medine mescidinde vaaz eden Yemenli Temîm Dârî ile Necrân rahipleri bulunurlardı; meşhur Sahabî Selman Fâ­risî de aslen İranlı olduğu halde, evvelâ Suriye ve Musul'a gi­dip hıristiyan dinine girmiş ve nihayet Medinede Müslüman olmuştu. Tabiî bütün bu ruhaniler İslâm dinine Zerdüşti ve Ortodoks an'aneleriyle beraber giriyorlardı. Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi, en mühim tesir, yahudi menbalarından gelen tesirdi: Çünkü ilk mühtediler içinde yahudilerin sayısı mühim bir yekûn tutmaktan başka, hıristiyan dönmeleri ile kendi din­lerinin yahudilerden aldığı Isrâiliyatı beraber getirmiş oluyor­lardı.

Her halde bu zevatın eski dinlerindeki hurafeleri İslâmiyete fenalık etmek için nakletmiş olmadıkları muhakkaktır. Bun lar ın maksatları, yeni dinlerine eski bilgileriyle hizmet et­mekti; fakat netice olarak İslâm âlimleri yahudi, hıristiyan ve Zerdüştî hurafeleriyle dolmuş oldu ve eski müfessirleriyle şarihları da Türklere karşı olan milli duygularını dinî bahane­lerle istedikleri gibi ifade hususunda iste bunlardan istifade imkânını buldu.
8
Fat ımilerin bu ateşin kini, Şiîliğin Sünniliğe karşı beslediği bir mezhep düşmanlığı değil, Arablığın Türklüğe karşı maat­teessüf güttüğü ırkî bir garazdır; bu hakikat eski Arab müel­liflerinin bile gözlerinden kaçmamıştır; meselâ on sekizinci asır Fransız müverrihlerinden Profesör «Mailly» «Lesprit des Croisades» ismindeki eserinin 1780 Paris tab'ının dördüncü cildinin 116 ncı sahifesinde dokuzuncu Fatımî Halifesi «El-Müsta'lî-Billah Ebu-l-Kaasım Ahmed» in Türklere karşı Ehl-i Salib ile ittifak akdine neden lüzum görmüş olduğunu Milâdın 1097 vukuatından bahsederken işte şöyle anlatır:

«Fatımiler kendi hâkimiyet sahalarında ve bilhassa Suriyede Türklerin ne kadar ilerlemiş olduklarını görerek nihayet bu âkibeti durdurmağa karar verdiler. Musta'lî o tarihten bir sene evvel Efdal'ın kumandasında büyük kuvvetler gönderip Haçlılar Türklerle harb ettiği sırada onların da o Türk fütuhatçılanna saldırmalarını emretti.»

Bu s önmez kin yalnız Şiî ve Fatımî Arablara münhasır değildir; çünkü Fatımî hanedanının Şiîliğine mukabil Mısır halkının büyük bir ekseriyeti Sünnîdir. Zaten Antakya bir iha­net yüzünden sukut edip Ehl-i Salibin eline geçtikten sonra, Haçlı ordusu Milâdın 1099 tarihinde Kudüs'e doğru ilerlediği sırada Suriyedeki Sünnî Arab imaretletinin hepsi onlarla birleş mis ve hatt â Ehl-i Salib ordusunun her türlü levazım, nakliye ve iaşe ihtiyaçlarını bile muntazaman temin etmişlerdir. İşte bundan dolayı Haçlılar için yegâne düşman arazisi Türk ülke­sinden ibaret olduğu halde, Sünnî ve Şiî Arab memleketleri on­ların kendi vatanları gibidir. Rene Grousset'in «Histoire des Croisades» ismindeki kıymetli eserinin birinci cildinin 1934 Paris tab'ının 125 inci sahifesinde bu çok mühim nokta şöyle tesbit edilmektedir:

«Onların, yâni Arabların Ehl-i Salibe karsı vaziyetleri umumiyetle Türklerinkinden çok farklı idi. Haçlılar Türk top­raklarında her harble karşılaşmışlardır. Arab memleketlerinde ise daha bidayetten itibaren anlaşma ve hiç olmazsa uzlaşma teklifleriyle karşılaştılar ve nihayet mahallî bir siyaset takibi­ne muvaffak oldular.»

