Sadakat islami Forum

DİNİ KATEGORİLER => MANEVİYAT DÜNYAMIZ => Konuyu başlatan: fazıl14 - 21 Eylül 2008, 12:29:48

Başlık: Tasavvuf ve Maneviyat Dünyamız
Gönderen: fazıl14 - 21 Eylül 2008, 12:29:48
Üveysi İrşad:Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden medet dileyen birine yardımlarda bulunur ve onu manen terbiye eder. Silsile-i Sadat-ı Nakşibendiyye içinde büyüklerin kabirlerine giderek irşad olmuş, nice manevi derece ve makamlar elde etmiş zatlar mevcuttur.

Bunların en meşhuru Ebulhasen Harkani Hazretleridir ki, tam 12 sene Ebu Tayfurul Bestami Hazretlerinin kabri sadetlerine devam ederek onun ruhaniyetinden velilik hırkasını giymiş ve pek çok manevi bereketlerin sahibi olmuştur.

Bu hadise tasavvuf kitaplarında aynen şöyle anlatılır:

Bayezid-i Bestami Hazretleri, her sene bir defa, Dıhistan’da şehitlerin kabirlerinin bulunduğu Kumtepeyi ziyarete giderdi. Harkan’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine;

-“Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.” diye sorduklarında, buyurdu ki;

- “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebul Hasen’dir. O, zamanın kutbu olacaktır.”
Ebul Hasen Harkani (k.s.) Hazretleri Cenab-ı Bayezid’i manada gördüğünü ve irşada mahzar olduğunu söylemiştir.
Oniki sene Harkan’dan Betam’a hocasının kabrini ziyaret için gitti. Bu ziyarete giderken, yolda Kur’an-ı Kerim’i hatm ederdi. Her gittiğinde ziyaretle ilgili vazifelerini yaptıktan sonra ;

-“Ya Rabbi! Batezid’e ihsan ettiğin, ilmi ledün’den (sana ait ilimlerden) büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasen kuluna da ihsan eyle!” diye yalvarırdı. Geri dönerken hiçbir zaman Hazreti Bayezid’in türbesine arkasını dönmezdi.

Oniki sene sonra, Allahü Teala’nın lütfu ile Bayezid’in ruhaniyetinden istifade edip olgunlaştı. Allahü Teala’yı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı.
Şah Nakşibend Hazretleri de kendinden evvel geçen evliyanın büyüklerinin kabirlerini birer birer ziyaret ederek ne gibi üstün hallere kavuştuğunu ifade etmiştir.
İşte bu şekilde, cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta “Üveysi” olarak irşad olma hali denir. Bu hal, ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur.
Başlık: Büyükleri anlamak ve kutb-i irşad
Gönderen: fazıl14 - 21 Eylül 2008, 12:31:08
Başta Rasülüllah (s.a.v) olmak üzere, manevi büyüklerin dereceleri hakkında söz söylemek, onların üstünlüklerini anlamak çok zordur.Çünkü onların manevi halleri söze ve yazıya sığmaz.Onları az da olsa anlayabilmek için, onlara tabii olma ve onların sohbetlerine iyi niyetiyle devam etmek şarttır.Onlar madde ve mekanla alakası olmayan bir alemin habercisidirler.Anlattıkları, söz kalıplarıyla tam ifade edilemediği gibi kendilerinden de kelime diziyle bir şeyler anlatmak kolay değildir.

Nitekim İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri bu büyük zatlardan asırlar içinde ancak bir tane gelen kutbu irşat hakkında buyuruyorlar ki:

“…Kutbu irşad çok az bulunur.Asırlardan çok zaman uzun sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.Kararmış olan alem onun gelmesiyle aydınlanır.Onun irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır.Yer küresinin ortasından ta arşa kadar herkese; rüşd hidayet iman ve marifet onun yoluyla gelir.Herkes ondan feyz alır.Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.Onun hidayetinin nurları bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır.

O derya sanki buz tutmuştur.Hiç dalgalanmaz.(YANİ ŞÖHRETTEN UZAK OLUP, ONU HERKES TANIYAMAZ).O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yahut o, kimi sever ve onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır.Bu yoldan sevgisi ve ihlasına göre, o deryadan kalbi feyz alır.BİR KİMSE AllahÜ TEALAYI ZİKREDER VE BU ZATI HİÇ DÜŞÜNMEZ VE TANIMAZSA BİLE, YİNE ONDAN FEYZ ALIR
(Mektubat-ı Şerife 1/260)

Peygamberimiz a.s. ve onun varisleri Allahü Teala ve kulları arasında bir berzah mesabesindedirler.Allahü Tealanın kendilerine bahşetmiş olduğu ilahi nur ve feyz denizinde boğulmuş haldedirler.Nur denizinde yüzerler.Cismani yüzleriyle,Allahın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle de Allahü Tealaya bağlıdırlar.Zahirleri halk ,ile batinleri Hak iledir.Bu sebeple bu zatlara biat,Allahü Tealaya biat, onlara bağlanmak Allahü Tealaya bağlanmaktır.Onların yüzüne bakınca Allah-ü Teala hatırlanır.
Başlık: Kutb-i irşad ve kutb-i medar
Gönderen: fazıl14 - 21 Eylül 2008, 12:34:06
Sual: Kutb-i irşad ve kutb-i medar kime denir?

CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Kutb-i ebdal [Kutb-i medar], âlemde, dünyada her şeyin var olmasına ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine, vasıta olan zattır. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i ebdalin feyzleriyle olur.

Kutb-i irşad ise, âlemin irşadı ve hidayeti için, feyzlerin gelmesine vasıta olur. İman etmek, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Kutb-i irşadla, bütün insanlara iman ve hidayet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen tatlıların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer.

Her zaman, kutb-i ebdal bulunur; çünkü âlem, onunla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir.

Kutb-i irşad ise, çok az bulunur. Asırlar sonra, böyle bir cevher gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesiyle aydınlanır. Onun irşadının nurları, bütün dünyaya yayılır. Yerden Arş’a kadar, herkese rüşd, hidayet, iman ve marifet, Onun yoluyla gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.

O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yahut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır.

Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikrederse ve bu zatı hiç düşünmezse, mesela onu tanımazsa, yine ondan feyz alır; fakat birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zatı inkâr eder, beğenmezse yahut o büyük zat, bu kimseye incinmişse, bu kimse, Allahü teâlâyı zikretse de, rüşd ve hidayete kavuşamaz.

Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zat bu kimsenin zararını istemese de, hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünürse de yoktur. Faydası çok azdır. O zata inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidayet nuruna kavuşurlar. (Mektubat-ı Rabbani 1/260)

Kutb-i irşad denilen Ehl-i sünnet âlimi, her zaman ve her yerde bulunmaz. Her köşedeki cahil tarikatçıları, şeyh sanmamalı, tuzaklarına düşerek sonsuz saadetten mahrum kalmamalıdır.[/b]

Gavs ve kutub
Sual: Gavs ve kutub ne demektir?

CEVAP
Gavs, kelime olarak yardım eden demektir. Evliya arasında, kullara yardımla görevli olan zattır. Allahü teâlânın izniyle insanların imdadına yetişmesi sebebiyle gavs denmiştir.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Gavs, kutb-i medardan üstündür. Kutb-i medar, birçok işlerinde, ondan yardım bekler. Ebdal denilen makamlara getirilecek Evliyayı seçmekte bunun rolü vardır. (1/256)

Kutub, işlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vasıta kılınan büyük zattır. Dünya işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana, kutb-i medar veya kutb-i aktab [kutublar kutbu], din ve irşad işiyle görevli olana kutb-i irşad denir. Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Kutb-i ebdal yani kutb-i medar, âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşad, âlemin irşadı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i medarın feyzleriyle olur.

İman sahibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmekse, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Her zamanda, her asırda kutb-i ebdalin bulunması lazımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz; çünkü âlem bununla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir; fakat kutb-i irşadın her zaman bulunması lazım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır.

Resulullah efendimiz, o zamanın kutb-i irşadı idi. O zamanın kutb-i ebdali de, Hazret-i Ömer ve Veysel-i Karni hazretleriydi. Kutb-i irşadla, bütün insanlara iman ve hidayet gelir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Mearif-i ledüniye)
Başlık: Müceddidiyye yolu
Gönderen: fazıl14 - 21 Eylül 2008, 12:35:14
Resulullahtan baslayip Siddiki Ekber ile devam eden kemalat-i nübüvvet yolunun kollarinin isimlerini biliyormuydunuz?

Müceddidiyye yolunun mensublarina göredir.

----Piri-------------------Ismi-------

Siddiki Ekber -------------Siddikiyye
Ebu Yezidi Bestami -------Tayfuriyye
Hace Abdulhalik ----------Haceganiyye
Sah-i Naksibend --- ------Naksibendiyye
Ubeydullah Ahrar ---------Ahrariyye
Imam-i Rabbani ----------Müceddidiyye

Mektubatta bazen Imam Rabbani K.S. icin bile "naksibendiyyi ahrari" vasfi kullaniliyor. Hocalarimiz bilirler. Bu ahrari vasfi buradan geliyor. Hz.  bir piri makamen ne kadar büyütsede bir önceki pire baglayarak büyütüyor. Kimse basibos degil.

(Halidiyyelere göre ilaveten)
Halid-i Bagdadi ----------Halidiyye

Bu zat Abdullah-i Dehlevinin K.S. halifesidir. Silsileden degildir. Kendisine rabita yapilmaz.
Başlık: Müceddidiyye yolu
Gönderen: fazıl14 - 22 Eylül 2008, 13:06:21
MÜCEDDİDİYE
Doğu Pencap'taki Sirhind'de doğan Ahmed Fârukî (o.1034/1624), ilâhî marifete sahip âlim bir zat olduğu için İmam-ı Rabbânî' sıfatıyla anılmıştır Hz. Ömer'in soyundan geldiği ıçin de Fârukî nisbesiy!e yâd edilmektedir. Delhi'de Ahrâriyye koluna mensup Nakşibendî şeyhi Muhammed Bâkî Billah'nin (ö. 1012/1603) halifesi ve 'Müceddiyye' kolunun da kurucusudur. "Allah her asrın başında bu ümmete dinini ihya eden bir (müceddid) gönderir" (Ebû Dâvud) hadis-i şerifi gereği kendisine 'müceddid' sıfatı verilmiştir. Ancak yüzyılın müceddidi ile bin yılm müceddidi arasında yüz ile bin arasındaki fark kadar fark vardır. O, hicrî ikinci bin yılın müceddidi sayılmış ve bu yüzden kendisine 'muceddid-i elf-i sâni' denilmiştir.

Onun bu unvanı sadece sûfîler tarafından değil, sûfî olmayan âlimler tarafından da büyük bir çoğunlukbı kabul edilmiştir.

İmam-ı Rabbânî, Hindistan'da İslâm'ı yıkmak. Hinduizmle İslâm'ın karışımından yeni bir din icat etmek isteyen Hükümdar Ekber Şah ve onun akıl hocası Ebü'l-Fazl gibi düşünenlere karşı büyük mücadeleler vermiştir. Ekber Şah'ın oğlu Cihangir Şah'a secde etmediği için bir yıl zindanda yatan İmam-ı Rabbânî, sonunda mücadeleyi kazanmış ve başta Cihangir Şah olmak üzere Hint Müslümanlarının neredeyse tamamen yıkılan inanç ve yasayışlarını ıslah etmeye muvaffak olmuştu. Bid'atleri ortadan kaldırarak Kur'an ve sünnete dayalı Ehl-i Sünnet itikadını yeniden ihya etmişti.

Geçirdiği büyük manevî tecrübeler ve ulaştığı yüksek tasavvufî makamlar sayesinde vahdet-i vücut meselesinin hakikatine vakıf olduğunu belirten İmam-ı Rabbânî, bu meseleye de ışık tutarak, vahdet-i vücud yerine vahdet-i şuhüd düşüncesini ileri sürdü. Buna göre, sûfî tevhid makamlanndan yüksek bir makama çıktıgı zaman Hakk'tan başka bir varlığı algılayamaz. Yani Hakk namına halkı, Allah namına sair varlığı inkâr eder. Fakat bu makamdan daha yukarıya çıkabilenler; gerçeği, yani yaratıcı olan tek Allah ile yaratılmışlardan ibaret olan diğer varlıkları kavrayarak iki ayrı varlık olduğunu anlar.

Dolayısıyla vahdet-i vücut, tevhid makamlarından aşılması, daha yükseğine çıkılması gereken bir makamdır. İşte bu düşüncede okn Imam-ı Rabbânî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî'yi büyük bir velî olarak görmekle birlikte onun düşünceleririni eleştirmiş, vahdet-i vücut ve bu düşünce altmda işlenen bütün konuları İslâm âlimlerinin kolayca kabul edebileceği bir çizgiye getirmiştir. Onun döneminden sonra

Nakşibendiyye Tarikatı'ndi vahdet-ı vücud düşüncesinin tesiri bitmitir.

İmam-ı Rabbânî, şeriatın bir kabuk değil öz olduğunu, onun başka bir şeye ihtiyaç bırakmadığını söylemiş, hakiki müçtehid âlimlerin ortaya koyduğu Ehl-i Sünnet akidesine -kıl kadar bile olsa- ters düşen bir tarikat anlayışını reddetmiştir.

Genel tecdid hareketinden başka Nakşibendiy-ye Tarikatı'nda da ihya ve tecditte bulunmuş, bu tarikatın Kur'an ve Sünnete sıkıca bağlı ve son derece erdirici bir tarikat olma vasfını "Mektûbât" adlı eserinde büyük bir maharetle anlatmıştır. Gerek kendisinin gerekse oğlu Muhammed Masum ve diger halifelerinin gayretleriyle Nakşibendiyye'nin Müceddidiyye kolu, batıda Mekke-Medine'ye, Suriye'ye, Osmanlı topraklarına ve kuzeyde Maveraünnehir'e kadar yayılmıştır.
Başlık: Müceddid
Gönderen: fazıl14 - 22 Eylül 2008, 13:07:34
İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dinine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Her yüz senede bir müceddid zâhir olur (ortaya çıkar).

Ümmetimin işlerini yeniler." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'nin beyânına göre; "Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır.

Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülülazm Nebi (veya resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülülazm peygamberlerin işini yapar."

Mîr Hüsâmeddîn demiştir ki: "Rüyâmda Rasûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allah onu, ümmetim arasında müceddîd kıldı."

Müceddîd-i elf-i sânî, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri için kullanılan bir tâbirdir. Muhammed Hâşim-i Keşmî'nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyâlkûtî'dir.

Abdullah-ı Dehlevî demiştir ki: "Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli şeyler) bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid (yâni inançla ilgili bilgilerin) inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, müceddîd idiler. Hepsi de, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etmişlerdir.

Şah-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî'yi şöyle tanıtmaktadır: "İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velîydi. Müctehid yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran bir âlimdi. İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcıydı. Rasûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mümin ve müttekî olanlar yâni haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar, yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allah, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır."
Başlık: Kutbul İrşad Ve Tasarruf
Gönderen: fazıl14 - 23 Eylül 2008, 13:49:26
Bir işin merkezinde bulunup onu idare edene “o işin kutbu, yani idarecisi” denir. Bir memleketin işlerini yürüten kimse, o işlerin kutbudur. Bir müctehid, fetva işlerinin kutbudur. Bir kâmil mürşid de irşad ve terbiye işlerinin kutbudur. Onun için, kendisine tasavvuf dilinde “kutbu’l-irşad” denir.

Kutub ifadesi bir sıfattır; irşadla görevli ve bu işe ehliyetli kâmil insanlar için kullanılan bir ünvandır. Kur’an-ı Hakim’de ve Sünnet’te zikredilen halife, imam ve ulü’l-emr tabirleri, irşad kutbunu da içine alır.

İrşad kutbu olan zat, Hz. Rasulullah (A.S.) Efendimizin gerçek vârisidir. O’nun ilmine, edebine, ruhları nur ile temizleme işine, kalpleri Allah’a çevirme mesleğine, nefisleri terbiye etme ve hayata denge verme sanatına vâristir. Bu velayet ve yetki ona halk tarafından değil, Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir.

Vazife büyük olunca, yetki ve destek de büyük olmaktadır. İrşad ve terbiyenin asıl sahibi Allahu Tealâ’dır; hidayet Onun elindedir; ancak Allahu Tealâ beşeri planda bu işi kulları arasından seçtiği kimselere yaptırmaktadır. Bu kulların başında Peygamberler gelmektedir. Peygamber olmadığı zaman bu işi onun halifeleri, vâris ve vekilleri yürütmektedir.

İrşad Kutbunun Özellikleri

İrşad kutbu, Allah’ın huzurunda kabul görmüş mukarrebûn makamında bir muttaki zattır; edeb ve takva madenidir. Hayırlarda en öndedir. Muttakilerin imamıdır; İlahi huzurda insanlığı temsil eder. Naz makamındadır. Büyük arif İmam Rabbani (K.S.) irşad kutbunu şöyle tanıtır:

“İrşad kutbu olan velinin varlığı alem ve insanlık için bulunmaz bir devlettir. O, uzun zamanlardan sonra zuhur etse de, bir ganimettir. Onunla alem aydınlanır, kalpler nurlanır. Onun nazarı, manevi kalp hastalıklarına şifadır. Onun bir kalbe teveccühü, ondaki düşük ve rezil huyları temizleyip atar. Bu öyle bir zattır ki, velayet mertebelerinin en yükseğine ulaşmıştır.

Allah tarafından seçilmiş ve sevilmiştir. Buna mahbubiyet makamı denir. O makamın bütün kabiliyet ve yetkisi ona verilmiştir. Bu zat, velayet mertebelerinin kemalâtını bünyesinde toplamıştır. Allah’a davet makamlarının tamamını elde etmiştir. Özetle, ‘kendisinde bütün güzellikler toplanmış‘ sözü onun hakkında ne kadar doğrudur.

Bu irşad kutbu, kalbiyle bir kimseye yöneldiğinde, o kimsenin kalbi açılır; ilahi sevgiyle dolar. Veya bir kimse sevgiyle ona yönelse, ameli ve zikri az da olsa, onun feyzinden istifade eder, imanın tadını tadar.” (Mektubat)

Velinin Yetkisi ve Sınırları

Velayet mertebesinin zirvesinde peygamberler bulunmaktadır. Allahu Tealâ’nın izni ve desteği olmadan hiçbir peygamber mucize gösteremez, ayet getiremez; istediğini hidayete çekemez; kalbi temizleyemez.

Bu hakikat Kur’an-ı Hakim’de açıkça belirtilmiştir. (Ra’d/38, Kasas/56, Nur/21) Ancak ilahi izin ve destek gelince peygamberler ölüleri diriltmiş, körlerin gözünü açmış, bir nefesle hastaları iyileştirmiş, hayvanlarla konuşmuş, cinleri emrinde çalıştırmış, bulutları istediği yere sevketmiş, denizi yol gibi kullanmış, parmakları arasından su fışkırtmış ve daha nice harikaları gerçekleştirmiştir.

Bütün mucizeler, peygamberlerin insan, eşya ve kainat üzerindeki tasarruflarıdır. Bunların bir kısmı, derecelerine göre peygamber vârisi olan kâmil insanlarda da zuhur eder. Ancak bunun ölçüsü vardır, onu bilmek gerekir. Aksi halde veliler hakkındaki yanlış itikadlar yüzünden şirke düşülür.

Bazıları, kutub ve gavs olarak bilinen velilerin kainatı idare ettiğini, bütün insanlardan ve alemden haberdar olduğunu, istediğini yapma yetkisinin bulunduğunu düşünür ve söylerler. Bu fikir yanlıştır; tevbe edilmezse şirke ve küfre girme tehlikesi vardır.

İrşadla görevli bir velinin işi, Allah’ın izniyle ölü kalpleri nur ve ilahi sevgi ile diriltmek, kulu Yüce Rabbine sevketmektir.

Velinin bütün tasarrufu ilahi kadere bağlı olarak gerçekleşir ve hepsi ilahi izinle olur. Veli, sonuç almak için sebepleri kullanır. Himmetini hayırlara yöneltir, her işinde Allah’ın rızasını arar. Nazı, niyazı, dua ve avazı Hak içindir. Allahu Tealâ’nın kendisine ikram ettiği feyz, nur, keşif, keramet, marifet, feraset ve duasına icabet nimetlerini ilahi irade ve rızaya uygun kullanır. Kul olduğunu unutmaz; haddini bilir, yetkisini aşmaz. Yüce Rabbine karşı boynu bükük, gönlü yanık, kalbi uyanık bir vaziyette, hep O’nun emrini ve desteğini bekler. Elinde hangi güzel hal zuhur etse kendisinden bilmez, kibir yapmaz, övünmez.

Makamı ne olursa olsun, veli her şeyi bilmez; bilmesi de gerekmez. Veli, Allahu Tealâ’nın kendisine bildirdiklerini ve hak yolunda lazım olanı bilir. Veli, Allah’ın şahididir; O’nu tanır, O’nu tanıtır. Kalbin ve nefsin terbiyesinde ustadır.

İrşad kutbu olan veli, bütün himmet ve gücünü dinin yayılması ve insanların ıslahı için kullanır. Eşyayı ıslah etmek, dünya işlerini düzene sokmak, güzel geçim yolları aramak, teknik gelişmeleri takip etmek velinin birinci işi değildir. O, bunları ehline havale eder.

Bazı insanlar, baş ve bel ağrısına varana kadar her türlü derdini velinin himmet ve tasarrufu ile dindirmek ister; doktor yerine veliye gider. Kimileri, insanların cehalet, zulüm, tembellik ve ihanetleri yüzünden bozulan cemiyet hayatının, mürşidlerin bir tasarrufu ile düzelmesini ve zalimlerin başının ezilmesini bekler. Halbuki veliler, fıtrat kanunlarına uymayı takvanın bir gereği görürler; hikmete tabi olur, hakkı gözetirler
Başlık: Kutub (Çoğulu AktÂb )
Gönderen: fazıl14 - 23 Eylül 2008, 13:50:10
Evliyâlıkta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub ve bunun çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir.

Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı Allah adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir.

Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da denilen bu zât her zaman bulunur. Rasûlullah efendimiz zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler.

Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur.

Kutb-i ebdâlin (kutb-i medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Rasûlullah efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys el-Karânî idiler.

Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ül-ârifîn denir.

Kutb-i irşâda gelince: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd, İmâm-ı Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir.

Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Rasûlullah efendimiz zamânının kutb-i irşâdı idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir.

Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.

İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır.

Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz.O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allah’ı zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır.

Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, Allah’ı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allah’ı zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."
Başlık: Kutub ve Kutublar
Gönderen: fazıl14 - 23 Eylül 2008, 13:51:07
Veliliin en üst derecesindeki zatlara"kutub" denir. Kutublar, her devirde bir veye iki, en fazla üç kişi olur. Bunlara; üçler denir; Kutbü'l aktab, Gavsü'l âzam, Kutbü'l ûlâ diye isimlendirilirler. Üçlerin en yüksek decede olanı Kutbü'l-aktab'tır.Kutbü'l-aktab, kutubların kutbu demektir. Bu zât, Peygamber Efendimizin tam varisidir.

Velayet derecelerinin en yüksek makamına çıkmış bu zatlara, Mürşid-i kamil, insan-ı kâmil, Şeyh veya vâris-i Resül ismi verilir. Bu zatlar, Resülüllahın manevi vücudundan aldıkları Allah'ın nurlarını kendi mânevi vücutları vasıtasıyla, isteyen insanların mânevi vücutlarına dağıtırlar. Yaşadıkları devrin insanlarını irşad ederler.
Başlık: Bir zatın Mürşid-i Kamili, Mükemmili Ekmel olduğunu alameti üçtür.
Gönderen: fazıl14 - 24 Eylül 2008, 12:43:13
1- Müceddit olması yani İslam’a karışan bidatları temizlemesi ve unutulan sünnetleri ihya etmesi.
2- Sureten sireten Peygamber Efendimize benzemesi.
3- Bir kişi kendisine intisab ettiği zaman nur-u ilahinin geldiğini anlaması ve kendisinde bir değişiklik meydana gelmesi
Başlık: Silsile-i Sâdât
Gönderen: fazıl14 - 24 Eylül 2008, 12:44:14
Bu büyük veliler, Kur'ân-ı Kerimde Neml sûresinde anlatılan, Yemen'den Kudüs'e, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Belkıs'ın sarayını getiren Süleyman aleyhisselamın veziri (Asaf bin Berhaya) gibi büyük salâhiyet ve tasarruflara sahiptirler.

Sahabe-i Kiram bu hususta en öndedir. Bu yüksek hallerin sahibi Allah dostları Sahâbe-i Kiram'dan sonra da devam etmiştir. Hatta, birbirlerine bağlı zincir halkaları gibi bir silsile halinde, biri diğerine vazifesini devrederek günümüze kadar gelmişlerdir.

Tasavvufta iki silsile mevcuttur. Biri, Zikr-i Hafi = Gizli Zikir Silsilesi, diğeri Zikr-i Cehri = Açık Zikir Silsilesi.
Gizli zikir silsilesi Hazreti Ebubekir Efendimize dayanır. Açık zikir silsilesi de Hazreti Ali Efendimize dayanır. Tasavvuf erbabı her fert, mutlaka bu iki silsileden birine bağlanır.Bütün tarikatlar=yollar, bu iki ana koldan gelmişlerdir. Daha sonraları bu iki kol,

1. Nakşi Silsilesi
2.Kaadiri Silsilesi diye anılmıştır.

Bu silsilere Silsil-i Zeheb (Altun Silsile), Silsile-i Kibrîti Ahmer isimleride verilmiştir.

Altun Silsil'yi teşkil eden zevat-ı kiram'ın adedi 33'dür. bu sırlardan bir sırdır.
Başlık: Ledünni İlim
Gönderen: fazıl14 - 25 Eylül 2008, 13:15:46
İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65)

Hem Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allah'ın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.

Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür."
Başlık: seyr-u sülük
Gönderen: fazıl14 - 25 Eylül 2008, 13:16:31
Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk denilir. İmâm-ı Rabbânî; "Seyr ve sülûkdan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir." demiş, bu çirkin sıfatların başında nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir. Seyrin çeşitli kısımları vardır. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i fil-eşyâ, seyr-i ilAllah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi.
Başlık: Şeyh Ve Mürşid Kavramları
Gönderen: fazıl14 - 26 Eylül 2008, 13:07:21
ŞEYH : Zahir ve batın ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hakk yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır.

- Genelde yaygın tasnife göre şeyhler üç kısımdır: Ta'lim şeyhi, sohbet şeyhi ve tarikat şeyhi. Ta'lim şeyhi: Tasavvufi konularda bilgi veren muallim konumundaki sofidir. Sohbet şeyhi: Sohbetine herkesin katılıp sözlerini dinlediği hal ve hareketleriyle örnek olan kişidir.

Bunlardan ilki sadece öğretici, ikincisi ise haliyle etkileyicidir. Tarikat şeyhi: Mürid ve müntesiblerini bir annenin yavrusunu terbiye etmesi titizliği ile yetiştirmeye çalışan şeyhtir. Buna terbiye, irşad ve teslik şeyhi de denir.

Böyle bir terbiye şeyhi, mürid ve müntesiblerinin beden ve ruhları üzerinde mutlak söz sahibidir. Mürid ne diliyle, ne de kalbiyle böyle bir şeyhe itiraz etmemeli, aksine gassal önünde meyyit gibi teslim olmalıdır. Böyle bir şeyh, Allah Rasûlü'nün naibi, Allah'ın yeryüzünde halîfesidir.
   
Şeyhler ayrıca, hal, kâl, yol veya yal şeyhi olmak üzere de üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur. Hâl şeyhi gerçek anlamda tarikat ve tasavvufu yaşayıp yaşatan, kâl şeyhi sözde şeyh; yani müteşeyyih, yol veya yal şeyhi ise menfaatçı şeyh; mensuplarını bir takım çıkarlar için çevresinde tutan sahtekar. Her iki tasnifin ilkinde tarikat şeyhi, ikincisinde de hal şeyhi aranıp bulunması gereken mürşid-i kamildir.

MÜRŞİD : Tasavvuf yolunda kendisinden önceki yetkili kişinin manevi izni ile insanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran tasavvuf terbiyesine ehil kişiye mürşîd denilir. Mürşidin olgunluğuna işaret eden bir terim ise "mürşîd-i kâmil"dir.

İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Rasûlullah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan velilerdir.

Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, irfan anahtarının, Allah'ın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî de; "Mürid, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahdır." demiştir.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimse kendisini irşâd edecek, doğru yolu gösterecek bir mürşide ulaşamamışsa, büyük zâtların sohbet kitaplarını okusun ve onlara uysun."

Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ise, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allah'ın rızâsına kolayca erebileceğini ifâde etmiştir.


Başlık: Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:
Gönderen: fazıl14 - 26 Eylül 2008, 13:08:34
Dünya üzerinde öyle mübarek zâtlar var ki, Allah onları insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsınlar diye hizmetine almıştır.

Onlar insanlığın irşadı için, kurtuluşu için görevlendirilmiş velilerdir. Allah'tan başkası önünde eğilmezler ve O'nun rızasından başka bir şey de talep etmezler.

Onların gayeleri sadece Alemlerin Rabbi Allah'tır. Sözleri O'nu zikirden ibarettir. Güneş gibidirler. İnsanlar için bir ışık, insanlık için bir aydınlık... Yol'dan, Yolumuz'dan haber verirler, rehberlikleri ile önümüzü aydınlatırlar. Hiç bir karşılık talep etmeden, beklemeden...

O aydınlıktan faydalanabilmek için onları bilmek, tanımak, yaptıkları irşadı anlamak gerek. İrşad nedir, mürşid kimdir bilmek gerek.

