Sadakat islami Forum

DİNİ KATEGORİLER => İSLAMİ SORULARINIZ VE CEVAPLARI => Konuyu başlatan: izhar - 30 Mayıs 2009, 14:19:36

Başlık: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: izhar - 30 Mayıs 2009, 14:19:36
ya kitaplarınız okuyup oumamak arasında kalıyorum arkadaşalrım tavsiye etti ama bazen kendisi hakkında kötü duyumlar alıyorum biligisi olan varsa bilgilenmek tavsiye alamk isterim şimdiden Allah razı olsun  fi emanillah
Başlık: Ynt: musataf islamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz
Gönderen: Aslıhal - 30 Mayıs 2009, 15:10:43



Herkes okuduğundan iyiyi kötüyü ayırd edebilecek ve kıyas yapacak seviyede olmayabilir.  Ben tavsiye etmem.
Başlık: Ynt: musataf islamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz
Gönderen: Ay Işığı - 30 Mayıs 2009, 15:20:16
Bu sitede doğru ne ise o konuşulur Allahın izni ile.




MUSTAFA İSLAMOĞLU : O’da Efgani mezhebsizini savunanlardan. Türkiye’deki mezhepsiz reformcuları kaynak alarak kitaplar yazanların içinde kalemi güçlü bir isim.

İmamlar ve Sultanlar kitabında (sh: 178) İmam-ı Yusuf (rh.a.) gibi bir müctehidi yargılaması haddini bilmezlik olsa gerek.Bu mübarek imamı yargılamaktan geri durmayan birinin, mezhepsiz olduğu bilinen Mevdudi’yi de aynı sayfada İmam Yusuf’a nispet edercesine övmesi enteresandır.

Bir başka kitabında çok talihsiz cümleleri var. Sevgili Peygamberimizin gözlerinin, mübarek ağız biçiminin, inci dişlerinin güzelliğini, sesinin gür çıktığını, yani peygamberi mucizeden olmak üzere, seslerinin çok uzaklardakilerin dahi duyabildiğini, boylarının herkesten yüksek göründüğünü, tenlerinin misk-i amber gibi koktuğunu, bir çocuğu sevse o çocuğun başında mübarek ellerinden yayılan kokunun günlerce ayrılmadığını çeşitli muteber ehl-i sünnet kitaplarında okumuşsunuzdur.

İslamoğlu’da tüm bunları epey malumatla mezkur kitabında naklettikten sonra bakın ne diyor : Rabbimiz Hz.Peygamberi örnek olarak gösterdiği halde, nedense klasik ulema ille de onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… Verilmek istenen insan tipi taklid edebilecekleri bir nebi değil de kendisine sadece hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…

Elbette efsaneler örnek alınsın diye değil, sadece insanlara ” onlar kim, biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Geçmişte bu tavır niçin takınıldı, bilemem.Lakin çağın mantığı da buna çok benziyor. Kutsa ve müzeye kaldır.. Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir.Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!) M.İslamoğlu, İman Risalesi sh: 281 vd.





mustafa islamolğunun "üç muhammed" isimli kitabının ilk 25 sayfasını okumanız yeterli.hicret esnasında sevr mağarasına sığınıldığı zaman yaşanılan neredeyse tüm hadiseleri yalanlıyor.örümcek ağı,güvercin yuvası, yuvasında bekleyen yılan vs. bu yazar hakkında itikadi  meselelerde sapıklıkta olduğu konusunda duyumlarım olduğu için tavsiye üzerine bu kitabı okumaya başlamıştım ki ilk 25 sayfası yeterli geldi.
slm ve dua ile...


Başlık: Ynt: musataf islamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz
Gönderen: izhar - 30 Mayıs 2009, 15:42:14
özelllikle  şşiii mezhebine  mensup olan kimselerin kitaplarını okumaları ...
Başlık: Ynt: Musataf İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: nirvana - 30 Mayıs 2009, 16:52:16
imamlar ve sultanlar adlı kitabını okumadım  ama siz sadece olumsuz yönlerini ele alıyorsunuz  islam kişiye  göre değil   Allah ın emir ve yasaklarına göre hareket edilen bir dindir . bir kişi yi överken diğerini  aşağı çekmesi  her insanda olmaz mı  birinin fikri sizin görüşünüze uyar uymayan da olabilir .
   üç muhammet kitabını okudum . sevr mağarası olayı yalanlanıyor diyorsunuz doğrudur. ama bunda dini açıdan bir değer olamaz yani okunmaz kesinlikle okumayın sizi yoldan çıkarır gibi düşünce olmamalı  bir kitabı ilk 25 sayfası ile değerlendiremezsiniz

her ne kadar mustafa islamoğlunu  kaale almasada mahmut usta osmanoğlunun bir sözü vardır : bir kitabı üç kere okumadan anlamış sayılmazsınız , diye
   ( nirvana  sadee bayan mı erkek mi olduğumuz anlaşılmasın diye aklıma gelen bir isimdi , budizmde zirveye ulaşmak anlamında  )
Başlık: Ynt: Musataf İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Tuğra - 30 Mayıs 2009, 17:22:42
İzhar kardeş,siz kafanızı abuk insanların saçma kitapları ile bulandırmayın,zaman böyle şeylerle harcanmayacak kadar değerli,doğruları alırım eğrileri bırakırım zihniyeti insanoğlu için her zaman tehlike arzeder.Neden riske giresinizki?

Üstelik sahih kişilerin sahih eserleri varken....
Başlık: Ynt: Musataf İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Devri Âlem - 30 Mayıs 2009, 18:35:22
Sayın nirvana kardeş, evvela şunu bir tespit edelim. Burası ehli sünnet müntesiplerinin buluştuğu bir forum. Ve bu forumda ehli sünneti benimsemeyen bir isim asla tavsiye edilmez,hiçbir suretle hiçbir kitabı okunsun denmez.Mustafa islamoğlunu okumayan birşey kazanamaz ama çok şey kaybeder.En başta zamanını...

Gelelim sözünü örnk verdiğiniz kişi yani Mahmut usta osmanoğlunun sözüne,kendisinin talebesi olan cübbeli ahmet hoca diye bilinen kişi Mustafa İslamoğluna savaş açmış ve meclislerinde İslamoğlunun sapık fikirlerine kapılmamaları kitaplarından okumamaları konusunda cematini uyarmış,bu kapanyası basında geniş yankı uyandırmıştır.