On birinci asrın sonlar ına tesadüf eden ilk Haçlı seferine bizzat iştirak etmiş müellifin «Gesta Fiancorum et aliorum Hicrosolimilanoium» ismindeki eseri, bütün siyasî ve askerî vu­kuatı kendi gözleriyle görmüş bir şahide ait olmak itibariyle, ilk Ehl-i Salib tarihinin en mühim menbalarından sayılır; Lâ­tince metniyle Fransızca tercümesi «Louis Brehier» tarafından «Histoire anonyrne de la premiere Groisade» ismiyle 1924 tari­hinde Pariste neşredilen bu mühim eserin 181 inci ve 183 üncü sahifelerinde Suriyedeki Arab Emirlerinden ikisinin Ehl-i Sa­lib ordusuna atlarla altınlar hediye ettikten başka bunlardan birinin Haçlılarla ittifak bile akdetmiş olduğundan bahsedildikten sonra, 183-185 inci sahifelerinde Müslüman Arabların kendi teşebbüs ve talepleriyle İslâmiyete nasıl ihanet etmiş ol­duklarını işte şöyle anlatılır :

«Homs şehrinden gelen elçileri kabul ettik Oranın Emiri, Haçlı ordusunun başındaki konta atlarla altınlar gönderdi ve kendisiyle bir muahede aktederek hıristiyanları incitmemek, bilâkis onlara sevgi ve saygı göstermek taahhütlerinde bulundu. Trablusşam Emiri de konta bir name gönderip bir itilâf akdi ve eğer isterse dostluk tesisi teklifinde bulundu; kendisine on at Ve dört esterle altınlar gönderdi, fakat kont ancak Hıristiyan olmayı kabul ettiği takdirde onunla sulh aktedeceğinî bildir­di.»

Trablus Emiri İbni-Ammâr bu irtidât teklifini hiddet ve­ya nefretle reddetmiş zannedilmemelidir. Esas İtibariyle kabul etmiş, fakat bir şarta bağlamıştır; ilk Ehl-i Salibin gene aynı Haçlı müverrihi, aynı tarihinin 191 inci sahifesinde Salib ordu­sunun 13 Mayıs 1099 tarihinde Trablusşama vasıl olduğundan bahsederken bu noktayı şöyle anlatır :

«Trablus Emiri nihayet Ehl-i Salib rüesasiyle bir ihtilâf na­me akdetti ve orada esir olarak bulunan Üç yüzü mütecaviz hristîyan hacısını kendilerine teslim ediverdi; on beş bin altınla en gir an bahâlarından on beş Arab atı verdi; ayrıca bize atlar, eşekler ve her türlü zahireler vererek iaşemizi bol bol temin etmek suretiyle Mesihin bütün ordusunu takviye etmiş oldu. Haçlı rüesasiyle itilâfında Halifenin kendilerine karşı hazırlamakta olduğu harbi kazanıp Kudüsü aldıkları takdirde kendisi de Hıristiyan olup emaretini onların tabiyeti altına koymayı ta­ahhüt etti. işte böyle oldu ve böyle bir muahede aktedîldi.»