Dünya hayatının en şerefli ve en değerli işi, gönülleri Hakk'a uyarıp, duygu ve düşünceleri Allah ile buluşturmaktır. Çünkü şuur sahibi bütün varlıkların yaradılış gayesi Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmektir. (Zariyat, 56)

Bu gayeden uzaklaşıldığı an, hayat manasını yitirmiş, imtihan kaybedilmiş, dünya hayatıyla birlikte ebedi hayat da hüsrana uğramış olur.

Muhtelif ayet ve hadislerde işaret edildiği üzere, Allah'ın zikri bütünüyle yeryüzünden kalktığı zaman dünyanın da varlık sebebi ortadan kalkmış ve kıyamet vacip olmuş olur. Demek ki, dünyayı ayakta tutan şey Allah'ın zikridir. İşte insanın yüzünü Hakk'a çevirmekten ibaret olan irşadın değeri, bu yaradılış gayesinden kaynaklanmaktadır.

Böylesine şerefli bir vazifeyi, Allah en seçkin kulları olan peygamberlerine ve onların vârislerine vermiştir. Şayet irşaddan daha değerli ve şerefli bir iş olsaydı, Cenab-ı Hak peygamberlerine o vazifeyi verirdi.
Başlık: Sahtesinde bulunan en açık vasıflar şunlardır:
Gönderen: fazıl14 - 26 Eylül 2008, 13:09:13
1- Sahte mürşid, en başta dinin emirlerine ve Resülüllah Efendimizin sünnetine uymaz.

2- Her devirde görülen en açık misali kadın erkek münasebetlerindedir.Kadın cemaatle bir arada bulunur. Kadınlara elini öptürür.

3- Sahte mürşidin, sohbetlerinde ve toplantılarında rüyaya çok geniş yer verilir.

4- Hadis-i şeriflere ve ayeti kerimelere ulemanın verdiği manaların dışında manalar verilir. Sünnetler yanlış yorumlanır.

5- Dinin yayılması için değil, kendi tarikatının yayılması için çalışılır.

6- İnsanların hidayete ermeleri için çalışmaktan ziyade istikameti düzgün insanlarla uğraşır ve onlarla meşgul olur.

7- Mekruhlara ehemmiyet vermez.

8- Nafile ibadetleri insanların gözü önünde yapar.

9- Zamanlı zamansız, yerli yersiz insanların gözü önünde ağlar.
Başlık: Gerçek Mürşid
Gönderen: fazıl14 - 26 Eylül 2008, 13:09:49

"Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de, meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişilerde, gösterişli zahir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu süretle kendilerine tabi olmak, manevi feyzinden her hususuta istifade etmek caiz ve sahih olur. şöhreti arşa çıksa, hakiki mürşidin misali, meyvesidir."
Başlık: Rical-i Gayb
Gönderen: fazıl14 - 27 Eylül 2008, 11:20:06
Her devirde bulunan, fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, Allah'ın emirlerine tam olarak uyan mübârek, büyük zâtlar, ricâl-i gayb adıyla isimlendirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî, Nûr Muhammed Püntî'nin ricâl-i gaybden olduğunu söylemektedir.
Başlık: Mürşidin mana ve keyfiyyeti
Gönderen: fazıl14 - 06 Ekim 2008, 14:56:51
İrşad eden, doğru yolu gösteren rehber zata mürşid denir. Allah'ın, doksan dokuz güzel isminden biri de “er-Reşîd” dir (bkz. Hûd Suresi, 87). Reşîd, mürşid anlamına gelmektedir. Çünkü asıl olarak hak ve doğru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allahu Tealâ'dır. Nebileri ve rabbanî alimleri vasıtasıyla insan ve cinleri ilâhi kitabının nurlu beyanlarına davet etmektedir. İnanan-inanmayan herkese merhamet buyurup, onları ebedi azaptan kurtaracak mürşidleri aralarından çıkarmaktadır.

Nitekim, her devirde bu vazifeyi hakkıyla yapabilecek mürşidleri yetiştirmek farz-ı kifayedir. Ayet-i kerimede: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir sınıf bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Âl-i İmran, 104) buyurulmaktadır.

Tasavvufta kemale ermiş, olgunlaşmış, evliyalık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kabiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zata mürşid-i kâmil denir.

Umumi manada mürşid-i kâmil, kalp ve kafa izdivacına muvaffak olmuş bir mana kahramanı, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber vârisidir. Ulaşmak isteyenle ulaşılacak olan arasında bir köprü mesabesinde olan mürşidin en belirgin vasfı, Hakk'a yakınlıktır. Onun fizikî alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açıktır. O, Allah, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varlığın esrarına aşina bir arif, dünya- ahiret bilgileriyle donanmış bir bilgedir. Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansıtan bir velîdir. İşte böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir.

Bu vadide, gavs ve kutuplardan düz nasihatçılara kadar birçok irşad ehlinden bahsetmek mümkündür. Fakat ruhlara insan-ı kâmil olma ufkunu açamayanlara mürşid denemez. Denemez; zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir atasözümüzde, “Kendi muhtâc-ı himmet bir dede, bilmez ki gayra nasıl himmet ede” denilir.
Başlık: Vaiz-mürşid farkı
Gönderen: fazıl14 - 08 Ekim 2008, 12:45:29
Vaaz ve nasihatle meşgul olanlar, ihlâslı olmak kaydıyla, irşad adına kısmen halka faydalı olabilirler. İlim öğretirler, faydalı ve doğru olanı kitaplardan okuyup anlatabilirler. Bazı konularda hayır ve iyiliğe de sevk ederler. Fakat kendisi kemale ermeyen nefs erbabı bir kimsenin, terbiye ile başkalarını kemale erdirmesi mümkün değildir. Muhataplarını nefs ve şeytanın hilelerinden kurtaramazlar. Hakiki Allah sevgisini veremezler. Terbiye etmeye kalktıklarında, kendilerini de muhataplarını da helâk ederler. Nefs ve şeytanın oyuncağı olurlar. Zaten terbiye ettikleri görülmüş bir şey de değildir. Böylelerinin hali, İmam-ı Gazalî Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakasında akrep olan bir kimsenin boynundaki akrebe aldırış etmeyip, eline aldığı bir yelpazeyle başkalarının burnundaki sineği kovalamasına benzemektedir.

Sıradan bir irşad eriyle Hakk'a yakınlık kazanmış velî bir mürşid arasında, en az yerden Arş'a kadar manevi mesafe vardır. Velîlik mertebesine yeni adım atmış mübarek bir zatla, gavs ve kutup gibi zirvelere tırmanmış Allah dostları arasında da belki bir o kadar mesafe daha vardır.

Onun için gavs ve kutup gibi zatlar hem malumdurlar, yani zahirde beşeriyet mertebesindedirler, hem de meçhuldürler ki, sırları gaybü'l-gaybdedir. Hak'dan başka onlara kimse muttali olamamıştır. Kendi evladından ve müridlerinden çok sayıda velî yetiştiren Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin şeyhi Üftade Hazretleri şöyle demiştir: “Beni, ehil, evlad ve etbadan hiç kimse bilememiştir”

İşte bu gibi kutbiyyetini gavsiyyetle derinleştirmiş bir kâmil, mana atmosferine giren herkese ufkunun boyasını çalar, onları Kur'an ve Sünnet malzemesiyle adeta yeniden inşa eder.
Başlık: Mürşidlerin makamları
Gönderen: fazıl14 - 11 Ekim 2008, 12:59:38
Kâmil bir mürşidin velîlik makamına ulaşması mutlaka gereklidir. Aksi halde velî olmayan bir zatın taliplerine manevi u***** açması bir tarafa, onlara zarar bile verebilir. Velâyet ise, fenafillâh (Allah'da fani olma) makamıyla başlar. Bu, bir nevi yeryüzünden mesela Süreyya yıldızına kadar olan basamakları çıkmak gibidir. Velî bu mesafeyi bazen adımlarıyla, bazen de manevi bir vasıtayla çekilerek çıkar. Sonunda her türlü yön, mesafe ve mekândan münezzeh olan Allah'a vasıl olur.

Vuslata eren bir velînin tevhidi ve dolayısıyla da imanı kemale erer. Nefsanî ahlâkından soyunur. Rahmanî ahlâk ile ahlâklanır. Cenab-ı Hakk'ın tecellilerine mahzar olur. Lâkin bu makamda olan bir kimsenin alemi, şu gördüğümüz fizikî alem değildir. Her ne kadar cismi bu alemde olsa da, ruhu Arş-ı A'lâ ve onun üzerindeki manevi alemlerle alâkadardır. Bulunduğu alemin kayıtlarıyla sınırlıdır. O yüzden vecd ve istiğrak halleri galiptir. Çoğu zaman Allahu Tealâ'nın dışındaki her şeye (mâsivaya) şuurları kapalıdır. Avamdan olan halkla onların dünyası apayrıdır. İşte bunun için fenafillâh makamından bekabillâha dönmeyen bir velîye irşad görevi verilmez.

Bekabillâh, vuslat ile kemale erdikten sonra, bir bakıma çıktığı merdivenlerden geri dönüp, fizikî alemdeki insanların seviyesine inmektir. İrşad vazifesini yerine getirebilmek için bu iniş zaruridir. Zira, velî ile talibin arasında -makam bakımından olmasa da- mertebe açısından bir uçurum olmamalıdır.

Bir velî, Allah'a vuslat yolunda çıkarken ne kadar çok yükselirse, halkın seviyesine inişi de o kadar fazla olur. Aynı şekilde, fizikî aleme doğru ne kadar çok inerse makamı o kadar yüksek, irşadı o denli kuvvetli olur. Çünkü inişi fazla olduğundan mahluklara yakınlığı artar. Böylece kendisinden çokça istifade edilir. Nübüvvetten başka velâyet makamının da sultanı olan Hz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, çıkışta herkesten yukarı, inişte ise herkesten aşağı indi. Bu yüzden onun irşadı bütün peygamberlerden kuvvetli oldu ve bütün insanların peygamberi oldu.

Şu halde fenafillâh ve bekabillâh makamlarına ulaşan bütün mürşidler, prensipte kâmil bir velî olmakla birlikte, aralarında yerle gök kadar mesafe bulunabilmektedir. Aradaki bu fark hiç şüphesiz irşada da yansımaktadır. Ayrıca kutbiyyet ve gavsiyyet makamlarının sultanları ile bu makamda olmayanların ahiretteki şefaatleri her halde bir olmayacaktır. Hatta ehl-i keşfin beyanına göre, Gavs, duasıyla sûfi olmayanların da imdadına yetişir, onların son nefeste imanla kabre girmelerine vesile olur.

Kâmil mürşidlerin sözleri ölmüş kalpleri diriltmek için devadır. Onlar ashab-ı makâl gibi çuvallarla laf etmezler. Pek az ve inci gibi tane tane konuşurlar. Halleri her şeyi anlatmaya kâfidir. Bakışları manevi kalp hastalıklarının şifasıdır. Taş kesilmiş kalpler, onun sevgisine kavuşmakla yumuşak olur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere: “Görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” Cismanî yüzleriyle Allah'ın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle Allahu Tealâ'ya bağlıdırlar. Dışları halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kutside Cenab-ı Mevlâ, “onların gören gözü, tutan eli, işiten kulağı” olduğunu beyan etmektedir. Kim bilir, belki de Hak Tealâ Hazretleri günde kaç kere kalplerinde tecelli edip, “Kalbin nasıl dostum?” diye sormaktadır.

Dolayısıyla böyle bir kalbe girebilmek kadar büyük bir saadet yoktur. Çünkü o kalbe girmek Hz. Rasulullah'ın kalbine girmek ve Allah'ın rızasına nail olmak manasına gelmektedir. Paha biçilmez değerde bir kristale benzeyen o kalbi kırmak ise, şekavetlerin en büyüğüdür. Çünkü bunun manası da yine hadis-i kutside belirtildiği üzere, Allah ile savaşmaktır.
Başlık: Bir mürşide halife olmak
Gönderen: fazıl14 - 13 Ekim 2008, 13:09:39
Kâmil mürşidlerin en tatlı ideallerinden biri de kendilerinden daha büyük mürşidler yetiştirmektir. Bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp, onların terbiyesi ile meşgul olurlar. Nihayet belirli mertebe ve makamlara ulaşan talip, mürşidinden icazet alarak halife olur. Yani mürşidlik yapmaya ehil bir kimse haline gelir. Bir mürşidin çok sayıda halifesi olabileceği gibi, hiç olmayabilir de.

Genel olarak iki türlü hilâfet şekli vardır. Birincisi işaretle verilen halifelik, ikincisi de zaruretle verilen halifeliktir. İşaretle halifelik, silsiledeki meşayih-ı kiramın mana alemindeki ittifakı ve işaretleriyle verilir. Tabii bu silsilenin başı Hz. Peygamber s.a.v.'dir. Cenab -ı Hak kimi seçtiyse, mürşid ona hilafet verir. Makbul ve üstün olan hilâfet şekli budur. Mürid, bu çeşit hilâfeti geri çeviremez. Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) mürşidlerin halifeleri ekseriyetle böyledir. İstisnaları azdır.

Zaruri halifelik ise, bir ihtiyaç veya maslahata binaen, müridin makamı kemale ermediği halde sadece mürşidin izniyle verilen halifeliktir. Bu tip halifelerin mürşidi hayatta olduğu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eğer kemale ermeden mürşidi vefat ederse, onun işi tehlikeli ve zordur.

Yukarıda anlatılanların dışında, bir de müridler tarafından halife ilan edilen şahıslar vardır ki, bunların gerçekte mürşidlikle bir alakaları yoktur. Umumiyetle herhangi bir halife bırakmayan mürşide bağlı müridler bunu yaparlar. Belki seçtikleri zat çok iyi, muhterem ve hatta velî bir zat olabilir. Ama yukarıda anlatıldığı gibi, mürşidlik başka bir şeydir. Kâmil mürşid tarafından izin verilmedikçe irşadları muteber değildir. Hz. Peygamber s.a.v.'e kadar uzayan bir icazet silsilesinden de mahrumdurlar. Bu gibi zatlar cemaatin önünde hayırlı hizmetler yapan bir ağabey fonksiyonundan öte geçemez. Hakiki terbiye veremez. Başkalarına halifelik izni veremez. Verse de geçerli olmaz. Fenâ ve bekâ mertebelerine ulaşamadığı için, kendilerine rabıta yapılmasına izin veremez, daha doğrusu vermemelidir. Çünkü böyle bir rabıtanın faydası yoktur.

Ders vermek üzere kendilerine vekâlet verilen şahıslara ise vekil denilir. Bazı tasavvufî kollarda bunlara halife diyenler de vardır. Fakat söz konusu zatların mürşidlikle bir alakaları yoktur. Mürşidleri vefat eder ya da vekâletten azlederse, bunların vazifeleri sona erer.
Başlık: Mürşidlik babadan oğula geçer mi?
Gönderen: fazıl14 - 15 Ekim 2008, 13:11:42
Mürşidlik kesinlikle babadan oğula, kardeşten kardeşe, kan bağıyla veya irsiyetle geçen bir vazife değildir. Mürşidlik, ancak amel edip matlup olan mertebelere ulaşan ve ilmi olan salike Allah'ın ihsan ettiği bir görevdir. Bu saadete nail olan, mürşidin oğlu da olabilir, yabancı birisi de...

Fenafillâhtan bekabillâh makamına kim döndü ise, Allah'ın izniyle ona vazife verilir. Dönmeyene irşad izni verilse de, böylelerinin mürşidi hayatta değilse irşad vazifesi yapmamaları daha uygundur.

Kâmil mürşidlerin dikkatle üzerinde durdukları konulardan biri de, bu makamın layık olana verilmesidir. Üftade Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakın çevrede kâmil mürşidlik makamına elverişli hiç kimse kalmasa, dünyanın öbür ucundan layık olan getirilip o makama oturtulur. Tarih boyunca bu hassasiyete sahip olmayanlar kısa zamanda dağılıp gitmişlerdir. Nitekim dergâhların çöküşünü hazırlayan önemli sebeplerden birisi de budur. Geçmişte bazı tasavvufî kollarda, yetişmiş erkek evladı bulunmadığı için beşikteki şehzadeye hilâfet verenler çıkmıştır. Fakat “beşik şeyhliği” diye bir kavramın tarihe geçmesine sebep olan bu kollar, çok sürmeden yok olup gitmiş, isimleri bile unutulmuştur.

Elbette ki gavslık, mücedditlik gibi manevi zirvelerde dolaşan, çevresine feyz, nisbet ve nur saçan büyük imamların ailelerinden büyük zatların çıkmasından daha tabii bir şey yoktur. Hatta bunlardan bazılarının kıyamete kadar devam etmesi beklenir. Mesela mana gözüyle istikbale bakan Gavs-ı Kasravî Hazretleri'nin, kendi aile ocağından yedi tane gavsın çıkacağını müjdelediği rivayet edilir.

Bir mürşidin evlatlarının hepsi birden nazarını Hakk'ın rızasına diker ve bu gaye uğrunda ihlâsla amel ederse, Allahu Tealâ onların sa'y u gayretlerini boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hak hem sonsuz merhamet sahibi, hem de âdil-i mutlaktır. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür (Zilzal, 7-8). Şah Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin amelini işleyen, onun makamına ulaşır.

Çoğu kere demircinin oğlu demirci, çiftçinin oğlu çiftçi olduğu gibi, peygamberlerin oğul ve kardeşlerinden peygamber, mürşidin yakınlarından da mürşid çıkmıştır. İbrahim a.s.'ın oğlu İsmail a.s.; Yakup a.s.'ın oğlu Yusuf a.s.; Musa a.s.'ın kardeşi Harun a.s. bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde mürşidlik görevi İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nden oğlu Muhammed Masum Hazretlerine, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin Hazretleri'ne intikal etmiş, sonraki silsilede de bunun birçok örnekleri görülmüştür.
Başlık: Üçler-Yediler-Kırklar
Gönderen: fazıl14 - 17 Ekim 2008, 14:40:50
Allah-u Zülcelal Hazretleri, insanı hiçbir zaman nefsi ile baş başa, başıboş bırakmamıştır, yaratılış gününden beri insanı denetim ve gözetim altında tutmuştur.

‘Eşref-i mahlukat’ olarak yaratılan insan, yine insanlarla, ama seçkin olan rehber insanların vasıtasıyla irşad edilmiş, yolu aydınlatılmıştır.

Bu rehberler, “Peygamber” denen Allah-u Zülcelal’in elçileri ve onların maneviyatlarının varisleri olan “Veliler”dir.

Peygamberler, Hak’tan aldıkları hakikat meşaleleriyle insanların yollarını aydınlatmış, onları kötülükten korumuşlardır. Peygamberlerin varisleri veliler de aynı yolu takip ederek, insanların hak yola dönmeleri ve aydınlığı bulmaları için gayret ve mesai harcamışlardır.

İnsanlığın var oluşundan bu yana süregelen ve Peygamber Efendimiz (sav) Efendimiz ile birlikte devam eden Fatiha Suresi’ndeki “İhdina’s Sırada’l Mustakîm…” diye başlayıp devam eden ayetlerin sırrı, insanlığın başlangıcından bu yana devam etmiş ve kıyamete kadar devam edecektir.

Peygamberler ve onların varisleri (veliler) hiçbir zaman kendi arzularıyla kendi nefisleri için ve kendileri namına, ‘asaleten’ bir davette bulunmamışlardır. Onlar sadece ilahi emirle Allah Rızası için ve Hz. Peygamber’in gölgesi altında, insanları hak yola davet etmişlerdir.

Bu yolda öğrenilen ve öğretilen ilk nokta; “Hakikat ehlinin en büyük sermayesi yokluktur” olmuştur. Tevazunun zirvesindeki bu Zatlar, kendilerini, bırakın insanları, herhangi bir eşyadan bile kıymetsiz ve aşağı görme yüksekliğini gösterebilmiş, bunu hayatlarının her anına yansıtmış nadir insanlardır.

Gaye Hak’tır Hakka ulaşmaktır. Şah-ı Nakşibend (ks) hazretleri şöyle buyurmuş: “Ben Hakk’ka ulaşmayı istedim. Hak Celle ve Ala Hazretleri beni bu yolda rehberlik yapanlara ulaştırdı. Onlar da beni Hakk’a ulaştırdı. Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır.”

Şu ahir zamanın akış biçimini, günahlara düşme konusunda insanların gafletini ve şeytanın insanları kandırmak için elinde bulundurduğu sermayenin çokluğunu gördüğümüzde, insan şunu anlıyor ki; Allah’a giden yolda, İslam’ı anlamada, Peygamber varisi veliler, mürşitler bizim için Allah-u Zülcelal’in lütfu ve bizim için halk ettiği kolaylıklardır.

Bazı insanlar, Nübüvvetin sona ermesiyle müşahhas örneklerin de bittiğini söyleyerek. Velayet ve irşad meselesini teorik/ilmi olarak kabul etmelerine rağmen, zamanımızda pratik olarak örneğinin bulunmadığını söylemektedirler.

Ahmed bin Hanbel (r.aleyh)’in naklettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed (sav) meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir.” (Bu hadis, İmam Ahmed Hambel’in Kitabu’z Zühd’ünde sahih, hatta mütevatir olarak belirtilmektedir. Bu ibare için ayrıca bknz. S. Ateş, ‘Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri’, İstanbul, 1969, s. 200.)

Yani, her zaman ve her devirde, Allah-u Zülcelal’in veli kulları, manevi alemin erleri mevcut olmuş ve kıyamete kadar da mevcut olacaktır. Manevi alemi yok saymak yada inkar etmek, gözleri kapatıp ‘güneş yok’ demek gibidir. Zira, insanların hepsi gözlerini kapatsa da güneş yine vardır ve hakikati ortadadır. Geçmişte yaşamış alimler, Allah dostları, bu konuyu ciddiye almış ve hakikatini ortaya koymuşlardır.

Ebu Osman diyor ki: "Budelâ (ebdâl) kırk kişidir, umenâ (eminler) yedi kişidir. Hulefâ (halifeler) üç kişidir, kutup bir kişidir. Velilerin imamı olan kutup, bütün velileri bilir ve yönetir. Ama kendisini kimse bilmez ve yönetmez. Hulefâ olan üç kişi de yedileri bilir ve yönetir. Yediler de kırkları bilirler. Fakat kırklar; yedileri, üçleri ve kutbu bilmezler. Ancak ümmet arasında bulunan diğer velileri bilirler. Diğer veliler de kırkları bilmezler. Kırklardan biri ölürse, ümmet arasında bulunan velilerden biri onun yerine getirilir. Yedilerden biri ölürse, kırklardan biri yerine getirilir. Üçlerden biri ölürse, yedilerden biri yerine getirilir. Kutup ölürse, yerine üçlerden biri getirilir. Bu, kıyamete kadar böyle sürer."

Kehf Suesi’nin 65'inci ayetinde, Hz. Musa'nın, Allah katından kendisine gizli ilim verilmiş salih bir kul ile buluştuğu anlatılır: "(Musa, Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik." Bu ayetten, Allah'ın salih kuluna (Hızır Aleyhisselâm'a) kendi ‘ledün’ünden, kendisine arkadaş olan Musa'nın vâkıf olmadığı bir ilmin verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ledün, yanında, katında anlamına gelmektedir.

"Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler, ahiretten ise onlar tamamen gafildirler" (Rûm: 84/7) ayetinde de insanların çoğunun ancak dünya hayatının görünen kısmını bildikleri, fakat ahiretten habersiz oldukları belirtiliyor. İnsanın bilgisi, dış dünyaya açılan duyuların algısına dayanır. Görünmez olan âlem, duyularla algılanmaz, imanla bilinir.

Sonuç olarak, insan başı boş ve kontrolsüz bir yaşamın ve alemin olduğuna, kendisini ne kadar inandırmak isterse istesin, her şeyi yoktan var eden Yaradan’ın yarattığı her şeyi kendine has şekilde kontrol ettiğini ve nasıl ki kainatı zahirini bir denge ve sebepler zincirine bağlamış ise manevi alemi de bir denge ve sebepler zincirine bağladığını unutmamamız gerekmektedir.

Üzerinde yaşadığımız şu alemin kıvamı, huzur ve saadetin devamı; Allah-u Zülcelal’in kulları içerisinde üstün meziyetlerle yaratıp, sayısız devlet, nimet ve faziletlerle donattığı ‘Ricaullah’ın varlığı iledir. Allah’ın Velileri; kainatın nuru, ruhların ışığı, semaların direği, insanlığın ağız tadıdır.

Allah-u Zülcelal, bir kulunu dünyada kendisine ulaştırmayı murad etmişse, onu evvela o yolda rehberlik vazifesi verdiği bir kuluna ulaştırır
Başlık: Seyr-i Âfâkî:
Gönderen: fazıl14 - 18 Ekim 2008, 11:26:40
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin; ilminin, bilgisinin ve kendi ihtiyârı (dilemesi, istemesi) olmaksızın dış âlemde ilerlemesi.
Seyr-i âfâkîde kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde iyi ahlâk ile ahlâklanmak vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Başlık: Seyr-i Anillah-i Billâh
Gönderen: fazıl14 - 19 Ekim 2008, 13:38:25
Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.
Seyr-i anillah-i billah ve seyr-i fil-eşyâ (velînin geri döndükten yâni yol gösterip sonra eşyânın bilgilerine tekrar vâkıf olması) başkalarını irşâd edip kemâle getirmek içindir.
Başlık: Seyr-i Enfüsî
Gönderen: fazıl14 - 20 Ekim 2008, 12:15:40
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesi.
Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme) insanı matlûbdan (aranılandan) uzaklaştırır; seyr-i enfüsî ise insanı, matlûba kavuşturur. (Ebû Saîd-i Harrâz)
İnsan her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek onlardan istifâde edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok o lur. O hâlde seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Başlık: Seyr-i Fil-Eşyâ
Gönderen: fazıl14 - 23 Ekim 2008, 12:01:18
Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması.

Seyr-i fil-eşyâ, dâvet makâmını elde etmek içindir. Dâvet makâmı, Peygamberlere mahsustur. (  Bâki-billâh)
Başlık: Seyr-i Fillah
Gönderen: fazıl14 - 24 Ekim 2008, 11:46:49
Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).

Allahü teâlâya kavuşmakta zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)
Başlık: Seyr-i İlAllah,Seyr-i Murâdî:
Gönderen: fazıl14 - 25 Ekim 2008, 12:19:54
Seyr-i İlAllah:
Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu.
Seyr-i ilAllah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

Seyr-i Murâdî:

Murâdların, seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol.
Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeğe bağlıdır. Seyr-i murâdî ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalb hastalıklarına (kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmasına) şifâdır.
Başlık: Müceddide itiraz
Gönderen: fazıl14 - 26 Ekim 2008, 13:23:15
Bir hadîsi şerifte haber verildiğine göre. Allah Celle ve Âlâ, her yüz sene başında bir Müceddid gönderir ve bu Müceddid, o günün Müslümanlarının ihtiyacına göre hareketini tanzim eder; zayıflayan dini bağları takviye etmek, gafilleşen halk topluluğunu dikkate ve şuura kavuşturmak gibi vazifesini yaparak halkın muhtaç olduğu dini cereyanı teessüs ettirdikten sonra hizmetinin mükâfatına kavuşmak için kendisi huzuru İlâhi'ye gider, fakat dâvâsını geride yetiştirdiği imanlı mücahidler devam ettirirler.

İşte İmam-ı Gazali bu müceddidlerden biridir. "İhyâü'1-Ulûm"'u bugün dahi büyük bir takdirle okunmaktadır. Ancak her müceddidin karşısında birkaç müterizin bulunması öteden beri âdet olduğundan, Gazali'nin, bu itirazcılarının içinde biri vardı ki, zehir zenberekti doğrusu. Gazali'nin en büyük ve en kıymetli eseri olan "İhyâü'1-Ulûm"u, değil okumak; evinde, kütüphanesinde dahi bulundurmanın büyük günah olduğunu iddia ediyor, içinde "Resûl-i Ekrem'in sünnetine aykırı hükümler var" diye diretiyordu.

Hattâ bu iddiasına o günkü halkı da inandırmış olacak ki, kucak kucak toplattırdığı İhyâü'1-Ulûm'ları bir odaya depo ettirmek imkânını dahi bulmuştu. Artık muhitte tek İhyâü'1-Ulûm kalmadığına kani olunca, bir gece yatsı namazından sonra cemaate kararını açıkladı:

"Yarın sabah namazına erken geliniz, hep birlikte kitapların bulunduğu depoya gidecek ve içinde sünnete muhalif hükümlerle halkı dalâlete sevkeden bu bid'at dolu eserleri yakacağız."

Muhitin âlimi olarak tanınan bu zât, şimdiye kadar halk üzerinde kazandığı itibarına dayanarak tasavvurunu gerçekleştirmek üzere geldiği evinde, kitapları nasıl yakacağını düşünerek uyukladı. Az mı uyudu, çok mu uyudu, girdiği rüya âleminde nûr yüzlü iki genç gelerek:

"Biz Resûlüllah'ın jandarmasıyız, seni götürmeye geldik, gitmemekte ısrar edersen zorla götüreceğiz, kalk bakalım." dediler.

İtiraza zaman bırakmadan da apar topar mescide getirdiler. Bir de ne görsün! Bakar ki, mihrabda Resûlüllah Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz iki yanında Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (RadıyAllahü anhüm) oturmuşlar, karşılarında İmam-ı Gazali ile konuşuyorlar. Birden şaşıran muarızı da yanlarına çağırıyorlar.