Bir de İslamoğlu'nu babasının dilinden tanımanızı tavsiye ederiz: "Benim oğlum hem dal hem mudildir" der babası.

Bu noktadan ele alarak ehli sünnetten uzaklaşan her fırsatta özelliklere gençlere sapık fikirlerini zehirlerini yaymak için elinden geleni yapan bu insanı nasıl savunur,soranlara bu ismi tavsiye ederiz!!

Biz böyle bir mesuliyeti asla almıyoruz.Ahirette bunun vebali büyüktür kardeşim.Lütfen birilerini tavsiye ederken okuduğunuz birkaç kitabına göre değil kişinin genel görüşlerine bu yönde hal ve hareketlerine göre değerlendiriniz...



izhar kardeşim,İslamoğlunun hiçbir kitabını tavsiye etmiyoruz.
Başlık: Ynt: Musataf İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: azizistanbul - 30 Mayıs 2009, 18:46:20
imamlar ve sultanlar adlı kitabını okumadım  ama siz sadece olumsuz yönlerini ele alıyorsunuz  islam kişiye  göre değil   Allah ın emir ve yasaklarına göre hareket edilen bir dindir . bir kişi yi överken diğerini  aşağı çekmesi  her insanda olmaz mı  birinin fikri sizin görüşünüze uyar uymayan da olabilir .


İnsan istediğini sever istediğini över buna kimse karışamaz. Hatta Allahı sevmeyip şeytanı seven satanistler bile bu hareketlerinden kendileri sorumlu ve özgürdürler.  

Ancak size satanistler doğru yoldamıdır ? onların kitabları okunabilir mi diye sorulduğu zaman sizin vereceğiniz cevap onlar Haliki zülcelal olan Hz. Allahı sevmez bilakis O' nun (C.C) düşmanı olan Şeytana taparlar dersiniz ki satanıstlerin düşünce iklimini karşı tarafa bildirirsiniz.

Bu işte böyledir.  Ehli sünnetin direklerinden olan birini kitabında yargılayıp Ehli sünnet taraftarlarının ehli sünnetin dışında gördüğü Mevdudi' yi öven bir insanın diğer düşüncelerinin bir kısmı da ehli sünnet dışında olacağı için uyarmak istemiş arkadaşımız.

Ayrıca İslam dünyasında ortak doğrular zaten doğru. önemli olan yanlış olanlardan uzak durmak . onun için İtikadi manada insanları sadece yanlışları ile değerlendiririm.

Doğrular doğru kimse doğruya bir şey demez. Ameli noktada ise insanlara doğrularından bakıp yanlışlarını görmemek veya düzetmek lazımdır diye düşünürüm.

İman varlık veya yokluk meselesidir. Can da öyle mesela boynunuza bir bomba bağlanmış olsa ve o bombanın 10 tane kablosu olsa ve sizde bilseniz ki bu kablolardan sadece 1 tanesi kesilirse bomba patlar fakat diğer 9 tanesi kesilirse hiç bir şey olmaz.  

Eğer siz her hangi bir kabloyu bomba uzmanı gelmeden kesebilirseniz,başka bir şey söylemem siz haklısınız yok kesemem uzmanın kesmesini isterim derseniz,o zaman ben haklıyım.
Başlık: Ynt: Musataf İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: feyiz - 30 Mayıs 2009, 19:28:47
 Bugüne kadar M.İslamoğlu'nun hiç bi kitabını okumadım ama Cübbeli Ahmet Hocamız bir sohbetinde bu şahsa değindi ve yanlış görüşleri olan biri olduğunu,fetvalarının Ehl-i Sünnet görüşüne uygun olmadığını  örnek vererek anlattı...Üstüne basa basa da bu şahsın kitaplarını asla ve kat'a okumayın dedi...

 Ki Cübbeli Ahmet Hocamız,hiçbir zaman şahsı eleştirmez ancak islami hususlarda Ehl-i Sünnet görüşünün aksine fetva verilirse o işte o zaman devreye girer ve yanlış fetvalarla insanları zehirlemeye çalışanlara sonu ne olusa olsun cevap vermekten sakınmaz...

 Bana göre,bu tür akıl bulandıran,zaman israfına sebep olan kitapları okumak yerine,bize fayda sağlayacak,ufkumuzu açacak kitapları okumamız bizim için en doğru harekettir ...

                                            ..........Vesselam..........
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: tefhim - 11 Haziran 2009, 11:44:32
Ehli sünnet forumudur burası biline,
Aksini savunanın acımam diline,
Böyle bir forumu zor buldum,
Bırakmam mezhepsizlerin eline.
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: ihvan - 11 Haziran 2009, 12:48:42
Gelelim sözünü örnk verdiğiniz kişi yani Mahmut usta osmanoğlunun sözüne,kendisinin talebesi olan cübbeli ahmet hoca diye bilinen kişi Mustafa İslamoğluna savaş açmış ve meclislerinde İslamoğlunun sapık fikirlerine kapılmamaları kitaplarından okumamaları konusunda cematini uyarmış,bu kapanyası basında geniş yankı uyandırmıştır.
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Hâsıl-ı Kelam - 06 Kasım 2009, 01:21:17
Kasr-ı Arifan dergisinde de yazı yazan Ali Eren bey'e Mustafa İslamoğlunun babasının bizzat göndermiş olduğu ve dergide yayınlamasını istediği yazı:


“Muhterem Ali Eren Beyefendi!..

Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler...

Allah, hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla...

Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.

“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!... Mustafa’nın dâl ve mudılliği, baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz... Milyonları ifsat ve idlal etmesin... Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun...”
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Hulûs-i kalb - 07 Kasım 2009, 02:06:45
herkesi hos kendini bos gör.ben de bu zatin eserlerini tavsiye etmem.baska da birsey yazmak istemiyorum...
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: krkkiran - 12 Kasım 2009, 18:25:36
mustafa islamoğlunun gerçek kütükteki soyadı islamoğlu değil mustafa kazankaya,dır popülarite yani uzak durun kardeşlerim hilal tv de cemalettin afgani ve muhammed abduhu meth eden belgeseller yayınladılar ayyuka çıkardılar canlı şahidiyim uzak durun vesselammmmmmmm
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Nakkaş - 26 Aralık 2009, 11:07:55
Mustafa İslamoğlunun ne olduğu bu başlıktan belli, aklı olan okuyup idrak eder.

