Sadakat islami Forum

EDEBİYAT KÖŞESİ => EDEBİYAT => Konuyu başlatan: Uludag - 20 Ocak 2008, 03:05:03

Başlık: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: Uludag - 20 Ocak 2008, 03:05:03
Foyası Meydana Çıktı Nerden Gelmiştir

Kuyumcular süs esyalalarinda kullandiklari elmaslarin, kiymetli taslarin arkasina foya denilen bir madde sürer, böylece ayna gibi isigi yansitarak daha cok parlamasini saglarmis.

Zamanla bu foya dökülür, tas da eski parlakligini yitirirmis. Buna foyasi cikti denilirmis. Bunun gibi, hilekar kisilerin yalanlari ortaya cikinca "foyasi cikti" degimi kullanilir olmus.
Başlık: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: müteallim - 25 Ocak 2008, 17:15:41
buna asil boyasi meydana cikti desek daha yerinde olur herhalde
Başlık: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 07 Nisan 2008, 20:08:14
iSKeNDeR PaLa/iKi DiRHeM BiR ÇeKiRDeK 'den

İran şahlarından Numan Bin Münzir eğlenceyi seven,bu uğurda her türlü devlet imkanını seferber etmiş şuh yaradılışlı bir hükümdar imiş.İran halkı onun zamanında zevki sefa içinde yaşarmış ve münzir,halkını rahat içinde yaşatan bir hükümdar olarak tarihe geçmek için ne gerekiyorsa yapmaya azmetmiş.ve aklına bu icraatları anıtlaştıracak bir köşk yaptırmak gelmiş.ülkenin en büyük mimarı olan sinimmar ı huzuruna çağırmış.

-benim için öyle bir yerde öyle bir saray yap ki dünyadan kâm alma adına hiçbir eksik olmasın.sana iki yıl mühlet.

Sinimmar emir üzerine işe koyulmuş.ülkeyi bir baştan bir başa dolaşmış.küfe de Fırat kıyısında bir tepeyi beğenmiş.iki yılın hitamında saray tamamlanmış.şah sarayı gezerken hayretten hayrete düşüyormuş.Sinimmar saraya öyle bir ışık perspektifi vermiş ki şah için hazırlanan oda günün her saatinde ayrı renk de görünüyormuş.

Sinimmar ,Şahı herkezden gizli mahzene indirmiş.mahzende kendisine bir taşı işaret ederek;

-‘şahım bendenizden adınıza bir saray yapmamı istediniz.İşte bu Havernak sarayı dünya durdukça sizin adınızı yaşatacaktır.sarayın anahtarı şu gördüğünüz taştır.eğer bir gün saraydan bıkarsanız şu taşı çekip sarayı terk ediniz;saray bir saat sonra yok olacaktır.

Numan Bin Münzir ,Sinimmâr ı bin bir sözle övdükten sonra ertesi gün kuşluk çayını terasta birlikte içmek ve maddi iltifatlarını sunmak üzere Sinimmar ı davet edip odasına çekilmiş.Önceleri ona ne türlü hediyeler hazineler vereceğini düşünmüşse de zaman ilerledikçe şeytan içine vesvese vermiş.’ya başkası için sarayın eşini yapar yada taşın yerini başkasına söylerse’.

Ertesi gün sinimmar terasa gelmiş.şah onu Fırat ın manzarasını seyretmek için kokuluğun kenarına getirmiş ve sırtından iterek mükafatını vermiş!!!
Zavallı sinimmar uçuruma doğru süzülürken;

_’diğer taş şahım ,diğer taş!...

derler ki Sinimmarın anahtar taşının bir benzerini daha vardı.o taş her yıl çıkarılıp yerine konmaz ise saray çökmeye mahkumdu.
İşte bu olaydan sonra cezayı sinimmar dillere destan olmuş.bugün havernak sarayının yerinde yeller esiyor.münzirin adını ise hatırlayan yok.ama sinimmar adı dünya döndükçe yaşayacaktır.Çünkü o mükafat yerine cezaya çarptırılmanın Ceza-yı Sinimmar ın sembolü olmuştur.[/color]

ne dersiniz zamanımızdada var mı cezay-ı sinimmar uygulayanlar
Başlık: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 07 Nisan 2008, 20:44:09
SARI ÇİZMELİ MEHMET AĞA

sari çizmenin moda oldugu bir zamanda, izmir esrafindan birisi usagini çagirip tembih etmis:

- bak a efendi! aydin'dan mehmed aga isminde birisi gelecek. harman zamaninda sari çizme almasi için 14 akçe vermistim. borcunun vadesi geldi, bugün defterden borcunu sildim. simdi faytona bin, dogru istasyona! uzun boylu, orta yasli, efe biyikli biridir, hemen tanirsin.

usak istasyona varmis. tren bosalmaya baslamis. bir müddet tarife uygun adam aramissa da nafile. bari çizmesinden taniyayim diye bu sefer ayaklari tarassuta baslamis. ne var ki sari çizmelerden giyen giyene. nihayet çaresizlik içinde en benzettigi kisiye seslenmis:

- mehmed aga! bizim bey seni konakta bekliyor.

tesadüf bu ya, sari çizmeli adamin adi mehmed olup aydin'da kendisini aga diye çagirirlarmis. beraberce konaga varmislar. bey bakmis ki gelen sari çizmeli ile onun borçlusu mehmed aga arasinda bir benzerlik yok. elindeki defterin alacak hanesine bir yandan mehmed aga'nin adini yeniden yazarken diger yandan usagi paylamaya baslamis. nihayet usak,

- bey, demis, burasi koca bir sehir, sari çizmeli de çoktu; mehmed aga da. seninkini yaz deftere bir daha!

bu hikaye halk arasinda yayildiktan sonra, kim oldugu, ne oldugu belli olmayan birisinden bahsedilirken "sari çizmeli mehmed aga" deyimi kullanilmaya baslamis. baris çelebi'nin sarkisi dinlendikçe de asla unutulmayacaktir.


Başlık: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 08 Nisan 2008, 15:22:08
EŞEK SUDAN GELİNCEYE KADAR DÖVMEK

( Adamakallı dövmek anlamında kullanılan deyim )

Balkan harbi sıraların da cephedeki bir askeri birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi.

O zamanlar, mekkare katırlarından başka adına karanfil kolu debilen, merkepli nakliye kolları da vardı. her bölüğede bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla, ordugaha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış.

 Bölüklerden birisinin saka neferi çok saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış, uyumuş. Eşekde çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş.

Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş. Merkebi aramış, bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş.

Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi, bölük kumandanı alaylı yüzbaşının karşısına çıkarmışlar.

Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını öğrenince, hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakyı da çadırın direğine bağlayıp başalmış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka:

 -Aman yüzbaşım, ölüyorum, bir daha uyumayacağım. Artık dövme! diye yalvardıkça, yüzbaşı:

 -Acele etme, daha eşek bulunamadı. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup, muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın....demiş

 :) :)
Başlık: Deyimlerimiz ve hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 08 Nisan 2008, 17:00:48

Havanda su dövmek deyiminin hikayesi

Zaman, yeni hatıralar ekleyerek ömür sayfalarımıza, akıp gider. Yeşeren ağaçlardan, göveren meyvelerden, güzel günlerden geçer. Ve bir daha da geri gelmez!

Eskiden ömrü, en kıymetli hazine bilirmiş büyüklerimiz. Ömür sermayesini boşa harcamamaya gayret ederlermiş. İşte o büyüklerin yaşadığı eski zamanlarda, bir padişah varmış. Vaktini faydalı işler yaparak geçirmeyi kendine düstur edinmiş. Devlet işlerinden kalan zamanında ağaç diker, kimsesiz çocuklara masal okur, yoksul evlere aş dağıtır, daha da vakti kalırsa, ülkedeki bilginlerin buluşlarını incelermiş...

Halkını da, güzel davranışlarda bulunmaya ve çalışmaya teşvik edermiş.

Yavaş yavaş halk da padişahın rengine bürünmüş. Boş durmaktansa, hepsi bir meşgale bulup uğraşmaya başlamışlar. Kimi, kimsesiz çocukların bakımını üstlenmiş, kimi yaşlıların. Kimi ağaçtan kayıklar, kalemler, iskemleler yontmuş, çiçek ekmiş, tel tel danteller örmüş, tahtadan güzel oyuncaklar yapmış, nakış işlemiş, kilim dokumuş… Kimi ise, güzel binalar yapmış. Birbirinden güzel camiler, medreseler, hanlar, hamamlar yükselmiş ülkenin dört bir yanında.