İmam-ı Gazali Hazretleri elindeki "İhyaü'1-Ulûm"u Resûlüllah'a uzatarak şöyle konuşuyor:
"Yâ Resûlüllah, bu İhyâü'1-Ulûm'u âcizâne ben yazdım ve içinde sünnetine aykırı bir ifadede bulunmadım sanıyorum. Bu kardeşimiz ise İhyâü'1-Ulûm'da Resûlüllah'ın sünnetine aykırı hükümler var, diye etrafta şâyi etti; halkın gece-gündüz okuyup istifade ettiği eserleri bir odaya depo ettirerek yarın sabah yakmaya karar verdi.

Lütfen bir nazar buyurun. Sünnetinize aykırı, yanlış bir ifade kullandığım cümle varsa tashih buyurun ben de yaptığım hatadan dolayı tevbe istiğfar edeyim"

Bu sözlerden sonra Gazali şöyle devam ediyor:

"Eğer sünnetinize uymayan yanlış bir ifade yoksa, bu kardeşimizden dâvâcıyım, iftira edenlere vurulan dayağın buna da vurulmasını istiyorum."

İhyâü'1-Ulûm'u şöyle bir gözden geçiren Resûlüllah, Ebûbekir'e, o da diğerlerine vererek hepsi de tedkik ettiler ve Sünnete aykırı bir hüküm bulunmadığına karar verdiler. Bu durumda müfteri olduğu sabit olan mûterize dayak vurmak üzere ayağa kalkan Hazret-i Ömer, birkaç kırbaç vurduktan sonra, Ebûbekir'in şöyle bir teklifi ile karşılaştılar:

"Yâ Resûlüllah, gerçi bu kardeşimiz kitapta olmayan bir hatanın varlığını iddia etmişse de, maksadı yine Sünnetinizi korumaktır, niyeti doğrudur, izin verirseniz bu kadar kâfidir. afvedelim."
Efendimiz kendisine ait olan hakkını helâl ettiğini, gerisini Gazali'nin bileceğini ifade ettiler: Gazali'nin de muvafakati üzerine Hazret-i Ömer'in (r.a.) elinden kurtulan ve cüz'i ilmine güvenerek bir müceddidi itham eden muarız, mescidden çıkıp gitti.

Sabah namazında cemaatın beklediği muarızın şiddetli hasta olduğu haberi duyuldu. Ziyaretçiler sırtında simsiyah kamçı izlerinden muzdarip bulunduğunu, geceki vurulan kamçıların ciğerlerine kadar tesir etmiş olduğunu hayretler içerisinde müşahede ettiler.

Sıhhatine kavuştuktan sonra tevbe istiğfar ederek "İhyâü'1-Ulûm"u okumaya başlayan Hoca Efendi, bu vâdide o kadar ilerledi ki, kısa zamanda İhyâü'1-Ulûm'a şerhler, hâşiyeler yazacak kadar yükseldi. Bu hikâyesini de yazdığı eserlerine kaydeyledi.

Bir rivâyete göre, âhir ömründe kamçı izleri yeniden açıldığından, "vefatı, Müceddide itirazı yüzünden yediği kamçılar sebebi ile oldu" dediler.
Başlık: İmam Rabbani H.z` nin Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şühud anlayışı
Gönderen: fazıl14 - 27 Ekim 2008, 12:20:22
İmam-ı Rabbanî'nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Vahdet-i vücüd" denilen "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücudu "Vahdet-i şühüd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir.

Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışına, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.
Başlık: Şah-ı Nakşibend(H.Z) VE Nakşi Yolu
Gönderen: fazıl14 - 28 Ekim 2008, 16:01:20
Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar "Hâcegân Yolu" olarak anılan tarikatı "Nakşbendî" yapan kolbaşı. Veliler serdârı bir ulu. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân'dan. Burasının eski adı Kasr-ı Hinduvân.

Kendilerine nisbetle "Arifler köşkü" anlamına Kasr-ı ârifân denildi. "Nakşbend" lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın "hafi zikir" ve "rabıta"yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü "Nakşbend" "Nakışçı, nakışbağı" anlamlarına gelmektedir. Başındaki "Şâh" kelimeside "Gönül Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.

Şâh-ı Nakşbend, 718 Muharrem'inde (1318 Nisan'ında) Kasr-ı Hinduvân'da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti'nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend'in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahaûddin Buhârî'nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.

Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî'dir. Kendisinin doğumunu "Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor" diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl'e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

Başlık: Abdülkadir Geylani H.z(K.S) Ve Kadiriyye Yolu
Gönderen: fazıl14 - 28 Ekim 2008, 16:03:37
Kadirilik (Kadiriye, Osmanlıca : قادريه), en büyük sufi tarikatlardan biri. Abdülkadir Geylani yolunun takipçileri tarafından 12. yüzyılda kuruldu. Sesli zikir yapılması nedeniyle cehri tarikatlar arasında sayılır.

Kadirilik birçok kola ayrılarak günümüzde de etkinliğini sürdürmektedir. Bu kolların en bilinenleri Esedilik, Eşrefilik ve Rumilik'tir.

Kadirî tarikatının 2. Pir-i Sâni'si Şeyh İsmail-i Rumî'ye ait Kadirihâne Tekkesi Tophâne'deki Kadiriler Yokuşunda bulunmaktadır. Abdülkadir Geylani Baz-ül Eşheb ve Gavsül Azam olarak da bilinir.
Başlık: Hafi (Gizli) Zikir
Gönderen: fazıl14 - 29 Ekim 2008, 12:16:28
Yüce Allah (CC) Hz.leri buyuruyor: “Sabah ve akşam, içinde yalvararak ve korkarak, aşikareden (içten hafif) bir sesle Rabbini (CC) an (dua ve zikret) Gafillerden olma.” (El-Araf S. A.205)
Kainatın Halikı (CC) bir başka Ayet-i Kerime'de şöyle buyuruyor: “O Allah’ı (CC) unutanların) kalblerinin içi (müthiş korkularından dolayı akıldan) bomboştur.” (İbrahim S. A.43)

Kur’an’ın ikaz ve uyarmalarıyla Allah (CC) Hz.leri’ni zikretmeyen ve bu Zikr-i İlâhî ile mutmain olmayan kalblerin, hiçbir ayetle mutmain olmalarına imkan yoktur. Bunlar, daima itminan ve huzurdan mahrum olarak ızdırap içinde çırpınacak ve “ah bir ayet indirilseydi” deyip gideceklerdir. Sanki, Kur’an Ayetleri bu günkü ihtiyacı karşılamıyor ve sadre (derde) şifa olmuyormuş, veya istenilen hükümleri muhtevi değilmiş gibi geçmiş millerlerde dolduğu gibi Kur’an’ın zikrini ve hükümlerini unutarak Cenab-ı Hakk’ı (CC) unutan kimselerde, Allah-u Teala (CC) Hz.leri bunların kalbinde itminan ve Ayetlerden ders almayı yaratmaz.

Allah (CC) Hz.leri’nin zikrini unutan kimseler, kalblerine başka başka varlıkları yerleştirirler ve Zikrullah yerine o batıl veya Yüce Allah (CC) Hz.leri’nden başka manasız şeyleri zikrederler ve bu suretle İlâhî zikirden boş olan kalblerde istikrar, sükun ve huzur olmaz.

Evet Cenab-ı Hak Celle ve Ala Hz.lerini unutanlar kendilerini avutmak için başka batıl olan şeylerle daima meşgul olurlar ve Allah (CC) Hz.leri’nden korkmayanların kalblerini başka korkular kaplar.
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne kulluk borcu olan ibadet ve taatte bulunmayı, insanlara hizmet ve itaatta bulunmayı tercih etmeyen kimselerin Allah (CC) Hz.leri’nin sevgisine dair iddia abes ve boştur. Allah (CC) Hz.leri’nin sevgisinin alametlerinden birisi de, yetişilemeyen dünya serveti ve mevkileri için üzüntüye kapılmamak, asıl üzüntüyü Allah (CC) Hz.leri’nin rızasını kazanmak için bir şeyler yapamadan ibadetsiz, zikirsiz, fikirsiz ve şuursuzca geçen zamanlar için duymak ve buna hayıflanmaktır, boş geçen günler ve zamanlar için ağlamak, üzülmektir.

O’nunla (CC) olmaktan uzak, tevbesiz, istiğfarsız, (Tevbe kısmında geniş bilgiler var) himayesinden çıkmış ve O’ndan (CC) gafil olarak geçen vakitler cidden üzülmeye ve hayıflanmaya değer şeylerdir.
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ni sevmeye gayret eden kimseye düşen şey, O’ndan (CC) gaflet ettiğinin farkına varır varmaz, hemen nefsini ayıplamaktır. Gerçek şudur ki, seven sevdiğinden başka bir şey görmediği gibi, her gördüğü şeyi de sevdiğinden görür.

Yapılan ibadet ve Zikrullahtan ve taattan zevk almak, onu bir angarya ve bir yük kabul etmeyip, her ibadet taat ve Zikrullahın sonunda daha neşeli, daha zinde ve dinlenmiş olarak çıkmak, kulda Allah (CC) Hz.leri’nin sevgisinin varlığını ortaya koyan alametlerdendir. Cenab-ı Hak Celle ve Ala Hz.leri’ni hakikaten seven bir kimse, kendisinde O’nun (CC) sevmediklerinden ne varsa, hepsinden O’nun (CC) hatırına vazgeçer ve emirlerini harfiyyen yerine getirmeye gayret eder. Gerçek sevgi, sevgilinin hatırına neyi feda ettirmez ki?

Yüce Allah (cc) Hz.leri buyuruyor: “Sen (Allah’a (CC) ettiğin dua ve zikirle) sesini yükseltsen, bil ki Allah (CC) bundan müstağnidir. Çünkü Allah gizliyi de bilir, kalbdekini de. (Bunun için bağırarak dua etmeye lüzum yok, huzur ve ihlas lazımdır)[1]

“Ancak iman edip salih amel işleyenler Allah’ı (CC) çok ananlar (zikredenler)”[2] İşte bu bahtiyar insanlara yukarıda anlatılan Ayet-i Kerimeler’de Yüce Allah (CC) Hz.leri’nin büyük müjdeleri vardır.
Yüce Allah (CC) Hz.leri Zekeriyya (AS)'a Yüce zatını anmasını Mucizel Beyan’ında şöyle buyurmaktadır:

“Senin (anlayabileceğin) alamet ve nişan, insanlara üç gün (el, baş ve göz işaretinde bulunup) söz söylememendir. Bununla beraber Rabbini çok an (zikret) ve akşam sabah tesbih et.”[3]

Ey insan! Yüce Allah (CC) Hz.leri Peygamberine (SAV) Yüce Zatını (CC) zikretmesini emrederse sana hiç emretmez mi? Elbette Mucizel Beyan’ında inanan bir mü’min olarak sana da emrediyor kulaklarını iyi aç da bu emirleri tatbik et.

Ya Rab! Dilimizi zikrinden dur etme! Yüce Zatını (CC) unutan ve Yüce Zatının (CC) unuttuğu kullarından etme. Zira Mucizel Beyan’ında Yüce Zatını (CC) zikreden kullarını çok medhü sena ettin. Yüce Zatını (CC) yine Yüce Zatının (CC) istediği şekilde unutmadan zikreden bahtiyar kullarının katarından bizi de ayırıp da mahrum etme (AMİN)!
Başlık: Cehri (Sesli) Zikir
Gönderen: fazıl14 - 29 Ekim 2008, 12:17:05
Açıktan ve yüksek sesle yapılan zikir. Kadiriye ve Mevlevîye gibi bazı tarikatlar açıktan zikri benimsemişlerdir. Nakşibendiye gibi bazı tarikatlar ise müridin ancak kendisinin işitebileceği bir sesle zikir yapmasını uygun görürler. Buna hafî zikir denilir ki cehrî zikrin mukabilidir.
Başlık: Tasavvufun tarifi ve Tasavvufun Lüzumu
Gönderen: fazıl14 - 31 Ekim 2008, 12:01:18
Tasavvufun tarifi:Tasavvuf, kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip,kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallerle bezenip Allahü Tealaya yakın olmayı öğretir.Tasavvufun mevzuu, ma`rifetullahtır.Yani, Allahü Tealayı bilmektir.Tasavvufun kurucusu Hazreti Allah Celle celalühüdür.Tasavvuf, dinin ruhudur(özüdür)

Tasavvufun Lüzumu:Tasavvufun lüzumuna dair, iki büyük zatın iki kıymetli sözünü buraya almakla iktifa ediyoruz:İmam-ı Azam Hazretleri buyuruyor:"(Tasavvufa intisabım olan son) İki sene olmasaydı, Numan helak olmuştu."-Miftahul Kulup-Seyyid Şerif Cürcani Hazretleri buyuruyor:"Hace Alaeddin Attar`ın hizmetine yüz vurmayınca,Allahü Tealayı bilemedim" -Nefahat-
Başlık: Tasavvuf Ve İnsan
Gönderen: fazıl14 - 01 Kasım 2008, 12:00:33
Tasavvufun hedefi insan olunca, insana nasıl baktığını bilmek lazımdır:İnsanın iki cephesi vardır.1-Maddi vücut, 2-Manevi vücut
Maddi vücut herkes tarafından bilinen ve görülen vücuttur.Manevi vücut ise gözle görülmez.
Kuran-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde isimleri geçen,Kalp,Ruh,Akıl ve Nefs gibi unsurlar hep manevi vücudun azalarıdır.Bu unsur hayvanlarda yoktur.
İnsanın maddi vücudunun yaşması için yemeye,içmeye,teneffüs etmeye ihtiyacı olduğu gibi, manevi vücüdunda gıdaya ihtiyacı vardır.
Manevi vücudun gıdası ise nurdur.Nur Allahü Teala Hazretlerinden gelir.Mürşi-i kamil denilen büyük velilerin manevi kalbi vasıtasıyla dağılır.Manevi vücut ancak, bu nuru aldığı taktirde sıhhatli yaşayabilir.Nuru alamayan manevi vücutönce hastalanır,sonra da ölür.Bu manevi ölümdür.Bu durumdaki bir insan, yaşayan ölü gibidir. “Onların Kalpleri vardır:anlamaz,gözleri vardır görmez,kulakları vardır işitmez.Dikkat edin onlar hayvanlar gibidir: “belki de dalalet hususunda ondan daha aşğıdadır.” Ayeti kerimesi bu kimseleri tarif tarif eder.(A`raf 7/179)
Cenab-ı Hak, Kuran-ı Kerimin 191 yerinde “manevi kalb”den, 49. yerinde “nur” dan, 59. yerinde “akıl” dan, 9. yerinde de “ruh” dan bahsediyor.Tasavvuf işte bu: kalp,ruh,akıl,nefs gibi manevi unsurlarla alakalanır.
Tasavvufun hedefi, insanın manevi vücudunu, manevi ölüm ve manevi hastalıklardan korumak,dünya ve ahirette insanı manen, huzurlu ve sıhhatli yaşatmaktır.
Tasavvuf ilmine göre insanın manevi vücudunda iki zıtlık vardır.Bunlardan biri Ruh, diğeri de Nefstir.(Cenab-ı Hak Kuran-ı Keriminde her ikisinde de bahsetmektedir.)Bu iki zıt varlık insanın vücuduna hakim olmak için mücadele ederler.Vücut ülkesinde her ikisi de sultan olup idareyi ele almak isterler.İnsanın vücudu, bu iki varlığın savaş ve mücadale alanıdır.
Nefsin gıdası günahlar, yardımcısı da şeytandır.İnsanın içinden gelen her türlü kötü düşünce,fiil ve ahlaksızlılğın sebebi nefstir.
“Nefs (insana) mübalağa ile kötülüğü emreder.(Yusuf süresi a.52)
“İnsanın en büyük düşümanı iki kaşının arasındaki nefsidir”(hadis-i şerif)
“Nefs kötülüklerin deposudur.” (Mektubat-ı Rabbani)
İşte din ve tasavvuf, insanın içindeki bu hapis ve kötü varlığın terbiyesi ve temizlenmesi ile alakalanır.Başta peygamberler sonra da peygamberlerin hakiki varisi olan alimler ve evliyaullah=Mürşid-i kamiller her insandaki bu kötü varlığın temizlenmesi, nefsin mağlup olup ruhun galip gelmesi için çalışırlar.
Başlık: En Kestirme Yol
Gönderen: fazıl14 - 02 Kasım 2008, 12:31:22
Nefsin temizlenmesi ve kalbin nuru ile dolmasının en kestirme yolu,Şah Nakşıbend(k.s) Hazretlerinin tarif ettiği yoldur.Bu yola giren hususunda,Muhammed Bahaüddin Şah Nakşıbend (k.s) Hazretleri şöyle buyurdular: “Yolumuz, ender bulunan yollardandır.Sağlam halkadır.Resulüllah (s.a.v) Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa`nın sünnetlerine tutunmaktan başka bir şey değildir.Ashab-ı Kiramın takip ettiği yolu izlemekten başka bir gaye yoktur.”
Başlık: İlk adım
Gönderen: fazıl14 - 02 Kasım 2008, 12:32:57
Hakiki bir mürşide kamile gelip bu ilmi öğrenmek isteyen bir mümün, nefsinin terbiyesi için ilk adımı atmış olur.Artık o mürşide kendini teslim etmiş ve biat etmiş demektir.
Bu maksatla bir mürşide gelip bağlanan kişiye mürid (yani Allahı arzu eden kişi )denir.
Mürid, geçmiş günahlarına tevbe etmiş, farzları yapmaya ve haramlardan sakınmaya kati olrak söz vermiştir.Artık bu kişinin nefsi sıkı bir takip ve kontrol altına girmiş demektir.
Sonra mürid kalbine ve ruhuna Allahü Teala Hazretlerinden gelen nuru almayı öğrenir.Allah, dan gelen bu nuru almada vasıta, başta peygamberler sonra da onun varis ve vekili olan mürşid-i kamillerdir.

Başlık: Sevgi Ve İstikamet Şarttır
Gönderen: fazıl14 - 03 Kasım 2008, 12:40:09
Allah`dan gelen nurları alabilmek için, Allah`ı, Resulullah`ı ve Resulullah`ın varsi olan velileri sevmek şarttır.Bir kimsenin bu üçünden birini sevmemesi nurdan mahrum olmasına sebeptir.Çünkü Allah (c.c) nurun sahibi, diğerleri de nuru insanlara getiren oluklardır.
Sevgi hakkında Sünen-i Ebi Davud, a zikredilen bir hadis-i şerif şöyledir:H.z Ömer (r.a) rivayet ediyor: “Allah Resulü (s.a.v) buyurdu:Allahın kullarından bir takım insanlar vardır ki ne peygamberdirler ne de şehittirler.Lakin Allah katındaki mevkilerinden dolayı onlara hem peygamberler hem de şehitler kıyamet günü gıpta edeceklerdir.Dediler ki : “Ey Allah`ın  resulü kimdir onlar bize bildirir misin?” buyurdular ki: “Akraba olmadıkları halde ve mali yönden hiçbir çıkarı bulunmadığı halde birbirlerini sırf Allah için seven kimselerdir.VAllahi onların yüzleri nurdur.Şüphesiz onlar nur üzere olacaklardır.Onlar, insanlar korktukları zaman onlar korkmayacaklar, üzüldükleri zaman onlar üzülmeyeceklerdir.Sonra şu ayeti okudu (S.Yunus 62): “Haberiniz olsun Allah`ın velileri var ya; onlar için ne korku vardır ve ne de mahzun olacaklardır.”
Yine sevginin insanı nelere götürdüğüne dair bir hadis şerif:Buhari,Müslim,Ebu Davud ve Tirmizi,Hazreti Enes RadıyAllahü anh`den rivayet ediyor: “Bir adam Peygamber (s.a.v)e:
-“Kıyamet ne zaman kopacak? Diye sordu.Efendimiz:
-“Soruyorsun ama ne hazırladın?” buyurdu.
-“Bir hazırlığım yok; sadece ve resulünü seviyorum” deyince o şöyle buyurdu:
-“Elmer`ü me`a men ehabbe=Kişi sevdiği ile beraberdir.”
Bu Hadis-i Şerifin ravisi Enes (r.a) buyuruyor ki:
-“İslamdan sonra artık Peygamber (s.a.v)in “Ohalde sen sevdeklerinle berabersin” sözünden daha çok hiçbir şeye sevinmedik.İşte ben de Peygamber (s.a.v)i,Ebu Bekrì ve Ömer`i, seviyorum.Onlar gibi amelim yoksa da onları sevdiğim için inşaAllah onlarla beraber olurum.”
Görülüyor ki; Allah`ın veli kullarını sevmek mümini bir yere götürebiliyor.Bir şartla ki, Kuran-ı Kerimdeki emri icabı Peygamberimizin sünnetine tam sarılmakla.
Başlık: Veli-Evliya
Gönderen: fazıl14 - 03 Kasım 2008, 12:41:00
Velilik çok yüksek bir mertebedir.Busebeple kolay kolay herkes veli olamaz.Veliliğin belli çileleri vardır.Gerçek velilerin hayatlarını okduğumuzda bu çilelerin neler olduğunu kolayca anlamak mümkündür.
Evliya, veli kelimesinin çoğuludur.Veli;lügatte dost manasınadır.Din ve tasavvuf istilahında ise, Allah`ın kendilerini dost olarak seçtiği, keramet sahibi şeriat ehli mümin zatlardır.Veliler de derece derecedir.Veliliğin en küçük derecesine “velayeti suğra” makamı denir.Bunun işareti şudur:Bu derecede olan ber veli, yüzlerce sene uğraşsa, kalbine Allah fikrinden başka bir dünce sokmak istese, yine de kalbine Allah`tan başka bir düşünce sokamaz.Velayette bu makamın adına fena-i kalp makamı denir.
Manevi derecesi bu durumda olmayan birine veli veya evliya demek caiz değildir.Yine, bu durumda olmayan birinin velilik iddiasında bulunması dini açıdan son derece mahzurludur.
Veliliğin diğer üst dereceleri şöyledir.Velayti Kübra,velayeti ulya,velayeti nübüvvet,velayeti risalet,velayeti ülü`l azmiyyet makamlarıdır.Tasavvufta, velilere “Velayeti ulya” ve diğer üst makamların esrarından haber vermek yasaktır.Bunlar velilik sırlarıdır.Çünkü sıradan insanlar bu hakikatleri anlayamazlar.(Nitekim Ebu Hüreyye Hazretleri de, Resulullah Efendimizin kendisine sır olarak bildirdiği fakat açıklamaya izin vermediği bilgilerden bahsetmektedir.)
Başlık: İmam Gazali Hazretleri Buyuruyor
Gönderen: fazıl14 - 04 Kasım 2008, 12:02:39
Velilik ve velayet sırları hakkında büyük alim olan İmam Gazali (r.a) Hazretleri, “Elmunkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:
-“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim.Yakinen anladım ki, Hak yolunda olanlar ancak tasavvuf erbabı olan sofilerdir.Onların iç alemleri, yolları ve ahlakları en güzel şekildedir.Eğer akıl,ilim ve hikmet sahipleribir araya toplanıp da sofilerin tarikatlarını değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir yol bulalım diye birleşseler, mümkün değil bulamazlar.
Çünkü onların görünür ve görünmez hareket ve durumları, H.z Resululah`ın hallerinden örnek alınmıştır.Dünyada ve ahirette peygamberlik nurundan daha yüksek bir nur yoktur ki, onunla nurlanmak mümkün olsun.
Sofiler peygamberlik nurundan o kadar istifade eder, Kuran ve sünnete bağlılıkla ok adar nurlanırlar ki, bazen uyanık halde melekleri görürler.Peygamberlerin ruhlarını müşahade ederler.Daha nice faydalara kavuşurlar.Bundan başka, süret ve misal müşahedesinden(maddi alemden) sıyrılıp öyle bir mertebeye varırlar ki, dil onu anlatmaktan acizdir.”
Başlık: Şeytan Mürid Toplar
Gönderen: fazıl14 - 04 Kasım 2008, 12:03:48
Bu kişilerin en büyük yardımcısı Şeytan`dır.Şeytan sahte mürşide devamlı mürid toplar.İnsanların rüyalarına girerek onları rüyalarında kandırır.Sık sık o kişinin süretine girerek insanlara gözükür.Rüyalarda önceleri dine uygun halleri telkin eden Şeytan, iyice itimat topladıktan sonra insanları sapıttıracak görüntülere başlar.Sahte mürşidin tabileri artık her gece Peygamber Efendimizi(!) rüyalarında görmeye başlarlar.Peygamber Efendimiz (!) ise o mürşide(!) selamlar ve talimatlar gönderir.Ertesi gün sahte mürşidin yanında en iyi rüyayı anlatan mürid en iyi müriddir.Artık bütün ameller bu rüyalar istikametinde yoğunlaşır.Şeytanın yardımı ile keramete benzer haller görülmeye başlar.Bu halleri görenler o kişiye kolayca bağlanır.
İşin aslı ise şöyledir:
O kimsenin Peygamber Efendimiz diye gördüğü Şeytandır. “Şeytan benim suretime giremez” Hadis-i Şeirfine ne dersiniz denirse; bu doğrudur.Burada Şeytan, Peygamber Efendimizi suretine değil başka bir surete girmiş ve rüyanın sahibine ben peygamberim diye fısıldamış oluyor.O kişinin gördüğü, Peygamber Efendimiz değil;Şeytanın girdiği bir surettir.O suretin Peygamber Efendimiz olup olmadığını anlamak için Peygamber Efendimizi hayatta görmek ve bilmek lazımıdr.Peygamber Efendimizin (s.a.v) yüzünü Sahabe-i Kiramdan başka kim bilebilir?
Mana aleminde Peygamberimizin hakiki yüzünü görebilmek imkansız denecek kadar zordur.Onu mana aleminde görebilmek için normal bir insanın kolay kolay yerine getiremeyeceği şekilde ibadet etmesi şarttır.Kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılın, yani kırk sene sabahlara kadar hiç uyumadan ibadetle meşgul olan, Kabede iki rek`at namazda Kuran-ı Kerimi hatmeden,İmamı Azam Hazretleri ve onun gibi zatlar ancak görebilir.
Hulasa; sahte rüyalar sahte mürşitlerin en büyük sermayeleridir.Halbuki başta Şah Muhammed Bahaüddin (k.s) Hazretleri olmak üzere bütün mürşid-i kamillerin ortak bir süzü vardır:
-“Sadatımız rüyaya ehemmiyeti mahsusa affetmezler”. Yani bizim büyüklerimiz rüyaya fazla ehemmiyet vermezler.Hakiki mürşidi kamillerin rüyaya bakış açıları işte budur.
Başlık: Şeytanın Tasallutuna Misaller
Gönderen: fazıl14 - 05 Kasım 2008, 11:50:49
Abdülkadir Geylani (k.s) Hazretleri anlatıyor:
Henüz tasavvufa yeni sülük etmiştim.Bir akarsu kenarında ibadetle meşgüldüm.Gökyüzünden bir nida geldi.
-“Ey Abdülkadir!Hazır ol sana tecelli edeceğim.”
Bu ses gelir gelmez! Etrafımda ne kadar ağaç taş varsa hepsi secdeye vardı.Ben bu hal karşısında hayrette kaldım.Ve düşündüm ki, Hak Teala Hazretleri mekandan münezzehtir.Bu ses ise gök tarafından geliyor.O halde şeytanidir.Bu düşünce ile ondan yüz çevirdim ve defetmek istedim.Tekrar:
-“Ey Abdülkadir! Ben senin Yüce olan rabbinim.” Diye nida geldi.Her şey yine secdeye kapandı.Bunlara asla iltifat etmedim.Zikre devam ettim.”
Bunun üzerine gökten siyah bir şey parça parça olarak yanıma düşüverdi.Meğer Şeytan-ı laıyn imiş.Etrafımda olup secdeye kapanan ağaçlar ve taşlar onun avenesi, yardımcıları imiş.Ağaç ve taş şekline girerek beni sapıttırmaya gelmişler.Hepsi dağılıp gittiler.Şeytan-ı laıyn da bana dedi ki:
-Yürü var git!İlmin bereketleri ile şerrimden kurtuldun, diyerek yanımdan firar etti.
Adamın biri evliyadan A`la Bin Ziyad`a gelir:
-“Dün gece rüyamda seni gördüm.Cennete salınarak yürüyordun” der.Bunun üzerine A`la Bin Ziyad öyle öfkelenir ki:
-İblis, benden başka dalga geçecek birini bulamamış mı?Gözüne de senden başka alçak birini kestirememiş mi ki, elçi olarak seni görevlendiriyor” dedi.
Başlık: Mürşid-i Kamilin Tabileri
Gönderen: fazıl14 - 05 Kasım 2008, 11:51:41
Mürşid-i kamilin tabileri üç tür.
1-Müridleri
2-Halifeleri
3-Varisi
Mürşide tabi olan herkese mürid denir.
Müridlerin içinde çok ibadet edeni ve dine çok hizmeti ile dikkati çeken, ayrıca çile ve erbeıyn çekerek (40 gün aç karına gece ve gündüz zikir ve ibadetle meşgul olan) kişiler olur.Şeyh, irşat vazifelerinde işte bu kişilerden istifade edebilir.İstifade ettikleri bu yetişkin müridlere “Şeyhin Halifeleri” denir.Bunlar ibadette ve dine hizmette çok ileri mertebededirler.
Şeyh, vefat etmeden önce Resulullah Efendimizin de bulunduğu bir manevi toplantıda yerine bırakacağı halifesinin kim olacağı işaretini alır ve vefat etmeden önce o halifesini yerine “varis” tayin eder.
Diğer halife ve müridler şeyhin vefatından sonra yeni varis-i resule gelerek biat ederler.Buna mecburdurlar.Eğer yeni varis-i resule gelipo biat etmezlerse manevi nispet ve irtiabatları kopar.Ana şebekeden kopmuş su musluklarının susuz kaldığı gibi bunlar da feyizsiz kalırlar.
Tasavvuf tarihine baktığımızda ana şebekeden kopmuş pek çok batıl sisliler görülir.Bunlar günümüze kadar çoğu, babadan oğla geçen birer “silsileyi sulbiyye” olarak feyizsiz tarikat kollarını oluşturmuşlardır.
Başlık: Veliler Ve İlimleri
Gönderen: fazıl14 - 06 Kasım 2008, 12:22:26
İsteyen herkes peygamber olabilir mi veya olabilmiş midir? Şüphesiz ki hayır.Peygamberler, hususi yaratılmış zatlardır ve yine bunların kendilerine mahsus hususi hal ve sıfatları vardır.Allahi Teala Hazretleri,resullerini alalade kullarından değil, hususi olarak yarattığı tam ve mükemmel kullarından gönderir.
Peygamberler söylediklerinden başla şeyler de bilir fakat, onları söylemeğe memur olmadıkları için söylemezler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) den sonra İslam şeriatını ve İslam nurunu yaymakla vazifeli büyük veliler de böyledir.Onlar da hususi seçilerek gönderilirler.
İsteyen herkes peygamber olamayacağı gibi, isteyen herkes de varis-i Resul olamaz.Bu sebeple Allah`la kulları arasında bir vesile olduğunu kabul eden bir kimsenin, bu vesileyi kendisi gibi alelade bir insan kabul etmesi doğru değildir.Peygamberler günah işlemeyecek şekilde yaratılmıştır.Hakiki varis ve vekilleri de günahtan muhafaza edilirler.Hususi koruma altındadırlar.Fakat tekrar ifade edelim ki, “hakiki” olması şarttır.Eğer bu zatlar, hata ve günah erbabı kimseler olsalardı, yaymak istedikleri şeyler hep hatalı olurdu.
Allah`ın nurunu yaymakla vazifeli bu mübarek zatların adedi her asırda bir, iki veya üçü geçmez,
(Zamanımızda her mahallede bir tane (!) bulunuyor olması ayrı bir bahistir)
Bu zatların vazife yapmadıkları bir zaman ve asır yoktur.İslamiyetin yok olduğunun zannedildiği bir yerde, aynen Resulullah`a gelen şekliyle İslamiyeti “bi iznillah” yeniden diriltirler.
Bu zatların ahlakları tamı tamına Kur`ana uygundur.Sünnet-i Resülullah`dan karınca başı kadar ayrılmazlar.Çalışma ve irşad şekilleri Peygamber Efendimizin (s.a.v) sünneti üzeredir:Kur`anı Kerimi ve Kur`an ilimlerini talim, dini öğretmek ve fertleri irşad.