Sizin bize öğretebileceğiniz bir şey yok bu konuda biiznillah, ama siz bu forumdan çok şey öğrenirsiniz tabi yukarıda yazdığınız gibi 'gözleriniz görmez, kulaklarınız duymaz' değilse!
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: alıntı - 26 Aralık 2009, 11:30:00
Bir dil bilgini gemiye binmiş gidiyordu.Gemiciye sordu:

-Ey gemici gramer bilir misin?

Gemici: - Hayır bilmiyorum, dedi.

Bilgin gülerek: - Desene ömrünün yarısı boşa gitti.

Gemici bu söze kızdı fakat sesini çıkarmadı. Aradan zaman geçince fırtına başladı, gemi bir girdabın ortasında kaldı. Gemici bilgine seslendi:

-Muhterem efendim, yüzme bilir misin?

Dil bilgini korkudan büzüldüğü yerden cevap verdi: -Ne gezer ben yüzme bilmem!

Gemici keyifle bağırdı:  -Yazık, desene gitti ömrünün tamamı !

MEVLANA

Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: krkkiran - 26 Aralık 2009, 22:50:58
teşekkürler alıntı
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: alıntı - 27 Aralık 2009, 13:08:08
Rica ederim.
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: kirlangic - 27 Aralık 2009, 20:05:35
bu konuyu okuduğum iyi oldu.. sorandan ve cevaplayanlardan Rabbim razı olsun.. bendede var Mustafa İslamaoğlunun bir kitabı lakin içimden gelip 1 sayfasını bile okuyamadım.. o kadar itici geldi bana..
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Lika - 22 Mart 2010, 01:35:20
Bu sitede doğru ne ise o konuşulur Allahın izni ile.
Başlık: Mustafa İslamoğlu'nun Saptırıcı Yazıları
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:29:29
Arif Çevikel ve Sami Hocaoğlu mahlaslarını da kullanan Mustafa İslamoğlu isimli yazar, okuyucularını yanıltıcı görüşler öne sürmektedir.

Aşağıdaki yazılar kendi sitesinden kopyalanmıştır. Gerekli görülen yerlerde cevap verilmiştir.



Konu:Müzik aleti çalmayı öğrenmek zaman israfı mıdır?

Soru:Esselamu Aleykum
Sayın Hocam
Kız kardeşim biraz müziğe meraklı, keman çalmayı öğrenmek istiyor bir keman edineyim, kursa gideyim, öğreneyim diyor. Ben de kendisine öncelikli olarak yapmamız gereken işler varken böyle bir şeyle uğraşmak hem zaman hem para israfı olur diyorum ama üzülüyor. Bu durumda ne yapmamı önerirsiniz sayın hocam? Bir müzik aleti çalmayı öğrenmek zaman israfı mıdır? Kardeşimi nasıl yönlendirmeliyim?Zamanınızı aldım, hakkınızı helal edinAllah yardımcınız olsun..
08/10/2008

M.İslamoğlu;'nun yanıtı: Aziz mümine, mukabil tebrik ve dualarımla. eğer kardeşinizin müziğe kabiliyeti varsa ki bu Allah'ın ikramı sayılır, bu kabiliyet ziyan olmamalı. İki şartla: Ona verilecek bedel ailenin zorunlu geçimi olmamalı, musiki ile uğraşırken farzlarını ihmal etmemeli. vesselam.


Yazarın eklediği, ehli sünnete uygun ve verilmesi gereken Cevap:

İmam-ı Rabbanî rahmetullahi teâlâ aleyh diyor ki:

"Kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle kaplanmış zehrdir." (Mektubat, c.3, m.34)

"Mûsikînin harâm olduğunu bildiren, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ve fıkıh âlimlerinin yazıları o kadar çokdur ki, saymak güçdür. Tegannînin câiz olduğunu gösteren, mensûh bir hadîs veyâ bir fetvâ görülürse, ehemmiyyet vermemelidir. Çünki hiçbir âlim, hiçbir zamanda, tegannînin mubâh olduğuna fetvâ vermemiş, raks [dans] etmeğe izin verilmemişdir. İmâm-ı Zıyâeddîn-i Şâmî "rahmetullahi aleyh", Mültekıt adındaki kitâbında böyle bildirmekdedir." (Mektubat, c.1, m. 266)



***
Bilerek terkedilen namazın kazası

  Hocam araya kendi küçük anlamı büyük bir sorum var. Bile bile ve
şartları müsaitken bırakılan "namazın" kazası olur mu? İnsanlar sonra kılarım diye namazı terkediyor (rahmetli babam gibi). Kılınması için sunulan kolaylıklar ve hassasiyetler bana "bile bile bırakıldığı zaman kazası olamaz" izlenimi uyandırıyor.
Sizin görüşünüz bizim için çok önemli .Sonsuz hürmetlerimi sunarım.

İslamoğlunun cevabı:
Evet, İmam İbn Teymiyye, hocası İbnu'l-Cevzi, büyük talebesi ibn Kayyım el-Cevziyye "Bile bile terkedilen namazın kazası olmaz" demişler. Buna da Peygamberimizin hayatında böyle bir örnek yok. Onun yaptığı kazalar ya Hendek gününde olduğu gibi cihadın namazın önüne geçip efraz olduğu için kılamadı namazların kazası; ya da iki kez gerçekleştiği gibi uyuya kalındığı için geçirilen sabah namazının kazası...
İmdi:
1. Efendimiz el-İslam yecibbu ma kableha (İslam kendisinden öncesini siler, süpürür, temizler) buyurur. Eğer bir insan kendini namaz kılmadığı yıllarında mümin ve müslüman olarak görmüyorsa, ona kaza gerekmez. Bu hadis gereği.
2. Ama müslüman olarak görüyor ve namaz kılmamışsa gerekir. Günümüzde sokaktaki müslümanın namazı "kasten" değil "ihmallikten" terk ettiği kanaatindeyim. Bu "bile bile"nin ölçüleri nedir, ihmallikle kastı ayıran sınır nedir, ihmallikle kasıt bir tutulur mu? bu soruların cevapları yok. Benim görüşüm ihmallikle terkedilen namaz kaza edilmelidir. Kesinlikle...