Bununla kalmayıp, yağmur yağdığında çamurlanan yollara güzel taşlar döşemişler. Mavisi, pembesi, yeşili yan yana uzanıp gitmiş yol boyunca. Yol kenarlarında sıralanan ağaçlara, fenerler asmışlar. Geceleri diledikleri gibi yolculuk yapabilmişler böylece.

Halk öyle çalışkan öyle çalışkan olmuş ki, boş oturan kimse kalmamış. Dört başı mamur bir ülke olup çıkmış padişahın ülkesi.

Fakat, fani dünya seni de yer beni de. Her şey böyle güllük gülistanlık gitmemiş. Sağdan soldan kötü niyetli adamlar gelmiş ülkeye. Çok geçmeden de etraflarında kötü niyetlerinin izleri görülmeye başlanmış. Kiminin bahçesini talan etmişler, kiminin evini taşlamışlar, kırıp dökmüşler. Kısa zamanda da bir araya toplanıp birbirlerinin yandaşı olmuşlar. Elebaşları ise, içlerinde en belalı olanıymış. İnsan bu, bazen eğilir, bazen bükülür. Halden hale girer. Zamanla ülke içinden de bu topluluğa yandaş olanlar çıkmış.

Halkın bir kısmı, bu eşkıya taifesinden uzak durmuş. Bir kısmı da, iyilikle iyiliğe davet edelim diyerek onlarla komşuluk etmişler. Ne var ki, çoğu zarar görmüş. Kalan az bir kısmı da, çareyi kötülerden uzaklaşmakta bulmuş.

Sonunda padişah işe el koymuş. Eşkıya taifesini huzurunda toplayıp hesap sormak murat etmiş. Böylece padişahın askerleriyle, eşkıya taifesi arasında bir kovalamacadır başlamış. Ülkesini köşe bucak tanıyan padişah, asileri yakalatıp huzuruna getirtmiş. Elebaşlarını ayırıp kalanlarına kilim dokuma, çömlek yapma, dantel örme, kitap yazma, ekip biçme cezaları vermiş.

Haydut taifesi bu cezaları duyunca çok şaşırmış. Çaresiz, işe koyulup çalışmaya başlamışlar.

Elebaşlarına ise, ne ceza vereceğini günlerce düşünmüş padişah. Öyle bir ceza olmalıymış ki bu, ibreti âlem olsun. Sonunda bir karara varmış. Vezirlerine emir vererek ülkedeki en büyük havanı bulup getirmelerini istemiş. Fakat getirilen havanların hiçbiri padişahın istediği büyüklükte değilmiş. O zaman, padişah istediği havanı yapmaları için marangozlara emir vermiş. Marangozlar, mümkün olan en kısa zaman içinde padişahın istediği havanı yapıp getirmişler. Havanı görenler parmak ısırmışlar. Padişah havanı, şehrin en büyük meydanına yerleştirmiş. İçini su ile doldurtmuş. Dev havan kolunu da asinin eline vermiş.

- Başla bakalım dövmeye, diye emir buyurmuş.

Asi başlamış dövmeye. Ta gün batıncaya kadar! Halk, sabah işine gücüne başlarken, asi de sabah erkenden havanda su dövmeye başlıyormuş. Aslında kellesinin gitmesini beklerken, kendisine verilen bu cezaya hiç akıl sır erdiremiyormuş. Aradan bir ay geçtikten sonra padişah asinin yanına uğramış.

- Ne yapmaktasın bre gafil? diye sormuş.

- Havanda su dövmekteyim, padişahım diye cevaplamış asi.

Padişah başka soru sormadan gitmiş. Aradan üç ay geçmiş, padişah hâlâ havanda su dövmekte olan asinin yanına tekrar gelmiş.

- Ne yapmaktasın bre gafil, diye sormuş.

- Havanda su dövmekteyim padişahım, diye cevaplamış adam.

Padişah başka soru sormadan gitmiş. Bu kez aradan altı ay geçmiş. Padişah hala havanda su dövmekte olan asinin yanına bir kez daha uğramış. Bu arada halk da asiye verilen cezanın hikmetini merak ediyormuş.

Günler geçtikçe asinin de havanda su dövmekten kollarında derman kalmamış. Ceza tam bir yıla tamamlandığında, padişah asinin yanına bir kez daha gelmiş ve sormuş:

- Ne yapmaktasın bre gafil?

- Havanda su dövmekteyim padişahım, demiş adam.

- Peki, bunca zaman havanda su dövdün de ne geçti eline, diye sormuş padişah.

- Hiçbir şey padişahım. Üstelik kollarımda derman kalmadı ve hiçbir kazancım da olmadı, demiş.

Padişah bu kez asinin eski yandaşlarını çağırmış ve bir yıl boyunca yapıp ettikleriyle gelmelerini emretmiş. Yandaşları bir yıl boyunca dokudukları kilimler, yaptıkları porselenler, ekip biçerek elde ettikleri buğdaylar, darılar, yazdıkları kitaplar, ördükleri dantellerle meydana gelmişler. Çok da mutlu görünüyorlarmış. O zaman padişah, asiye dönüp kısa bir konuşma yapmış.

- Bu ülkeye geldiğin zaman, bir ağaç dikseydin, şimdi belki de meyve verecekti. Bir tarla ekseydin, ürünün olacaktı. Bir halı dokusaydın, bitirmiş olacaktın. Faydalı bir iş yapsaydın, güzel sonuçlarıyla karşılaşacaktın. Yazık sana! Bunca zaman, yararsız işlerle uğraştın. Sonucunda havanda su dövmekten başka bir karşılık bulamadın, demiş.

O zaman orada toplanan halk da, asi de anlamış verilen cezanın hikmetini. Asi pişman olmuş, af dilemiş. Padişah da kerem etmiş bağışlamış onu.

O günden sonra asi, güzel havanlar yapmakla meşgul olmuş. Birbirinden güzel, süslü, nakışlı, gümüş, bakır, bronz, ağaç havanlar yapmış. Bir daha da boş ve yararsız işlerle uğraşmamış. İşte, ta o zamanlardan ‘havanda su dövmek’ sözü bize hatıra kalmış.

Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 10 Nisan 2008, 19:35:14
HALEP ORADAYSA ARŞIN BURADA

Vaktiyle görgüsüzün biri kısa bir müddet Halep’te kalmış. Yurduna dönünce de yerli yersiz konuşmaya, “Ben Halep’te şöyle yaptım, böyle yaptım” gibi atıp tutmaya başlamış. Öyle ki övünmelerinden halka gına gelmiş.
Günlerden birinde köy odasında oturulurken söz cirit oyunundan, uzun atlamadan açılmış. Bizim övünme meraklısı dayanamayıp söze girmiş:
- Ben Halep’te iken on beş arşın atladım.
Sabrı tükenenlerden biri itiraz etmiş:
- Yapma be iki gözüm, on beş arşın atlamak kim; sen kim?
- Canım ne var on beş arşında, atladım işte!
O sırada aralarında bulunan marangoz, malzemeleri arasındaki arşını çıkarıp ortaya koymuş:
- Halep oradaysa arşın burada! Haydi atla da görelim.
-?!..
O günden sonra palavracı her nerede bir kurusıkı atsa, halk kendisine “Arşın burda!” demeye başlamış ve bu söz bir deyim olarak yaygınlaşmış. Bugün dahi, geçmişte yaptığı bir şey ile övünen, yahut yapmadığını yapmış gibi söyleyen insanlara, halihazır şartlar altında da aynı başarıyı göstermesi arzusunu izhar için söylenir.
Bugün arşın yerine metrik ölçü kullanıyoruz. 68 cm. uzunluğunda bir ölçü birimi olan arşın (arşun), yakın zamanlara kadar Anadolu’da hala kullanılmakta idi. Hatta Malatya ve havalisindeki illerimizde “Halep oradaysa arşın burada” deyiminden dolayı arşın yerine Halep kelimesini bir ölçü birimi gibi telaffuz ettikleri olmuştur: Beş Halep kadife, sekiz Halep urgan.. gibi.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 10 Nisan 2008, 19:39:30
ATEŞ PAHASI