Başlık: Allah`ın Veli Kullarını Bulmak Nasip İşidir
Gönderen: fazıl14 - 06 Kasım 2008, 12:23:30
Bir kimsenin, bu zatlara karşı içinde beliren bir sevgi,öbür alemde kurtuluşuna vesile olur.Çünkü Peygamberimiz (s.a.v):
-“Kişi sevdiği ile beraberdir.” Buyurmuştur.
Yaşadıkları devirde bu zatları bulmak ve intisap etmek çok zordur ve nasip işidir.Bu sebeple bunlara Silsile-i Kibriti Ahmer (yeryüzünde çok az bulunan kırmızı kükürt taşı) de denmiştir.Bunları, ancak ezelden nasibi olanlar anlayabilirler ve intisap edebilirler.
Hayatlarında iken hemen hepsine ulema-i rüsum (yani maaşlı din alimleri) muhalefet etmişler,aleyhlerinde ileri geri sözler sarf etmişlerdir.Bu Resulullah Efendimizin de, kitap ehli Yahudi ve Hıristyan alimleri tarafında reddedilmesine benzer.Bu kimseler kısa akıllarının almadığı her şeyi ya inkar ederler veya te`vile kalkışırlar.
İyilerle beraber olmak ve hakiki mürşi-i kamili bulup ona bağlanmak için Cenab-ı Hakka yalvarmak, çok dua etmek lazımdır.Abdülkadir Geylani (k.s) Hazretleri bir sohbetinde dinleyenlerine şöyle diyor:
“-Salih zatların peşine takıl.Kimin Salih kimin münafık olduğunu bilemediğin için gece kalk;iki rekat namaz kıl ve ardından şöyle dea et:
“Ya rabbi! Bana Salih kullarını göster.Beni sana getirecek kılavuzu göster.Gözümü sana yakınlık nuru ile nurlandırarak mükemmelleştir.Bana başkalarının gördüklerini anlatan değil, bizzat gürdüklerini haber verecek bir kılavuzu bildir.
Ve yine Abdülkadir Geylani (k.s) Hazretlerinin bir duası da şöyledir:
-“Allahım! Senden, bizi belalara uğratmadan kendine yaklaştırmanı isyitoruz.Bizleri kötülerin şerrinden facirlerin tuzağından koru.Senden bizleri iyi amellere ve ameller de ihlasa muvaffak kılmanı istiyoruz.Amin.”
Ebu`l Hasen Harkani(k.s) Hazretleri de buyuruyor ki:
-“Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz:Dünya hırsına sahip alim ve ilimden yoksun sufi.”
Başlık: Sünnete Uymayandan Mürşid Olmaz
Gönderen: fazıl14 - 07 Kasım 2008, 11:25:30
Bir gün; Beyezid-i Bestami Hazretlerine yakınları:
-“Efendim, filan yerde büyük bir zat vardır.Fazilet ve keramet sahibi bir velidir.” dediler ve daha başka sözlerle o zatı çok övdüler.Bunun üzerine Beyazıd-i Bestami (k.s) Hazretleri,
-“Madem öyledi, o halde o büyük zatı ziyarete gitmemiz lazım oldu.”buyurdular.Talebelerinden bazıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler.Beyazıd-i Bestami (k.s) Hazretleri, bildirilen zatın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü.Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü.Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu:
-“Dinin hükümlerini yerine getirmekte,Sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riayette zayıf birisine, nasıl olur da keramet sahibi denilir.Böyle bir kimsenin,Allahi Tealanın evliyasından olması mümkün degildir.”buyurdu.
Başlık: Tenvırul Kulubda
Gönderen: fazıl14 - 07 Kasım 2008, 11:26:15
Tenvırul kulub sahibinin izahına göre ise, hakiki mürşidde bulunması gereken vasıflardan bazıları şunlardır:
1-Mürşidi Kamil şer`i ve dini ilimlere tam vakıf olcak(Cahil kimseden mürşid olmaz.)
2-Kitaba ve sünnete tam uyacak (Kitaba ve sünnete uymayandan mürşid olmaz)
3-Dini yaşayacak.İlim okutacak,ilim okutturacak (İlimle meşgul olmayandan mürşid olmaz.)
Başlık: Vesile ve Ma`bud
Gönderen: fazıl14 - 08 Kasım 2008, 12:11:13
Yalnız vesile ayrı, Mabud ayrırdır.Vesileyi mabud kabul etmek küfürdür.Fakat vesileyi Mabud manasında düşünerek ondan uzaklaşmak da nasipsizliktir ve hesapsız güzellilerden mahrumiyettir.Vesile ve vasıtayı uluorta inkar, en büyük vesile ve vasıta, Allah`ın Resulünü (s.a.v), Cebrail Aleyhisselamı ve kur`anı Kerim`i inkardır.Çünkü bunların her üçü de Allah ile kulları arasında vesiledir.Bu hususa aklı ermeyenlerin hiç olmassa sükutu tercih edip susmaları onlar için en doğru yoldur.Meşhur bir sözdür:
                 “Men lem yezuk; vah bilmez yazık”
                   Tatmayan bilemez.Vah yazık!
               

Başlık: Şah Nakşıbend (k.s) Hazretlerinin Gerçek Mürşid Anlayışı
Gönderen: fazıl14 - 08 Kasım 2008, 12:12:42
Muhammed Bahaüddin Şah Nakşıbend (k.s) Hazretleri buyuruyorlar:
-Biz, ilk zamanlar kendimizi aranan, başkalarını da arayan sanırdık.Yanılmışız; şimdi o görüşümüzden dönüyoruz.Gerçek mürşid, Allahü Teala`dır.O, kimin içinde, bu yola karşı bir istek bulursa bize yolluyor.Bize gelince, nasibi neyse, bizim yolumuzdan ona kavuşuyor.
Başlık: Ve Bir Dua..
Gönderen: fazıl14 - 08 Kasım 2008, 12:13:43
Ya Rabbi! Son nefesimize kadar (son nefes dahil) bizleri sevgililerin yolundan ayrıma, bize onları sevdir ve bizleri onların kalplerinden düşürme.Nu mübarek zatların şefaatlerine bizleri de nail kıl.Hatalarımızı affet.
Başlık: Mürşid-i Kamil Nasıl Aranır?
Gönderen: fazıl14 - 10 Kasım 2008, 11:43:12
Ey hakkı hak olmayanlardan ayırt ederek Allah`ın rızasını talip ve Resululah`ın siyretine Ragıp olan ahpaplar ve kardeşler!Bilmiş olun ki, bir kar ve zarzarar diyarı olan bu dünya alemine gelerek, iman ile müşerref olan ve…
LA İLAHE İLLAllah MUHAMMEDÜN RESULULLAH kelime-i saadetini, dilleri ile takrir ve kalpleriyle tasdik eden kadın ve erkek her mü`min ve muvahiddin, yaratılışının aslında mevcut bulunan ve bu risale-i şerifin baışından sonuna kadar zikrolunan ilahi feyizler ve ihsanlar; her birinin alınlarında gizli yazı ile yazılmıştır ki, aşıklar ve sadıklar yolu yordamı ve sıratiyle kulluk görevlerini yerine getirmeye gayret ve himmet ederlerse, Cenab-ı vahib-ül ataya mutlaka ihsan buyurur ve mahrum bırakmaz.Sen itikadını buna bağlı ve kapıcısı olduğun Allah`ın hazinesi olan kalp kapısını; arzu, hırs,şehvet ve muhabbet gibi şeytanın bayağı ve aşağılık askerlerine karşı koru ve onları içeriye bırakma;Bir taraftan da, bir mürşid-i kamil bulup elinden tutmaya çalış! Zira, delilsiz yola çıkmak ve yolu bulmak; geceleyin bilinmeyen bir yola ışıksız ve yanlız gitmek gibidir.Gittiği yeri görmez, bastığı yeri bilmez.Önünde bir hendek mi, yoksa uçurumu var fark edemez.Bu suretle yola çıkanların, tehlikeye düşmelerinde korkulur.Fakat, mürşid-i kamil gidip gelimiştir.O yolların hatalarını ve tehlikelerini görüp anlamıştır.Dalalet ettiği müridini, o yollardan kolaylıkla geçiririr.
Başlık: Mürşid-i Kamil Nasıl bulunur? Nasıl tanınır?
Gönderen: fazıl14 - 10 Kasım 2008, 11:44:15
-Bu zamanda, öyle mürşid-i kamil nerede bulunur? Bilinmesi ve bulunması gayet zor ve kıymetli olan bir şey, diyecek olursan bu itarazın bir bakıma yerindedir.
Fakat, insaf ile düşünür ve insaf ile hakkı teslim edersen, nefsin hile ve oyunu bu sözünde açıkca görünmektedir.Öyle anlaşılıyor ki, mürşid-i kamil aramak hususunda noksanlık yine sendedir.Eğer; sen tetik ve uyanık bulunur,sözünde sadık olursan, Cenab-ı Feyyaz-ı mutlak, sıdk-u hulus ile yolunu arayan kulunu haşa sümme haşa mahrım bırkamaz.Sen, dogrulukla onu ararken, bakarsın, o seni elinden tutuverir.
-Nişanı yok, alameti belli değil; mürşid-i kamil olduğunu nasıl bileyim? dersen, alameti pek çoktur.Fakat, sana söyleyeceğim 3 husus kafi gelecektir.İyi dinle ve belle:
          1-Huzurna vardığın zaman, bütün gamın kederin gider.İçinde bir ferahlık ve muhabbet uyanır.
           2-Meclisinden ayrılmayı istemesin.Birer inci tanesi gibi söylediği her sözden, şevkin ve muhabbetin artar.
          3-Ziyaretine gelen herkes, büyük veya küçük , genç veya ihtiyar, hatta devlet reisi bile olsa, elini öpmeğe mecbur ve hayır duasını niyaz ile mesrur olurlar.
İşte bu 3 vasfı nefsinde toplayan zat-ı şerifin bütün hareketleri, davranışalrı, durumu, tutumu, Resulullah`ın siyretidir.Bu üç işaret ve alamet; riyasız, gösterişsiz hangi zatta görülür ve bilinirse hiç durma, hemen git, teslim-i külli ile teslim ol! Ölü yıkayacının elindeki ölü gibi, emrettiği yerde dur, her emrine uy, hizmetlerini ve emirlerini kendine nimet bil,emirleri gereğince hizmetinde ol.
Başlık: Sahte mürşidler kimlerdir?
Gönderen: fazıl14 - 10 Kasım 2008, 11:45:04
Ancak, dikkat edilecek çok mühim bir husus vardır:
Babadan kalmış veya bir fırsatını ve sırasını bulup gelir kaynağı yapmak maksadıyla bir dergah ele geçirmiş kimseler vardır.Bunlar,ehlullah kisvesine bürünürler.Tasavvufa dair bvazı kitap ve risaleleri okurlar ve ariflik iddiasıyla ortaya çıkıp:
-Biz de şeyhiz! Diyerek sözüm ona meşihat makamında bulunur ve irşada başlarlar,amma irşad nedir bilmez, bildiğide yanıldığına değmez.Bu gibi kimseler, tıpkı körler gibidirler.Bunların müridleri de kör olurlar.İki kör, yola nasıl gidebilirler?Önünde sonunda, bunların bir tehlike uçurumuna düşmelerinden korkulur.
Bir başka güruh daha vardır:
-Şeriat, zahir halidir.Bizim yolumuz batındır.Gusül, abdest, namaz, ve oruç ebrar işidir.Onlar; cennet, huri, gılman ve diğer nimetler ile cennet sefaları için çalışırlar.Bizim ise, guslümüz ezelidir.Abdestimiz de o zaman alınmış, namaz ve orucumuz da ozaman ede olunmuştur.Biz, cemal aşıkıyız.Bizim, cennetle cehennemle işimiz yoktur, diyerek ve Allah korusun, buna benzer yerli yersiz sözler söyleyerek:
Biz, daim huzurda oluruz, derler.Her türlü menhiyatı, mübah derecesinde işlerler.Sakın, sakın bu gibilerden, ırak olmak, hakka yakın olmaktır.Hatta, meclislerinde bile bulunmamak lazımdır, elzemdir.Bu gibiler, yani bu amelde, bu kavilde ve bu fiilde bulunanlar, insan pisliğine batmışlardır.Yanlarına varana bulaşır, hiç olmassa fena kokuları ulaşır.
Bu gibi kimselerden son derece çekinmek ve sakınmak lazımdır.Kadın veya erkek her mü`minin alnında gizli yazı ile yazılmış bulunan ilahi feyizler ve sonsuz ihsanlar, ki maye-i Muhammedi ve siyret-i Ahmedidir.Böyle herkese şamil ve Allahu teala`nın ihsanı olan nimetler, layık ve reva mıdır ki, gafletle kaybedilsin?
Başlık: Mürşid-i Kamilden İnabe Nasıl Alınır?
Gönderen: fazıl14 - 11 Kasım 2008, 11:43:12
Bu önemli noktaya dikkat ve ibret gözü ile bakan aşık ve sadık, yukarıda üç işaret ve alametini saydığımız mürşid-i kamili bulur bulmaz, şüphe ve tereddüde düşerek fırsatı kaçırmadan, edep ve terbiye ile huzruna varmalı, mübarek ellerinden öpmeli ve bendeliğe kabulünü rica ve niyaz eylemeledir.Bunun için de, Allah rızasından gayrı bütün istekleri içinden çıkarmalı, gönlünü Allah rızasına bağlayarak saf ve temiz bir kalb ile huzurda emir işaretlerini beklemelidir.Mürşidin emirlerini hiç düşünmeden kuşkuya düşmeden kabul etmeli, kuşku uyandıracak sözler söylememeli, müteveccih bulunmamalıdır.
Kalpleri dilediği gibi kullanan mürşid, huzurunda bulunan müridin kalbine nazır olur ve bir dakika geçer geçmez, ne zuhur ederse o suretle inabe verilir.Eğer, danışmaya muktedir değilse, müride o gece istihare tenbih eder ve kendisi de aynı gece Resulullah`a teveccüh buyurup:
-Ya Resulullah! Şu isimde bir ümmetin, inabe ister.Kendine istihare ısmarladım, deyip her ne suretle ihsan buyururlar ise, ona göre inabe verir.
Mürşitte, bu ikisine de kudret yoksa, müride ısmarladığı gibi, kendisi de aynı gece istihare edip, ne gibi bir emir ve işaret zuhur ederse, ona göre inabe verir.
Bundan sonra inabe vereceği müridi dizinin dibine oturtur.Kendisine önce teveccühü tarif eder ve alnınu, müridin alnına verip 10-15 dakika kadar teveccüh eder.Sonra, müridin sağ elini, kendi sağ eline alarak beş şart üzerine emir buyurur.
Başlık: İnabe Alan Salike Teklif Olunan 5 Şart Nedir?
Gönderen: fazıl14 - 11 Kasım 2008, 11:44:16
1-Abdeste devam etmek.
2-Farz olan namazları terk etmeyerek vakit ve zamanı ile ede etmek
3-Kazaya kalmış namaz ve orucu varsa, onları da tekmilen eda etmek
4-Yalan söylemekten ve dedikodu etmekten son derece çekinmek ve sakınmak
5-Hiç kimsenin aleyhinde olmayıp, kendi kusurlarının affı niyazı ile meşgul bulunmak.
Bundan sonra, müridin kabiliyet ve tecellisi neyi gerektiriyorsa, Fethiyye evradı, istiğfar, salat-ü selam veya ism-i celal`den haline göre verir ve:
MANASI: Muhakkak ki, sana biat edenler gerçekte Allahü Tealaya bi`at etmişlerdir.Allah`ın eli, onların elleri üstündedir.Kim ahdini ve bi`atini bozarsa, vebali mefssine racidir.Kim, Allahü Tealaya olan ahdine ve bi, atine vefa ederse, Allah da ona pek büyük bir ecir verecektir; ayet-i kerimesini okuyarak fatiha buyururlar.

Başlık: Salikin İlk Günleri Nasıl Geçmelidir?
Gönderen: fazıl14 - 12 Kasım 2008, 13:45:41
Bundan sonra müride lazım olan, bu ahde ve sözleşmeye kuvvetle sarılmak ve sabit kadem olmaktır.Bu ahdi bozmamaya son derece dikkat ve ihtimam göstermek şarttır.Zira, en küçük gevşeklik ve savsaklamak, ahdin bozulmasına sebep olur.
Yukarıda anlatıldığı şekilde, salik icazet ve inabe aldıktan sonra, b,lmiş olsun ki, ahdedip söz verdiği beş şartı tam ve eksiksiz yerine getirmeğe son derece dikkat etmeli ve bir gün bile geciktirmeden edasına gayrette kusur göstermemeli, farz namazları mümkün olduğu kadar cemaatle kılmaya çalışmalı, ayrıca sünnet üzere nafile namazları da geri bırakmamalıdır.Teheccüt namazı, iştirak namazı, duha namazı ve tahiyyet`ül mescit, abdest aldıktan sonra kılınan namaz ve evvabin namazı gibi namazlardan, mürşidi hangisini emretmişse, tam ve eksiksiz eda etmeli, emrolunanlardan hiç birisini geri bırakmamalı, zaruret dolayısyla herhangi birisini kaçırırsa, ilk fırsatta edasına itina etmelidir.Unutmamalıdır ki, nafile namazlar hakka yakınlaştırmayı kolaylaştırdığından, devamlı olarak kılınmalıdır.
Eğer, kendisine Fethiyye evradı verilmişse, sabah namazını kıldıktan sonra, her gün okumalı ve mürşidinin icazeti olan istiğfar, salavat-ı şerife, tevhid-i şerif ve ism-i celal şerifi de, gecenin son üçte biri içinde, teheccüd namazı vaktinde okumalıdır ki efdal olan budur.İşrak namazından veya ikindi namazından sonra da efdal vakitlerdir.Kendisne, hangisi kolay ve uygun gelirse, tenha bir yerde kıbleye yönelerek oturmalı, üç ihlas ve bir fatiha şerif okuduktan ve sevabını önce Sahib-i şeriat sallAllahü aleyhi ve selem efendimiz hazretlerinin,şebeke-i muattaralarına hediye eyledikten ve bu arada bütün enbiya-i izam ve resuül-u kiram hazeratının mübarek ruhlarına, cihar yar-ı Güzin ve diğer sahabe-i kiram, tabi`in ve taba`i tabiin ve eimme-i müçtehidiyn rıdavanullahi teala aleyhim ecmaiyn efendilerimizin ruhlarına ve bütün ehlullah kaddesAllahü teala esrarğhğm hazeratının mübarek ruhlarına ve gelmiş geçmiş bütün mü`min kardeşlerinin aziz ruhlarına hediye etmeli ve daha sonra da ölümü düşünmelidir.
Ölümü düşünmek demek şudur:
Kendisi hastalanmış ve son nefesine gelmiştir.Malından, mülkünden, evlat ve akrabasından artık hiçbir hayır ve fayda beklenemez.Hepsini bırakıp gidecektir.Sayılı nefesleri tükenince, kendisini ölü yıkayacasına teslim edecekler, teçhiz ve tekfin edecekler, tabuta koyarak, cenaze namazını kılacaklar,sonra da kabire görütürüp yerleştirecekler, üzerine toprak atıp herkes birer tarafa dağılacaklardır.Allahü Tealadan başka hiç bşr şeyin sebatı olmadığını böylece bilmeli ve icazet aldığı gün, mürşidinin huzurunda nasıl edepli olmuşsa, aynı edeple ve guya mürşidinin huzurunda imiş gibi verilen dersi okumaya başlamalı, hayırdan ve şerden hatırına hiç bir şey getirmemeli, kendisine herhangi bir mana veya başka bir zuhurat olursa, onu mürşidinden başka hiç kimseye söylememelidir.Eğer mürşidi izin vermişse, ancak izin verdiği kimseye söyleyebilir ki, bu hususta TEVECCÜH VE RABITA bölümünde ayrıca bilgi sunulacaktır.
Başlık: Mürşid-i Kamil Ve Mürid (1.bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 13 Kasım 2008, 11:27:03
Mürşid-i Kamil ile Mürid Arasındaki Münasebetlerde Bilinmesi Ve Bellenmesi Gereken İncelikler Nelerdir?
Salik, bir mürşid-i kamilin mübarek elini tutp, hizmetine girdiği ve emirlerini yerine getirmek için canla ve başla çalışmaya başladığı gün, anasından doğup dünyaya yeni gelmiş gibidir.Artık, mürşidi onun manevi babasıdır ve ilahi feyzin memesini ağzına vererek ona ilahi feyzi emzirmeğe başlar ve müridini Allahü Tealanın rızasına varacak yola ulaştırır.
Ancak, müridin kabiliyet ve irfanı ve teslimiyeti bakımından, bazısı kısa zamanda, bazısı da aradan uzun zaman geçtikten sonra erginlik çağına girer ki , manevi babası olan mürşid-i kamil, sanki sonsuz ve hesapsız mücevherlere malik imiş gibi, müridine haline göre biraz mücevher ihsan ederek, kendisine ilahi feyzin ticaretini gösterir.Eğer, mürit bunun değerini bilmeyerek sermayaden ziyan ederse, hepsini elinden alır ve bir zaman böylece gezdirir.Daha sonra, biraz mücevher daha ihsan eder.Bu defa da sermayaden ziyan edecek olursa, tekrar elinden alır ve onun terbiyeye muhtaç olduğunu anlayarak terbiye kapılarını açar.
Mürid, verileni kaybetmeyerek kıymetini bilir ve ticaretinde başarı gösterirse, o zaman biraz daha ihsan eder ve onu alışverişe başlatır.Yani, sülükün başlangıcını ihsan eder.Salik, bu ihsanları kaybetmeyerek ilerledikçe daha fazlasını ihsan buyurur.O Kadar ki, salik o mücevherler içinde garkolur.
Böylelikle, salik erginlik çağına girmiş ve erginliğini ispat ederek manevi babasının güvenini kazanmış olacağından, mürşidi bütün mücevherleri kendisine ihsan eder ve alış-veriş usullerini de gösterir ve öğretir.
Bu dönemde; müridin, mürşidinin himmetiyle kendisine ihsan olunan mücevherleri kaybetmemesi, gayet sağlam bir altın sandığa koyarak muhafaza etmesi gerekir.Knedi kendine:
-Gerek bu sandıkta bulunanlar ve gerekse bütün diğer malik olduğum şeylerin hepsi, bana mürşidimin ihsanıdır.Bu fakir. Müflis bir biçareyim, diyerek hizmetlerini ve emirlerini yerine getirmeye evvelkinden fazla çalışmalı, rızasını ve duasını almalı, kendisine emanet olunan şeylerin zerresini bile kaybetmemeye gayret etmelidir.
Böyle bir dikkat ve gayret içinde bulunan müride, mürşidinin himmetiyle SEYR-İ FİLLAH tan nihayetsiz derecelere ulaşmak ihsan olunacağına, asla şüphe edilmemelidir.

Başlık: Mürşid-i Kamil Ve Mürid (2.bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 13 Kasım 2008, 11:27:52
Bu arada mürid:
-Artık erginleştim, olgunlaştım.Bu kadar da mücevhere malikim.Bundan böyle, manevi babaya ne ihtiyacım var? Yollu bir davranışa cesaret eder veya buna benzer bir durum gösterirse ve mürşidinin rızasını gözetmeyerek:
-Bundan sonra biz de başlı başımıza bir sultan olduk, gibi hallere düşerse, kısa zamanda bütün o mücevherleri kayıp ve telif eder ve Allahü Teala`nın amanında bir müflis olarak kalır.Bundan sonra, kendisine taraf-ı ilahiden mücahede kapıları açılır.Bir müddet, o mücahede içinde çalışıp durursa da asla faydası olmaz, şaşkın ve üzgün ortalıkta kalıverir.
Eğer kusurunu anlayarak, bu mücahede rüzgarının ne yönden olduğunu fark edebilrse ve sıdk ile iman diyerek mürşidine yüz dindürüp gelir ise, manevi babası olan zatın şefkat ve merhametine kalmıştır.Dilerse, eski halini tekrar ihsan buyurur, kendisini o halde bırakır.
Bir diğer husus da şudur:
Malum olsun ki, bazı salikin tecellisi gereğince, SEYRULLAH vuslatı karanlıkta zuhur eder.Yani, yedi letaifte bir nur eseri görünmeyerek vuslat olur.Ancak, bu süretle giden salik, yalnız nefsini kurtarmış olur.Başkalarının irşat ve tecellisine kabiliyeti olmaz.İşte, böyle karanlıkta gidip, kendisini kurtarmış olan müridin terbiyesi, yedi letaiften başlayarak zikir ve fikir ile meşgül iken, yine karanlıkta olmak üzere, kalp yününde biraz ağaçlar, akar sular ve bunlara benzer alametler görür.Bunu şeyhine ifade ettiği zaman, LETAİF-İ KÜL`le varincaya kadar, mürşidinin telkiniyle bir müddet daha aynı şekilde gider ve gerek kalpte ve gerekse diğer letaifte yine karanlıkta olmak üzere ruhaniyette ve cismaniyyette sallAllahu aleyhi ve selem efendimizi veya Cihar Yar-ıgüzin efendilerimi veya Hazret-i piri görür.Bundan sonra, kendisine LETAİF-İ KÜL telkin olunur.Onda da biraz gittikten sonra, NEFİY VE İSBAT telkin olunur.Eserleri zuhur ettikten sonra, MÜRAKABE telkin olunur.
Bazı salikler de , TECELLİ-İ ESMA`da veya TECELLİ-İ EF`AL`de yahut TECELLİ-İ SIFAT`ta kalır ve daha ilerisine gidemez.Tecellisi gereğince, oraya eleşüp kalırsa, zaman mürşidi o salike TECELLİ-İ ZAT`tan iki günde veya üç günde bir veya her gün huzuruna alıp teveccüh buyurur.Böylece, o salik düçar olduğu tehlikeden kurtulur ve selamate ulaşarak ileriye geçirilir.İleri geçmesi mümkün olmadığı takdirde, bulunduğu hal üzere kullanılır.Çünkü, tecellisinin gereği böyledir.Fakat, o müridin mürşidi kudsi kuvvet sahibi ve maliki, kamil ve mükemmel bir zat olursa o zaman biçare saliki kudsi kuvveti hasebiyle ta Zatullah`ta müstağrak olmak derecesine kadar götürür.
Önemli bir husus daha vardır:
Salik, sülüke başlayıp ta kalbin nuru zuhur edince, keyfiyeti şeyhine bildirdiği zaman, birden ileri geçirmemeli ve onurun sebat için birkaç gün o mertebede tutmalıdır.Ondan sonra, ruha geçirmeli ve sırasıyla her birinin eserleri zuhur ettikçe, üçer beşer gün bekletilerek LETAF-İ KÜL`le vardırılmalıdır.Eğer salik LETAİF-İ NEFS`e vardığı zaman, arada birinin nurunu kaybediverirse, onu tekrar buldurmadıkça daha ileri geçirilmemelidir.
Bazı saliklere de, bu letaif arasında kabirlerin veya kalblerin keşfi gibi gaipten bazı alametler zuhur eder ve kendisinde ilişiklik belirtisi görülürse bu tehlikeden o saliki geçirmek için:
-Bu gibi şeyler tehlikelidir, diyerek yüz vermemeli ve biraz sert davranmalıdır.Salike:
-Bunlar, erkeklerin aybaşı hali görmesi gibi şeylerdir.Bizim maksadımız ise vuslattır, denilmek süretiyle o ilişkilerden geçirmeli ve bu tehlikeden kurtulması için mürşid kendi hücresinde, müridinin gıyabında teveccüh buyurmalıdır.