Evet, İmam İbn Teymiyye, hocası İbnu'l-Cevzi, büyük talebesi ibn Kayyım el-Cevziyye "Bile bile terkedilen namazın kazası olmaz" demişler.

;Doğru Cevap:

Kaza namazları ile ilgili bir soruya cevap verirken sarfettiği bu sözler, Mustafa İslamoğlu'nun yücelterek bahsettiği İbni Teymiyye'yi ve İbni Kayyım'ı aslında yeterince okumadığını, tanımadığını göstermektedir. Çünkü İbnu'l-Cevzî, h. 508'de doğmuş, h. 597'de vefat etmiştir. Ebül-ferec ibni Cevzî adı ile meşhurdur. İbni Teymiyye ise h. 661 (m. 1263) de doğmuş, 728 (m. 1328) de ölmüştür. Yani, İbni Cevzî vefat ettiğinde, İbni Teymiyye henüz doğmamıştı bile!

***




Adet halindeyken oruç tutabilir miyim, dinen bir sakıncası var mıdır?
03/03/2007

İslamoğlu'nun cevabı:Bu Hz. Aişe'nin kendi yaklaşımını aktardığı bir hadise dayanılarak tüm imamlarımız tarafından bir ruhsat olarak değil sanki bir yasak olarak değerlendirildi. Allah’u alem bizim konuyu Kur'an ekseninde yeniden tarayarak vardığımız sonuç o ki, vahye göre hayız "ezen" yani "rahatsızlıktır".Hasta bir kimsenin orucunu isterse erteleyebileceği ve gününe gün kaza edeceği, istemezse ertelemeyeceği hükmü ise Bakara 184'ün açık hükmüdür. Bu sorunuzun cevabını ben değil Kur'an böyle vermiştir. Ona sorup cevabını aldınız.

Doğru Cevap:

Hadis ve Şâfi'î fıkıh alimi İmam-ı Şa'rânî (vefatı m. 1565) rahimehullah diyor ki:

"Dört imam, hayız ve nifas halinde olana oruç tutmanın haram olduğunda, tutarlarsa sahih olmayıp, kaza etmelerinin lazım geldiğinde ittifak etmişlerdir." (Mizan-ül Kübra (Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı), Berekat Yayınevi, İst., 1980, s. 390)

Şimdi, İslamoğlu'nun şurada söylediklerine bir bakınız. Bunlardan anlaşılan:

1. Tüm imamlar yanılmış(mış),

2. Kendisi konuyu "Kur'an ekseninde" yeniden değerlendirmiş,

3. Kendisi, Kur'an-ı kerime uygun cevap vermiş(miş),

4. Haşa, tüm imamlar ve hatta Hazret-i Âişe validemiz radıyAllahü anhâ Kur'an-ı kerimi doğru anlamamışlar, doğrusunu İslamoğlu anlamış!

Bunlar aklı başında bir insanın söyleyeceği şeyler değildir.

***

Mustafa İslamoğlu'nun 6/07/2007 Bir parti ve üç hak edilmemişlik makalesinde şu edeb dışı ifadeleri görüyoruz:



AK Parti’nin önümüzdeki seçimde kazanacağı seçim zaferinde aslan payına sahip olan dindar kitleler AK Parti’yi “Hubbu Ali” yüzünden değil “buğzu Muaviye” yüzünden desteklemiş olacak. Yani partinin politikalarına muhabbet besledikleri için değil, milli irade hırsızı azgın azınlığın tahakkümüne buğzettikleri için destekleyecekler.

Doğru Cevap:

Burada, Hazret-i Muaviye'ye (radıyAllahü anh) buğzetmek ile, "milli irade hırsızı azgın azınlığın tahakkümüne" buğzetmek arasında yaptığı benzetme akıl sahiplerinin gözünden kaçmamaktadır.

İmam-ı Kurtubî (rahime-hullahü teâlâ) derki: "Ashab arasında birçok muhalefet ve muharebeler olmuştur. Bununla beraber hiç biri diğerinin nifakına hükmetmemiştir. Onların bu husustaki hâlleri, ahkâm babında müctehidlerin hâlleri gibidir. Ya hepsi hakka isabet etmiştir denilir, yahut isabet eden bir tanesidir. Fakat hata eden mazur olur. Çünkü o reyine ve zannına göre muhataptır. İşte bunlardan birine meâzAllah bir şeyden dolayı buğzeden kimse âsî olur; tevbe etmesi gerekir." (Bkz: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınevi, 1983; c.1, Bab:33, s.345)

Allâme İbni Hacer el-Heytemî (rahime-hullahü teâlâ) diyor ki: Hadis ravisi Müslim'in en yüce şeyhlerinden, asrının imamı olan Ebu Züra er-Razi demiş ki: "Birisi, Resulullah'ın (aleyhisselam) eshabından birisini noksanlıkla ayıplarsa, gerçekten o kimsenin zındık olduğunu bil. Çünkü Resulullahın (aleyhisselam) peygamberliği doğrudur. Kur'an-ı kerim de doğru bir kitapdır ve Peygamber'in (aleyhisselam) getirdiği din de hakdır. Bunların hepsinin hak, doğru oldukları itikadı bize sahabeden gelmiştir. Onları (sahabeleri) cerh eden, ayıplayan kimse, ancak Allah'ın kitabını, Resulü'nün sünnetini iptal etmek ister. Öyle ise cerh edilmek o kimseye daha yakışır ve zındıklık, sapıklık, yalan söylemek, fasıklık nitelikleriyle nitelenmeye o kimse herkesden daha layıktır." (Es-Savâiku'l-Muhrika, Bedir Yayınevi, İst., 1990, s. 452)

Hazırlayan: Murat Yazıcı

Başlık: Mustafa İslamoğlu Kimdir – Türkiye’deki mezhepsiz reformcular
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:30:27
MUSTAFA İSLAMOĞLU : O’da Efgani mezhebsizini savunanlardan.[1] Türkiye’deki mezhepsiz reformcuları kaynak alarak kitaplar yazanların içinde kalemi güçlü bir isim. Hiç değilse İmamlar ve Sultanlar kitabında, imam-ı Azam (rh.a) efendimizi Ebu Hanife’den hariç “Azam” lakabı ile anabilmiş, Allah rahmet eylesin, şehid imamdır diyebilmiştir.Tabi burada maksadı tağuta karşı kendine malzeme olarak İmam-ı Azam efendimizi seçmek değilse !