Vaktiyle Osmanlı hükümdarlarından biri maiyetiyle avlanmaya çıkmış. Bir ceylanın peşinden koşarken vakit bir hayli ilerlemiş ve gün batmaya yüz tutmuş. Bu sırada gök kararmış, ortalığı şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmış. Hünkar ve adamaları en yakın kulübeye kendilerini zor atmışlar. Meğer sığındıkları kulübe odunculuk yapan bir garibe aitmiş. Adamcık onları içeri almış. Sultan her ne kadar adamı tedirgin etmemek için kim olduklarını söylememiş ise de oduncu durumu kavramış ve ocağa büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıtmış. Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlar ve geceyi orada rahatça geçirmişler. Hattâ bir ara hünkâr:

- Doğrusu şu ateş bin altın eder, diye söylenmiş.
Ertesi gün yola çıkacakları vakit padişah oduncuya sormuş:
- Efendi! Bizi ihya ettin, harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik. Söyle bakalım borcumuz ne kadar?
Oduncu fırsatı değerlendirmenin zamanıdır deyip rayici yüksek tutmuş:
- Bin altın beyzadem!
Vekilharç hemen atılmış:
- Ne masraf ettin ki bin altın istersin bre densiz?
- Sabaha kadar ateşi aynı kıvamda tuttum. Böyle dağ başında bu ateş az bulunur.
- Ama ateş bu denli pahalı mıdır?
O sırada padişah vekilharcına dönüp:
- Ağa, demiş, ateş iyiydi, şimdi pahasını verin!
Oduncunun bu tavrı halk arasında yayılınca, değerinin üstünde fiyat biçilen şeyler hakkında "ateş pahası" denilmeye başlamış ve giderek deyimleşmiş. Umulana göre çok pahalı bulunan fiyatlar hakkında bugün hala "ateş pahası" denilir.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 10 Nisan 2008, 19:46:46
ÇAM DEVİRMEK

Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş.
Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş.

Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:
-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş. Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 10 Nisan 2008, 19:50:20
AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI

Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya uğraşırken, bazen hiç beklenmedik sürpriz olayları çıkar ve daha büyük engeller karşımıza dikilir. O zaman "Ayıkla pirincin taşım" deyimini kullanırız. Tabirin hikayesi, Osmanlı tarihine dayanır, Yavuz Sultan Selimin Yemen'i fethinden bir süre sonra, Yemen'de bazı isyanlar çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa, durumu kontrol altına almış;

Yemen bu tarihten itibaren 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştı.. Rivayete göre, Sinan Paşa'nın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere, hasır torbalar içindeki pirinçleri yere serdikleri büyük bir serginin üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.

Bu sırada bir firtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu, pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:

-"Biz Allah'ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkâr kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu Rabbimiz, Kabe'ye hücum eden fil sahiplerinin başına Ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim." diyerek arkadaşlarını güldürmüş. [/color]
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 10 Nisan 2008, 19:58:34
VERMEYİNCE MABUD NEYLESİN SULTAN MAHMUT

Allah istemediği sürece kul ne yaparsa yapsın nafiledir.

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor. Tıkandı baba, çay getir, Tıkandı baba, oralet getir, vs.


Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş; “Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?”, “Uzun mesele evlat” demiş Tıkandı baba. “Anlat baba anlat merak ettim” deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;


Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasada olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve “Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık” dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.


Tıkandı baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına; “Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş. Sultan Mahmut’un adamları “peki” demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış , bakmış baklava nefis. “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya; “Taze baklava, güzel baklava!” Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın.


Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş, Tıkandı baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba’dan baklavaları satın almış.


Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut; “Bizim Tıkandı baba’ya bir bakalım”, deyip Tıkandı baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; “Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş, “Geldi sultanım”, “Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?”, “Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım…”


Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. “Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel” deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş. “Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş; “Baba senin buradan da nasibin yok”. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış “Alın bu adamı üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.


Padişahın adamları “peki” deyip adamı alıp üsküdar’a götürmüşler. “Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım” demişler. Baba, “Niçin ?” demiş. Askerler “Hele sen bir beğen bakalım” demişler.


Baba, şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline “Ne olacak şimdi?” demiş, “Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demişler. Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:

Vermeyince mabud, neylesin sultan mahmut!..
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 10 Nisan 2008, 20:53:56
ÇİZMEYİ AŞMAK

Söyleyişte daha ziyade “Çizmeyi aşma”, yahut, “Çizmeden yukarı çıkma” biçiminde emir kipiyle ve boyundan büyük bir işe girişildiğini ima eder mahiyette kullanılan bu deyimin hikayesi şöyledir:
Milattan üç asır önce Efes’te yaşamış olan Apelle (Apel) isimli bir ressam vardır. Büyük İskender’in resimlerini yapmakla şöhret bulan Apel’in en büyük özelliği yaptığı resimleri halka açması ve gizlendiği bir perdenin arkasından onların tenkitlerini dinleyip hoşa gidecek yeni resimler için fikir geliştirmesi imiş.
Günlerden birinde bir kunduracı Apel’in resimlerinden birini tepeden tırnağa süzüp tenkide başlamış. Önce resimdeki çizmeler üzerinde görüşlerini bildirip, kunduracılık sanatı bakımından tenkitlerini sıralamış. Apel bunları dinleyip gerekli notları almış. Ancak bir müddet sonra adam resmin üst kısımlarını da eleştirmeye ve hatta teknik yönden, sanat açısından, renklerin kontrastı ve gölgelerin derecesi üzerine de ileri geri konuşmaya başlayınca Apel perdenin arkasından bağırmış.  

Efendi, haddini bil; çizmeden yukarı çıkma!
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 10 Nisan 2008, 21:03:35
AVUCUNU YALAMAK

Umduğumuz bir nimet ele girmediği zamanlarda söylenilen bu deyim, eskiden kadınlar arasında yaygın iken bilâhare çıkış noktası unutulup erkekler tarafından da kullanılır olmuştur. Eskiden hamile kadınların aşerme (aş yermek) dönemleri ile bebekli hanımların süt dönemlerinde canları çekip de ulaşamadıkları bir şey olursa göğüslerinin şişeceği veya sütlerinin kesileceğine dair bir inanış mevcutmuş. Fakirlik, yasaklama, sıhhi gerekler vs. yönünden bir şeyi canı çektiği halde ondan tadamayan bir kadın, sanki onu tadıyormuşçasına sağ avucunun içini yalar ve böylece nefsini köreltir, istediği nimeti yediğini farz edermiş. Aynı uygulamaların çocuklara yönelik bir versiyonu da imrendikleri yiyecekten onlara bir tadımlık da olsa ikram etmektir. Eğer ikram edilmezse çocuğun bir yerlerinin şişeceği söylenir ki galiba kadınların göğüs şişmesi ile aynı olsa gerektir.  
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 16:54:23
Hoşafın Yağı Kesildi

Yeniçeri ocaklarında efrada yemek dağıtılırken mutfak meydancısı elinde tuttuğu üzeri ayet ve dualar yazılı kallavi koca kepçe ile evvela yağlı yemekleri ve pilavı dağıtır, sonra da hoşaflara daldırırmış.

Hal böyle olunca, sofralara gelen hoşaf bakracının üstünde, bir parmak kalınlığında yağ tabakası yüzermiş. Bu durumu gören Yeniçeri ağalarından akıllı birisi meydancıya emir vererek "Kepçeyi yağlı yemeklere batırmadan evvel temiz iken hoşafları dağıt, sonra yemek tevziatına geç..." demiş.

Demiş amma, bu sefer sofralara giden hoşaf bakraçlarının üzerinde yağ tabakasını göremeyen Yeniçeriler isyan bayrağını çekmişler:

- "Hakkımızı yiyorlar, istihkakımızdan çalıyorlar, zira hoşafın yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isterük..." diye bağırmışlar
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 16:56:45

Dimyat'a Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak

Dimyat Mısır'da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.

Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdenizde Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.

Binbir müşkilat içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkmış, memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" sözünün aslı buradan kalmıştır
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 17:02:11
Yanlış Hesap, Bağdattan Döner

İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.

Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.

Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.

Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.

Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.

Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.

-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.

Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.

Parayı hemen verir.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.

Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
-hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan dödürür.der ve yoluna gider.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 17:05:41
AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK
 
Türkçe'de bakla ile alâkalı iki deyim vardır. Her ikisinde de illiyet, kurutulmuş baklanın zor ıslanması ve zor yumuşamasıyla ilgilidir. Kurutulmuş baklanın ağıza alındığında ıslanıp yumuşaması uzun bir süreyi ilzam eder. Sır saklama ve dilini tutma konusunda kendisine itimad edilemeyen kişiler için "Ağzında bakla ıslanmaz" deyiminin kullanılması bu yüzdendir. Yani duyduğu bir sırrı hemen başkasına anlatır, demlenesiye kadar yahut bir baklanın ıslanacağı müddet kadar olsun beklemez demeye gelir.
Baklayla ilgili diğer deyim baklayı ağzından çıkarmaktır. Deyim, içimizden geçtiği halde mekân ve zaman müsait olmadığı için nezaket veya siyaseten söyle(ye)mediğimiz şeyler için birisinin bizi ikazı zımnında "Çıkar ağzından (dilinin altından) baklayı" demesine işarettir. Deyimin hikâyesi şöyle:

Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfürbazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
- Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sen de küfretmeme isteğini hatırlayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
- Şeyh efendi, biraz durur musun? deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
-Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
Şeyh içinden "La havle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sırada küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
-Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
-İyi de evlâdım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
- Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun akına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur,horoz çıkarmış.Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine Şeyh efendi,
-Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı!..
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 17:07:40
Lafla peynir gemisi yürümez!"

Rivayete göre bir zamanlar İsatnbul'da, Edirneli Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı var imiş. NMadrabaz ve cimri birisi olup Trakya'dan getirttiği peynirleri İstanbul'da satar, artanını da deniz yoluyla İzmir'e gönderirmiş. İzmir'de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir ama navlunu peşin vermek istemeyerek, kaptanları yalanlarıyla oyalar durur, "Hele peynirler sağ salim varsın, istediğin parayı fazlafazla veririm," diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan tüccar gemi kaptanlarından birisi, yine İzmir'e doğru yola çıkmak üzere iken diklenmiş:
   -Efendi tayfalarıma para ödeyeceğim. Geminin kalkması için masarifim var. Navlunu peşin ödemezsen Sarayburnu'nu bile dönmem.
     Aksi Yusuf her zmanki gibi,
   -Hele peynirler salimen varsın... demeye başlar başlamaz gemici.
   -Efendi, lafla peynir gemisi yürümez. Buna kömür lazım, yağ lazım.
      Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu bir tek cümleyi sayıklayıp durmuş.
      -Lafla peynir gemisi yürümez ha!
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 17:08:55
Yolunacak Kaz

      Osmanlı hükümdarları içinde tebdil-i kıyafet eyleyip halkın arasına çıkanlar II.Isman, IV. Murat, III.Osman, III.Selim ve II.Mahmut ile sınırlıdır.Bunalrdan sonuncusu, bir yaz gününde yanına iki mabeyincisini alarak yollara dökülür. Sirkeci'ye gelip bir sandala binerekBeylerbeyi'ne geçeceklerdir. Şanslarına, ihtiyar bir kayıkçı düşer. Amma ne kayıkçı! Yılların tecrübesi ile artık neredeyse İstanbul Boğazı'nda görünen yolcuları hallerine, tavırlarına ve kılık kıyafetlerine bakarak köylerini söyleyecek kadar tanımaktadır. Bittabi bu seferki yolcularının da kimliklerini hemen anlar. Ancak asla ses çıkarmaz ve işini yapar.
      Beşiktaş önlerine gelindiğinde padişah kayıkçıya,
-Baba,der.32 ile nasılsın?
      İhtiyar hiç tereddüt etmeden cevaplar:
-32'i 30'a vuruyorum, 15 çıkıyor.
      Biraz sükuttan sonra padişah, yeniden kayıkçıya laf atar:
-İşitliyor ki son zamanlarda şehirde hırsızlar ziyadeleşmiş; senin evine de giren oldu mu?
-Bunan iki ay evvel biri girdi.Son günlerde birisi daha dadandı ya! Bakalım ne olacak?
       Padişah sükut eder.Kayıkçı işine devamdadır. Ancak mabeyinciler konuşulanlardan bir mana çıkarmak için kıvranıp durmaktadır. Bu durum, padişahın gözünden kaçmaz ve kayık, Beylerbeyi iskelesine yanaşmak üzereyken kayıkçıya sorar:
-Babalık, sana iki besili kaz göndersem, yolabilir misin?
-Hay hay efendi, ruhları duymaz, cascavlak ederim.

    Padişah sandala bir kese akçe atar ve karaya çıkarlar. Gel gelelim mabeyinciler meraktadır. Nihayet ertesi gün, hünkar ile kayıkçı arasında geçen konuşmayı anlamak üzere doğruca Sirkeci sahiline. Öyle ya bir vesile ile padişah hazretleri bu konuyu açar da sözlerin manasını kendilerine soruverirse!
    İhtiyarı, kayıkçılar kahvesinde bulurlar. Bir kenara çağırıp hususi görüşmek istediklerini söylerler. Dışarı çıkıp kayıkla biraz uzaklaşırlar. Adamlar hemen sadede gelerek:
-Baba dün Beylerbeyi'ne üç yolcu götürdün.
-Beli.
-Onlardan ikisi biz idik; seninle konuşan da hünkarımız hazretleriydi.
-Bir hatamız mı oldu ağalar?
-Hayır da biz konuştuklarınızı merak etmekteyiz.
-Canım mahrem şeyleri mi söyleteceksiniz bana?
-Haşa! Ancak...
    İhtiyar nazlanırken ağalardan biri bir kese altın çıkarıp avucuna sıkıştırır. O zaman ihtiyar, kayığı yönünü Sirkeci'ye doğru çevirip anlatmaya başlar:
-Sultanımız buyurdular ki 32 ile nicesin? Yani geçimin nasıldır,demek istedi. Ben de ağzımda 32 dişim var; onu bir aya göre ayarlıyorum. Ay otuz, ben ise 15 gün ancak iş bulabiliyorum, dedim.
-Eeee?
    İhtiyar yine nazlanır. Bu sefer diğer mabeyinci keseye kıyar. İhtiyar devam eder:
-Sultanımız son aylarda hırsızlar çoğaldı, sana da gelen oldu mu dedi. Yani "kaşık hırsızlarını" kastederek 'Son günlerde evlenmeler arttı. Senin çocuklarından da evlenen oldu mu' demek istedi. Ben de "Evet evime bir hırsız girdi, yani oğlumun biri evlendi; diğeri için de hazırlıklar var, bakalım, Allah Kerim dedim. Hünkarın hırsızdan kastı, kaşık hırsızı, yani gelin idi.
    Mabeyinciler "Meğer ne kadar basitmiş!"manasında birbirlerine bakarken kayıkçı sandalı iskeleye yanaştırır.
- Ya üçüncü sual ne idi?
     İhtiyar yavaşça sandaldan çıkıp misafirlerini etekleyerek şu cevabı verir:
-Aman efendim kerem buyurunuz. Padişah efendimiz buyurdular ki iki besili kaz... Allah ömrünüzü arttırsın, işte sizleri gönderdi.
     
     O günden sonra bu hadise, halk arasında şüyu bulur ve kolay para kaptıranlar için "yolunacak kaz" deyimi dilimize yerleşir.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 17:13:17
BAĞDATGİBİ DİYAR OLMAZ
 