Başlık: Niçin Mürşid-i Kamile İhtiyaç Vardır?(1.bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 14 Kasım 2008, 12:04:29
Kulun yüksek makamlara erismesi, ancak su iki seyden birisi ile mümkün olur: Ya Ilahi bir cezbe, ya da Sadiklardan olan seyhlerden birinin elinde sülûk etmekledir. Hususi bir cezbe herkes için söz konusu olmayabilir. Fakat digeri için bir engel yoktur. Bir Mürsid-i Kamil'in elini tutup hizmetine girildigi, emirleri tutulup canla, basla çalisilmaya baslandigi zaman, salik, sanki annesinden yeni dogmus gibi olur. Artik Mürsidi onun manevi babasi ve terbiyecisidir. Allah'a giden yolda yegâne vasitadir.

Tasavvuf yolunun büyükleri, Allah'a giden yolda kendisine yol gösterecek, rehberlik edecek seyhin, Allah'in kapilarindan bir kapi olduguna isaret etmislerdir. Bu yola giren bir kimsenin, seyhini böyle görmesi, müridligin ilk basamagidir demislerdir. (Adab) Imam-i Sa'rani'den yapilan bir açiklamaya göre; Ehl-i tarik, insani Allah'in huzuruna kalb huzuru ile çikmaktan men eden kötü sifatlardan temizlenmeye irsad edecek bir mürsid-i kâmile intisab etmenin mutlaka zaruri oldugunda icma ve ittifak etmislerdir diye bildirilmistir. (Adab)

Mürsidi Kamile bir Peygamber gibi vahiy gelmiyor. Ve bir Peygamber gibi vahiy teminati altinda da degildir. Bundan kasit, bir Peygamber gibi mucize ortaya koymak mecburiyetinde görülemezler. Bununla beraber onlar Allah'in ordularindan bir ordudur. Allah'in ordulari ise, O'nun bilgisi dâhilindedir. Nitekim:

Rabbinin ordularini kendisinden baskasi bilmez. Ve o insan için ancak bir ögütten ibarettir .(Müddesir /31) buyurulur.

Bazi bilginlerin açiklamasina göre Rabbin Ordulari'ndan maksat bunlar Allah'in Velilerini olusturan topluluktur. Asirlardir onlarin Islam toplumundaki serefli yerini ve faziletlerini, gerçek ilim adamlarindan kimse inkâr etmemistir. Rabbimiz (cc) buyurur ki:

Dikkat ediniz! Allah'in velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar(Yunus /62)

Öyleyse, kendini bos seylerle oyalama. Bu yolun yol kesicilerine takilarak, gerçek saâdetten mahrum olma. Bilgisi kendisine fayda saglamayan, Islam'in edeb kültüründen mahrum ve nasipsiz kimselerin telkinleri seni oyalamasin. Faziletine inandigin bir mürsidin himmetine erismek için acele etmelisin.

Peygamberler ile (Allah cümlesine salât etsin) Evliyaullah'in meslekleri aynidir. Aralarindaki tek fark, Peygamberlerin ihtisas sahibi olmalari, delil ve hüccet getirmede mucizeye kadir olmalari ile Evliyaullah'in onlara bagli bulunmalaridir. Nasil ki peygamberlerin yolunu kesen yol kesiciler varsa, Allah dostlarinin kapisina giden yolu kesenler de eksik olmayacaktir. Mevlana Halid el-Bagdadi (ks) der ki:

Kalb ehli tarafindan gözetilmek isterseniz, inkâr ehlinin sözlerine kulak asmayiniz. Allah (cc)'un bir kulundan yüz çevirdiginin alametlerinden biri de, O kulun velilerin haysiyet ve sereflerine dil uzatmasidir. Bu söz büyüklerin kelamidir. Kim velilerin aleyhinde konusulan sözlere kulak verirse, o da onlardan sayilir.

Yeryüzü kiyamete kadar Allah'in evliyasi ile sereflenecektir. Evliya Velinin çoguludur. Veli ise, araya isyan karismamak üzere taati devam eden kimsedir. Bir baska manada ise Veli, kendisine Allah'in ihsani araliksiz olarak devam eden kimsedir. Bir kimsenin hakikatte Veli olabilmesi için, bu iki vasfin gerçeklesmesi lazimdir. Peygamber nasil masum ise, Velinin de Allah tarafindan korunmus olmasi lazimdir. (Reddü'l-Muhtar )

Mürsid-i kâmil olan zâtlar hakkinda söylenmesi gereken söz; onlarin vasiflarinin Allah Teâlâ'nin korumasi altinda oldugunu kabul etmektir.

Mürsid-i Kamiller Allah'in yeryüzündeki eminidirler. Onlarla beraberlikte çok hayir ve bereket vardir.

Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadiklarla beraber olun (Tövbe/119)

Mürsid-i Kamiller kalp mütehassisidirlar. Kötülügü emreden nefsin hile ve desiselerine karsi gelistirdikleri metodla, kalpleri tamir etmede Allah onlara kabiliyet vermistir. Sen, dinin emrettigi farzlari, vacibleri ve diger hususlari, bir fikih âliminden alip ögrenebilirsin. Mesela Islam akaidini bir kelam âliminden ya da Ilm-i Kelama ait bir eserden ögrenebilirsin. Ama kalbinde olusan firtinalari, Kamil bir Mürsidin verecegi bir reçeteyle durdurabilirsin. Alimlerin ihtisas alanlari degisik degisiktir. Nasil ki kalp doktoru, ameliyat doktorunun sahasina karismazsa, bilginler de, kendi ihtisas alanlarini asan hususlara girmezler. Girmemelidirler. Çünkü bu Fizik ilmi degildir. Din ilmidir. Bu bakimdan, asrin getirdigi birtakim tereddütler, kalplerde olumsuz etkiler meydana getirmektedir. Bu tereddütleri gidermek için, mutlaka bir mürside ihtiyaç vardir. Efendim böyle bir zamanda bunlara ne gerek var! Denilemez. Gerçek saâdete, ilim ve amel bütünlügü ile ulasilir. Bu bütünlük, kalpte gelismedikçe, bedene tesiri olmaz. Öyleyse, vasiflarini belirttigimiz Mürsid-i Kamillere giderek, bu ihtiyaç giderilmelidir.
Başlık: Niçin Mürşid-i Kamile İhtiyaç Vardır?(2.bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 14 Kasım 2008, 12:05:13
Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri Mürsidi Kâmile olan ihtiyacin önem ve ehemmiyeti hakkinda söyle buyurdular.

Bazi âlimler, ulemalar Kuran'a ve sünnete bagli oldugu müddetçe ehli tasavvuf gibi yasayanlarda da Cenabi-i Zül celal Hazretlerinin evliyasi olur, diyorlar evet dogrudur. Fakat bu nadirattandir. Tarikata girenler ile girmeyenlerin arasindaki fark dagdaki olan meyveyle bahçedeki olan meyvenin arasindaki fark gibidir, çünkü bahçede yetisen meyvenin bir bahçivani olur. Topragini havalandirir, temizler gübresini atar suyunu verir, asisini yapar. Çiçeklendigi zaman onun flitini verir, haserelerden korur. Mümbit bir sey olur.

Ama diger taraf da kendi basina zikreden, ne nefsi levvamede oldugunu bilir ne mülhimede oldugunu bilir. Oda meyvedir ama bu meyve kendiliginden olur, sahibi olan meyve gibi olmaz. Doktoru olan hastayla doktoru olmayan hasta gibidir. Doktoru olan hasta ilaçlarla ameliyatla tedavi olur. Doktoru olmayan da sabir Allah sabir Allah der. O hastaligi çeker. Yinede Allah'a dost olur ama çeke çeke gider.

Mürsidi Kamile bagli olan ise sihhatli gider. Baska bir misal verecek olursak; nasil devletin askeriyesi varsa nasil orduda bir çavusun, onbasinin, basina bir sikinti gelse bir tehlike olsa o ordunun generali hemen emir verir ve birden o sikinti çözülür. Sivilde ise kahvede birini öldürseler onun katilini bile bulamiyorlar. Niye, sahiplenen yok Degil mi. Iste Tarikata giren insanda manevi askerdir. Manevi askerinde bir arayani olur. Maneviyat, evliyaullah da onlari arar, onlari kollar ve gelecek hadiseleri onlara bildirir ve uyarir aradaki fark budur.

Yunus Emre Hz.leri Seyhi Olmayanin Seyhi Seytandir buyuruyor.

Bu sözün manasi sudur. Müslüman eline bir mecmua aliyor, kalbin açilmasi için bin defa Ya Fettah çekeceksin ve yahut isinin olmasi için su kadar esma çekeceksin diye okuyor. Bu arada ruhi sultani genisliyor ama bu seferde nefis ve seytan daraliyor. Daraldigi içinde Allah'in varligina birligine sek süphe yaptirmaya basliyor. Akli fikrine, fikride kalbine diyor ve konusmaya basliyor. Seytan ve cin bu insana musallat oluyor. Onun için insana bir rehber gerekiyor. Bizlere Fikih ilmi ile isik tutan mezhep sahibi büyük imamlarimiz dahi bu manevi ihtiyacin gerekliligini anlamislar.

Imam-i Azam Ebu Hanife Hazretleri, Bu mübarek, Cafer-i Sadik Hz.lerine intisap etmis ve su sözleri söylemistir:

Ömrümün son iki senesinde, Cafer-i Sadik Hazretlerine intisap etmeseydim, hüsrandaydim, buyurmustur. Buradaki, hüsran olmak manasi, yanlis anlasilmasin, ahiretini kaybetmis anlaminda degildir. Ancak buna su sekilde bir örnek verebiliriz.

Nasil ki, askeriyede, bir astegmen, albayliga kadar yükselebiliyor, ondan sonra general olabilmesi için kurmaylik sinavina girmesi gerekir. Yoksa general olamaz, albayliktan emekli olur. Ayni bunun gibi, maneviyatta da, erinden generallige kadar gidilir. Iste manevi general olabilmek için, Allah'a vuslat bulmak için, illaki bir gönül dostu, bir mürebbi sarttir. Iste, Imam-i Azam Hazretleri de, bir gönül dostu olan, Cafer-i Sadik Hazretlerine intisap edip, tabi olmus. Kendisine manevi haller, kesif ve kerametler verilmis, o nese ve muhabbet ile Hakk'a âsik olmustur. O'na, dost, Muhammed-il Mustafa ya yar olmustur. Kendisi bu güzellik ve hakikati, ancak Cafer-i Sadik Hazretlerine intisap ettikten sonra, ona tabi olduktan sonra, yakalamis ve onun için bu ask ve vecd halinden uzak geçen ömrünü, hüsrana ugramis olarak nitelendirmistir.

Ayni sekilde, yine, mezhep sahibi olan, Imam-i Safi Hazretleri ve Imam-i Ahmet bin Hanbel-i Hazretleri de, Ümmi bir zât olan, Seyban-i Rai (ks) Hazretlerine müntesip olmuslardir.

Yine büyük Âlim ve Müfessir olan Imam Sarani Hz.leri de Ümmi bir zât olan Ali Havas (ks) Hz.lerine intisap etmistir. Hem Mezhep imamlarimiz da, hem de diger büyük ilim sahibi imamlarimizda da tarikat'a suluk edenler çoktur. Çünkü Tarikat Seriat'tan ayri bir sey degildir. Beraberlerdir.

Hakikate ve marifetullah'a ulasabilmek için ancak gerçek bir Mürsidi Kâmilin terbiyesinden geçmek gerektir.


Başlık: Mürşid-i Kamil Kime denir?Kendisine düşün vazifeler(1.bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 15 Kasım 2008, 12:36:46
Allahu Teala`nın emriyle her asırda, ilimleriyle amel eden alimlerden, her konuda üstad sayılan kişilerden, Resulullah sallAllahü aleyhi ve selleme halife olabilecek olgunlukta ve erginlikte bulunanlardan 10-15 ve bazen daha fazla mürşid-i kamil vardır.Vaktine göre, her biri birer büyük beldede irşad ile memurdurlar.Bazen de, üçü beşi, bir büyük beldede bulunur ve irşada memur olurlar.
Ancak, bunların hepsi tıpkı tıpkısına saiyret-i Ahmediyyeyi baş tacı etmiş, bir adım ayrı-gayrısı bulunmayan, ayniyle Resululah Sallalahü aleyhi ve sellem efendimizin siyretleriyle amillerdir.Daima, huzuru Nebevi`de olmak üzere müteveccihlerdir.Terbiye edilecek müridi, o makama danışarak tecellisine göre terbiye ederler ve seyr-i sülükünü gösterirler.Bunlar, Halife-i irşad`dırlar.Sırrı hilafet bahsinde açıklandığı gibi, Resululah`ın huzurunda bunlara da Allahü Teala`nın aynı ihsanı vukubulur ve müritlerini terbiye etmeleri için her birine bazı aletler verilir.O suretle terbiyeye memur olurlar.Ancak, sırrı hilafette olan Zat-ı-vala-kadr, bu Zat-ı şeriflerden üstün olduğundan, bu zevat evvelce olduğu gibi hala da dereceleri bakımından Resulullah`ın postunda bulunduğundan, iki cihandaki bütün ümmet-i Muhammed`in ve kendisine biàt eden ve müritlerinin ve diğer kimselerin terbiyeleri de onlara tevdi edilmiştir ki, her birini tecellileri gereğince terbiye etmekle görevildirler.
Hilafet irşadıyle memur olan Zat-ı-şerifin birinden, bir mürit inabe almak istediği zaman o zatın, siyret-i Nebeviyyeye uygunluğunu ve şeriat-ı Mustafaviyye`ye uyup uymadığını girmeli ve kalp huzuru hasıl olunca, inabe edip ölü yıkayıcı elinde ölü gibi teslim-i külli ile teslim olmalıdır.
Bazı salike, zikri az ve bazısına da çok verilir.Bazılarına, farzlardan başka teheccüd, işrak, duha, evvabiyn ve tahıyyatül mescit ve abdest namazı gibi nafile namazlarda emrolunur.Bazılarına da BIYZ orucu verilir ki, BIYZ aydın gün ve geceler anlamına gelir ve her kameri ayın 13,14,15inci gecelerinin günleridir.Bu suretle, her ay üç gün oruç tutulur ve buna BIYZ ORUCU denir.Bazılarına da Davud orucu verilir ki, Davud aleyhisselamdan kalan bu oruç, bir gün oruç tutmak ve bir gün bırakmak suretiyle bir yıl sürer.Bunlar, müridin tecellisinin gerektirdiği hususlardır.Bu sebeple, birine bakıp:
-Filana çok, bize az verildi, veya:
-Falana az, bize çok verildi, diyerek emrolunanı ne çok, ne  az görmeli, gönlüne bir şey getirmeden kendisine emrolunanı yerine getirmeye dikkat ve gayret etmelidir.
İbadetlerde olduğu gibi, zahir hizmetlerde de böyledir.Bazılarına hafif, bazılarına da ağır hizmetler verilir.Bazılarını huzura sık sık çağırarak taltif ederler.Bazılarını, seyrek olarak huzura kabul ederler, sert davranırlar.Bunların hiçbirisine incinmemeli, alınmamalı ve gerek celal yüzü ile, gerekse cemal yüzü ile hangi şekilde olursa olsun, bunları hakkında büyük nimet bilmeli, cemalde mesrur olduğu gibi, celalde de mesrur olmalıdır.Bu gibi davranışarın bir hikmeti olacağını düşünerek, kötüye yormamalı ve daima rızada bulunmaya çalışmalıdır.Zira, ehlullah`ın sırrına, kıt ve kısır akıllarla erişilemez ve hareketlerinin hikmeti bilinemez.Sözün kısası, her halde ve her hususta rizadan büyük yol olmaz.Müride, her şeyden önce edep ve erkan üzere hareket etmek gerekir.
          Edeple Şeyh huzuruna girenler,
          Onlardır hep saadeti bulanlar:
          Dost ile dost olup didar görenler,
          Mülke sultan olup seyran sürerler..

Başlık: Mürşid-i Kamil Kime denir?Kendisine düşün vazifeler(2.bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 15 Kasım 2008, 12:37:34
Şeyhin, tekkesi veya hariçte misafir kabul edecek bir yeri yoksa, evlerine giderek kapıyı vurmalı, içeriden (Kimdir o?) diye sorulmadıkça girmeden beklenmeli, sorulduktan sonra ismini vermeli (Filan) diyerek kendisini tanıtmalı, müsaade olunursa etrafına bakmadan girilmeli ve şeyhin huzuruna varılarak iki diz üzerine çökmeli ve mübarek ellerini öpmeli ve ayağa kalkılarak emirleri beklenmelidir.Oturması emrolunursa, gösterilen yere düşünmeden oturmalı ve teveccüh üzere durmalı, şeyh sormadıkça söylemek istediği şeyi söylememeli, konusurken yüksek sesle değil, hafif ve mülayim konuşmalıdır.Sorulmazsa , susulmalıdır.Konuşmalarını anlamaya çalışarak dinlemeli ve anladığı kadarı ile yetinmelidir.Sorusuna cevap olarak bir menkıbe anlatılırsa, sezmeye gayret etmelidir.Sorulmadan bir şey söylememeli, hatta bir müşkili dahi olsa, kalbinde tutup müteveccih bulunduğu halde durmalıdır.Ancak, sorarlarsa söylenmelidir.Konuşması sırasında bazı hususları saklamaya ve gizlemeye çalışarak tekrar ettirmemelidir.Kalbine başka düşünceler gelirse, bunları def`e uğraşmamalı:
-Beni, benden daha iyi bilir.Her halime vakıftır,düşüncesiyle ve teslim-i külli ile durmalıdır.Bir cezbe veya istiğrak gibi bir hal zuhur ederse, onu da def`e çalışmamalı, tam teslim olarak beklemelidir.
Şeyhin huzuruna varılınca, meclisinde başka şeyhler de bulunursa, onların da ellerini öpmelidir.Gerek şeyhin huzurunda ve gerekse başka bir yerde başka şeyhleri övmekten veya kötülemekten de çekinmelidir.Başka bir kimse tarafından, bu konuda söz açılırsa ve kendisi de cevap vermeye mecbur kalırsa, dilinin döndüğü kadar onları övmeli ve fakat:
-Onlar da şeyh adamlarıdır.Lakin, şeyhime tercih edemem, demeli ve böylece sabit kadem olmalıdır.
Şeyhin huzurunda iken aksırma, tükürme veya sümkürme arız olursa, kalben destur ile dışarıya çıkmalı ve onu def`ettikten sonra tekrar huzuruna girmelidir.
Kendisine HAL yönünden bir şey vuku bulunca, hemen gelip söylemesi hususunda izin verilmiş olsa bile, ihtiyata ve adaba riayet etmeli, boş ve tenha bir vakit gözeterek huzuruna varmalı ve ellerinden öptükten sonra ne diyecekse söylemelidir.Ne emrolunursa, can ve gönülden kabul etmeli, hizmetinde bulunmalıdır.Eğer dilediği zaman gelebilmesi için izin verilmemişse, huzuruna varıldıkta müteveccih durulmalı ve sorulmadan bir şey sölememelidir.Gerek bu gibi hususlar için ve gerekse başka maksatlar için ziyaret olunduğu zaman huzurda çok oturmamalı, biraz daha oturması emrolunursa oturmalı ve (destur) diye kalkılarak şeyhin ellerini öptükten sonra, adap üzere yüzü şeyhüne ve arkası kapıya gelmek üzere geri geri giderek kapıdan çıkmaladır.
Yolda giderken, ister yaya isterse bir vasıtaya binmiş olarak şeyhine rastlarsa, mümkün olduğu kadar gizlenmeye çalışmalı, gizlenmek kabil olmassa el ve etek kavuşturup, edep ile selamını beklemeli, selam verince boyun büküp kalben selamını almalı, el ile ve sesle karşılık vererek teklifsizlik sureti göstermemelidir.
Mürid, fakir ise şeyhinin ihsanlarını kendisine nimet bilerek almalıdır.Meclislerinde bulunurken,az veya çok bir şey ihsan ettikleri zaman, oturulan yerden uzanmamalı, ayağa kalkmalı, saygı ile verileni almalı ve mümkünse elini de öpmelidir.
Şeyhin, geçim sıkıntısı veya elbise ihtiyacı bulunur da, müridinde bu sıkıntı ve ihtiyacı gidermek imkanı olursa, istemeden yiyecek, elbise veya harçlık yetiştirmelidir.Bunlara benzer adap çoktur.Bu zat-ı şerifler, Allahü Tealanın ihsanına mazhar olduklarından, olur olmaz kusura kalmazlar.Fakat her yönden, adaba riayet etmeye çalışan salik, Allahü Tealanın lutfu ile kısa zamanda maksatlarının ötesine varacaktır.Dergahları ve hariciyeleri olan şeylere de böylece gitmeli ve hzimetlerinde bulunmaldır.Bu ziyaret ve hizmetleri kendisi için nimet bilmeli, emir ve tenbihlerini yertine getirmeye dikkat ve gayret etmelidir.
Başlık: Müntehi Saliklerin Gözetmeleri Gereken Hususlar Nelerdir?
Gönderen: fazıl14 - 17 Kasım 2008, 12:36:17
Sülükü tekmil eden salike, gözetmesi gerekli beş şart vardır:
  1-) Tam bir tevekkül içinde bulunmalıdır.Yani, yiyecek ve içecek, giyecek gibi şeylerde, buldukları ile kanaat etmeli; yemekte, içmekte ve giymekte (Yarın şöyle yapayım..) gibi düşünceleri tamamıyle kafasından silmelidir.Çoluk çocuk sahibi bile olsa, onların da yemelerinde, içmelerinde ve giyinmelerinde ve kendisine düşen bütün görevlerinde derin derin düşüncelere dalmamalı, zikrinden ve fikrinden başka bir şey düşünmemelidir.
  Mana:Dünya hayatındaki ma`işetlerini bile, aralarında biz taksim ettik.(Ez-Zuhruf:32) hükmüne bağlanmalı ve bütün işlerini Hakka bırakmalıdır.
  2-)Tam bir rıza içinde bulunmaldır.Kendisine hayırlı ve ya bunun aksi ne olursa, zuhur edene razı olmalıdır.Gerek çoluk çoçuğu, gerek akraba ve ahbapları ile veya herhangi bir yabancı ile malına veya parasına ve buna benzer çekişmeyi gerektiren anlaşmazlıklara düştüğü zaman, hayra razı olduğu gibi buna da razı olmalı, kimse ile çekişmemeli ve: (Dost armağanıdır) diyerek asla kederlenmemelidir.Zikrine ve fikrine bıkmadan, usanmadan ve ara vermeden devam etmeli ve Allahü Teala`nın rızasından ayrılmamaya çalışmalıdır.
  3-) Teslim-i külli ile şeyhine teslim olmalıdır.Mürşidinin her emrini, bir mücevher hazinesi bilmeli ve neye işaret buyururlarsa, onu bellmeli ve emrolunduğu gibi aynen ve harfiyen yerine getirmeye çalışmalıdır.
  4-) Şeriata son derece itaat etmeli, şeriat-i-Ahmediyye`yi baş tacı ederek her işini, her fiilini, her kavlini ve her amelini en küçük zerreye kadar şeriaatten ayırmamaya dikkat ve gayret etmelidir.Bütün işlerini şer`e tatbik ederek görmeli ve yapmalı, bütün haramlardan sakınmalı, yemede içmede ve giyinmede, dilini, kulaklarını, ayaklarını ve gözlerini şeriat hükümleri dahilinde kullanmaya son derece itina etmelidir.
  5-) Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem efendimizin siyretlerine, uymalıdır.Sünnet-i seniyyesine canla başla sarılmalı ve icaplarını gücü yettiği kadar yerine getirmeye çalışmalıdır.Resululahın güzel adetleri, güzel fiilleri ve amellerini aynen yapabilmek mümkün olmazsa da, h,ç olmssa taklide çalışmalı, Muaffak olabileceği kadar bütün hareketlerini benzetmeye dikkat ve gayret etmelidir.Unutmamalıdır ki, Ehlulllah`a bir nefeste Allahu Tealanın iki ihsanı olur.Her ne kadar nefes bir olursa da, girmesi ve çıkması bakımından ilahi tecelli iki ihsan buyurulur.