Bu cümlelerinin onu Muhammed Abduh, İbn Hazm, İbn Teymiyye, M.Abdulvehhab, Mevdudi..vs. gibi isimlerin ve rafizi vehhabi etkilerinden kurtarmaya bir sebep olmasını dilerim. Zira kitaplarında kaynak olarak ele aldığı isimlerden bazılara bunlar ! Bu isimlerin ne korkunç itikad hırsızları olduğunu benim gibi ilimsiz biri tesbit edebildiğine göre, kendisinin bunları bilmemesi düşünülemez !Geriye bir tek ihtimal kalıyor : Bu isimlerin çağırdığı itikadı-Allah korusun- benimsiyor olmak !

Bahsi geçen kitabında (sh: 178) İmam-ı Yusuf (rh.a.) gibi bir müctehidi yargılaması haddini bilmezlik olsa gerek.Bu mübarek imamı yargılamaktan geri durmayan birinin, mezhepsiz olduğu bilinen Mevdudi’yi de aynı sayfada İmam Yusuf’a nispet edercesine övmesi enteresandır.

Bir başka kitabında çok talihsiz cümleleri var. Sevgili Peygamberimizin gözlerinin, mübarek ağız biçiminin, inci dişlerinin güzelliğini, sesinin gür çıktığını, yani peygamberi mucizeden olmak üzere, seslerinin çok uzaklardakilerin dahi duyabildiğini, boylarının herkesten yüksek göründüğünü, tenlerinin misk-i amber gibi koktuğunu, bir çocuğu sevse o çocuğun başında mübarek ellerinden yayılan kokunun günlerce ayrılmadığını çeşitli muteber ehl-i sünnet kitaplarında okumuşsunuzdur.

İslamoğlu’da tüm bunları epey malumatla mezkur kitabında naklettikten sonra bakın ne diyor : Rabbimiz Hz.Peygamberi örnek olarak gösterdiği halde, nedense klasik ulema ille de onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… Verilmek istenen insan tipi taklid edebilecekleri bir nebi değil de kendisine sadece hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…Elbette efsaneler örnek alınsın diye değil, sadece insanlara ” onlar kim, biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Geçmişte bu tavır niçin takınıldı, bilemem.Lakin çağın mantığı da buna çok benziyor. Kutsa ve müzeye kaldır.. Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir.Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!) [2]

nedense klasik ulema.. İmam-ı Suyuti,İmam Müslim, İmam Buhari, İmam Taberani, İmam-ı Kastalani, İbn-i Cerir M.Taberi (RA) gibi mübarek ve mutemet isimler mi klasik ulema ? Yani eski bakışlı, dar ufuklu klasik ulema demek istiyor. Efendimiz aleyhisselatü vesselamın hayatlarını cephe cephe gözlemlemiş, yıllarca hizmetlerinde bulunup O’nu (SAV) aşkla yeterince anlatamamış olmanın sıkıntısını çekmiş sahabe mi klasik ? Zira senin klasik dediğin ulemalar bu sahabe zincirinden gelen anlatımla bize o şanlı Peygamberi anlattılar.Yine bu dini biz -Allah razı olsun- onlardan öğrendik.

Siz çağdaş ulema olmaya özendiniz ve mezhep tanımazları akıl hocası bildiniz ! Çağdaş Hamidullah alçağı, Peygamber düztabandı, tükrüğünden başka mucizesi yoktu dememiş miydi.? Kitabında nakillerde bulunduğun M.Abdulvehhab “benim elimdeki bastonumun bana faydası var, Muhammedin (SAV) faydası yok dememiş miydi ? “Kişi sevdiğiyle beraberdir” onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… İlk nur ve son Peygamber.Allah (CC)’ın “habibi” sevgilisi..Buna rağmen sen, Allah Resulünün bizlerden farklı yanının olacağını, diğer insanlardan üstün vasıflara haiz olacağını kabul etmiyor musun? Kaba bir maddeci bakışla dinin tebliğ eden elçiydi hepsi o kadar mı ? Tebliğ ettiklerine bakın, tebliğciye bakmayın diyorsan, Al-i İmran suresi: 31′i muteber ehl-i sünnet tefsirlerinden oku. Biraz da Mesnevi’yi okuyalım ki, maddi gözümüz kapansın, manevi aşk gözümüz açılsın.

Sahabe-i Kiram hazaretı Efendimiz (SAV) mübarek sakal-ı şeriflerini tarasa, saçlarından kesseler, teller toprağa değmeden kapışıyorlardı.Hiçbiri senin gibi tebliğ ettiğine bakın, Peygamberin şahsından size ne demediler.Peygamberimizin birileri tarafından efsaneleştirilmeye, büyütülmeye hiç ihtiyacı yoktu.O (SAV) zaten en büyük ve en üstün İNSAN idi.

Yoksa “Bu övgüler övene nispetledir.Yoksa bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir.” yani Ey Resul seni kendimizce, bilgimizce övdüğümüzü sanırız, kendi vasıflarını bilen, senin katında ise bunlar ne eksik şeylerdir.[3]

Verilmek istenen insan tipi… hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…, haşa yani Peygamber böyle değildi de, böyle hayali bir insan aktarıldı. Aşkınlaştırılmış, abartılmış demeye getiriyor.Prens Bismark bile “Sana layık bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim Ya Mu…. derken, bizim yerliler saf İslam diye diye, Yüce dinimizde mana mefhumu adına, mucize adına hiçbir şey bırakmadılar.