Dilimizdeki "Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz." sözünün aslı muhtemelen "Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz." şeklindedir- Çünki sözün aslındaki Ane kelimesi, Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi (güzel) şehir, Ane gibi de (sarp, ama manzaralı) yar (uçurum) olmaz, demeye gelir. Ancak siz Bağdat'ın Osmanlı Türk'ü için önemine bakınız ki oradaki Ane'yi anne yapıvermiş. Tıpkı "Yanlış hesap Bağdat'tan döner." sözüyle Bağdat'ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: Pırıltı - 12 Nisan 2008, 18:07:18
~~~Saman Altından Su Yürütmek~~~

Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş. Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.
Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş. Köylüler "Bu işin içinde bir iş var" diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.


Bu deyim "gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek"anlamında kullanılır....
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 21:16:37
İLK GÖZ AĞRISI

Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu' nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu yada bu cephede savaşan bir asker olurmuş.

     Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette.

Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, göz yaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş.

     Bazen aşikar, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış.

     Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı:

   "Senin yavuklun, senin kocan" diyemezler, utanırlarmış.

     "Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?" diye sorarlarmış.

     Bu deyim; "sevdiklerimiz içinde en birincisi anlamında kullanılır."
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 21:19:52
KEL BAŞA ŞİMŞİR TARAK

Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel v.b. yapımında kullanılan 'şimşir' ağacından gelmektedir.

     Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fil dişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş.
 Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş.

     Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış:

     "Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı..." Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: "Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile" deyivermiş.

Bu deyim; "yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır."    
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 21:23:52
SULU DEREYE GÖTÜRÜP SUSUZ GETİRMEK

Zengin ve büyük bir aşiretin obasında, genç ve yakışıklı, yoksul bir çoban varmış. Aşiret reisinin kızına aşık olmuş. Kızın da çobanda gönlü varmış ama babası, kızını zengin biri ile nişanlamış.

     Bir gün yoksul çobanla genç kızı kuytuda konuşurken görenler, aşiret reisine haber vermişler. İki aşık yakalanmış. Kızı çadırına hapsetmiş, çobana da bir ceza vermek üzere obanın yaşlıları toplanmışlar. Akçakocalardan, çobana acıyan biri şöyle bir teklifte bulunmuş:
 "Bu çoban, bize işinin ehli olduğunu ispat etsin. Sürüsünü iki gün susuz bırakalım. Üçüncü gün sürüyü dereye götürsün ama su içirmeden geri çevirsin. Bunu başarırsa, kızı ona verelim" demiş.

     Bunun imkansız olduğuna inanan ötekiler ve aşiret reisi teklifi uygun bulmuşlar. Sürüyü iki gün susuz bekletmişler. Üçüncü gün oba halkı toplanarak çobanı izlemeye koyulmuş.

Kavalını çala çala sürüyü dere kenarına kadar getiren çoban, suyun kıyısına gelince, öyle içli çalmaya başlamış ki, sürünün başı olan koyuna adeta yalvarmış. Sürüyü geri döndürüp obaya getirmiş. Sonra kızla da evlenmiş.

     Bu deyim, bir kimseden daha akıllı olmak, başkalarını kolayca aldatabilecek kadar kurnaz kimseler için kullanılır.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 21:28:37
 
EL SÖZÜNE UYMAK

Kurt acıkmış. "Gidip karnımı doyurayım" demiş. Dere tepe dolaşırken ne görsün; körpecik bir ceylan aşağıdan çıkılmaz, yukarıdan inilmez bir kayanın başında duruyor.

     "Ben şimdi ne edeyim de bu yavruyu oradan alayım" diye düşünmüş, taşınmış. Sonunda; en iyisi "konuşup ikna etmek" demiş.
"Ah badem gözlüm. Ah yavrum, ah ciğerim. Sen çok toysun, böyle sarp kayalıklarda, sivri dişli taşların üzerinde, dibi gelmez uçurumlarda ne dolaşırsın. Düşersin, ayacığın kırılır. Başın yarılır. Parça parça olursun.

     Şu yemyeşil çayırlar, taze otlar, şu dereciğin kıyıcığı neyine yetmiyor da, o tatlı canını tehlikelere atarsın. Hadi gel, in aşağıya. Ben seni gezdirir, tozdururum..." diye dil üstüne dil dökmüş.

Ceylancık bir kurda bakmış, bir de kurdun salyalı sulu ağzına:

     "Yok kurt amca. Anacığım bana dedi ki; el sözüne uyma, ben burada iyiyim. Sen var git yoluna."

     Bu deyim; "tanımadığın kişilerin sözüne, öğüdüne kulak asma manasında kullanılır."
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 21:40:20
 
AKIL TAHTASI NOKSAN

İstanbul' un en büyük mezarlıklarından biri olan Karacaahmet, Üsküdar semtinde bulunur. Eskiden bu semtin marangozları, normal işlerinin yanında tabut yapıyla da uğraşırlarmış.

     Böyle bir marangoz dükkanında kalfa olarak çalışan pek evhamlı ve ödlek bir genç varmış. Onun bu zaafını bilen komşu dükkanlardaki arkadaşları da, kendisine etmedik eşşek şaksı bırakmazlarmış.

     Günlerden bir gün, ustasının bir hafta dükkanı tümüyle kendisine bıraktığı bir sırada, arkadaşları muzipliklerini iyice abartmışlar. Zavallıya, aklını oynatacak derecede bir şaka yapmışlar.

     Zavallı kalfa bir ikindi üzeri dükkanda tek başına çalışırken, duvara dayalı tahtalardan bir kaçı kımıldamaya başlamış. Bir ikisi devrilmiş ve arkalarından beyaz çarşaflara bürünmüş, elinde, tepesinde bir kuru kafa takılı sopayla biri çıkmış.

     "Usta, bu benim tabutu hala çakmadın mı? Ortada kaldım. Bekletme beni" diye bağırmış.

     Zavallı kalfa "Tahtalar oynadı! Tahtalar oynadı!" diyerek dükkandan fırlamış. Bir daha da aklını başına toplayamamış.

     Bu deyim, aklından zoru olanlara, ya da böyle davranışlarda bulunanlara söylenir.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 21:48:40
AKLI KESMEK

Deyiminin kullanıldığı söz gelişi:
Bir işe girişmeden önce, onu yapmak akıl gücünün ve kabiliyetlerinin
elverişli olup olmadığını tartmak, yollamak ve hesaplamak gerektiğini
belirtmek için söylenen bir deyim.
Bu ünlü tâbirin hikâyesi şöyledir:
Bilindiği gibi, Halk arasında Lokman Hekim diye ün salan meşhur bilgin ve
filozof İbni Sina (Ebu Al'i Hüsyeyin) -980-1037 aslen Belh şehrinin
yerleşmiş bir Türk ailesinin çocuğudur.

Samani Devletinin başkenti olan Buhara yakınlarındaki Afşan kasabasında
doğdu. On yaşında Kur'anı ezberledi, 18 yaşına kadar devrinin bütün
bilimlerini okuyup en yüksek dereceyi buldu. En çok Tıp dalına merak etti,
tıpla uğraştı.

Yüzden fazla eseri olup Doğu ve Batı dillerinin hepsine tercüme
edilmiştir. Eserlerin pek çoğu: Tıp, Fizik ve Astronomiye aittir. İbni
Sina, tahsil hayatının ilk çağlarında (Riyaziye) denilen Matematik
derslerim pek kavrayamamıştı. Bir türlü aklı eriniyordu.

Bir gün kırda gezerken bir kuyu gördü. Kuyunun ağzında mermerden oyulmuş,
çember şeklinde bir bile­zik vardı, kuyu ağzının büyüklüğüne göre yapılmış
ve konulmuş olan bu taşa dikkatle baktı, mermer bileziğin iç tarafları,
kova ipinin sürtüşmesiyle sanki oluk oluk oyulmuş ve kesilmiş gibiydi.
Kovanın bağlı bulunduğu urgan, kuyu dibine her iniş ve çıkışta bu mermere
sürte sürte onu aşındırmış ve nerede ise kesecek kadar derin oluklar
vücuda getirmişti... Büyük bilgin daha çocuk yaşta idi, fakat bu olay ona
çok tesir etmişti.

Derin derin düşündü ve şöyle dedi:

-Urgan gibi yumuşak bir cisim nasıl oluyor da Mermer gibi en sert ve çetin
bir taşı böyle kesiyordu? demek ki herhangi.bir işte azmetmek, çaba
harcamak, sabır, sebat ve direniş göstermek başarının temeliydi.