Rene Grousset'nin yukar ıda bahsi geçen Ehl-i Salib tarihi­nin birinci cildinin 135 inci, 126 ncı ve 131 inci sahifelerinde 'Türk düşmanlığından dolayı Islâmiyete ihanet edip Haçlılarla birleşen bu irili ufaklı Arab Emirlerinin en mühimleri Şeyzer Emiri izzüddin Ebu-l-Asâkir, Humus Emiri Cenâh-üd-Devle ve Trablusşam Emiri Ebu-Ali Fahr-ül-Mülk ibni Ammâr gös­terilir ve hattâ 141 inci sahifedeki izahata göre Ehl-i Salib or­dusunun Lübnan dağlarından Kudüs istikametine iste bu îbn-i Ammâr'ın verdiği kılavuzlar geçirmiş ve bu hareketten evvel bazı Müslüman Araplar tanassur bile etmişlerdir! Eğer bütün bu Arab emaretleri Islâmiyeti Türk düşmanlığına feda edecek kadar millî ve tarihî kin ve garazlarına kapılmış olmasalardı, Islâmın mevcudiyetini ve netice itibariyle Haremeyni müdafaa eden Türk ordularının mukaddes cihadını cephe cephe müşkülleştirmek gibi tarihî bir vebal altında ebediyen ezilip kalmazlardı. Haçlı istilâsına karşı onlara düşen vazife, Türk ırkının sarsılmaz imanından dolayı yüklendiği büyük külfet kadar a ğır değildi. Paul Rousset'nin 1957 de «Payot» neşriyatı içinde çıkan «Histoire des Groisaded» ismindeki eserinin 101 inci sa­hifesinde Arab Emirlerinin Türk düşmanlığından dolayı yap­madıkları ve hattâ aksini yaptıkları bu tarihî vazife çok doğru olarak şöyle tesbit edilmektedir:

«Haçlıların yolunu kesebilecek veyahut, biç olmazsa, arka­larından taarruz edebilecek bir çok Emirler müzakereye giriş­meyi tercih ettiler.»

Bu m üthiş kin ve gayzın fecî tezahürleri yalnız Arab-Ehl-i Salib ittifaklarına münhasır kalmamış, Haçlıların Antak­ya önlerindeki meşhur yamyamlıkları Arablan sevindirmiştir! Açlıktan muztarip olan Haçlıların Türk şehitlerini mezarların­dan çıkarıp kebap gibi yedikleri, tarihin daima haşyet ve lanet­le anacağı bir vahşet hatırasıdır. Bir gün bin beş yüz şehit ce­sedi bîrden çıkarılmış ve bunlardan üç yüzünün mübarek başla­rı kesilerek Mısırdaki «Halifei îslâm»ın Ehl-i Salib ordugâhına Türklere karşı ittifak akdine gelen murahhaslarına göndermiş­tir. Meşhur Ehl-i Salib müverrihi Guilleaume de Tyr, bundan evvel bahsi geçen eserinin birinci cildinin 165 inci sahifesinde Arab elçilerinin bu manzara karşısındaki halini şöyle anlatır:

« Li massage au calife d'Egypte ne s'estoient mie encore Partie d'ilee; quant il virent ce, lie turent de la mort â leur anemis...»

Yani: «Mısır Halifesinin henüz elcileri oradan hareket et­memişlerdi; bu manzarayı görünce düşmanlarının yâni Türk­lerin ölmüş olmasından dolayı çok sevindiler.»

Yukar ıda bahsi geçen anonim ilk Ehl-i Salib müverrihi de ayni eserinin 97 inci sahifesinde Arab elçilerinin atlarına bile Türk şehitlerinin başlan yüklendiğini şöyle anlatır:

«Bütün cenazeler bir çukura atıldı ve kesik başlar ise sayı­lıp miktarı bilinmek üzere ordugâha getirildi, yalnız Mısır Ha­lifesinin sefirlerine ait dört ata yüklenen başlar sahile gönde­rildi»