Başlık: Mübtedi Saliklerin Gözetmeleri Gerekn Hususlar Nelerdir?
Gönderen: fazıl14 - 18 Kasım 2008, 13:04:42
1-) Hiç bir vakit abdestsiz bulunmamak, uykuya yatacağı zaman dahi abdest ile yatmaya çalışmaktır.
2-) Farz olan namazları cemaatle kılmak, yalnız olursa vaktinde ve zamanında eda etmeye dikkat ve gayret etmektir.
3-) Yalan söylememek, dedikodu yapmamak, kimseyi arkasından çekiştirmemek ve böyle sözler konuşulan meclislerde bulunmamaya ziyadesiyle itina ve ihtimam etmektir.
4-) Kazaya kalmış namaz ve oruçları varsa, edaya muvaffak olabilmek için tam bir gayret göstermektir.
5-) Hiç kimsenin aleyhinde bulunmamak ve bu ahlakta olan kimselerle görüşmemeye çalışmaktır.
Başlık: Mürşit Bulamayanlar Ne Yapmalıdır?
Gönderen: fazıl14 - 19 Kasım 2008, 14:07:51
Allahu Teala`nın rızasına talip ve Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem efendimizin siyretine Ragıp ve tarikat-i aliyyeye muhip ve sadık olup böyle bir mürşid-i kamile kavuşmaya mukadder olamayan din kardeşlerimiz, Resulü zişanın ruhsatı iledir.
Malum olsun ki, aşık ve sadık olan mürid, bütün aramalarına ve araştırmalarına rağmen mürşid bulamassa, tenha ve gizli bir yerde, kendi hücresinde belirli bir vakitte kıbleye yönelerek oturur.Kendi kendine ölümü düşünmeye başlar: Güya, son nefese gelmiş, artık ahrete gidecektir.Hastalığı artmış, can boğazına gelmiştir.Malını, mlkünü, çoluk çocuğunu, akraba ve ahbaplarını, dünyaya ait her şeyini bırakıp gidecektir.Ruhunu teslim eder etmez, kendisini sevenlerin muhabbetleri de, o ruhla birlikte gidecek ve yakınlarında cesedi bir an önce mezara koymak için bir telaş baş gösterecek , kefen ve diğer lüzumlu şeyler tedarik olunacak, hazırlanan teneşirde gasledilecek, kefenine sarılıp tabuta konulacak, namazı kılındıktan sonra kabrine yerleştirilecek, üzerine toprak atılacak ve bütün sevdikleri, çoluk çocuğu, akraba ve ahbapları kendisini orada yapayalnız bırakarak birer tarafa dağılacaklar.İşte, bütün bunları enine boyuna tefekkür ettikten sonra, bir müddet kendisini dinlemeli ve kitabın baş tarafında anlatılan üç türlü teveccüh şeklinden hangisi kendisine kolay gelirse, öylece Hazreti Pir Muhammed Baha`edin Şah-ı Nakşibend kaddesAllahü sırrahulazize teveccüh etmeli ve bu teveccühünü bozmaksızın yüz istiğfar, yüz salat-ü selam okumalı ve eğer dayanabilirse bunları 200, 300 , hatta 500`e kadar arttırmaya ruhsatı vardır, o kadar tekrarlamalıdır.Bitirince, FATİHA  diyerek Fatiha-i şerifi okuduktan sonra ellerini yüzüne sürerek kalkmalıdır.
Hazreti Şah efendimizin Şemail-i şerifleri orta boylu, tıknazca, kır sakallı, yani beyazı siyahından fazla, mübarek yüzleri değirmi, yanakları biraz kırmızıya yakın, iki kaşının arası açık, bıyıkları kırkık, gözleri sarı şehdane ela, ki kestane karası tabir olunur.Bu hey`et ve bu şekil üzere teveccühünü alıp, huzuru şeriflerinde diz dize oturmuş ve alnını alınlarına dayamış ve mübarek kalplerinden lendi kalbine ilahi feyiz akıyormuş farz ederek bir müddet öyle durmalı, daha sonra zikrini muvacehede okuyormuş gibi düşünerek okumalı ve duasını ederek FATİHA`yı müteakip Fatiha-i şerifi de okuyup, ellerini yüzüne sürmelidir.
Eğer, Fethiyye-i şerifi de okumak için şevk ve muhabbet gelirse, bir Cuma gecesi iki rek`at namaz kıldıktan sonra istihareye niyetlenerek Fethiyye-i şerifi başının altına koymalı ve sağ tarafına yatmalıdır.Manasında, Hazreti Pir efendimizi ve ya Ehlullah`tan birisini görür ve onlardan isteğine ruhsat verildiğine dair bir işaret alemeti olursa, her gün sabah namazından sonra, Fethiyye-i şerifi okumalıdır.
Böylece, hiç ara vermeden Hazreti Pir efendimizin şemail şerifesi üzerine teveccühüne devam ve sebat etmeli, zahirde olduğu gibi zuhur edinceye kadar Fethiyye-i şerifi okumaldır.
Hazreti Pir efendimizin ma`nen zuhur buyurduktan sonra İBTİDAİ SÜLUK bahsinde açıklanan usul ve tertip ile, ism-i celale başlanmalı, eserleri zuhur edince, diğer mertebelere devam olunmalıdır.Böylelikle kısa zamanda VUSLAT-I İLAllah kapıları kendisine açılır ve Allahü Tealanın ihsanlarına mazhar olur.
Bu arada, herhangi bir müşkili olrusa, teveccühünde Hazreti Şah efendimize kalben niyazda bulunmak suretiyle, bu müşküllerinin hali de kolaylaşır.Bu taktirde, ne gibi bir işaret veya alamet zuhur ederse, asla kuşkulanmadan hak olarak kabul edilmeli, emir ve iş`arları dahilinde hareket olunmalıdır.
Başlık: Tarikat-ı Aliyye-Tarik-i Cehri Ve Tarik-i Ruhaniyye(1.Bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 21 Kasım 2008, 15:18:20
Fahr-i kainat sallalahu aleyhi ve sellem efendimizin vakt-i saadetlerinden, Ebu Müslim zamanına gelinceye kadar TARIKAT-İ ALİYYE biri gizli ve diğeri açık olmak üzere iki idi.
Fahr-i alem sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz, ZİKR-İ HAFİ`yi önce Hazreti EbaBekir efendimize telkin ve onu irşad buyurdular.Sonra da, Hazreti Ali efendimize de telkin buyurarak bir müddet çalıştırdılar.Hazreti Ali efendimiz, asla tad bulamadılar ve tarikatten feyiz alamadılar.O zaman, Fahr-i alem sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz, Cenab-ı Hakka temenni ve niyazda bulundular.Hazreti Ali, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman rıdvanullahi aleyhim ecma`iyn efendilerimiz hakkında, emr-i-ilahi zuhur etti:
-Habibim! Onların, dördünün de kabiliyetleri başka başkadır.Birisinin gittiği yoldan, diğeri gidemez.Onların, tecellileri iktizası böyledir, buyuruldu ve her birinin hakkında bir tarik Fahr-i alem sallalahu aleyhi ve sellem efendimize talim olundu.
Onlar da, Cenab-ı Hakkın ihsanı ile, her birisine telkin ve irşad buyurdular.Sonradan, anlatıldığı gibi ikisinin tarikinden başka bir yere ashabı kiramdan kimse irşad olunmadığından, ta Eba Müslim zamanına kadar Hazreti Eba Bekir efendimiz ile Hazreti Ali efendimizin tariklerinden, seyr-i sülük gösterilerek, Cenab-ı Hakkın ihsanı ile VASIL-I İLAllah olurlardı.
Eba Müslim`den sonra, 12 tarik zuhur etmesinin sebebi ve hikmeti şudur:
Fahr-i alem sAllahu aleyhi ve sellem efendimiz haretlerinin sülalesinden 12 imam zuhur etmiştir.Dördü, Eba Bekir efendimizin tarikinden ve sekizi Hazreti Ali efendimizin tarikinden sülük görmüşlerdir.Sülüklerinden sonra, bunların da cihar yari Güzin efendilerimiz gibi, her birilerinin tecellileri başka başka olduğundan Cenab-ı Hak kendi tecellerine göre keyfiyetsiz olarak birer tarik göstermişti.Bundan dolayı, kendilerine yakın olan kimselere, sırren o tarik üzere telkin buyurur, ve sülük gösterirlerdi.Lakin, zahirde açıklamazlar, kendileri sülük girdükleri tarikten görünürlerdi.Çünkü, o vakitler:
-Bunlar, Eba Bekir tarikinden ve İmam Ali tarikinden ileri geçip, kendiliklerinden tarik icat ettiler.Tarik-i Muhammediyye`yi bırakıp, batıl yola gittiler, diye halk arasında bir fesada sebep olmamak için, bunu açıklamazlardı,Bundan dolayı, o zaman iki tarikten başka, vuslat yolu yoktu.
Sonra, yeniden cehalet vakti geldi, çattı ve Eba Müslim`in ortaya çıkmasına kadar, mü`min ve muvahhit olan kimseler, mağaralarında ve hücrelerinde ibadet ve taàtle meşgul olmaya ve hallerini kimseye açıklamamaya başladılar.
Eba Müslim`in ortaya çıkması üzerine, kitapların haber verdikleri gibi şeriat-ı mutahhara, ilerleri, doğuyu ve batıyı tuttu.O zaman fasıklar, facirlerve münafıklar birer tarafa dağıldılar ve perişan oldular.
Başlık: Tarikat-ı Aliyye-Tarik-i Cehri Ve Tarik-i Ruhaniyye(2.Bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 22 Kasım 2008, 11:57:59
Bundan sonra, mezkur imamların her birerlerinin tecellisinde bir pir zuhur etti ve 12 tarik meydana çıktı.
TARİK-İ CEHRİ`de ilk zuhur eden tarik KADİRİ`dir ki, bu tarik İmam Hüseyin (r.a) hazretlerinin tariki olup, pederleri Hazreti Ali Hazretlerinin gittikleri yoldur.
KADİRİ tarikinden, yedi tarik ayrılmıştır.
TARİK-İ RUHANİYYE`den ilk zuhur eden ŞAH NAKŞİBENT`tir.Onun tariki de, İmam Hasan(r.a) hazretlerinin tarikidir ki, Eba Bekir Hazretlerinin gittiği tarik idi.Bu sebeple, TARİK-İ RUHANİ`den zuhur eden pirler, TARİK-İ NAKŞİ`den sülük görmüşler ve HİLAFET makamından sonra mezkur imamların hangisinin tecellisinde bulundu ise, Cenab-ı Hak kendilerine tecellisinde bulunduğu imamın tarikini tarif buyurup:
-Bu tarik ile kullarımı irşad edip, ben azim-ül-Bürhan`a ulaştır diye emr-ü-ferman buyurduğunda, o vakit tarif olunan emir üzerine kendilerine bi`at eden kimselere tarikin üsülünü telkin buyurarak irşad ederlerdi.
Böylelikle, 12 tarikin pirleri HAFİ`den zuhur edip, evvela kendisi TARİK-İ NAKŞİ`den bir mürşidin irşadıyle HİLAFET makamını ihraz ettikten sonra, hangi imamın tecellisinde bulundu ise, yukarıda belirtildiği gibi o imamın tarikini ihya eyledi.
Bunun gibi, TARİK-İ CEHRİ`den zuhur eden pirler de, evvela kendileri TARİK-İ CEHRİYE`den bir mürşitten irşat olundular ve hilafet makamını ihraz ettikten sonra, bulunduğu imamın tarikini ihya eylediler.
Bu suretle, 12 imamın tecellisinde 12 pir zuhur etmiş ve bu imamların tarikleri meydana çıkarak ihya olunmuştur.
Bunlardan başka, gerek TARİK-İ RUHANİ`den ve gerekse TARİK-İ NEFSANİ`den pirler zuhuru ile tarik çoğalmıştır.Fakat, tarik adı verilmez.Tarik adı verilen, bu 12 imamın tariklerini ihya eden pirlerin tarikleridir.Geri kalanına KOL adı verilir.Çünkü, onlar kimi HALVETİYE`den, kimi NAKŞİYYE`den kimisi de diğer tariklerden ayrılmışlardır.Yani salike kolaylık olması için, ilahi ruhsat ile her ibiri bir usül göstererek o yoldan saliki Hakka vasıl etmişlerdir.Bundan dolayı, bu 12 tarikten başkasına TARİK denilmez, KOL denir.Sebep ve hikmeti, 12 pir 12 imamın tarikini ihya ederek onların siyretlerine uyduklarından, bunlara PİR adı verilmiştir.Geri kalanına,, bunlardan ayrıldıklarından dolayı, PİR adı verilmesi, ilahi ruhsat ile usul gösterdiklerindendir.Tariklerine KOL adı verilmesi de, bu tariklerin birisinden ayrıldıklarından dolayıdır.
Sözün kısası, hepsi haktır ve hepsinin yolu TARİK-İ VUSLAT`tır.Hepsinin maksudu, varılacak yerleri birdir.
Başlık: Tarikat-ı Aliyye-Tarik-i Cehri Ve Tarik-i Ruhaniyye(3.Bölüm)
Gönderen: fazıl14 - 23 Kasım 2008, 08:05:49
Ancak, TARİKAT-İ ALİYYE`nin bir olmayıp, PİR`ler zuhuru ile çoğaltmasının hikmeti de şudur:
Bütün insanların tecellileri bir değildir.Bundan dolayı, Cenab-ı Hakkın kullarına büyük bir nimeti olarak, hangi tarik kendisinin tecellisine uygun gelir ve tad alırsa, tarike sülük ederek kolaylıkla:
MANASI:Kim`nefsini bilirse, Rabbini de bilir.
Sırrına uyabilmeleri için, bu kadar PİR`ler gelmiş ve TARİKAT-İ ALİYYE, kol kol olmuştur.Yoksa, birinsin gittiği tarik başka, diğerinin gittiği tarik başka değildir.Tarikat-i aliyyenin hepsi de birdir ve hepsi de TARİK-İ MÜSTAKİM`dir.Aleyhissalatü vesselam efendimizin, bizzat gittikleri tariktir.Hiç birisi başka değildir.Hepsinin maksutları ve varılacak yerleri birdir.
Ancak bazısının tariki kolay olup, salik kolaylıkla yakın zamanda maksuduna nail olur.Bazısınında, tarikatte şartları ağır olduğundan salik minnet ve meşakkatle ve uzun zamanda meramına nail olur.

Başlık: Silsile-i Tarikat-ı Nakşibendiyye-i Mücedddidiye Hazeratı
Gönderen: fazıl14 - 24 Kasım 2008, 12:19:45
ALTUN SİLSİLE HAKKINDA AÇIKLAMA:Maruf ve meşhur olduğu sürece “Altun silsile”yi teşkil eden zevat-ı kiram`ın adedi 33`dür.Bunun neden 32 veya 34 olmayıp da hususiyle 33 olduğu sırlardan bir sırdır.Ancak bazı çevrelerin Altun silsilenin birinci halkası olarak Peygamber Efendimizi  (S.A.V) zikredip, 33`ünde bu süretle teşkil olduğunu iddia ettikleri esefle müşahade olunmaktadır.Halbuki, Peygamber Efendimiz (S.A.V) Hatemü`l Enbiyadır ve böyle olması hasebiyle de Silsile-i Enbiya`ya dahildir.Altun Silsile`yi teşkil eden zevat-ı kiram ise, Peygamber olmadıkları halde irşadla vazifeli Allah dostlarıdırlar ve adedleri yukarıda işaret edildiği üzere, sırlardan bir sır olarak 33`dür.
Ey iman edenler!Allah`tan korkun ve Allah`a yaklaşmaya vesile olan amelleri ve zatları (hakiki alimleri ve mürşid-i kamilleri) arayın ve bulun.Ve Allah`a yaklaşma yolunda mücahade edin (çalışıp gayret gösterin) ki muhakkak felaha erersiniz.( Sure-i Maide a.35)

Hadis-i Şerif (meal): “Ümmetimin içinde 33 ebdal racül vardır.Kalpleri Halilürrahman İbrahim (aleyhisselamın) kalbi üzeredir.Ebdallardan bir racül vefat ettiği zaman yerine bir başka racül getirilir.”

Müsne-i Ahmedübnü Hanbel`de Usametübnü sabit (r.a) rivayet ediyor

“Şu ümmetim içinde 33 ebdal racül vardır.Yeryüzü onlar sebebi ile ayakta durur, yağmur onlar sebebi ile yağar ve yardım olunanlar onlar sebebi ile yardım olunurlar.” (Teberani filkebir)

Meşhur Müncid lügati Ebdal kelimesini şu ibare ile açıklamış:

Ebdal saliklerden bir gruptur.Dünya onlardan boş kalmaz.Biri vefat ettiği zaman diğeri bedel olarak onun yerine getirilir
Başlık: Tarikat-ı Aliyye-i Kaadiriyye Ricali Silsilesi
Gönderen: fazıl14 - 24 Kasım 2008, 12:21:54
1-)Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v)
2-)H.z Ali Bin Ebi Talib(k.v)
3-)H.z İmam-ı Hüseyn Bin Ali (r.a)
4-)H.z İmam-ı Zeynelabidin (r.a)
5-)H.z İmam-ı Muhammed Bakır (r.a)
6-)H.z İmam-ı (Caferü`s Sadık (r.a)
7-)H.z İmam-ı Musa Kazım (r.a)
8-)H.z İmam-ı Safa Ali Rıza (r.a)
9-)H.z Maruf-u Kerhi (k.s)
10-)H.z Sırrı Sakati (k.s)
11-)H.z Güneydi Bağdadi (k.s)
12-)H.z Şeyh Şibli(k.s)
13-)Şeyh Abdülvahid Temim (k.s)
14-)Şeyh Ebül Hasan Kureşi (k.s)
15-) Şeyh Ebu Said Mübarek El-Mahzumi (k.s)
16-)Pir-i Trikat Cenabı Seyyid Abdülkadir Ceylani (k.s)
17-)H.z Şeyh Seyyid Abdürrezzak (k.s)
18-)H.z Şeyh Şerefüddin (k.s)
19-)H.z Şeyh Seyyid Behaeddin (k.s)
20-)H.z Şeyh Seyyid Abdülvahhap (k.s)
21-)H.z Şeyh Seyyid Akil (k.s)
22-)H.z Şeyh Seyyid Şemsüddin (k.s)
23-)H.z Şeyh Seyyid Ebü`l Hasan (k.s)
24-)H.z Şeyh Seyyid Geda Rahman-ı Evvel (k.s)
25-)H.z Şeyh Seyyid Fazıl (k.s)
26-)H.z Şeyh Seyyid Geda Rahman Sani (k.s)
27-)H.z Şeyh Seyyid Kemal Küyenli (k.s)
28-)H.z Şeyh Seyyid Sikenderi (k.s)
29-)Kutbu`l Aktab Şeyhü`l Meşayih H.z İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani Ahmed Faruki (k.s)
30-)Hazinü`r Rahme Şeyh Muhammed Said (k.s)
31-)H.z Delilü`r Rahman Şeyh Abdü`l Ehad (k.s)
32-)H.z Şeyh Muhammed Abid (k.s)
33-)H.z Pir`i Destgir Mürşid-i Ber Hak Şemseddin Habibullah Mirza Can-ı Canan (k.s)
34-)H.z Şeyh Gulam Ali Ma`ruf Abdüllah-i Dehlevi (k.s)
35-)H.z Mevlana Şeyh Ebu Said Sahib (k.s)
36-)H.z Mevlana Şeyh Ahmed Sahib (k.s)
37-)H.z Mevlana Şeyh Abdürraşia Sahib (k.s)
38-)H.z Mevlana Şeyh El-Hac Hafız Osman Nuri Bin Osman Bin Osman İzmiri (k.s)
39-)H.z Mevlana Eşref Zade Şeyh El-Hac Hafız Muhammed Hulusi Bin El-Hac Ömer Şabanü`z Zekiyi`l El Keyni (k.s)
Allah Mübareklerin Şefaatlerine Cümlemizi Nail Eylesin İnşaAllah.
Başlık: Tarikat-ı Nakşibendiyye`nin Şubeleri
Gönderen: fazıl14 - 25 Kasım 2008, 13:13:23
1-)TAYFURİYYE: Arif Billah Bayezıd-i Bestami (k.s) Hazretlerine mensuptur.
2-)AHRARİYYE: Hace Abdullah-i Ahrar (k.s) hazretlerine mensuptur.
3-)MÜCEDDİDİYYE: Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbani Ahmed Fariki`s Serhendi (k.s) hazretlerine mensuptur.
4-)MAZHARİYYE: Şemsü`d-Din Habibullah Mirza Canı-ı Canan (k.s) hazretlerine mensuptur.
5-)MÜCEDDİD-İ DEHLEVİYYE: Abdullah-i Dehlevi (k.s) Hazretlerine mensuptur.
6-)SA`DİYYE: Mevlana Ebu Sa`id Müceddidi (k.s) Hazretlerine mensuptur.
7-)REŞİDİYYE: Mevlana Abdü`r Reşid Sahib (k.s) Hazretlerine mensuptur.
8-)MAZHARİYYE: Mevlana Muhammed Mazhar (k.s) Hazretlerine mensuptur.
9-)KASANİYYE: Tarıkat-ı Aliye-i Naşibendiyye şubelerinden olup (Mahdum-u Azam) lakabı ile ma`ruf (Mevlana Şeyh Şemsü`d-Din Kasani ) Hazretlerine mensuptur.
10-)HALİDİYYE: Mevlana Halid Ziyaeddin Mücaddidi bin Hüseyn Şeyh-i Zuri Hazretlerine mensuptur.
Başlık: Şeriat-Tarikat-Hakikat
Gönderen: fazıl14 - 26 Kasım 2008, 12:36:04
Şeri`at, tarikatın kapısıdır.Tarikat, hakikatin bahçesidir.Yani, tarikat gayet sağlam bir hisar içinde, bir bahçedir.Şeri`at o bahçenin kapısıdır.Hakikat, o bahçede bulunan türlü gül-gülistan ve türlü meyve ağaçlarıdır.Ne o bahçenin sonu vardır, ne o ağaçların sonu vardır.Onun hisarı o kadar sağlamdır ki, bir kimse kuş olsa, oraya girmesi imkansızdır.Ancak, kapısından girebilir.
Bu bahçenin kapıcısı, şeytan aleyhilla`nedir.Bir kimse kamil olmayan bir mürşidin elini tutarak, bu bahçenin kapısına varırsa, şeytan karşısına çıkarak der ki:
-Eğer, sen bu kapıdan içeri girersen, çok mihnet ve meşakkat çekersin.Muradına da nail olamaz, şeriat perdesinde kalırsın.Şeriat dedikleri EBRAR işidir.Sen, Hudaya aşıksın.Şeriat perdesinde kalara, abdestle namazla uğraşmanın alameti yoktur.Hepsi, haktan ibarettir.Kimden kime ibadet edeceksin? Hepsi Haktan ibarettir.İyi veya kötü yoktur.Haram ve helalde yoktur.Onların hepsi bir perdeden ibarettir ve EBRAR işidir.Aşık-ı didar olan.canının istediğini yemeli, içmeli ve hepsine bir nazarı ile bakmalı, hiçbir şeyi ayrı görmemelidir.Hepsinden, dost yüzünü müşahade ederek cümbüşe bakmalı, gibilerinden ve buna benzer söz ve bahislerden dem vurarak, nefsin istidadına göre bir taraftan kandırıp aldatmaya çalışır.Nefis de. Bunları akla uygun bulur ve razı olur da, şeytandan yardım isterse, onu oradan alır, bir hendeğe yuvarlayarak bin parça eder.Tarikatı bulayım derken, şeraitte elden gider, dünyada ve ahirette ziyan edenlerden olur.
Bu sebeple, salike mürşid-i kamil aramak lazımdır.Çünkü, mürşid-i kamil olanlar, bu bahçenin bahçıvanlarıdır.Şeytan da o bahçenin kapıcısı olduğuna göre, bahçıvanın hizmetçisi yerindedir.Onun için mürşid-i kamil olanların müritlerine, şeytan musallat olamaz.Onu şeraitten ayırıp, dalalete düşüremez.Ancak başlangıçta bazı kuruntular verebilir ki , bu da her salike göre değildir.Teslimiyyeti zayıf olanlara göredir.Teslimiyeti kuvvetli olanın, şeytan semtine uğrayamaz ki, kuruntu verebilsin.Şeyhinin himmeti berakatı ile, bundan kurtulur.Bu sebeple, onlar şeri`at kapısından girerler ve tarikat bahçesini seyrederler.Tekmil-i sülük edince de, o bahçenin güllerini koklarlar.Velayete kadar ulaşarak, hakikat ağaçlarını görürler.Sıfat-ı radiyye ile sıfatlanınca, o ağaçların altında, kendilerine ilahi feyizler ihsan buyurulur ve gölgelenirler.Merdiyye sıfatı ile sıfatlanınca, o ağaçların türlü meyvelerini yerler, sonsuz ilahi ihsanlara mazhar olurlar.
Sözün kısası, bu dört keyfiyet birbirine bağlıdır.Birisini bulmayınca, ötekini bulmak imkansızdır.Şeriati bulmayınca, tarikatı bulmak imkansızdır.Tarikati bulmayınca, hakikati bulmak imkansızdır.Hakikati bulmayınca, onun da ötesinde olan ma`rifeti bulmak imkansızdır.Öyle olunca, şeraitten zerre kadar ayrılmaya gelmez.Çünkü, şeraitten ayrılan, taikatten koku duymaz.
     
     Şeri`attir cümle işlerin başı
     Şeri`atsiz tarikat, şeytan işi!
     Tarik ehlinde yok ise şeri`at
     Onun şeyhi şeytandır ol dem mutlak..
Başlık: Tarikattaki İsraflar Nelerdir?
Gönderen: fazıl14 - 27 Kasım 2008, 11:59:49
Şeri`at`te israf, doyduktan sonra yememektir.
EHL-İ-TARİK`in israfı ise, doyuncaya kadar yemektir.
EHLULLAH`ın israfı ise Huzur-u-ma Allah`sız yemektir.
VELİYULLAH`ın israfı ise, emniyet ile yemektir.
Bu ve buna benzer şeylerde, israf bunun gibidir.Mesala, şeri`atte giyecek şeylerin israfı, haddini tecavüz ettirmektir.
Tarikatte, yetecek kadarından fazlası israftır.
Ehlullah`a göre elbise giyilince, emniyetle muhabbet etmek israftır.
Veliyullah`a göre elbise giyilince, emniyetle muhabbet etmek israftır.
Dünya meta`ından olan bütün eşyanın israfı, bundan kıyas olunmalıdır.Hepsi belirtildiği gibidir.
İSRAF, şeri`at dilinde boş, faydasız ve manasız söz söylemektir.
Tarikatte, faydalı ve manalı şeyleri söylemektir.Çünkü, tarik ehline boş faysasız ve manasız sözleri söylemek değil, faydalı ve manalı sözleri söylemek hiçbir şekilde el vermez.Çok söz söylemek, kalbi öldürmektir.Bu sebeple aşık-ı didar olan kimseler, Cenab-ı Hakkın rızasını düşünürler ve rızaya uygun sözler söylerler.Yani, şeraite dair tarikat usulünden söz söylemeye ruhsat vardır, arta kalanlar israftır.
Ehlullahà göre, huzur-u-ma Allah`sız söz söylemek israftır.
Uyku da böyledir:Şeraitte, 8 saatten fazla uyku israftır.
Tarikatte, altı saatten fazla olursa israftır.Hem de, yatacağı zaman abdest almak ve teveccüh ile yatmak gerekir.Tarik ehlinin uykusunda, bu üç şart vardır ki, eğer birisi eksik olursa, o gece uykuyu israf etmiş olur.
İsraf da haramdır.Tarikatte haram olan, hakikatte küfürdür.Bu yüzden, hakikatten uzak kalmasına sebep olur.
Ehlullah`a göre, huzur-u-ma Allah`sız uykuya yatmak israftır.
Veliyullaha göre huzuru filahsız uykuya yatmak israftır.
Bütün mübah olan şeyler, böyle hareket edilirse, hürmet altına girer.

Başlık: Mürakabe ne demektir?
Gönderen: fazıl14 - 28 Kasım 2008, 11:56:51
Zakir, zikrinin neticesi olarak bazı belirtiler zuhur edince, mürşidine bildirir ve onun izin ve icazeti ile zikri terk ederek mürakabe`ye başlar ki, bu mürakabeye Hadis-i şerifte işaret vardır:
Mana:Bir saat tefekkür etmek, yetmiş yıl ibadet etmekten hayırlıdır, buyurulmuştur.Bir ayet-i kerime de:
Mana:Nice adamlar vardır ki; ne ticaret, ne alış veriş onları Allahu Tealayı zikretmekten men`edip alıkoyamaz.(En-Nur:37) buyurulmak suretiyle, mürakabeye işaret olunmuştur.
Salik, alışık olduğu teveccühle, kalbinde müşahadesine muvaffak olduğu yedi letafin belirtilerini, nefiy ve isbat ve bütün ihsanullarının lütfu ile ve tam temizlik içinde, kıbleye yönelerek oturmalı ve mürakabede bulunmaldıır.Bu mürakabenin en az bir saat olması lazımdır.Daha fazla olursa aşk olsun; Allah rızasının yoludur ki, üç şekilde olur.
Başlık: Salikin Mürakabesi Naıl Olur?Mürakabenin 3 Mertebesi Nedir?
Gönderen: fazıl14 - 29 Kasım 2008, 12:51:23
1-)Salik, yukarıda tarif olunduğu gibi, temiz ve gizli bir yerde oturur.Gözlerini yumar, kendisini bütün düşüncelerden uzaklaştırır.Sanki ölmüş gibi bütün azalarını hareketten alıkoyar.Bir kar ve zarar diyarı olan bu fani alemi, ins ve cini, melekleri, feriştehleri, hurileri ve gılmanları,cenneti ve cehennemi, yeryüzünden gökyüzüne ve gökyüzünden yeryüzüne varıncaya kadr her zerresiyle bütün mevcudatı,sanki hiç yaratılmmaış ve kendisi de mahv ve yokolunmuş farz ederek, her gün bu usül üzere mürakabe ile meşgul olur ve sonunda, Allahü sübhanehü ve teala`nın lütuflarıyla vuslat sırları fetholunur ve Allahü Teala`nın ihsanlarına mazhar olacağı umulur.
2-)Aynı şekilde mürakabe ile meşgul bulunduğu sırada, her türlü isteklerden, arzulardan vazgeçer, kendisini bütün düşüncelerden uzaklaştırır, zikrinde ve fikrinde hiçbir şey bırkamaz, ölü gibi bütün azasınu hareketten alıkoyar ve gözlerini kapayarak, emr-i hak vaki olmuşta ölmüş, mezara konulmuş, aradan uzun zaman geçmiş, teni ve kemikleri çürümüş ve büsbütün mahvolmuş, vücudundan hiçbir eser kalmamış farz ederek, en az bir saat, ortalama iki saat ve en çok üç saat müddetle bu murakabeye devam etmek suratiyle:
Mana:Ölmeden evvel ölünüz.
Sırrı fetholunur ve böylelikle Allahü Teala`nın lütuf ve ihsanına mazhar olunacağı umulur.
3-)Aynı şekilde mürakebe ile meşgul bulunduğu sırada, her türlü isteklerden arzulardan vaz geçer, kendisini bütün düşüncelerden uzaklaştırır, zikrinde ve fikrinde hiçbir şey bırakmaz, emr-i hak vaki olmuş, kabire konulmuş, bütün azası yok olmuş ve vücudundan hiçbir eser kalmamış kıyamet kopmuş, yeryüzünden gökyüzüne kadar bütün mevcudat mahvolmuş, Haktan başka bir şey kalmamış farzederek, bir saat, iki saat veya üç saat müddetle bu mürakabeye devam eden salike:
Mana: (Bugün mülk kimindir?) diye sorulur.Kimse cevap veremez.Allahü Teala buyurur: (Tek ve kahhar olan Allah`ın) El-Mü`min:16
Ayet-i kerimesinin sırrı zuhur eder, sessiz ve harfsiz:
MANA: Ey emin ve mutma`in olan nefis! Ondan razı olarak ve rızsını kazanmış bulunarak Rabbine dön! Gir, Salih kullarım zümresine…Gir, onlarla birlikte cennetime… El-Fecr:27,28,29,30 hitabına mazhar olur ve vuslat sırlarına kavuşmuş bulunur.
     Aşıkların al canını,
     Ver onlara cananını;
     Aşık neyler can-ü-teni?
     İster hemen cananını…
Başlık: Mürakebede Mertebeler Allah`ın İhsanıyla hilafet makamları olup 3 türlüdür
Gönderen: fazıl14 - 01 Aralık 2008, 13:46:45
1-) Tecellisi gereğince, kendisinde başkalarını irşat kabiliyeti bulunduğundan, ona o veçhile hilafet verilir.
2-) Kendisinde irşat kabiliyeti bulunmadığından, ona da o veçhile ihsan olunur.
3-) Kabiliyeti dolayısıyla sülükü ihmal ettikten, ona da o veçhile ihsan olunur.
Ancak, bunlardan birisi tekmil-i sülük ederek, hilafet makamını ihraz edince:
-Halife oldum, ben de bir şeyhim derse Allah korusun bu büyük bir tehlikedir ki, yedi derya paklayamaz.
Salikin, bu makamda selameti kendisini herkesten aşağı görmesi ve şeyhine karşı teveccüh ve muhabbetini artırmasıdır ki, bu taktirde kendi derecesi yücelir ve yükselir.Eğer başkalarına karşı böbürlenir ve şeyhini eskisi kadar sayıp sevmezse, kendi derecesinden o kadar kaybeder ki, hesabını ve sayısını bulamaz.
Salik, bir anda arşı ve ferşi müşahade edebilecek kudrette olsa bile, yularının yine mürşidinin elinde olduğunu bilmeli ve her husuta teslim olmalıdır.
Başlık: Müktedi salikin ve muktedi talibin teveccühü 3 şekilde olur
Gönderen: fazıl14 - 02 Aralık 2008, 13:30:05
1-) Şeyh huzurunda, dizi dize oturur gibi kıbleye yönelmeli, kendi kalbini bir tekneye veya başka bir kaba, şeyhinin kalbimi ise bir engin denize benzetmeli, kendi kabını altına tutup o en gin denize benzeyen mürşidinin kalbinden ilahi feyzi doldurmaya çalışmalıdır.Böylece, en az bir çeyrek saat, ortalama yarım saat ve en çok bir saat oturmalıdır.
2-) Şeyhini ibr çadıra benzetmeli, kendisini de o çadırın altında oturur farzederek dört yanından ilahi feyzin bu çadıra aktığını düşünerek durmalıdır.
3-) Şeyhinin ruhaniyetini, engin bir denize ve kendisini de bir damla gibi o engin denize karışmış farzetmeli ve böylece teveccühte bulunmaldır.
Bu üç şekilden hangisi kendisine daha kolay gelirse, ona devam etmeli ve ilk şekilde gösterildiği gibi, bir çeyrek saat, yarım saat veya bir saat, kendisini alıştırdığı müddet kıbleye müteveccih oturup, kendisine ihsan olunan zikrini ve teveccühünü bozmayarak okumalı, en sonunda FATİHA diyerek dua etmelidir.
Başlık: Bu makamın rabıtası da 3 şekildedir
Gönderen: fazıl14 - 04 Aralık 2008, 12:09:18
1-) Salik, gezip oturduğu her yerde şeyhinin elinde ve daima huzurunda oturur gibi olmalıdır.
2-) Şeyhinin ruhaniyetini bir hırka, bir cübbe veya başka bir elbise gibi bedenine giymiş olduğunu ve her zaman onunla gezip oturduğunu düşünmelidir.
3-) Şeyhinin hırkası kenarına ve koltuğu altına gizlenmiş ve daima kendisiyle birlikte bulunur gibi olmalıdır.
Bu üsüller üzere giden salik, uykuya niyet edince, sanki başını şeyhinin mübarek ayaklarına koymuş da, orada uyuyor gibi yatmalıdır.
Başlık: Mütevassıt salikin teveccüh ve rabıtası da 3 şekilde olur
Gönderen: fazıl14 - 05 Aralık 2008, 12:29:19
1-) Diz dize huzurda oturur teveccühünde, şeyhi huzurda bulduğu zaman; şeyhinin kendinsin alıp Huzur-u-faiz-in-nur Hazreti Resul-ü-Ekrem sallAllahü aleyhi ve sellem efendimize götürdüğünü farz etmeli ve sanki aleyhissalatü vesselam efendimizin müvacehe-i şeriflerinde bulunuyorlarmış da, kendisi şeyhinin hırkası altına gizlenmiş, Sahib-i şeriat efendimiz mücevherlerle bezenmiş yüksek bir kürsü üzerinde oturuyorlar, cihar-ıyar-ı Güzin efendilerimiz de sağ ve sollarında bulunuyorlamış gibi, huzur ve hüşu içinde bir çeyrek saat, yarım saat veya bir saat müteveccih durmaldıır.
2-) Çadır gibi şeyhini bürünmüş, her yandan ilahi feyzin nazil olduğunu görür gibi teveccüh ile şeyhini bulduğu zaman; şeyhinin bir örtü veya elbise gibi kendisini her yanından örtmüş ve kendisi içeride kalıp mahvolmuş ve bu hal üzere Huzur-u-pür-nur-useyyid-il-enbiya aleyhi ve alihi ekmel-ül-tehaya efendimize varılmış Resul-u-zişan efendimiz evvelce olduğu gibi yüksek ve müzeyyen bir kürsü üzerinde oturmuşlar, bütün enbiya-i izam ve resul-ü kiramdan aleyhimüsselam efendilerimiz de sağ ve sollarlında birer kürsüde oturmuşlar farz etmeli, şeyhini huzur saadete müteveccih oturmuş, ayn-i nur olan mübarek kalplerinden şeyhinin kalbine altın oluklardan ilahi feyizler aktığını düşünerek huzur ve huşü içinde. Bir çeyrek saat, yarım saat veya bir saat müteveccih durmaldır.
3-) Şeyhinin ruhaniyetini bir engin deniz ve kendisini de o engin denize karışıp kaybolmuş bir damlacık mesabesinde mahvolmuş teveccühünde şeyhini bulduğu zaman; o engin denizle Huzur-u-Hazret-i-seyyid-il-enbiya ve sened-il evliya veletkiyaya varıp, sAllahu teala aleyhi ve sellem efendimizin bütün mevcudatı kaplamış ve kuşatmış bir umman, sağ ve sollarında buluna enbiya-i izam ve resul-ü kiram aleyhimüsselamı da birer derya farzetmeli, bir engin deniz olan şeyhinin, bir umman olan Resulüllah`ta mahvolmuş bulunduğunu düşünmeli ve böylece huzur ve huşü içinde, bir çeyrek saat, yarım saat veya bir saat müteveccih durmalıdır.
Bu üç teveccüh şeklide zuhur eden eserleri, şeyhinden başka hiç kimseye söylemek gerekmez.Zira, Fena-fiş-şeyh makamıdır.