Urgan mermeri nasıl kesmiş ise, benim aklım da matematik derslerini aynı
şekilde ve zaman harcayarak kesebilir.

O günden sonra Matematik derslerine büyük bir sebat ve dikkale sarıldı ve
sonunda muvaffak olup eserler yazdı.

Dilimizdeki: (Aklın kesiyor mu?) deyiminin kökü bu olaydan geldiği
söylenmektedir.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 21:51:59
AKIL TOKMAĞI

Kişinin aklını başına getiren, olumlu yöne döndüren, ani olaylar­dan söz
edilirken, akıl tokmağı deyimi kullanılır. Eskiden sinirleri bozulanları,
evliyalara, türbelere götürüp, oku­turlardı.
Türbenin postnişini, türbedar olan zat, hastayı muayene eder, sonra ya alı
koyar veya başka bir türbeye götürülmesini tavsiye ederdi.
Bazen, birkaç gün için türbede bırakılan hasta, gündüzleri türbedar
tarafından okunup, üflenir, kimi zaman, akıl Tokmağı denilen, ağaçtan
yapılmış bir tokmağı türbedar, ansızın hastanın başına hafiften indirirdi.
Habersiz başına indirilen tokmak darbesiyle hasta, aklını hafızasını
yeniden toplardı. Belki de şimdiki şok tedavisinin elektriksiz bir çeşidi
olan bu usul, kişilerin üzerinde ani ve olumlu tesiri olan olaylarda, akıl
tokmağı deyiminin kullanılmasına neden olmuştur.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 21:56:44
ASLINA HUUUUU NESLİNE HU

Bazen, soysuz, yerini hak etmeyen kişiler de yüksek yerlere gelir. Ama
zaman zaman küçük, soysuz davranışlarla kendini belli eder. Bu gibi
kişiler için söylenen "aslında huu, nesline huu" deyiminin yakıştırma
hikayesi şöyledir:

Vaktiyle bir hükümdar, vezirlerine emir vermiş: "Her kim bana Hızır
Aleyhisselâmı bulur, getirirse, onu zengin edeceğim."
Kimse bu işe cesaret edememiş. Çok fakir bir ihtiyar adam, uzun uzun
düşündükten sonra; "Şurada kaç gün ömrümüz var. Karım da, ben de bu yaşa
kadar yoksulluk içinde yaşadık. Bu işi yaparım diye ortaya çıkıp,
Padişah'tan zaman istersem, hiç değilse o zaman süre­since rahatlık ve
bolluk içinde yaşarız. Süre dolunca, ortadan kayboluruz" demiş. Kadıncağız
da razı olunca, sarayın yolunu tutmuş.

Hükümdar, ihtiyara kırk gün gün süre tanımış. Kırk gün içinde Hızır'ı
bulup getirmezse, başından olacağını söylemiş.
İhtiyarla karısı, kırk gün bolluk ve mutluluk içinde yaşamışlar. Yemiş
içmiş, rahat etmişler, kırkıncı gün kaçmayı planlamışlar ya, uyuya
kaldıklarından, becerememişler.

Saray adamları, erkenden gelip almış ihtiyarı, saraya götürmüş. Saraya
giderken, cüceye benzer biri, ihtiyarın arkasına takılmış. İhtiyar adam,
hükümdarın ayaklarına kapanmış, yoksulluk yüzünden yalan söylediğini
anlatıp, af dilemiş.

Hükümdar, ateş püskürerek, en büyük vezirine sormuş:

-Sen söyle, koca Vezirin, bu herife ne ceza verelim?

-Hakanım bu adamı kırk katırın kuyruğuna bağlayıp süründürelim, demiş
büyük vezir.

-Aslında huuu... nesline huuu... diye seslenmiş ihtiyarın yanındaki cüce
Hükümdar ortanca vezirine de sormuş. Ortanca vezir:

-Hükümdarın, bu herifi keşkeş gibi ezelim, leşini köpeklere verelim, demiş
Cüce tekrar konuşmuş:

-Aslına huuu... nesline huuu....

Hükümdar, küçük vezirine de sormuş: "Sen ne dersin" diye.

-Yüce Hakanım, demiş küçük vezir... Bu zavallı ihtiyar zaten ömrünün
sonuna gelmiş. Yokluk yüzünden bir yalancılık etmiş. Büyüklük şanına
bağışlamak yakışır... Bağışlayın gitsin.

-Aslına huuu... nesline huuu... Diye duyulmuş cücenin sesi yeniden.
Hükümdarın dikkatini çekmiş; ihtiyara sormuş:

-Cüce, Hükümdarın yanına yaklaşarak selâm vermiş:

-Ey hükümdar... demiş. Senin büyük vezirinin babası katıra idi. Ondandır.
Ortanca vezirin babası keşkeşçi idi. Herkes babasının izini güder. Şu en
küçük vezirin yok mu? İşte onun babası da yine vezirdi. Vezir oğlu vezir
olan vicdanlı insan, şu zavallı ihtiyarın bağışlanmasını senden istedi. Bu
nedenle deminden beri hepsine "Aslına huuu... nesline huuu..." dedim.,
Hakanın merakı bir kat daha artmış:

-Peki, sen kimsin? Bunları nereden biliyorsun? diye sormuş.

-Ya sen bugün kimi bekliyordu? diye sormuş cüce, bir düşün ve hatırla
bakayım.

Sonra, küçük veziri işaret ederek:

-İşte vezir.

Kendini işaret ederek:

-İşte Hızır.

deyince, oracıkta kayboluvermiş.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 12 Nisan 2008, 22:40:51
Ağzına Tükürmek

Bebek yahut küçük çocukların, manevi itibarına ve ermişliğine inanılan kişilere götürülerek ağzına tükürttürülmesi ve ardından da ileride o kişi gibi ulu bir zat olması için dua istenmesi yakın zamanlara kadar geçerli olan Anadolu adetlerinde biriydi. Eski tekkelerin eşikleri bu sebeple çok aşınmış olsa gerektir.

Bütün bunlardan anlaşılan o ki argodaki ağzına tükürmek deyiminde bir üstünlük mücadelesi vardır. Birisinin ağzına tükürdüğünü veya tükürmek istediğini “ağzına tükürdüğüm” veya “ağzına tüküreyim” gibi basma kalıp deyimlerle ifade eden kişi, söz konusu meselede ağzına tükürülenden daha usta olduğunu veya olabileceğini ima etmeye çalışmakta, “bu konu da ben onun ağzına tükürürüm!” diyerek de bir nevi tehdit savurmaktadır.

Ağza tükürmenin yalnızca hasta okumağa özgü bir gelenek olmadığını şu hikayeden anlamak mümkündür:

Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde,

-Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mubarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi.

Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve güya Hızır’ın feyiz verici nefesine mas har olduğuna dair yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış:

- Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!..  
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 13 Nisan 2008, 12:51:55
İnsanoğlu Kuş Misali:

Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok.
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 13 Nisan 2008, 12:54:14
Şapa oturduk!:

Kızıldeniz’in eski bir adı Şap denizi imiş.Mercana benzeyen beyaz taşlar bu denizden getirilirmiş.Bu taşlar su altında hacimlerini büyüterek yayılır ve gemiler için tehlike oluşturur.
Seyir haritalarında normal gösterilen yerlerde bu şap kayaları büyüdükleri için tehlikelere neden olurmuş.
Eskiden hacca gemiyle giden hacı adayları için en sık başa gelen en önemli tehlike buymuş.Hacı bekleyen ahali –İnşAllah bizimkiler şapa oturmaz .deyip dua ederlermiş.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: Asfa - 13 Nisan 2008, 12:59:38
Dolap Çevirmek

Osmanlı zamanında haremlerle selamların duvarları bitişikken haremde kahve pişiren narin hanım kızlar selamlıktaki beyzadelere kahveyi harem ve selam arasına yapılmış bir dönme dolaba koyarak gönderirlermiş. Birbirlerini beğenen hanım kızlarımızla beyzadelerimiz bu dolap vasıtası ile birbirlerine ayrıca ipek mendiller, buseler kondurulmuş güller* geçiriverirlermiş gizlice. Arada küçük mektuplar da... Ve sonra Paşa babaların da gönlü olursa bu dolap çeviren aşıklar Evlenirlemiş... Burdan Dilimize Yerleşmiş
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 13 Nisan 2008, 13:09:34
Asayiş berkemal

Sultan Abdülaziz’in son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.

Durumları İstanbul’dan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri ,
Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:

‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’

<Padişahın şahane idaresi altında,vilayetimizin her tarafında asayiş ve huzur hakimdir.>

Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince ,
Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp
Aşağıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.

‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’

<Eşkıyanın cinayet ve yağması yüzünden millet ayaklar altında kaldı ama,
Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 13 Nisan 2008, 13:11:58
İki dirhem bir çekirdek.

Keçi boynuzunun ,Yunanca adı keration ,İngilizce’de carob,Arapçada kırrıt tır.
Keçi boynuzunun tohumu yıllarca elmas ölçmek için kullanılmış.