İşte bütün bunlarla sabittir ki Sünnî ve Şiî Arablar arasın­da müşterek olan millî ve tarihî Türk düşmanlığı, Ehl-i Salih'in Müslüman Türke karşı gösterdiği dinî kin ve garazdan maatte­essüf hiç de aşağı değildir. Zaten Sünnî Arablar içinde Ehl-i Salib ordularına ücretli asker yazılanlar bile vardır ve hattâ bunlar mühim yekûnlar teşkil etmişlerdir; meselâ ikinci Ehl-i Salib devrine tesadüf eden 1147 tarihinde Müslüman Türkler kadar ortodoks Bizanslılara da düşmanlığıyla meşhur Sicilya Kralı îkinci Roger'in Akdenize hâkim olan Norman donanmasındaki askerin yarısı Müslüman Arablardandı: Fransa enstitü­sü âzasından Profesör Louis Brehier'nin -Vie et mort de Byzance» ismindeki eserinin 1947 Paris tab'ının 330 uncu sahifesinde bu askerin başında Christodoulos isminde mürted bir Arab kumandanı bulunduğundan ve Sicilya Kralının hizmetin­deki İslâm askerlerinin de Sicilya Arab cemaatine mensup olduklarından bahsedilmektedir. Milâdın 1148 tarihinde Türk hanedanlarından Burîlerin payitahtı olan Şam şehrini muhasa­ra altına alan Ehl-i Salib ordusuna kumanda ettikten sonra mağlûb olup giden Fransa Kralı yedinci Louis'yî işte ku Norman Arab donanması taşımıştır.. Daha sonraki devirlerde de Arabların Haçlılarla muhtelif ittifakları vardır.

M üslüman Arab milleti, hıristiyandan fazla kin beslediği Müslüman Türk ırkına karşı o müessif tarihî husumetini her gittiği nerde neşretmiş ve bilhassa ilk İslâm fütuhatından iti­baren Arablaşmış olan samî milletlere milli diliyle beraber mil­lî kinini de aşılamıştır; Türk Düşmanı Victor Berard bile Revue de Paris'in l Haziran 1906 nüshasında çıkan "Türe et Arabes. ismindeki tetkiknamesinde bu acı hakikati şöyle tesbit etmek­tedir: S. 655.

«Hulefây-i Râşidîn devrinden beri İslâm ordularının şehir­lerini işgal edip yerli samî unsurlarını hâkimiyetleri allında topladıkları Suriye ve Elcezire eyaletlerinde de Türke karşı duyulan kin ve istihfaf aynı derecede şiddetlidir.»

Arablar ın ilim sahasında gösterdikleri Türk düşmanlığı da siyasî ve askerî sahalarda görülenlerden maatteessüf aşağı de ğildir.
9
Şimdi biz, müslüman bir Türk olarak, asırlarca islâmın bayrağını iklimden iklime götürmüş ve onun büyük şerefini yükseltmiş bir milletin ferdi olarak yukarıda okuduğumuz indî ve maksatlı yazılara karşılık vereceğiz. Her şeyden evvel, Bü­tün dünya milletlerinin Türkler hakkında gayet iyi ve halis niyetler beslediğini, canlı misallerle tebellür ettirmek isterim:

1911 senesi A ğustos ve Ramazan ayı idi. Henüz Harbiyeden diploma almamış, hiç bir resmi sıfat ve şahsiyeti olmayan bir Türk genci sıfatiyle Tunus, Cezayir ve Merakeşte bir seyahat yaptım. Bu kısa seyahatim esnasında Fas Meliki Mevlây-ı Hafız'dan çarşı, pazardaki küçük esnafa kadar, sadece Türk oldu­ğum için bana gösterilen hürmet ve itibar, mazhar olduğum misafirperverli ğin asil tezahürleri karşısında duyduğum heye­can bugün, bu dakika, aradan elli küsur yıl geçmesine rağmen halâ taptaze ruhumun silinmez köşelerinde canlı olarak yaşa­maktadır.

Aradan on y ıl geçti. İstiklâl savaşları olanca şiddetiyle de­vam ediyor. Zonguldağı bir Fransız kuvveti işgal etmiş, onun da kendisine göre gayesi var. Gaziantep, Maraş ve Adanadan söktürüp ileri geçemeyen Fransızlar için Ankaraya giden en kısa yol Zonguldak... Hele Boluda ve Düzcede çıkan isyanlar ve ihtilâller bir muvaffak olursa ve onlar da Zonguldak cephe­sini bir yararlarsa netice ne olabilir?