M.Hamdi Yazır -rahmetüllahi aleyh- efendi, Al-i İmran : 33. Ayetini tefsir ederken, peygamberlikteki özellik ve üstünlükleri şöyle açıklar : “ Peygamberler, gerek cismani kuvvetlerde, gerekse ruhani kuvvetlerde başkalarına benzemezler. Dış ve iç duyguları gibi idrak güçleri, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları; hafıza ve zeka gibi zihinsel güçleri, akli ve ruhi güçleri, yalnızca derece bakımından değil, nitelik bakımından da diğer insanlardan farklı bir mükemmelliğe ve varılabilecek en yüksek düzeye sahiptir. Mesela uzakları görmekle kalmazlar, arkadan ve perde gerisinden de görebilirler. Başkalarının işitmediğini işitir, duyamadığını duyar, tadamadığını tadarlar. Şifa-i Şerif’tede genişçe açıklandığı gibi Peygamber -sAllahü aleyhi vesellem- Efendimizin cismani ve ruhani kuvvet melekeleri ne kadar yüksekti.”[4] diyen alimlere mi, yoksa bütün bu alimleri ve ittifakla naklettiklerini hiçe sayan reformcu çağdaş naylon müctehid taslaklarını mı dikkate almalıyız. VAllahi yakınlarıma hep şunu söylüyorum: Y.Nuri gibileri seyredeceğinize, açık-saçık bir film seyretmeniz daha evladır..Zira ilki itikadını bozup, dinden eder, ikincisi de çirkin olmakla beraber yalnızca günahkar eder! Durum bu kadar vahimdir. Peygamber varisi gerçek alim mürşid-i kamil zatlarda bu varisliklerinden ve peygamber veresesinden nasiplerini alırlar.Öyleyse günümüzde bile peygamber varisi evliyaya dikkat!

” onlar kim biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Yani Peygamberden insani yapı olarak, aslında hiçbir farklı yanımız yok demeye getiriyor.Hani şu onlar adamsa bizde adamız meşhur söylemleri gibi!..Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir. Şu bedbah tanıma bakın! Kainatın Fahrini -sAllahü aleyhi vesellemi- nasıl kaba bir tanımlamaya, tozuna kurban olacağımız mübarek varlıklarını bu şekide dillerine dolayabiliyorlar.Oysa ehl-i sünnet ve cemaat önderleri Ol Rasulü taşımak şerefindeki binitlerine dahi (katır) demeyip, ester dediler, binitlerinin bile Allahresulünce verilmiş isimleri vardı.Kaba softaların kaba dili o Allahın boyası ile boyanmış aynaya zaten iz düşürmez!

Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!)Önce mübarek önderimizi (SAV) küçültücü izah et, şüphe tohumlarını ek, sonra da onunla ilgili söylenenler gerçek olabilir de. İlmine mağrur şeytan kıssasını bir anlayabilseydik ! Bir Müslüman için gerçek olabilir, diye bir düşünve olamaz. Şüphe yok.O (sav) şüphesiz Elmalılı tefsirinde (yukarıda) verdiğimiz gibiydi, hatta daha da üstte,-haşa- Allah demeyecek kadar muazzez ve muhteşemdi.

Verilmek istenen insan tipi… hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler.. Şimdi bu cümleyi bir daha ele alalım. İslamoğlunun başka bir cümlesini buraya taşıyalım : “ Tek kişilik bir ordu, tek kişilik bir ümmettir, göklerin kendine dar geldiği kartaldır.” Peh peh peh..! İslamoğlu bu hayranlık uyandıracak, aşkınlaştırılmış kelimeleri başka bir yerde kullandığını unutmuşa benzer. Biz kendisine hatırlatalım. Yukarıdaki bu cümleleri Kafir, mason Cemaleddin Efgani için kullanmıştır. [5] Allah Resulüne -sAllahü aleyhi vesellem- çok gördüğü meth-ü sena içeren cümleleri bir mason için kullanmaktan çekinmemiştir!

Çağdaş yazarlar, siz; peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen, mezhepsiz ve mason birini göklerin kendine dar geldiği bir kartal olarak anarken, fena yakayı ele verdiniz. Kişi sevdiği ile beraberdir. Biz Hazreti Peygamberi, arkadaşlarını, aşıklarını övmeye devam edeceğiz. Siz de masonları övün. Er yarın Hak divanında belli olacak !

Tarikat meselesinde, batıl tarikatleri asli tasavvufa örnek göstermesi ve hak tarikatlerden misaller getirmemesi (sh: 100), kelam ilmini faraziye olarak nitelemesi, (sh:45 ); Hz.Osman (RA) efendimize yapılan iftiraları ayrıntılı gözler önüne güya tarafsız ve savunmadan vermesi (!) (sh: 38-39 dip notları ); aşere-i mübeşşere’nin sayısı, İmanın ve İslam’ın şartının kaç oluşuna kadar, herşeyi yeniden tesbit etme ve geçmiş ehl-i sünnet müctehidlerini, alimlerini yetersiz gösterme eğilimleri gibi hiç de üzerine vazife olmayan ihtilaflardan, yeni ihtilafları doğurmuş !

“Ehl-i sünnet içi tekfir yarışmasına Hanbeliler de Eş’ariyi tekfir edip, kanının helal olduğu yollu fetvalar vererek katılırlar.”(sh: 43 ) Hak mezhebleri birbirine garazlı gösterme gayreti bir kere daha karşımıza çıkıyor. Hanbeliler dediği, hanbeli mezhebinin bulunduğu bölgede, Teymiyye yandaşı vehhabilerdir. Vehhabilerin ise ehl-i sünnetin kanını, malını, ırzını helal addettikleri bilinen birşey. (Yusuf Nebhani hazretleri bunu eserlerinde açıkça belirtir.) İslamoğlu’nun çağdaşı Karaman’da bir televizyon konuşmasında Arabistanın vehhabilerini Hanbeliler olarak tanıtmıştı !!

Bu kitabı da satır satır ele alsak, yazacak çok şeyimiz olurdu elbet. Lakin bu memleketimizin ehl-i sünnet alimlerinin, hocalarının (erbabının ) yapmak zorunda oldukları bir iş. Eskiden icazetli ulema, ilmi yayınları titizlikle takip edip, gerekli gördükleri zaman tenkid yazıları yazarak; ümmete duyururlardı.