Elmaslar,keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış.
Bu nedenle keçiboynuzu ,kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış.
Prof Dr.Aydın Akkaya açıklamasına göre;
Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişemeyen bir tohumdur.
Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir.Bu ,hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hemde içine su alması ihtimalinin
çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir.
Bu sebeple Araplar,Selçuklular,Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır.
Dört tanesi bir dirhem eder.
Dirhem 3 gr. ağırlığa eş kabul edilir.
Satıcı , iki dirhemlik bir şey satarken (sekiz çekirdek) deyip,buda benim ikramım olsun derse,müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş.

Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere ‘’iki dirhem bir çekirdek ‘’ denmesinin kökü buymuş
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 13 Nisan 2008, 13:17:36
İPTEN ADAM ALMAK

Halk arasında "ipten adam almak" diye bir söz vardır; avukatlar için
kullanılır. "Çok başarılı bir avukat ipten adam alır" gibisinden.
Yargıtay  başkanı Osman Arslan'ın ağzından bu sözün nereden geldiğinin
hikayesi :

Bir tarihte varlıklı bir İngiliz, ağır bir suç işlemiş. O suçun cezası
"idam". Adam hemen ülkenin en ünlü avukatını tutmuş.

Avukat demiş ki: - Merak etme... Ben seni kurtarırım.,
Mahkeme başlamış. Avukat savunmasını yapmış. Ve hakim kararını
açıklamış.  -İdam!..

Avukat , hapishaneye gitmiş, müvekkiliyle konuşmuş:
-Merak etme, seni kurtarırım.
-Nasıl?
-Bu işin temyizi var... Temyiz, idamı bozacak.
Dava dosyası temyize gitmiş. Temyiz mahkemesinin kararı:
-Mahkeme kararının onanmasına... İdam!

Adam "hani beni kurtaracaktın" diye avukatına çıkışmış. Avukat hala
sakin: -Merak etme. Seni kurtarırım. Daha her şey bitmedi. Konu, Avam
Kamarasına  gelecek.
Gerçekten, Avam Kamarası'na gelmiş. Konuşulmuş. Sonunda, parmaklar
kalkmış:  -İdam!...

Adam sinirli mi sinirli. Avukat da sakin mi sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Lordlar Kamarası, idamı geri çevirir.
Endişen  olmasın. Lordlar Kamarası toplanmış. Olayı incelemiş. Kararını
vermiş:  -İdam!...
Adam elinden gelse avukatı bir kaşık suda boğacak. Ama avukat hiç
oralı  değil:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam
cezası  infaz edilmez. Kraliçe bu kararı bozar. Dosya kraliçe'nin önüne
gelmiş.  Kraliçe imzayı basmış: -İdam!...

Londra'da bir meydanda idam sehpası kurulmuş. Hakim, savcı, avukat,
güvenlik görevlileri, halk orada. Adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adamın
avukata dönük bakışlarından alev fışkırıyormuş. Avukat ise adama "sus"
işareti yapmaktaymış; "Merak etme, seni kurtarırım." gibisinden.

Ve cellat, yağlı ilmeği, adamın boynuna geçirmiş. Alttaki iskemleye de
tekmeyi vurmuş. Adam, ipte sallanmaya başlarken avukat yerinden fırlamış,
cebinden bıçağı çıkarmış ve adamın boğazındaki ipi kesivermiş. Adam zar
zor  nefes alır bir halde yere yuvarlanmış.

Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler:
-Avukat... Sen naptın?
Avukat, cebinden İngiliz Ceza Yasasını çıkarmış:
- Yasada , müvekkilimin işlediği suçun cezası idam... Siz de onu idam
ettiniz... Ama yasada "idam edilerek öldürülür" diye bir hüküm yok... Bu
durumda ceza infaz edilmiş sayılır.

Bunun üzerine İngiltere'de bir hukuk tartışması başlamış. Kraliçe ,
avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş.

Ve İngiliz Ceza Yasası'nın idamla ilgili maddesi yeniden düzenlenmiş.

- "İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür."olarak değiştirilmiş..
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 13 Nisan 2008, 13:20:54
AĞACA ÇIKSA PABUCU YERDE KALMAZ

"Çok ihtiyatlıdır, kolay kolay başı derde girmez" mânâsında bir deyim. Nasreddin Hoca merhum bir gün ayağında yeni papuçları ile dolaşırken, mahallenin şakacı afacanları, papuçlarını saklamak ve Hocaya arattırmak için bir plan kurmuşlar. Hoca karşıdan gelirken, güya kendi aralarında bahse giriyormuş gibi davranarak, yüksek sesle konuşmuşlar. Hoca şu ağaca çıkar çıkmaz diye çekişmişler. Hoca çocukların yapmacık hallerinden kuşkuya düşmüş; işin içinde bir bit yeniği sezmiş.

Çocuklar aralarında bahse tutuştuklarını söylemiş, Hoca'ya ağacı çıkıp çıkamayacağını sormuşlar.

-Çıkarım elbet, demiş Hoca, ve yeni papuçlarını koynuna soktuğu gibi başlamış ağaca tırmanmaya.'

Çocuklar hep bir ağızdan:
Hocam, papuçlarını yerde bırak, ağacın üstünde onları ne yapacaksın? diye sorunca, işi anlayan Hoca, cevabı yapıştırmış:

-Belki ağaçtan öteye, karşıma bir yol çıkar.

Akıllı ve uyanık kişiler için "ağaca çıksa, papucu yerde kalmaz" denmesi bu fıkradan kalmıştır.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 14 Nisan 2008, 18:14:34

ALTI KAVAL ÜSTÜ ŞEŞANE


Parçalan birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul'da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır. Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır.

Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Çünki kaval topların attığı gülle ile şeşhânelerden atılan mermi farklıdır. Keza kaval tüfekler ile fişek atılırken şişhane namlulu tabancalardan kurşun atılır. Bu durumda bîr silah namlusunun yarısına kadar kaval, sonra şişhane olması da mümkün değildir. Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır. Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve "Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle" diyerek kafiyelendirmişler. O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.
_________________
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 14 Nisan 2008, 18:26:17
       ÇİN ATASÖZÜ

    Uzun yıllar önce Çin'de Li-Li adlı bir kız evlenir ve ayni evde >
kocası ve kaynanası ile birlikte yasamaya baslar. Lakin kısa süre sonra
kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar. İkisinin de kişiliği
tamamen farklıdır. Bu da onların sık sık kavga edip
tartışmalarına yol açar.

    Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrede tepkiyle karşılanır. Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin- kaynanakavgalarından ev, o ve eşi için cehennem haline gelmiştir. Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kadın, doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini
anlatır. Yaşlı adam o'na, bitkilerden yaptığı bir ekstre hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar
azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek, böylece onu gelininin
öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kıza kimsenin ve esinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını, ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.

     Sevinç içinde eve dönen Li-Li, yaşlı adamın dediklerini aynenuygular... Her gün en güzel yemekleri yapar. Kaynanasının tabağına azar azar zehiri damlatır. Kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi
davranır. Bir süre sonra kayınvalidesi de çok değişir ve ona kendi kızı
gibi davranmaya baslar. Evde artık barış rüzgarları esmeye baslar. Bunun üzerine genç kadın, kendisini ağır bir yük altında hisseder..

    Yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkanının yolunu tutar ve yaşlı adama su ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri o'nun kanından temizleyecek bir iksir yapması için yalvarır. Yaşlı kadının
ölmesini artık istememektedir. Yaşlı adam, yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li'ye bakar ve kahkahalarla gülmeye baslar... -"Sevgili Li-Li " der -"Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa
kayınvalideni, daha da güçlendirdin. Hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça o da dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı; böylece siz gerçek bir ana-kız oldunuz." dedi.