Zonguldak cephesindeki T ürklerin kumandası benim elim­de. Diğer bütün Türk birlikleri gibi silâh, cephane ve mühim­mat cihetinden öyle büyük bîr yoksulluk içindeyiz ki... Bunu asil ırkımın tükenmez fedakârlığı ve göğsümüzdeki imanla te­lâfi ediyoruz. Allahın nusrat ve yardımını Türklerden esirgemiyeceğine öylesine inanıyoruz ki...

Arap ça bir beyanname yazıp, karşımızdaki Fransız kıt'alarında bulunan Müslüman askerlere gönderdim. Gayet çabuk tesiri görüldü ve Türklerin İslâmın alemdarı bir millet oldu­ğuna inanmış bir çok Tunuslu ve Cezayirli din kardeşlerimiz, istikbâl ve yuvalarını çiğneyerek saflarımıza iltica ve bizimle aynı siperlerde muharebe ettiler. Antep ve Maraş cephelerin­de de böyle oldu.

Aziz Pakistanın b üyük lideri, islâm ilim dünyasının en hâkim ve müstesna şahsiyeti, seksenbeş milyon din kardeşimi­zin manevî reisi Mevlâna Abul , geçen sene bu âcize yazdığı bir mektupta:

«Asırlarca islâmın bayrağım şanla şerefle kahraman elle­rinde tutmuş olan büyük Türk milletini selâmlamak üzere ilk fırsattp. size misafir olacağım.>

B ütün bu bariz hakikatlere ve tarihin âdil şehadetine baş kaldırıp, Orta Doğunun ve İslâm dünyasının iki büyük rüknü olan Türk ve Arab milletlerini birbirinden soğutmağa, hattâ d üşman yapmağa matuf bütün teşebbüsler, yazılar, gayretler ve propagandalar sadece yahudilerin menfaatine hizmet eder ve onu zulümle, hıyanetle, siyasetle ve garbın haris ve men­faat sever liderlerinin yardımiyle yerleştirdiği mukaddes top­raklarda temelleştirir ki, bu; küfrün en büyük derecesidir.

Şimdi nazarlarımızı tarih sahifelerine çevirerek hakikat­lere bir göz gezdirelim. Derinlere gitmeden evvel, en selâhiyetli ve âlim tarihçimiz muhterem ismail Hami Danişmend'in «Türklük ve Müslümanlık» ismini taşıyan 219 sahifelik eserinin başında: Tavzih başlığını taşıyan yazısını aynen ve olduğu gibi aşağıya alıyorum:

«islâm âleminin umumî tarihini göz önüne getirecek olur­sak, Meşrik'tan Mağrıb'a kadar hemen bütün Müslüman mil­letlerinin kılınç altında ihtida etmiş olduklarını görürüz; hattâ Arab kavmi bile işte böyle ihtida etmiştir. Yalnız Türk ırkı muhteşem bir istisna teşkil etmektedir. Emeviler devrindeki Orta - Asya fütuhatından Müslüman - Arab ordularını hezimet­lere uğratan bu muazzamlık acaba neden dolayı nihayet mağ­lubun dinini kabul ederek kitleler halinde toptan ihtida etmiş­tir? Bu mesele fevkalâde bir ehemmiyeti haiz olduğu halde, her nedense şimdiye kadar esaslı bir surette tetkik edilmemiş­tir.

Kuram Kerim'in baz ı mucizevî âyetlerinde Arab kavminin yerine Arab olmayan başka bir kavmin geçeceği tebliğ olun­muş ve Milâdın onbirinci asırda bu ilâhî tebşir tahakkuk ede­rek Abbasî hilâfeti islâm âlemi üzerindeki cismanî saltanatını Türk ırkına resmen ve hattâ merasimle devretmiştir, işte o zamandanberi tam dokuz asır Islâmın başında ve dünyanın üç kıt'asında bu kudretli ırkın tevhit akidesi uğruna durma­dan kan döküp can vermesi de ancak ilk ihtida sebeplerine bağlanmak suretiyle izah edilebilecek bir vaziyettir.