Günümüzde heva kitapları, her türlü kontrolden uzak, boş meydanda at oynatmaktadır. Hiç kimse rahatını bozmak istemiyor. Ahmed Davudoğlu ve Necip Fazıl merhumdan sonra bu vadide bir M.Şevket Eygi, Ebubekir Sifil hoca kaldı. Bir de son zamanlarda cesurca; bu sapık fikirli insanların üzerine Furkan dergisinde giden Muhterem Sadeddin Ustaosmanoğlu vardı. Şer’i konularda hassas kalemlere ne kadar çok ihtiyacımız var !

[1] Furkan Dergisi, sayı: 26. yıl : 1997

[2] M.İslamoğlu, İman Risalesi sh: 281 vd.

[3] Mesnevi, Gölpınarlı c.VI, sh: 89,

[4] M.Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, II/1090 vd.

[5] M.İslamoğlu, “Anadolu”, Denge yay. C.2, sh: 152,285,298,299,300,303


Başlık: Peygamberimiz'i Öven Herkese İtiraz
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:32:10
Peygamberimiz'i Öven Herkese İtiraz

Değerli okuyucu! Önceki sahifelerden beri, yazar Mustafa İslamoğlu’nun çoğunu bile bile yaptığı yanlışlarından ve yanıltmalardan bahsediyoruz ya, bu tavrımızı köşe yazarlığı yaptığımız gazetede de sürdürmüştük.

Bazıları bu tavrımızdan rahatsız durumdalar. Çareyi bendenizi telefonla taciz etmekte buluyorlar. Telefon ediyor ama itirazlarının arkasında da duramıyorlar, birkaç cümleden sonra cevapsız kalıp kapatıyorlar.
Dedikleri ezcümle şu:

Bizim derdimiz neymiş?…

Mustafa İslamoğlu’ndan ne istiyormuşuz?…

Yoksa bizim rantımıza engel olmuş da onun için mi aleyhinde yazıyormuşuz?…

Uğraşacak başka kimse kalmadı mı da onunla uğraşıyormuşuz? Vesâire…
Ben de kendilerine şöyle diyorum:

1- Biz ondan bir şey istemiyoruz. Ama kendisine, “İslam itikadından ve İslam fıkhından ne istiyorsun?” diye soruyoruz.
2- Rant peşinde değiliz, esasen İslamoğlu ile bizim aramızda bir rant meselesi de olamaz.
3- Bize ”Uğraşacak başka kimse kalmadı mı da onunla uğraşıyorsunuz?” diyeceğinize ona da “Uğraşacak başka bir şey kalmadı mı ki İslam akâidiyle ve İslam fıkhıyla uğraşıyorsun?” deyiniz, diyorduk…

Bu zatları telefonu kapatmaya mecbur bırakan esas sözüm ise şu oluyordu:
Yazdıklarımın hepsi İslamoğlu’nun eserlerindeki yanlışları tenkittir. Kendi kitabından, sahife numarası vererek onun kendi yazdıklarını birebir aktarıyorum. Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazılarımda herhangi bir iftira varsa söyleyin. Veya hangi tenkidim yersiz veya hangi cümlem yanlış veya iftira ise onu söyleyin.

İşte buna cevap veremeyip telefonu kapatmak mecburiyetinde kalıyorlar.
Onlara buradan tekrar sesleniyorum:

Bendenizi yine taciz edecekseniz, lütfen içinizden biraz ilim sahibi olanlar, İslam akâidini ve İslam fıkhını bilenler telefon etsinler. Etsinler ki verdiğimiz cevaba değsin…

Onlar rahatsız oladursunlar, biz insafla okunması ümidiyle yazacaklarımızı yazmaya devam edelim.

MÜSLÜMAN YAZARIN MES’ÛLİYETİ…

Müslüman, İslam inancına sahip olan kimse, Müslüman yazarlığa soyunan kimse de yazılarıyla insanlara İslâmî cihetten yön veren, yön vermeye çalışan, en azından bu iddiada olan kimse demektir. Onun için Müslüman yazarın işi zor, mes’ûliyeti büyüktür.

Meselelere İslamî açıdan çözümler getirmek iddiasıyla meydana atılan kimsede, en başta İslâmî ilimlere vâkıf olma şartı aranır. Aksi takdirde o kimsenin müslümanca yazılar yazıp eserler vermesi imkansızdır. Çünkü kişi bilmediği şeyi anlatamaz.

Müslüman için aslolan, her şeyden önce düzgün ve sağlam bir itikada sahip olacak kadar ilim/bilgi edinip bu doğru bilginin gereği gibi inanmaktır. Bu husustaki yanlış bilgi ve yanlış inanç, insanı felakete götürdüğü gibi, böyle bir insanın yazdığına ve söylediğine inanıp onun peşinden gidenler de onunla beraber felâkete sürüklenirler.

İslamın inanç ve itikâd maddelerinden biri de Hazreti İsa meselesidir. Bizim inancımıza göre Hazreti İsa çarmıha gerilmemiş, ölmemiş ve öldürülmemiş, göğe kaldırılmıştır. Âhırzamanda, dünyanın son zamanlarında yani kıyâmetten önce yeryüzüne inecek, peygamber sıfatıyla değil, Peygamberimiz’in bir ümmeti olarak yaşayacak ve onun şeriatı üzere ibâdet edecektir.

Hiçbir kimse ebedî bir hayata sahip olmadığı gibi o da ebedî olmayıp sonunda vefat edecektir.

Bu hususta kitaplarımızda okuduğumuz bilgi böyle.
Şimdi birisi çıkar da bunun aksini söyler veya yazarsa, kesinkes İslama zıt bir şey ortaya atmış olur.

Bunu yapan kimse bilmeden yapıyorsa câhil, bile bile yapıyorsa artniyetlidir.
İyi ama bu kimse ya Kur’an’a mânâ vermek iddiasıyla ilim meydanına atılan biriyse ne diyeceğiz?

Onun cevabını siz okuyuculara bırakıp ben söyleyeceğime geçeyim.

HAZRETİ İSA’NIN KABRİ(!)..