   Eski bir Çin atasözü söyle der: "Gül verenin elinde gül kokusukalır.

 ***Sevilen insan, sevgisini insanlara veren insandır.****"
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 14 Nisan 2008, 18:32:14
      Her işte bir hayır vardır...

      Eski devirde, bir medrese talebesi şöhretli bir şeyhin dergahına gidip ona talebe olur. Okuyup çalışmaya, aynı zamanda dergahın işlerini de görmeye başlar.

     Bir gün çeşmeden su doldurup tekkeye dönerken, mahallede oynayan çocuklardan biri, bir taş atıp adamın elindeki testiyi kırar. Üzülerek hocasına gider olayı anlatır. Hocası; "Zararı yok evladım. Her işte bir hayır vardır, aldırma" der.

     Ertesi gün yine aynı şey olur. Tekrar hadiseyi korkarak hocasına anlatır. Hocası;
"Böyle şeyler olur evladım. Zararı yok. Her işte bir hayır vardır" der.

     Üçüncü günü, tekrar çeşmeden su doldurup dönerken bu sefer testiye atılan taş adamın gözüne gelerek kör eder. Can acısıyla perişan, şeyhine giderek felaketi anlatır. Şeyh yine soğukkanlı; "Onu tedavi ederiz. Korkma evladım geçer" diye her günkü gibi; "Her işte bir hayır vardır" deyince, adam içinden; "Senin hayrına da şerrine de" diyerek geceyi bekler ve herkes yattıktan sonra pılını pırtını toplayıp, geldiği köyün yolunu tutar.

     Sabah şafak sökerken yolun kenarında çalılıktan bir ses gelir: "Tutun şu adamı, derhal yatırıp kurban edin." Her tarafı silahlarla dolu iki kişi adamı tuttukları gibi yere yatırırlar ve ellerindeki keskin bıçakları boğazına dayarlarken bir tanesi bağırır:

     "Ağa, bu adamın bir gözü kör, ne buyurursun keselim mi?"

     Ağa cevap verir: "Yok olmaz, bırakın gitsin." Neye uğradığını şaşıran adam, yerden kalkıp üstünü başını temizledikten sonra korka korka sorar;

"Beni neden kesecektiniz?"

     "Dün rakiplerimizle vuruştuk. Tutulduğumuz kurşun yağmurlarının altında bir tek can kaybetmedik. Bu bize Allah' ın bir lütfu deyip, sabah ilk gördüğümüz bir canlı mahluku kurban etmeye karar verdik. Yolumuza ilk sen çıktın. Seni kurban edecektik."

     Adam şaşkın bir halde tekrar sorar; "Ee, peki o halde beni niye bıraktınız?"

     "Dinimizde sakat bir kurbanın sevabı yoktur. Caiz de değildir. Senin gözünün birini kör görünce bıraktık. İşte bu! Hadi geç git yoluna" diye adamı iteleyince, adamcağız yolunu ters düz edip doğruca hocasının yanına döner.

     Bu deyim; başına gelen her kötü hadisede, ya o an ya da çok sonra farkına varacağımız bir hayırlı hikmet vardır, manasında kullanılır.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: ruy-ı zemin - 04 Temmuz 2008, 15:48:30

Bülbül İle Bağcı  

Gül bahçesi Kırmızı, pembe, sarı güller Çevreyi gül kokusuna boğan, rengarenk güllerin yetiştiricisi ihtiyar bir bağcıydı Geçimini sağlamak bir yana, bir gülün açmasıyla sanki bayram ederdi Bahçede değil de sanki kalbinde büyütüyordu tomurcukları
Gül mevsiminde bağcı kendisini kaybederdi adeta
Bu yıl yeni bir gülün aşısını  yapmıştı Açılmasını sabırsızlıkla bekliyordu Onu veren bahçıvan, "Bu gül, güllerin sultanıdır Rengi, kokusu çok farklıdır Diğer güllere benzemez" demişti
Bağcı, gülü özenle büyütüyordu Daldaki tomurcukları gözü gibi koruyordu
Sonunda tomurcuklar goncaya dönüştü Gonca patladı ve bahçeyi güzelliğe boğan bir gül çıkıverdi ortaya Bağcının içi içine sığmıyordu sevinçten
O günü akşama dek bağda geçirdi
Gece uzadı da uzadı Bağcının gözüne bir türlü uyku girmedi Sabahı zor etti Şafaktan sonra, günün ilk ışıklarıyla birlikte bağa gitti Baktı ki ne görsün!
Bir bülbül, güle konmuş, hoyratça yapraklarını yoluyor
Bağcı dehşet içinde olup biteni seyretti bir süre Bülbülü yakalamak için çok uğraştı Fakat kaçırdı
Ertesi gün, bülbül yine aynı güle konmuş, kalan yapraklarını yolmuştu Bağcı bu kez de bülbülü kaçırdı
Artık kararını vermişti Bir tuzak kuracaktı bülbüle
Ustaca hazırladı tuzağı
Bülbül geldi yine ağaca konmak için, bir güzel tuzağa düştü, bağcı alıp eve götürdü, kafese hapsetti
Bağcı ertesi gün bülbülü kafeste bırakarak bağına gitti Akşam dönüp geldi, ağlıyordu
- Ben sana ne yaptım da beni buraya hapsediyorsun?
Sesimi beğendiysen kafese koymana gerek yok, ben, zaten senin bahçenin bülbülüydüm
Bağcı:
- Sen, dedi, kızgın kızgın; benim en güzel gülümü yoldun
- Nasıl olsa, birkaç gün sonra kendisi solacaktı, yaprağını dökecekti, dedi bülbül
Bağcı baktı, doğru söylüyor bülbül Kızgınlığı geçti, acıyarak serbest bıraktı onu
Bülbül, pencereye kondu Uçmadan önce:
- Beni özgür bıraktın Çok teşekkür ederim Ben de buna karşılık sana bir sır söyleyeceğim Bağının kuzey ucunda, o büyük dut ağacının yanında bir hazine gizli, dedi
Sonra kanatlanarak gözden kayboldu
Bağcı, başlangıçta inanmadı kuşun söylediğine Sonra, içine bir kuşkudur düştü, "belki doğrudur" diyerek kazdı bülbülün sözünü ettiği yeri Kazdı ki ne görsün Büyük bir küp, içi dolu altın
Ertesi gün bülbül yine bağdaydı
Bağcı, bülbüle:
- Bir şeyi, dedi, çok merak ediyorum
- Neyi?
- Sen, hazinenin yerini bildin de, tuzağı nasıl fark edemedin?
- Kurduğun tuzak, kaza ve kaderin önüme sürdüğü bir araçtı Bu gibi durumlarda hikmet gözü kapanır insanın, göremez Ne kadar gözü açık olsa da farkına  varamaz
Kelile ve Dimneden
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: Günbatımı - 01 Mart 2010, 13:18:27
Çok güzel bir başlık, çok güzel paylaşım. Teşekkürler, emeğinize sağlık ruy-i zemin kardeşim...
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: aydeniz - 01 Mart 2010, 22:20:56
teşekkürler,deyimlerin hikayelerini hep merak etmişimdir
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: Tuğra - 23 Kasım 2010, 18:40:01
Alıntı
Teşekkürler, emeğinize sağlık ruy-i zemin
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: dora - 27 Nisan 2012, 22:42:17
çok saolun hocam çok güzel olmuş ellerinize sağlık
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: mazhar - 26 Haziran 2012, 08:01:43
Abdalın yağı çok olursa gah borusuna çalar,gah gerisine.


Varlıklı,fakat kaba ve görgüsüz kişi  mal varlığını iyi değerlendiremez; gereksiz yerlerde harcar,har vurup harman savurur;telef eder.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: mazhar - 27 Haziran 2012, 07:19:27
Abdal (derviş) Tekkede,hacı Mekke de bulunur.

Harkes,kişiliğine yakışan veya yaptığı işe uygun olan yerlerde bulunur.
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: mazhar - 28 Haziran 2012, 08:49:42
Acele ile menzil alınmaz.

Acele yapılan bir işten başarılı sonuclar elde edilemez, aceleci kişiler amaclarına ulaşamazlar.
Başlık: Ba'de harabil Basra (Basra Harap olduktan sonra)
Gönderen: mazhar - 18 Ekim 2013, 00:25:21
Bir zamanlar fakir ve ermiş bir dervişin yolu  Basra'ya düşmüş. Gerçek bir bilgin ve inanmış  bir insan olan  dervişe, şehir halkı çok soğuk ve ilgisiz davranıp, kayıtsız kalmış. Açlıktan bitkin düşüp kime baş vursa, " Allah vere dede efendi"  cevabını almış. Açlığın sınıra dayandığı bir anda canı et istemiş ve  kesesindeki son bir kaç akçeyi de  kasaba vererek bir parça et almış. Ama ne eti pişirebilecek ateş bulabilmiş, ne de eti pişirmesine yardımcı olacak insan . Canı da çok sıkılan derviş, et percasına üzgün üzgün bakıp, Allah'a yalvarmış :

" - Ey ulu Allah'ım! şu Basra halkının kötülük ve kayıtsızlığından sana sığınırım. Beni bağışla ve şu et lokmamı  pişirecek bir ateş ihsan buyur. diye dua etmiş.

Daha duası biter bitmez Basrayı büyük bir yangın sarmış  ve kısa sürede bir çok yer kül olmuş. Bir ateş üstünde etini pişiren derviş, yine gökyüzüne bakıp, Allah'ın büyüklüğüne hayran, fakat kendi sabırsızlığından pişman olarak şöyle demiş:
  "- Ba'de harabil Basra ! Ancak nefsimizi köreltebildik.( Basra harap olduktan sonra nefsimiz köreldi)

Mine İzgi'den alıntı
Başlık: Ynt: Deyimlerimiz ve Hikayeleri
Gönderen: Uludag - 01 Ocak 2014, 16:47:09
buna asil boyasi meydana cikti desek daha yerinde olur herhalde

Olurdu tabi de ama deyimin asli böyle.