Bu sat ırlara tarafımızdan ilâve edilecek bir şey yoktur. Şimdi asıl, can alacak noktaya, izah edilemediği, teşhisi kon madi ği, üzerinde ciddiyetle ve ehemmiyetle durulmadığı için gün geçtikçe işleyen, derinleştikçe derinleşen, müzminleşmiş bir yaraya dokunuyorum. Bu mevzua temas; Türkleri anlayıp dinlemeden, bütün açık hakikatlere birer kıymet vermeden çala kalem Müslüman Türkü itham edenlere meşru ve haklı bir cevap teşkil edecektir...

En yeni ve i çinde yaşadığımız hâdiseden, islâm tarihinin en karanlık, en hicâb âver hâdisesinden başlayalım, sonra daha gerilere gideriz. Türklerin elinde asırlar boyu hür ve mes'ut yaşamış olan «Filistin», haçlı ve muhteris garbın yardımiyle yahudi istilâsına uğrayınca bu, bütün Müslümanları alâkadar eden büyük mesele sadece bir Arab meselesi şekline sokuldu, Bu işin bütün dünya Müslümanlarını alâkadar ettiğinden ba­his bile edilmedi. Buna rağmen, bu kitabın âciz muharriri her türlü imkânsızlık ve âkibetleri göze alarak, bütün varlığımı sarfederek cihad meydanın fedai bir Türk müfrezesi göndermek suretiyle, bu hodgâmlık perdesini yırttım [1] . Bu misalden son­ra mezzuun en önemli, can noktasına temas ediyorum. Bu da: Müslümanlığın bizlere iman kardeşliğini emretmiş olmasına ve hiç bir tefrik ve imtiyaz gözetmeksizin yüzlerini bir kıble­ye dönen, birtek Allaha kulluk eden, büyük Peygamberimizi tanıyan insanların habl-i ilâhiye sımsıkı sarılıp tefrika yarat­mamaları emir edildiği halde buna asırlardanberi riayet edil­memiş, İslâmın iki mühim rüknü olan Türk ve Arap milletleri, uzun yüzyıllar bir arada yaşamalarına, sıhriyet peyda etmelerine rağmen nedense birbirlerine, bîr türlü ısınamamışlardır. Bu soğukluk Sünnî ve Şiî Müslümanları birbirine can düşma­nı yapan yahudiler tarafından daima körüklenmiş ve bugün bu bozguncu gayret son haddine ulaşmıştır. Her iki ırkın içine so kulmu ş olan bazı insanlar, sefil menfaatler uğruna bu manevî uçurumu derinleştirmeğe var kuvvetiyle çalışmaktadırlar. Bu meselede biz günahın ağır çeken tarafını, bugün müthiş ve dar bir Arab milliyetçiliği güden ve Müslümanlığı ikinci plâna alan insanlarda görürüz. Bu mevzuda yine ismail Hami Danişmend beyin eserinin 99 uncu ve onu takibeden sahifelerinden şu yazılan iktibas ediyoruz:

«Buraya kadar gözden geçirdiğimiz vesikalarla ilmî sehadetlerden anlaşılmıştır ki, Türk ırkı Islâmîyette kendi tabiî di­niyle manevî benliğini bulduğu için ihtida etmiş ve ihtidasın­dan itibaren de Islâmın başında artık yorulmuş olduğu sabit olan Arab kavminin yerine geçerek bir aralık sönmeğe yüz tu­tan Sünniliği, Şiîliğin istilâsından kurtardıktan başka, Ehl-i Sa­lip akınlarına karşı da müdafaa ve muhafaza etmiş ve hattâ bunlarla da iktifa etmiyerek islâmiyet için en büyük tehlike menbaı olan Şarkî Roma imparatorluğunu ortadan kaldırdık­tan sonra Avrupanın ortasına kadar ilerleyip bir çok hıristiyan devletlerini eyaletleri haline getirmiş, şark Ortodoksluğunu asırlarca sindirmiş ve katolîk garbın bütün hamlelerini yine asırlarca hiçe indirerek Islâmiyeti hem muhafaza etmiş, hem genişletmiştir, islâm tarihine eğer bu Türk hârikası karışmasa idi, acaba bugün yeryüzünde Müslümanlıktan eser kalabi­lir miydi?