Başlık: Rabıta Ve Alakalı Konular
Gönderen: fazıl14 - 06 Aralık 2008, 11:37:09
RABITA:Rabıta farz ve sünnet türü bir ibadet olmayıp ihvanın yetişmesinde psikolojik ve ruh haline uygun olan bir ameldir
KURAN VE SÜNNETİN EMRETTİĞİ RABITA:Bazıları tasavvufta tarif ve tavsiye edilen rabıtayı tenkit etmekteler. Kimi bu tenkidin şiddetini artırıp rabıtaya şirk diyecek kadar ileri gitmektedir. Acaba birisine göre ibadet, diğerine göre felaket olan bu rabıta nedir?

Tasavvufta rabıta, terbiyenin temeli ve en büyük zikir sebebi görülürken, onu şirk gören kimse hangi delil ve mantıkla bu sonuca varabiliyor?

Gerçekten şirke götüren bir rabıta çeşidi mevcut mudur?
Rabıtanın Kur’an ve Sünnet’te bir örneği, benzeri, delili ve tarifi var mıdır? İnsan terbiyesi için rabıtanın gereği nedir? Bütün bunlar, cevap arayan sorulardır.


Aslında çözüm kolaydır. Aramızda bir ihtilaf varsa, yapılacak iş hakeme gitmektir. Din işlerinde hakem Kur’an ve Sünnet’tir. Biz de önce Kur’an ve Sünnet’e bakacağız. Onlarda rabıtanın nasıl ele alındığını inceleyeceğiz.

“Rabıta”, “ribat”, “murabata” kelime olarak “rabt” kökünden gelmektedir. Rabıta ve rabt, sözlükte iki şeyi birbirine iyice bağlamak anlamına gelir. Bu kelimeye, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alaka, şiddetli muhabbet, münasebet, ilgi ve sevgi ile bir şeye bağlılık, cesur ve dayanıklı olmak gibi manalar da verilmiştir. (Cevherî, Sıhah; İbnu Manzur, Lisanu’l-Arab; Zebidî,Tacu’l-Arus.)

Bu kelimeler kullanıldıkları yere göre, bir şeyin üzerinde sabit durmak, kendini hapsetmek, başkasından kesilip bir şeye tam yönelmek gibi manalar da taşımaktadır. (Razî, Tefsir-i Kebir; Kurtubî, el-Cami li Ahkami’l-Kur’an; İbnu Kesir, Tefsir.)

Kur’an ve Sünnet’te anlatılan rabıta çeşitleri de, bu manaların birini veya birkaçını içermektedir.
Başlık: Kuran-ı Kerimde Rabıta Geçiyor mu?
Gönderen: fazıl14 - 06 Aralık 2008, 11:39:13
Kur’an’da rabıta kelimesi açıkça zikredilmektedir. Bunu şu ayette görüyoruz:

“Ey iman edenler! Allah yolunda sabredin, düşmanlarınız karşısında sebat gösterin, rabıta yapın / Allah’ın korumanızı istediği sınırları bekleyin, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmran, 200)

Bu ayetteki “rabıta yapın” emri, her mümini ilgilendiren bir emirdir. Tefsirlerde burada geçen rabıtaya şu manalar verilmiştir: Düşmanların saldıracağı yerleri gözetleyin, sınırları bekleyin. Dininizi tehlikelerden koruyun. Nefis ve şeytan düşmanlarına karşı uyanık olun. Onların kalbinize girmesine yol vermeyin. Allah’ın çizdiği sınırları iyi gözetin, ilâhi hükümlere harfiyen uyun. Namaz vakitlerini gözetleyin ve mescitleri ibadet, taat ve zikir ile mamur edin. (Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur; İbnu Kesir, Tefsir.)

Yüce Allah’ın her müminden istediği rabıta, kalbini Yüce Allah’a bağlamaktır. Her işte O’nun rızasını gözetmektir. Bütün yaptıklarında helal ve haram sınırına dikkat etmektir. Kalp kâbesini günah kirlerinden temizlemektir. Oraya Allah’ın sevmediği şeyleri sokmamak için gönlü kontrol altında tutmaktır. Kısaca, Yüce Allah’ın düşman olduğu şeyleri gönülden çıkarmak ve kötülüklerin esaretinden kurtulmuş, hür bir müslüman olmaktır.

Rasulullah s.a.v. Efendimiz, “rabıta yapınız” ayeti indiği zaman, ashabına ayette anlatılan ribat ve rabıtanın ne olduğunu şöyle açıklamıştır:

“Zor ve sıkıntılı zamanlarda güzelce abdest almak, kalbi mescitlere bağlı olmak, ibadet yerlerine çokça gidip gelmek ve bir namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini gözetlemek var ya; işte sizin için ribat budur, işte asıl ribat budur, işte asıl ribat budur.” (Buharî, Tirmizî, Nesaî, Malik)

Bu hadisten ribatın iki türlü manasının olduğunu anlıyoruz. Birisi manevi, diğeri maddi sınırları kontrol altında tutmaktır. Korunacak manevi sınırlar ilâhi emirler ve kalbimizdir. Maddi sınırlar ise düşmanın saldırı noktalarıdır.

Kalbin Yüce Allah ile ne halde olduğunu kontrol etmeye murakabe denir. Zahiri düşmanları takip ve kontrol etmeye ise mücadele denir. Her ikisi de mümin için vazgeçilmez birer vazifedir. Çünkü ayette kurtuluş bunlara bağlanmıştır.

Başlık: Ayetler ve İbretler
Gönderen: fazıl14 - 07 Aralık 2008, 12:05:00
Yüce Allah, Kur’an’da bütün varlıklara, yerlere, göklere, dağlara, denizlere, aya, güneşe, yıldızlara, geceye, gündüze, yağmura, rüzgara, insana, bitkilere, hayvanlara, tarihte olan olaylara “ayet”, “delil” ve “ibret” ismini veriyor ve onların yaratılmasına, seyrine, sevk ve idaresine, hareket ve sonuçlarına ibretle bakmamızı, onların üzerinde derin derin düşünmemizi emrediyor. Bir sivrisineğin halini, arının yaptığı balı, örümceğin ördüğü ağı misal vererek, akıl sahiplerinin ibret almasını istiyor. Cennet, Cehennem, Sırat, Mizan ve diğer ahiret hallerini safha safha anlatarak, hepsi üzerinde düşünülmesini bekliyor.

Kısaca önümüze iki türlü ayet konmuştur. Birisi Kur’an ayetleri, diğeri kainat ayetleridir. Yüce Allah, bütünüyle Kur’an ayetlerini düşünüp öğüt almamız ve Allah’ın tek ilâh olduğunu anlamamız için indirdiğini haber veriyor. (Nisa, 82; Yusuf, 2; İbrahim, 52 v.d.)

Aynı şekilde yerler, gökler ve içindekilerin de aynı hedef için yaratıldığını bildiriyor ve onlardaki bu ilmi insanların okumasını, içindeki mesajı almasını istiyor. (Bakara, 164; Âl-i İmran, 190-191; Yunus, 101 v.d.)

Bu ayetler bize sadece kainatta olanı biteni haber vermek, onların isimlerini öğretmek ve arada bir kendilerini konu etmek için anlatılmıyor. Bunların tek hedefi kalbi uyandırmak ve Yüce Allah’a bağlamaktır. Çünkü disiplinli düşünmek, bir halden diğerine geçmek içindir. Tefekkürle kalp dirilir, hali değişir, sıfatı güzelleşir. Bu dirilik ve güzellik diğer lâtifelere yansır. Kalp gibi ruh, sır, hafi, ahfa, vicdan, akıl ve şuur da ayet ve delilleri tefekkürün sonucu oluşan ilim ve feyzden nasiplenir. Sonuç güzel ahlâktır.

Tefekkürle cehaletten ilme, dünya hırsından zühde, kibirden tevazuya, benlikten edebe, nefretten sevgiye, korkudan emniyete, vesveseden zikre, boş işlerden ibadete, fani dostlardan ebedi sevgiliye yöneliş ve geçiş sağlanır. İşte buna seyr u sulûk, yani Allah’a gitmek denir. Bu hedefe giderken her şey bir vesileden ibarettir. Tefekkür de en güzel vesiledir. Bunun için, “uyanık kalple bir saat tefekkür yapmak, gaflet içinde bir sene ibadet yapmaktan hayırlıdır” denmiştir. (Ebu’ş-Şeyh, Kitabu’l-Azame; Gazalî, İhya)

Kur’an’da, ayetlerden ibret almak ve sonuç çıkarmak için samimi iman, uyanık kalp, güzel yöneliş, takva, temiz akıl ve sabır gerekli görülmüştür. İman etmeyen ve aklı midesine, kulağı para sesine, gözü cüzdanına bağlı yaşayan kimseler, bu halleriyle kör, sağır, dilsiz, hissiz ve kıymetsiz birer varlık olarak tanıtılmıştır.

Görüldüğü gibi tefekkür lazımdır. Tefekkürün hedefi şirkten kurtulmak, tevhide ve şükre ulaşmaktır. Bu şekilde tefekkür etmek, ibret almak, kendini kontrol etmek ve amellerini muhasebeye çekmek her müminin günlük amelleri arasında yerini almalıdır. Hadiste, aklı başında olan her müminin, gününün bir kısmını bu tefekkür için ayırması gerektiği belirtilmiştir. (İbnu Hıbban, Sahih; Ebu Nuaym, Hilye)



Başlık: Rabıta’nın bir çok çeşidi vardır
Gönderen: fazıl14 - 12 Aralık 2008, 11:14:00
I – Üstazın Huzurunda :
Mürid kendisini tahta oturmuş bir hükümdarın önündeki dilenci gibi düşünür. Kalbini de keşkül ( dilenci çanağı) gibi düşünerek onu hükümdarın önüne koyup bağışlayacağı şeyi bekler. Üstad hazır bulunduğundan burada hayal etmek gerekmez ve hayali rabıta yapılmaz. Mürid’de şuhud ( olağan dışı görüntüler), mahviyet ( kendini yok bilme), kalp sızlanması gibi şeyler olur ve korkmazsa bu hallerin artmasını ister.
Fakat korku olursa rabıtayı bırakır. Eğer kendisinde herhangi bir hal belirmezse mürit üstadından yardım istemeyi en büyük kazanç bilir. Çünkü aciz ve cimri değildir. Fakat her şey Allah-u Teala’nın (c.c) ezeldeki ilmine göre belirli bir zamanda olur, daha önce açığa bakmaz. Mürid nefsine : “ Büyüklere bağışlanan sevgi ve aşktan sana da pay verilir” diyerek avutur. Nefsi inanmaz ve kendisine; “Sen kötü talihli ve yoksunsun” diyerek karşı çıkarsa, mürit derhal Allah’a (c.c) sığınarak : “ Nefsim kusur sendedir” suçlamasıyla yalvarmalıdır.
Ayrıca nefsinin iyi işlerinden ve kemaliyetinden ( olgunluğundan) Allah’a (c.c) sığınmalıdır. Allah’ın ezelde kendisi hakkında iyilik ve yardımının olduğunu; yüce hedef ve amaçların O’nun bağışlanmasıyla gerçekleşebileceğini bilmelidir. Her türlü kemalatı ( olgunluğu) O’ndan istemelidir. Mürit yeteneğine güvenmemeli; yalnızca Allah’ın iyilik ve cömertliğini kendisi için yeterli görmeli ve üstadının yardımını dileyerek kesinlikle kendisiyle Allah-u Teala (c.c) arasında aracı olduğuna inanır. Bu düşünce onun nefsini tembellik ve ümitsizlikten kurtarır. Cenab-ı Hakk’ın (c.c) şu ayeti bunu göstermektedir.
“ Bizim yolumuzda ciddiyetle çalışanları, yolumuza ileteceğiz.”
Başlık: Üstazın Bulunmadığı Yerde
Gönderen: fazıl14 - 13 Aralık 2008, 13:14:24
2-) Hatme yapılırken rabıta : Hatme başlamadan önce hatmenin hoş geçmesi, gönül rahatlığıyla yapılması ve mürşidinin orada hazır bulunması dilenir. Böylece onun yardımıyla kalp huzuru elde edilir. Hatme duası okunurken isimleri geçen tarikat büyüklerinin ruhaniyetleri hazırdır. Her biri kendine uygun muhabbet ( sevgi) , ma’rifet ( Allah’ı (c.c) bilme), dünyayı terk etme, sabır, sıkıntılara katlanma gibi kıymetli armağanlarla birlikte gelirler. Bu armağanların dağıtılması üstaz hatme yapılmasına aracı olduğundan onun eliyle olur. Hatme yapılması müritlerin yararı içindir ve onlar da bu armağanları ancak üstazlarından isterler.
Başlık: Şekli ( suri ) ve manevi rabıta
Gönderen: fazıl14 - 14 Aralık 2008, 11:54:49
Şekli (suri) rabıta:Müridin şeyhini gözünde canlandırarak düşünmesidir. Sanki üstaz karşısından oturmuş, yüzü ayın ondördü gibi nur saçar. Oradan çıkan ışıklar müridin kalbine gelir, sonra da tüm bedenine yayılır. Şekli rabıtanın diğer bir çeşidi de müridin mürşidini tüm bedenini saran nurdan bir giysi gibi düşünmesidir. ( Telebbüs – elbise – rabıtası ) Bu giysiden yayılan ışığın kalbine, diğer latifelerine ve sonra tüm bedenine yayıldığını düşünür.
Bu tür rabıta, rabıtadan feyz alan kişilere verilir. Yine bu rabıta vesveselerine saldırısı arttığında, kalbin sıkıntı ve hayrete düştüğü anlarda ve üstazın müridin gözünde heybetinin kaybolduğu durumlarda yararlıdır. Bu rabıta şeyhin müride geçmesi ve birleşmesiyle olur. Bu durumda mürit kendisini zarf olduğunu, şeyhinin de içine girdiğini düşünür.
Bu şekilde mürit çoğu zaman hiçlikte olur; kendi yerine mürşidini görür, ondan fani (yok) olur ve onunla birleşir. Şöyle ki; birleşme ve yok olma ancak muhabbet ( sevgi) ve mahviyet’in ( kendini yok bilme) en son derecesinde gerçekleşir.
Manevi Rabıta:
Bu rabıta şekil ve nurlarla ilgisi olmayan, duyularla belirlenemeyen, yüce bir anlam olup ancak kalp ile bilinir. Şekli rabıtadan sevgi, manevi rabıtadan ise ihlas ( içtenlik ) doğar. Bazen her iki rabıta birleşir, parlak dolunay gibi mananın heybeti ve görüntüsü birlikte gözlenir. Düşünüş veya görünüşün sonucuna göre sevgi veya ihlastan her biri diğerini bastırır. Hangisi çoksa diğerini yok eder. Bazen de her ikisi eşit olarak beraberce bulunurlar.
Başlık: Manevi Rabıtanın Çeşitleri
Gönderen: fazıl14 - 15 Aralık 2008, 12:29:10
Üstazın sözlü emirlerini o bulunmasa bile yerine getirmek; yasaklarından sakınmak; hoşlanmadığı şeyleri bırakmaktır.
 Üstazın her şeyi kuşattığını ve her şeyde tasarruf ettiğini ( etkileme yetkisi verildiğini) düşünmek; üstazın kemalatının dışa vurduğunu açıkça görmek.
 Üstazını görmeyi ve onunla buluşmayı kalbi yanarak aşırı istemek. Onunla ilgisi olan şeyleri ( evladını, mallarını, evlerini, bağlılarını ve hizmetçilerini) düşünmek. O’ndan ayrılmaktan üzülmek.
 Bir günahtan kaçınırken, yolda yemek yerken, üstazını kendi ile birlikte görmek. ( bu durumda edebli olunmalıdır. )
 Mürid uyurken, ayağını uzatırken ve abdest bozarken kıbleden sakındığı gibi üstazının bulunduğu yönden de sakınmalıdır.
 Üstazın bulunduğu yönü nurla kaplanmış, diğer yerleri karanlık görmek ve şeyhinin bulunduğu yöne yönelmek.
 Mürit bütün ibadetlerini hal ve hareketlerini tümüyle rabıta yapmalıdır. Namazdan, uykudan, ders alma e vermeden önce rabıta yapmalıdır. Çünkü ki rabıta arasında yapılan işler tamamen rabıtayla geçirilmiş olur.
 Uyandıktan sonra üstadını başı ucunda düşünmek. Böylece yatarken , kalkarken edebe uyulur.
 Dost ve arkadaş toplantılarında, yemek davetlerinde mürşidinden öğrendiği sohbetleri yaparsa maddi iştahtan önce manevi iştah elde edilir.
 Müridin hanımı ile buluşmadan önce mürşidinin sohbetini yapması çok yararlıdır. Buna özen gösterilmelidir. Bu sohbetten hanımında manevi şehvet doğar, sonra ruhta manevi sevgi oluşur.
 Müridin diğer alim ve şeyhlerin yanındayken ve özellikle kendi şeyhine karşı iseler rabıtaya önem verir. Böylece onlar mürşidine olan sevgi ve ihlası azaltıcı etkide bulunamazlar ve manevi halini ortadan kaldıramazlar.
Başlık: Haset ( çekememezlik) ve gıpta ( imrenme)’yı önleyen rabıta
Gönderen: fazıl14 - 16 Aralık 2008, 11:50:24
Güzel binek, değerli yiyecek, şahane evler, yeşil ve etkileyici yerleri gördüğünde mürit rabıta yaparak şu şekilde düşünür: “ Keşke mürşidim burada olsaydı şu su başında sohbet etseydi, ne güzel olurdu veya şu güzel giysileri giyseydi, şu güzel binite binseydi, şu şahane köşkte otursaydı.” Bu şekilde düşününce haset ve gıpta yerine sevgi doğar, insan günah işlemekten kurtulur. Ayrıca bu durum nazara ( gözdeğmesi) da engel olur.
Başlık: Nimetler (iyilikler) karşısında rabıta
Gönderen: fazıl14 - 16 Aralık 2008, 11:52:43
Üstazım bende bu nimetlerin bulunmamasından dolayı zayıflık ve ümitsizlik gördü; Allah-u Teala’ya (c.c) yalvararak rica etti onun duası nedeniyle Cenabı Hak ( c.c) bana bu nimeti bağışladı. Bundan dolayı nimeti veren Allah-u Teala’ya ve aracı olan üstazıma teşekkür etmem gerekir.
Başlık: Tefekkür Ya da Varlıkları Rabıta
Gönderen: fazıl14 - 17 Aralık 2008, 12:08:23
Kur’an ve Sünnet’te emredilen bir diğer rabıta şekli tefekkürdür. Tefekkür etmek, fikretmek, düşünmek aynı şeydir. Hepsi kalple yapılan bir ameldir.

Düşünmek akıllı olmanın gereğidir. İnsanın en başta gelen özelliği düşünmektir. Tefekkür, boş ve gelişi güzel bir düşünce değildir; gizli bir ilim yoludur. Tefekkür kalp aynasında varlıkların iç yüzünü görmektir. Bilinene bakıp gizli olanı fark etmektir. Görünene bakıp görünmeyene ulaşmaktır. Delile bakıp hedefe varmaktır. Tefekkür, sanata bakıp sanatkârı tanımaktır. Kalp gözüyle Yüce Yaratıcı’nın varlıklarda gizlediği ilmini, kudretini, rahmetini ve hikmetini görüp, O’na hayran olmaktır. Bunun sonu O’nu sevmek, zikretmek, yüceltmek ve O’na teslim olup huzura ermektir. Kur’an’da bu sonuç tefekkür, tezekkür, teemmül, tedebbür, ibret, basiret, marifet ve muhabbete bağlanmıştır.

Tefekkürü tarif ettik. Tezekkür, unutulan bir şeyi hatırlamak, unutmamak ve devamlı tekrar ederek onu kalpte tutmaktır. Teemmül, bir şeyi devamlı ve çok yönlü düşünerek içinde saklı olan manayı ortaya çıkarmaktır. Tedebbür, bir şeyi derinlemesine düşünmek ve arkasındaki gizli manayı çözmektir. İbret, bir şeyde verilmek istenen mesajı almaktır. Basiret, işin iç yüzünü görmektir. Marifet, bir şeyi asli haliyle olduğu gibi tanımaktır. Muhabbet, bir şeyi sevmek ve onunla huzur bulmaktır.

Görüldüğü gibi, bütün bunlar bir irade, yöneliş, gayret, iman ve sabır istemektedir.

Başlık: Muhabbet Rabıtası
Gönderen: fazıl14 - 18 Aralık 2008, 12:04:50
Kur’an ve Sünnet’te emredilen rabıtalardan birisi de muhabbet rabıtasıdır. Muhabbet rabıtası kalbi Allah’ın sevdiği şeylere bağlamak ve onları Allah için sevmektir. Bu sevilecek kimselerin başında Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz gelmektedir. Yüce Allah onu sevginin imamı, delili ve rehberi yapmıştır. (Âl-i İmran, 31; A’raf, 157-158) O’na uymadan Allah’ı seviyorum demek yalandır.

Rasulullah s.a.v. Efendimiz, kendisi için her müminden şu derece bir sevgi ve kalp bağı istemektedir: “Sizden biriniz beni kendi nefsinden, ailesinden, çocuklarından, anne babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam iman etmiş olmaz, gerçek imanın tadını tadamaz.” (Buharî, Müslim, İbnu Mace, Ahmed)

Ayrıca her müminden Ashab-ı Kiram’ı, alimleri, salihleri ve mümin kardeşlerini sevmesi, onları hayırla anması, kalbinde onlara yer vermesi, dualarına katması, onlarla ilgilenmesi istenmektedir. “Birbirinizi sevmedikçe mümin olamazsınız” hadisi, bu sevgiyi anlatmaya yeterlidir. Yüce Allah’ın: “Sakın zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” (Hud, 113) uyarısını her kalp sahibi dikkate almalıdır. “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve benim sadık kullarımla beraber olun.” (Tevbe, 119) ayeti, kalbin kimlere yönelmesi ve bağlanması gerektiğini göstermektedir.
Başlık: Ölüm Rabıtası
Gönderen: fazıl14 - 19 Aralık 2008, 10:36:44
Kur’an ve Sünnet’te emredilen rabıtalardan biri de ölüm rabıtasıdır. Kur’an’da insanı dehşete düşürecek, hayrete sevkedecek ölüm halleri, kıyamet sahneleri ve ahiret manzaraları anlatılmaktadır. Bunlarla kalp dünyadan çekilip ebedi ahiret yurduna yöneltilmek istenmektedir. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Abdullah b. Ömer’e: “Kendini ölmüş ve kabre girmiş say.” (Tirmizî, Ahmed) buyurarak ölüm rabıtasını tavsiye etmiştir. Bu rabıta ile insanın dünyanın boş sevgi ve zevklerinden çekilip ebedi ahiret güzelliklerine yöneleceğini, gafletin gidip kalbin dirileceğini ve günahlardan temizleneceğini haber vermiştir. (Tirmizî, Nesaî, Münavî, Beyhakî)

Allah dostları tefekküre büyük önem vermişlerdir. İnsanın terbiyesi, konuşması kadar susmasından da anlaşılır. Ancak, boş konuşma ve kötü düşünce kınandığı gibi, içinde güzel düşünce ve tefekkür olmayan suskunluk da kınanmıştır.

Velilerden Fudayl b. İyaz rh.a. der ki: “Tefekkür bir aynadır. Sana iyiliklerini ve kötülüklerini gösterir. Onda kalbinin halini görürsün.”

Alimlerden Abdullah b. Mübarek rh.a., velilerden Sehl b. Ali k.s.’yi derin bir tefekküre dalmış halde gördü. Onun ahiret hallerini düşündüğünü anladı ve “Nereye kadar ulaştın?” diye sordu. O da, “Sırat köprüsüne kadar.” cevabını verdi.

Bişr b. Haris rh.a., tefekkürle elde edilecek sonucu şöyle özetler: “Eğer insanlar Yüce Allah’ın büyüklüğünü anlayabilselerdi, ona isyan etmezlerdi.”
Başlık: Rabıta ve Rabıtada Nurun Alınışı
Gönderen: fazıl14 - 20 Aralık 2008, 13:41:02
Tasavvuf büyüklerinin tarif ve tatbik ettiği rabıta da yukarıda anlatılan tefekkür çeşitlerinden birisidir. Rabıta, görülmesi Yüce Allah’ı hatırlatan kâmil bir veliyi gönül aynasında seyretmek ve üzerinde zuhur eden ilâhi tecellileri görüp, Yüce Allah’ı zikretmekten ibarettir.

Diğer bir yönüyle rabıta, Yüce Allah’ın dostu ile gönülde beraber olmaktır. Onun kalbine emanet edilen ilâhi nura bağlanmaktır. Onun ilâhi aşkla kaynayan kalbine inen feyizden nasiplenmektir. Velideki dostluk sırrını düşünmektir. Salihleri özlemek ve onlardaki güzel ahlâka özenmektir. Sevgi atmosferi içinde kalbi uyandırıp Hakka yöneltmektir.

Kısaca rabıta, Allah’ın yeryüzündeki şahidine bakarak Allah’ı tanımaktır. İşte tefekkürün özü de budur.

Başlık: Rabıtayı Bozan Durumlar
Gönderen: fazıl14 - 22 Aralık 2008, 10:53:50
İnsan kalbi çok hassas ve hareketlidir, devamlı değişim içindedir. Mürid her zaman aynı derecede uyanık ve sevgi içinde rabıta yapamayabilir. Bazen rabıta bozulur, zayıflar ve etkisi iyice azalır. Bunun müridden ve dışardan kaynaklanan bazı sebepleri vardır. Bunlar kısaca şunlardır:

1-Mürşid hakkında şüpheye düşmek.