Fakat, b ütün bunlara rağmen Arab menabiinde ve bilhas­sa tefsir ilminde Türkler insanlık düşmanı bir canavar; sü­rüsü şeklinde tasvir edilmişler, akıl ve izana sığmayacak ifti­ralara uğramışlar ve ezcümle yamyamlıkla itham edilmişler­dir! Bunun sebebi, bundan evvel bazı safhalarını gözden ge­çirdiğimiz Orta Asya Arab - Türk mücadelelerinden kalan acı hatıralarla Islâmın başında Arabın yerini Türkün almış olma­sıdır, işte bu irsî ve tarihî husumet, bir taraftan siyasî ve as­kerî sahalarda da din birliğine yakışmıyacak feci tezahürler göstermiş ve bir taraftan da fikir sahasında tefsir ilmine gir­mesi Kur'ana karşı hürmetsizlik teşkil edecek en müthiş ifti­ralara ilmî bir mahiyet verilmesiyle neticelenmiştir.

Arab ların, siyasî ve askerî sahalardaki Türk düşmanlıkları­nın elim tezahürleri, Islâmiyeti ve Haçlı ordularını imha et­mek istedikleri Haremeyni müdafaa eden Müslüman Türk or­dularına karşı Haçlı ordulariyle her fırsatta el birliği etmiş ol­malarında gösterilebilir. Ehl-i Salib tarihinin şimdi en mühim Fransız mütehassısı olan Rene Grousset, Bilan de l'Hİstoire» ismindeki eserinin 194 üncü Paris tab'ının 214 üncü sahifesin­de bu tarihî facianın en müthiş cephesini işte şöyle hülâsa et­mektedir:

«İslâm camiası içinde Müslüman Suriyeye hakim olan Selçukileri, Mısır'a hâkim olan Fatımilerden ayıran hususların hepsini izah etmiş­tik: Irk kini, din kini. Ötekiler «Sünnî» Müslüman ve Türkler; «Şiî» Müslüman ve Araplardır. Haçlılar Suriyeye gelince Türklere karşı Mısırlılarla ittifak etmekte tereddüt etmediler. Ehl-i Salip Antakyada Türklere taarruz ettiği sırada, Mısır ordusu da yine aynı Türklerden Kudüs şehrini zabtediyordu. Nihayet. Türkler mağlûp edilip An­takya zabtedilince, Haçlılar kemâli şetaretle Mısırlıların üzerlerine yürüdüler ve Beyt-i Mukaddesi ellerinden aldılar. «15 Temmuz 1099....

Fat ımilerin bu feci ihanetlerini meşhur Arab müverrihi İbn-ül-Esîr bile « Tarîh-ül-Kâmil» isimli eserinin 1303 Mısır tab'ının onuncu cildinin 94 üncü sahifesinde işte şöyle itiraf et­miştir::

«Rivayete nazaran Mısırın alevilerden olan idare adamları Selçukî devletinin kuvvet ve kudretiyle Gazzeye kadar Suriye havalisini istilâ ederek Mısırla aralarında engel olacak başka bîrdevlet kalmadığını ve bir müddet evvel Adsız'ın Mısıra gi­rip Kahireyi muhasara etmiş olduğunu göz Önüne getirince kor­kuya kapıldılar ve Frenklere (Ehl-i Salibe) elçiler göndererek onları Suriyeye saldırıp orasını zabt etmeğe ve kendileriyle Müslümanların arasına girmeğe davet ettiler.»

Üçüncü Ehl-i Salib'in teşkilinde ön ayak olmakla maaruf on ikinci asır Haçlı müverrihlerinden Sûr Piskoposu «Guil-laume de Tyr» in «Histoire de Rebus gestis in Partibus transmarinişt isimindeki lâtince tarihin on üçüncü asır Fransızca tercümesinin 1879 Paris tab'ının birinci cildinin 153 üncü sahi­fesinde Mısır halifesinin bu şeni ihaneti şöyle anlatılır:

«Halife bizim rüesamızın Antakyayı muhasara etmiş ol­malarından da çok seviniyordu; kendileriyle bu hususta görüş­mek üzere dostluk elçileri gönderdi; bunlar büyük hediyeler getirip kabulünü rica ettiler; Halifenin kendilerine geniş nisbette asker, hayvan ve erzak yardımlarında bulunmağa amade olduğunu söylediler ve muhasarayı idame ettirmelerini çok rica ettiler.»

İşte bu suretle Arabların Türklere karşı besledikleri millî ve ırkî kin ve garaz, nihayet İslâmiyeti imha için ortaya atılan Ehl-i Salibin büyük muvaffakiyetlerini temin ederek Antakya Haçlı prensliğiyle Kudüs krallığının ve netice itibariyle Suriye ile Filistin'deki Lâtin hâkimiyetinin teşekkülünde başlıca âmil olmuştur.
10
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 03 Aralık 2024, 02:08:44 »
Günahı ağır, sevabı hafif gelen kimselerin sonunda varacağı yer cehennemdir, cehennemin hâviye tabakasıdır. Hâviye öyle derin bir yerdir ki; dil ile tavsifi mümkün değildir. Bin yılda ancak onun dibine erişmek münkün olabilir.
Ey kardeşim! Kıyamet günü korkulu ve heybetli bir gündür. Onu bir miktar anlattık amma bir miktar daha bahsedelim. Tâ ki, işitenler ve onların nefisleri intibaha ve insafa gelsin. Cehennemlikleri yakalamaya gelen zebanilerin gözleri kör ve kulakları sağır olur. Hâline insaf ve merhamet etmezler. Feryadına kulak verip işitmezler ve insafa da gelmezler. Kimseyi esirgemezler. İltimas etmezler. Binaenaleyh, o gün için tedarikini hazırla. O terazide halkın ameli tartıldıktan sonra << Şimdi sırata doğru yürüyün.>> denilir. Bâzıları demişlerdir ki:
- Sırat köprüsü bir meleğin kanadının teleğidir. Cehennemin üzerine gerilmiştir. Aşağısı tabaka tabaka cehennemdir. O terazide ameller tartılır. Sıratın uzunluğu üç bin yıllık yoldur. Yokuşlu kısmı bin yıllık yoldur. Bin yıllık kısmı da orta kısmıdır. Bin yıllık kısmı inişlidir. Mü'minler ve Allah-u Teâlâ (cc)'nın has kulları sırat köprüsüne geldiklerinde melek, kanadının yassı kısmını çevirir, günahkârlar ve kafirler geçmek üzere geldiklerinde kanadının dik ve sivri tarafını çevirir.
Efendimiz (sav) buyururlar ki:
<< Ümmetim o sırat köprüsüne gelince niceleri o cehennemin ateşine yağmur gibi dökülür.>>
Cehennemin vasfını anlatmak isteyenler asla anlatamazlar. Kimse onun vasfını ibareye sığdıramaz. Cehennemin heybetinden inse, cinne, hâs ve âma korku gelir. Zira Hak Teâlâ Azze ve Celle (cc) buyurur:
<< Rabbinin; Cehennem'i bütün insandan, cinden dolduracağım.>> dediği sözü yerini bulmuştur.>> ( Hûd sûresi, 120 )
Efendimiz (sav) buyururlar:
<< Dünyanın ateşi, cehennem ateşinin yetmiş cüz'ünden bir cüz'dür.>>
Sayfa: [1] 2 3 ... 10