Bu hâlden kurtulmanın çaresi sık sık tövbe tazeleyip mürşidle kalp bağını kuvvetlendirmektir. Mürşid hakkında kalbe gelen vesveselere aldırış etmemelidir. Allahu Teala’dan özel yardım istemeli ve kalbinin haktan kaymaması için dua etmelidir.

2-Mürşidden başkasının etkisinde kalmak ve gönlünü başka birisine kaptırmak.

Bu hâlin tedavisi, kendisini şeyhinden uzaklaştıracak her şeyden gözünü ve gönlünü çekmektir. Mümkünse bizzat mürşidinin yanına gitmeli, onun nazarları altına girmeli, böylece sevgisini kuvvetlendirmelidir. Bu mümkün değilse hayalen mürşidi ile beraber olduğunu düşünmelidir.

3-Büyük günah işlemekten meydana gelen gaflet ve ümitsizlik.

Bu hâlin çaresi, nefsi devamlı hayırlı amellere sevk etmek, haram ve boş işlerden el çekmektir. Bununla birlikte kişi günde yetmiş defa günah işlese bile, yetmiş defa Allah’a tövbe etmelidir. Hiçbir hâlde ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmemelidir. Mürid nefsine mağlup oldukça daha fazla manevi desteğe muhtaç olduğunu anlamalı, günahlarla zayıf düşen kalbinin kuvvetlenmesi için zikir, istiğfar ve rabıtaya sarılmalıdır.

4-Velilere itiraz ve düşmanlık yapan kimselere yaklaşmamak ve onlara kulak vermemek.

Mürid en büyük zararı Allah dostlarını inkar eden, hafife alan ve onlara karşı edep dışı davranan kimselerden görür. Nefis kötü ve olumsuz şeylere hemen yönelir. Öyle ki insan Allah dostlarının güzel hâlleri hakkında bin söz dinlese, peşinden bir münkirin onları küçük düşürecek bir sözünü işitse nefis bin hak sözü bırakır, bir boş söze takılır, onunla kalbin huzurunu kaçırır. Bunun için münkirden kaçmalı, edepli, muhabbetli ve Allah dostlarıyla rabıtası kuvvetli salih insanlara yakın olmalıdır.

Üstazlar, müridlerini  en çok münkirlere karşı uyarmışlar ve sohbetlerinde şöyle demişlerdir: “Bir kimse papazla oturup kalksa, aynı kaptan, aynı kaşıkla yese içse, ondan gördüğü zarar, bir münkirden gördüğü zararın yanında hiç kalır.”
Başlık: Rabıta Yapmanın Faydaları
Gönderen: fazıl14 - 23 Aralık 2008, 11:20:30
Rabıta ile elde edilecek iki önemli sonuç vardır.

Birincisi zikir, ikincisi edeptir.Bir insan için en tehlikeli hastalıklar gaflet ve kibirdir. Rabıta, gafleti zikre, kibri tevazu ve edebe çevirir. Rabıtanın hedefi, devamlı Allahu Teala ile huzur hâlini elde etmektir. Bunun neticesi ise ihlas ve tevazudur.Rabıta yoluyla kalbi desteklenen ve edeplenen mürid, her işinde sünnet üzere hareket etmeyi öğrenir. Allahu Teala’ya güzel kullukta başarılı olur.

Büyükler, edeb ve şartlarına uygun olarak yapılan bir rabıtanın müridi kemale erdirmek için yeterli olduğunu belirtmişlerdir. Rabıta sevginin çokluğuna göre güzel ve devamlı olur. Rabıtada hiç bir şey gözükmese ve hissedilmese bile, anlatıldığı adap üzere yapmaya devam etmelidir.

Mürid ihlasla yaptığı amellerini gösteriş veya kendini beğenmek sûretiyle kaybetmesin diye büyükler rabıtayı emretmişlerdir. Rabıtanın en önemli faydası müridi nefsinin terbiyesi ile kibir ve benlikten kurtarmaktır. Çünkü bir yönüyle de rabıta, şeytanın hücumlarına karşı büyüklerin rûhaniyetine sığınmak ve onlarla tehlikeden korunmaktır. Rabıta yoluyla insan hayatını gönlündeki mürşidiyle paylaşmış olur. Kâmil mürşid, müridin gerçek dostudur, hak yolunda en güvenilir rehberidir. Onu her işinde önüne alan kimse hak ve hakikatten sapmaz.

Mürşidin ruhaniyeti müridin sevgi ve ilgisine göre kendisine tasarruf ve yardım eder. Bu gönül beraberliği sayesinde mürid kibirden ve benlikten korunur, ihlası elde eder. Yaptığı hayırlı amelleri gözünde büyütmez, kendisini beğenmez, malı ile kibirlenmez, makam ve mevkiiyle övünmez, insanları küçük görmez.

Yaptığı her ibadetin sonunda ve elde ettiği her nimetin önünde, rabıta ile nefisini muhasebeye çeker, kontrol eder. Buna devamlı rabıta hâli denir. Bu hâli elde etmeye çalışmalıdır. Bunu başaran kimse gerçekten büyük bir saadeti ele geçirmiş olur.
Başlık: Rabıtanın Ehemmiyeti
Gönderen: fazıl14 - 25 Aralık 2008, 11:25:35
-Fetanet denizidir
-Rahmet yağdıran buluttur
-Evliyaullahın makamıdır
-Kalplerin rahatı bedenlerin teşhiridir.
-Yaralı kalbe deva ,sıhhat ağacında meyvedir.
-Rabıta hakikat nurudur
-Muhabbet anahtarıdır.
Başlık: Rabıta Ve Alakalı Sorular
Gönderen: fazıl14 - 27 Aralık 2008, 12:43:33
1-)'Mürşid Yerine Allah`ı Düşün Sözü Doğru mu?

Yüce Allah’ın zatı hariç, her şey düşünülebilir. Yüce Allah’ın zatı hiçbir şeye benzemediği için onu düşünmek mümkün değildir. Rasuiullah s.a.v. Efendimiz, bu konuda şu ölçüyü önümüze koymuştur:

“Allah Tealâ’nın zatını tefekkür etmeyin/düşünmeyin. O’nun nimetlerini ve yarattığı varlıkları düşünün. Çünkü siz Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Ebu’ş-Şeyh, Kitabu’l-Azame; Ebu Nuaym, Hilye; Tabaranî, el-Evsat; Beyhakî, Şuabu’l-İman; Elbanî, Sahiha.)

Alimlerimiz bu hadisten hareketle şu temel kaideyi tespit etmişlerdir: “Her ne ki hayal edilir, o Allah değildir.” (Şa’ranî, el-Yevakıt). Yüce Allah’ın dışındaki her varlık düşünülebilir ve nasıl olduğu hayal edilebilir. Fakat Allah nasıl acaba diye düşünülmez, düşünülemez.

Bu hadis, niçin bir mürşidi düşünüyorsunuz da Allah’ı düşünmüyorsunuz, diyenlere cevap vermektedir. Kâmil mürşid, bir varlıktır, kuldur, edep ve takva sahibi salih bir insandır. Allah’ın dostu, halifesi, şahidi, delili ve davetçisidir. Onu düşünmek, hayal etmek, kalpte canlandırmak, gönülde şekillendirmek, rabıta yapmak mümkündür, fakat bu durum Yüce Allah’ın zatı için mümkün değildir.

Başlık: Rabıta Ve Alakalı Sorular
Gönderen: fazıl14 - 29 Aralık 2008, 13:16:03
2-)-Rabıta yapılırken mürid şeyhi ne olarak görmelidir? Rabıtaya şirk diyenlere verilecek aklî ve naklî deliller nelerdir?
Allah-u Teâlâ Hazretleri,
(Ve kûnû maas sâdıkîn) "Sadık kullarımla beraber olun!" buyuruyor. Yâni "Onlar gibi olun, onların yanında olun, onların cephesinde olun, onların gittiği yolda, onların safında bulunun!" mânâsına geliyor. Onun mânevî tatbikatı, mânevî bakımdan beraber olmak, böyle rabıta ile sağlanıyor.
İnsanın hocasıyla beraber olması, vaazını dinlemesi, nasihatını dinlemesi, dinini ondan öğrenmesi lâzım!.. Bu her zaman mümkün olmuyor. Hem insanlar muhtelif yerlerde oturuyorlar, uzak diyarlara gitmiş oluyorlar. Hem de, günün bir kısmının istirahatle geçmesi gerekiyor. Günün her saatinde insanın hizmette olması da kolay olmuyor. O bakımdan rabıta yapılıyor.
Rabıta yapıldığı zaman, mürid şeyhinin huzurunda olmuş oluyor. Onu denetleyici olarak da düşünebilir. Sevdiği bir kimse olarak, hocası olarak onu karşısında hayal edecek, zikri beraber yaptığını düşünecek.
Rabıtanın şirk olmasının hiç bir aslı, esası, dayanağı yoktur. Çünkü, insanın gözünü kapatması serbesttir. Gözünü kapattığı zaman sevdiği bir insanı düşünmesi serbesttir.
Şirk Allah'a ortak koşmak demektir. Allah'a ortak koşmakla ilgili herhangi bir şey burda olmadığı için, öyle bir husus yoktur. İnsanın sevdiği bir kimse ile beraber olmak istemesi, beraberliğini düşünmesi şirk değildir.
Birçok mânevî faydaları var... Feyz almak bakımından, insanın yetişmesi bakımından fevkalâde önemli...
Râmûzül Ehâdis'te bir hadis-i şerif var; Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: ÇBir geniş arazide, çölde giderken hayvanınız ürktü, kaçtı. Yardım edecek bir kimse de yok... Çölde uçsuz bucaksız dağların, kum tepelerinin arasında kayboldu. Bulmanız mümkün değil... Kaldınız çaresiz... Sular orda, yiyecek orda... Kumların üstünde bata çıka sizin yürümeniz mümkün değil... Yandınız, mahvoldunuz. Böyle bir durumla karşılaştınız. Ne yapacaksınız?..
--Deyiniz ki: "(Yâ ricâlAllah!) Ey Allah'ın erleri, Allah'ın ricâli!.. (eğîsûnî) Bana yardım edin! (eînûnî) Bana yardımcı olun, benim imdadıma yetişin!" diye böyle söyleyin! Çünkü, Allah'ın sizin görmediğiniz maddî mânevî erleri olur, evliyâullahı olur; onlar imdada yetişirler." diye Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.
Onun için, Peygamber Efendimiz böyle deyin dediğine göre, Allah'ın evliyâsına da böyle selâhiyet verildiğine göre; hani ondan yardım istese bile, yine bir mahzuru yoktur. Çünkü, mahzuru olsaydı, Peygamber Efendimiz tavsiye etmezdi.
Başlık: Rabıta Ve Alakalı Sorular
Gönderen: fazıl14 - 30 Aralık 2008, 12:20:54
3-)-Rabıta Allah'la kulun arasına girmek midir?
--Muhterem kardeşlerim! Rabıta, irtibat mânâsına geliyor, ilgi kurmak, irtibatlı olmak mânâsına geliyor. Nasıl hani, İstasyonu arayıp düğmeyi çeviriyorsunuz; ilgiyi kurduğunuz zaman, o radyo istasyonunun yayınını alabiliyorsanız, böyle bir ayarlama gibi bir şey olmuş oluyor.
Rabıta, bir sevgi bağlantısıdır, bir saygı bağlantısıdır. O bakımdan... Şimdi bir insan hocasıyla beraber, şeyhiyle beraber bir yerde olsa güzel olur. Aynı mecliste olsalar, sohbetinde bulunsa, sözünü dinlese; beraberce ellerine tesbihleri alsalar, zikirleri yapsalar güzel olur. Bu böyle olmadığı zaman, gözünü kapatacak, mürşidiyle irtibatını kuracak, mürşidini karşısında tasavvur edecek... O da onun karşısında oturmuş, mübârek bir mecliste beraberlermiş diye göz önüne getirecek... Böyle gönül aleminden bir irtibat sağlayacak... Bu irtibata rabıta deniliyor.
Böyle mürşidiyle bir irtibat kurduğu zaman; ziyaretine gittiği zaman, aynı mecliste beraber zikir yapsalar nasıl oluyorsa, orda da öyle bir durum oluyor. Beraber zikretmiş olacaklar, irtibat kurmuş olarak zikretmiş olacaklar. O zaman, böyle bir bağlantı kurulduğu zaman, mürşidindeki füyûzat ve mânevî berekât kendisine intikal eder. O bağlantının bereketiyle kendisi çok feyizyâb olur ve yaptığı ibâdetin tadını duyar, faidesini görür.
Böyle bir fenâ fillâh-beka billâh makamına ermiş mürşid-i kâmil ile irtibat kurduğu zaman insan, istasyonu bulmuş gibi oluyor yâni... O zaman kendisi çok istifade eder. Büyüklerimiz böyle diyorlar. Bu bir sevgi bağlantısıdır ve kısa zamanda müridin terakkî etmesi için gerekli bir çalışmadır.
Bunun hem asrımızın modern ilimlerinden, hem de tarihimizden ve dinimizden çok misalleri vardır. Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, Rasûlüllah Efendimizi her zaman karşısında görürmüş. Hattâ utanırmış. O kadar böyle canlı bir tarzda karşısında görürmüş ki, utanırmış ayağını filân da uzatamazmış. Yanında değil ama, yanında gibi... İşte buna fenâ firrasûl makamı derler. Yâni, nereye baksa Rasûlüllah'ı görüyor; Rasûlüllah'ı görür hale gelmiş oluyor.
O hale ermek için de, ilkönce fenâ fişşeyh makamı denilen hale ermiş olmak, şeyhini görür hale gelmek lâzım ki; ordan fenâ firrasûl makamı nasib olsun, ordan fenâ fillah makamı nasib olsun diye, büyüklerimiz böyle bu meseleyi açıklamışlardır.
Bir de bazı kitaplarda belirtiliyor ki, Yusuf Aleyhisselâm'ın hikâyesinde, tam öyle Zelihâ valide kapıları kapatıp da, "Gel bakalım!" dediği zaman;
(Lev lâ enraâ burhâne rabbihî) diye bildiriliyor ayet-i kerimede... "Rabbinin burhanını gördü, kendisine hakim oldu, uymadı. Kapıya doğru kaçtı." diye bildirildiği sırada, o gördüğü burhan nedir diye bazı kimseler diyorlar ki rivâyetlerde: Babası Ya'kub AS'ı karşısında görmüş... Ya'kub AS'ın hayalini aynen karşısında görmüş. Babası karşısında... Evlâdına böyle bakıyor. O zaman kendisine daha iyi hakim olmuş, o teklife karşı direnmiş.
O bakımdan bu işin bir takım mânevî tarafları vardır. O vazifeyi yapan insanlarda da böyle bazı şeyler hasıl oluyor.

Başlık: Rabıta Ve Alakalı Sorular
Gönderen: fazıl14 - 31 Aralık 2008, 13:11:33
4-)-Rabıta-i mürşidin müridi yetiştirme ve olgunlaştırmadaki rolü nedir?
--Çok büyüktür. Hadis-i şeriften alınmadır. Peygamber Efendimiz'le sahabesi arasında rabıta vardı. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden Peygamber Efendimiz'in hayali gitmediği için, yalnız olduğu zaman bile rahat olamıyordu. Ayağını uzatamıyordu, serbest olamıyordu.
Yâni, rabıta sevmekten kaynaklanır. Ayrıca, bu rabıta dolayısıyla hakîkaten mânevî bir yakınlık ve bağlılık hâsıl olur. Bu bağlılık, mürşide rabıtadan, Rasûlüllah'a rabıtaya götürür insanı... Sonunda insan, Rasûlüllah'la rabıta etme haline gelir. Onun için, bir yetiştirme merhalesidir bu... Bilinenden bilinmeyene doğru yükselmedir. Kolaydan zora doğru ilerlemedir. Bir merhaledir ve şarttır.
Peygamber Efendimiz diyor ki: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz beni annenizden, babanızdan, evlâdınızdan ve bütün insanlardan bile daha çok sevmedikçe, hakîkî müslüman olamazsınız."
Rabıta aslında sevgiden kaynaklanıyor. O sevgi ile, onu düşünmesiyle, onunla mânevî beraberliğini kuruyor. Bu beraberlik kuruluyor.
İnsan rûhî merhalelerde ilerlediği zaman, bu bedene bağlı kalmıyor ruhu... Yusuf AS, Yâkub AS'ı görüvermiş karşısında... Zeliha Hatun kapıyı kapatıp, "Hadi, ikimiz kaldık!" dediği zaman, Yâkub AS'ı görüveriyor karşısında... "Ne yapıyorsun evlâdım, bu ne durumdur?.." gibilerden, Yâkub AS'ın böyle parmağını ısıraraktan göründüğünü naklederler. Evliyâullahın da böyle görünmesi vardır.
Evliyâullahın ruhları bedenlerinden çıkıp böyle dolaşabilir. Bizim şeyh efendilerimizden birisine demişler ki, "Efendim sizi filânca yerde gördük..." "Evet evlâdım! Demin oraları düşünüvermiştim." demiş. Burdan düşünür gibi bir şeyle, o tarafta onun şeyi görünür. Böyle şeyler olur. Bunlar hep rabıtanın inceliklerinden, detaylarındandır.
Kişinin gözünü kapatıp annesini babasını düşünmesi nasıl tatlı bir şeyse, normal bir şeyse...
--Ne yapıyorsun?..
--Ah, ak sakallı babacığım hatırıma geldi. Nur yüzlü, başörtülü annem hatırıma geldi. Gözümü kapattım, onu hayal ediyorum.
Bunun şirkle bir ilgisi olmadığı gibi, insanın da şeyhini böyle düşünmesi, sevgi bağı olarak lâzımdır ve gereklidir. Sevmesi, sayması, dinlemesi ve böyle düşünmesi feyzinin çok olması için de gereklidir. Bu bir alıştırmadır. Sonunda Rasûlüllah'la görüşme haline gelebilmesi için alıştırmadır, başlangıçtır, birinci bölümüdür işin... Daha ötedeki bölümlerine bir gidiştir. Onun için gereklidir.
Başlık: Rabıta Ve Alakalı Sorular
Gönderen: fazıl14 - 01 Ocak 2009, 12:48:35
5-)-Rabıtada Peygamber Efendimiz'i düşünsek, daha iyi olmaz mı?..
- Peygamber Efendimiz'i düşünmeye müridin ilk başta kabiliyeti yetmez ve o tecellîye kendisi tahammül edemez. Hocasını düşünmekten başlar. O eğitime alıştıktan sonra, Rasûlüllah'a gelir zâten...
Merdivenin altındaki iki basamağa ne lüzum var?.. Bunlar olmasa üst kata çıkamaz mıyız?.. Çıkamazsın; çünkü, buraya basacaksın, oraya öyle çıkacaksın! Alt merdiven olmadan üst merdivene çıkılmıyor.
Başlık: Rabıta Ve Alakalı Sorular
Gönderen: fazıl14 - 02 Ocak 2009, 13:56:43
6-)-Rabıtada tahayyülde zorluk çekiyorum, ne tavsiye edersiniz?
--Şeyhinin sohbetine fazla devam etmek icap eder. Sevgisi ziyadeleşince tahayyülde zorluk çekilmez.
Başlık: Konu Bütünlüğünde İstifade Edilen Kaynaklar
Gönderen: fazıl14 - 02 Ocak 2009, 14:54:27
1-)Altun Silsile, Abdülkadir Dedeoğlu:Osmanlı Yayınevi

2-)Mektubat-ı Rabbani:Abdülkadir Akçiçek Tercümesi-Çile Yayınları 1980

3-)Hadikatü`l Evliya:Osmanlı Yayınevi 1979

4-)Tam Miftah-ül-Kulub(Kalplerin Anahtarı):El-Hac Mehmed Nuri Şemsüddin-El-Nakşibendi 1976

5-)MekasıdutiTalibiyn:Mehmed Raif Ef.-Osmanlı Yayınevi 1979

6-)Marifetname:Erzurumlu İbrahim Hakkı H.z-Merve Yayınevi

7-)Gunye`tüt Talibin:İlim Ve Esrar Hazinesi-Seyyid Abdülkadir-i Geylani-Çelik Yayınevi

8-)İslamda İrşad (Marifet Yayınları)

9-)Tabular Yıkılıyor 2-Prof Dr. Ahmed Akgündüz-Osmanlı Araştırmalar Vakfı

10-)Abidler Yolu (Minhac-ül Abidin): İmam-ı Gazali-Uyanış Yayınları 1980
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: garsli36 - 28 Nisan 2009, 17:55:46
Arkadasim verdiginiz bilgilerden azami derece istifade etmeye calistim.Ulasabildigim kisilerede okumalarini tavsiye ettim.
Bu kiymetli arastirmalarinizdan dolayi sizi tebrik  ediyorum.Allah (c.c) razi olsun.

Kalin saglicakla..garsli36
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: _sukut_ - 26 Temmuz 2009, 00:32:07
Allah razı olsun...
takip edicem çok faydalı bir paylaşımda bulunuyorsunuz...
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 20 Eylül 2009, 12:06:17
Cenab-ı Allah cümlemizden razı olsun kardeşlerim.Acizane siz kardeşlerime yararlı olabildiysem ne mutlu bana.Allaha Emanet Olun.Selam ve dua ile inşaAllah.
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: sofikaptan - 30 Eylül 2009, 09:48:45
s.a.fazıl mübarek.çalışmaların için Allah razı olsun.Fakat çalışmalarının kaynaklarını da eklerseniz daha faydalı olursunuz diye düşünüyorum.Selam ve dua ile
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 30 Eylül 2009, 17:47:50
1-)Altun Silsile, Abdülkadir Dedeoğlu:Osmanlı Yayınevi

2-)Mektubat-ı Rabbani:Abdülkadir Akçiçek Tercümesi-Çile Yayınları 1980

3-)Hadikatü`l Evliya:Osmanlı Yayınevi 1979

4-)Tam Miftah-ül-Kulub(Kalplerin Anahtarı):El-Hac Mehmed Nuri Şemsüddin-El-Nakşibendi 1976

5-)MekasıdutiTalibiyn:Mehmed Raif Ef.-Osmanlı Yayınevi 1979

6-)Marifetname:Erzurumlu İbrahim Hakkı H.z-Merve Yayınevi

7-)Gunye`tüt Talibin:İlim Ve Esrar Hazinesi-Seyyid Abdülkadir-i Geylani-Çelik Yayınevi

8-)İslamda İrşad (Marifet Yayınları)

9-)Tabular Yıkılıyor 2-Prof Dr. Ahmed Akgündüz-Osmanlı Araştırmalar Vakfı

10-)Abidler Yolu (Minhac-ül Abidin): İmam-ı Gazali-Uyanış Yayınları 1980
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: hakikatli - 13 Mart 2010, 00:54:23
Fazıl kardeşim,seviyeli bilgilerinizle ilim merkezinin merdivenlerine yaklaştırmaya vesile oldunuz.RABB'imin inayeti ile nasibimizi alanlardan oluruz inşAllah.
MEVLA sizlere yazma aşkı,bizlerede okuma hevesi ile heveslenedirip tatbik eylesin.(amin)
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: mardin - 13 Mart 2010, 11:51:10
fazıl kardeş ne güzel bilgiler bunlar. eline saglık ,yüregine saglık.
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: Emir-ül Bahr - 13 Mart 2010, 12:00:31
Allah razı olsun çok kıymetli kaynaklardan derlenmiş.
Başlık: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 15 Mart 2010, 19:06:56
Mevlam Cümlemizden Razı Olsun kardeşlerim.Allaha Emanet Olun.Selam Ve Dua İle İnşaAllah..
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: sakincan - 16 Mart 2010, 15:46:00
emeği geçenlerden mevla razı olsun..

taklit mürid değilde hakikate vakıf mürit olabilmeyi nasip etsin mevlam inş.

bu faideli bilgiler ışığında yolumuz aydınlanıyor..Allah razı olsun..

ilminizi arttırsın inş.

Başlık: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 16 Mart 2010, 15:47:20
Amin Kardeşim.Mevlam Cümlemizden Razı Olsun İnşaAllah.Selam Ve Dua İle..
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: neojurnal - 29 Eylül 2010, 18:20:27
Allah Razi olsun. Cok faideli ve kemale erdirici bilgiler
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 01 Ekim 2010, 22:00:00
Allah Razi olsun. Cok faideli ve kemale erdirici bilgiler

Mevlam Cümlemizden Razı Olsun İnşaAllah Kardeşim.Selam Ve Dua İle.
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: omur - 02 Ekim 2010, 05:11:50
emeği geçenlerden mevla razı olsun..

taklit mürid değilde hakikate vakıf mürit olabilmeyi nasip etsin mevlam inş.

bu faideli bilgiler ışığında yolumuz aydınlanıyor..Allah razı olsun..

ilminizi arttırsın inş.


Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 02 Ekim 2010, 08:16:48
emeği geçenlerden mevla razı olsun..

taklit mürid değilde hakikate vakıf mürit olabilmeyi nasip etsin mevlam inş.

bu faideli bilgiler ışığında yolumuz aydınlanıyor..Allah razı olsun..

ilminizi arttırsın inş.



Mevlam Cümlemizden Razı Olsun İnşaAllah Kardeşim.
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: yigido - 11 Kasım 2011, 00:31:13
Tarikat-ı Aliyye-i Kaadiriyye Ricali Silsilesi
 başlıklı yazında KADİRİ silsilesini  vermişsin bu silsile 39.halka son halkamı yoksa bu tarikat
hala devam etmektemi?

 Şimdiden İlginiz İçin teşekkürler
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 11 Kasım 2011, 01:01:07
Tarikat-ı Aliyye-i Kaadiriyye Ricali Silsilesi
 başlıklı yazında KADİRİ silsilesini  vermişsin bu silsile 39.halka son halkamı yoksa bu tarikat
hala devam etmektemi?

 Şimdiden İlginiz İçin teşekkürler

Kardeşim 39 olarak belirtildiği üzere silsile kesilmiştir..Halife bırakılmadığı için 39 itibari ile  burada yazılan silsile son bulmuştur..Tarik ve yol üzere olmak kaydı ile, geçmişte ve günümüzde Kadiri Tarikatı başka kollardan ve bırakılan halifeler ile devam edegelmiştir..Yalnız son devrin Din Alimleri Nakşi Tarikatı üzere geldiği için Silsile İtibari ile hüküm ve devamlılık Nakşi Meşrebi üzeredir..Her şeyin doğrusunu bilen Mevla Tealadır..
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: yigido - 11 Kasım 2011, 01:13:55
Tarikat-ı Nakşibendiyye`nin Şubeleri
yazılı  konuda şubellerinin isimlerini yazmışsınız peki Nakşi tarikatının kaç kolu var ve kolların adları nelerdir
ayrıntılı bir şekilde yazarmısınız...
şuan hangi kollar devam etmektedir..
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 11 Kasım 2011, 01:23:18
Tarikat-ı Nakşibendiyye`nin Şubeleri
yazılı  konuda şubellerinin isimlerini yazmışsınız peki Nakşi tarikatının kaç kolu var ve kolların adları nelerdir
ayrıntılı bir şekilde yazarmısınız...
şuan hangi kollar devam etmektedir..


Halidiyye şubesinden kolların, Nakşi tarikatı üzere devam ettiği söylenmektedir..Bu bağlamda EvliyaUllah olan zatların Silsileye dahil edilmesi mevzu bahistir..Tabi burada eklentilerin neye göre yapıldığı,Tarikat usulü icazetli bir şekilde yapılıp yapılmadığı konusu net değildir..Bu bağlamda silsile konusu Allah`ın seçkin kullarının dahil olduğu Halis Seyyidler zinciri olup ekmel mürşid-i kamillerin bağlı olduğu bir zincirdir..Her şeyin doğrusunu bilen Mevla Tealadır..

Bu konuda Daha kapsamlı konuları sahih kaynaklardan araştırmanızı siz kardeşime tavsiye ederim..
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: yigido - 11 Kasım 2011, 22:52:46
Teşekkürler kardeşim Bilgiler için ..Bna önerebileceginiz Kitaplar vs gibi sahih kaynaklar verebilirmisiniz(arapca olmasın)


Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: fazıl14 - 19 Kasım 2011, 18:22:29
Teşekkürler kardeşim Bilgiler için ..Bna önerebileceginiz Kitaplar vs gibi sahih kaynaklar verebilirmisiniz(arapca olmasın)




Rica Ederim Kardeşim..Selam Ve Dua İle..
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: muhabbeteri - 18 Aralık 2011, 22:18:18
cok güzel bir calisma olmus..
Mevlam fazil14 kardesimizden ilel ebed razi olsun..
aklima takilan cogu soruyu cözmüs oldum bu güzel konu sayesinde..
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: tk1978 - 19 Aralık 2011, 01:12:18
cok güzel bir calisma olmus..
Mevlam fazil14 kardesimizden ilel ebed razi olsun..
aklima takilan cogu soruyu cözmüs oldum bu güzel konu sayesinde..
Aynen katiliyorum. Fazil Kardesimiz´den Rabbim Rai vememnun olsun.
Cok sey bildigimizi zan ederken, hic bir sey bilmedigimizi ögrenmis olduk sayesinde
Başlık: Ynt: Tasavvufi kıssalar
Gönderen: nesimcik - 20 Mayıs 2012, 02:33:14
çok güsel faideli Allah razi olsun
Başlık: Ynt: Tasavvuf ve Maneviyat Dünyamız
Gönderen: ihvan - 10 Haziran 2015, 11:57:57
emeğine sağlık
Başlık: Ynt: Tasavvuf ve Maneviyat Dünyamız
Gönderen: ihvan - 08 Nisan 2016, 12:19:42
emeğine sağlık
Başlık: Ynt: Tasavvuf ve Maneviyat Dünyamız
Gönderen: ihvan - 27 Eylül 2018, 13:11:08
emeğine sağlık