Elimdeki kitabın bir bölümünde İncillerden bahsediliyor. Yazar, Matta incilinden bahsederken şöyle diyor:

“Elde mevcut en eski metin, Hz. İsa’nın vefatından en az bir-bir buçuk asır sonrasına aittir.”

(Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED, sahife: 49)

Gördünüz mü mânevî felâketi, gördünüz mü vehameti!!!
Yazar, Hıristiyanları ve elde mevcut muharref İncilleri tenkit eder görünürken, İslam inancının bir maddesini tenkil ediyor.

Değerli okuyucu!

Hazreti İsa hakkındaki İslam inancı yukarıda yazdığımız gibidir. Yani İsa Aleyhisselam ölmemiş göğe yükseltilmiştir. Dolayısıyla, yeryüzünde kabri yoktur.

İslam âlimlerinin ortak görüşü budur. Onun için bu meseleyi esasen uzun uzun münakaşaya da lüzum yok. Yazara biz sadece şu soruyu soralım:
Hazreti İsa’nın vefat ettiğini söylüyorsun. Vefat ettiyse, kabri nerede?..
Biz bu soruyu sorsak da sormasak da, sayın yazar Hazreti İsa’nın ölmüş olduğunda ve yerini söyleyemese de bir kabrinin bulunduğunda israrlı. Nitekim Hıristiyanları tenkit sadedinde şöyle diyor:

“Bugün, tüm kalbimle iddia edebilirim ki, eğer Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse ona en büyük düşmanlık gösterecek olan, onun mitolojik imajını pazarlayarak geçinen kiliseler ve ruhban sınıfı olurdu.” (aynı eser, sa: 62)
Ben de bütün kalbimle iddia edebilirim ki, yeryüzünde Hazreti İsa’nın kabri yoktur. Onun için, “Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse…” şeklindeki bir söz ya cehâletten veya Müslümanların Hazreti İsa hakkındaki inancını sarsmak düşüncesinden ileri gelmektedir…

***

Hırıstiyanlar, her doğan çocuğun günahkâr olarak doğduğuna inanırlar. Onun için doğan her çocuğu vaftiz ederler. Çünkü vaftiz suyuyla yıkadıkları çocukların günahtan temizlendiğine inanıyorlar.
Bay İslamoğlu güya bu konuda Hıristiyanlığı tenkit ediyor. Bunu yaparken de devirmedik çam bırakmıyor.
Diyor ki:

“Kur’an’a göre insan doğuştan günahkâr değil, doğuştan sorumluluk sahibidir.” (Aynı eser, sa: 57)

Gördünüz mü büyük âlimimizin ilminin derinliğini(!)? Tomruk devirmek, çam devirmek dediğimiz budur işte.

Buna sadece câhillik demek de eksik kalır. Denilse denilse cehl-i mürekkeb, katmerli câhillik demek lâzım.

Bay İslamoğlu, “insan doğuştan sorumluluk sahibidir” diyerek, henüz ıngaa ıngaa diye ağlayan ve daha konuşmayı bile bilmeyen bebekleri bile sorumluluk sahibi sayıyor.

İslam dini hakkında, Lâ ilâhe illAllah Muhammedün Resûlüllah demekten başka bir şey bilmeyen bir Müslümanlar bile bilir ki, büyüyüp konuşabilecek seviyeye gelmiş olsalar bile, büluğ çağına gelmemiş olan sabiler asla sorumluluk sahibi değillerdir.

En bilgisiz bir Müslüman bile bunu bilir, ama sayın yazar bilmiyor ve “insan doğuştan sorumluluk sahibidir” diyor…

İnsan doğuştan itibaren sorumlu olsa, büluğ çağından önce vefat eden çocukların, hatta bebeklerin bile ibâdet yapmadıkları için günahkâr olmaları icap ederdi. Ama İslam dini onlara böyle bir sorumluluk yüklemiyor.
Bu basit bilgiyi, yakınlarından birisi Allah rızası için sevabına İslamoğlu’na öğretiversin…

TAHLİL…

Gelelim meselenin tahliline…
Hıristiyanları tenkit sadedinde, “Kur’an’a göre insan doğuştan günahkâr değil” diyen Bay İslamoğlu’nun sözünün bu kısmı doğru. Ancak, “İnsan doğuştan sorumluluk sahibidir” derken yanılıyor. Yanılmaktan da öte büyük bir tenakuza düşüyor ve bu sözüyle, tenkit ettiği Hıristiyanların söylediklerine çok yaklaşmış oluyor. Şöyle ki:

Hıristiyanlar doğan her çocuğu günahkâr kabul ederken, İslamoğlu doğan her çocuğu sorumlu sayıyor.

Yeni doğan bebekler nelerden ve hangi şeyden sorumlu olacaklardır ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getireceklerdir? Hiçbir sorumluluğu yerine getiremeyeceklerine göre, doğar doğmaz günah işlemeye mi başlayacaklardır?
Haaa! Ne olmuş oluyor? Hıristiyanlar herkesi doğuştan günahkâr sayarken, Bay İslamoğlu insanların doğduktan sonra günah işlemeye başladıklarını kabul etmiş oluyor.

Şimdi hıristiyânî görüş ile bu görüş birbirine iyice yaklaşmış olmuyor mu?
Öyleyse nerede kaldı Bay Yazar’ın Hıristiyanları tenkidi???


YALAN DESEK AĞIR OLACAK; ACABA NE DESEK?..

Bakara sûresi 253. âyet-i kerimenin meâli şöyle:
“İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldık.”

Âyetin meâlinde de açıkça görüldüğü gibi, peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu beyan buyuruluyor.

İslamoğlu’nun Üç Muhammed isimli eserinde ise, bu âyet-i kerime hakkında şöyle deniliyor:

“Kurtubî bu âyetin ‘Hz. Peygamber diğer peygamberlerden üstündür’ demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir.” (Aynı eser, sa: 66)

Hayret! İslamoğlu’nun yazdığına göre, Kurtubî tefsiri, âyetin açıkça beyan buyurmuş olduğu bir meseleye karşı çıkıyormuş. Oysa Kurtubî tefsiri güvenilir tefsirlerden. Orada böyle bir şeyin yazılması ne mümkün!.

Biz Bay İslamoğlu’nun huyunu eskiden beri biliriz. Kendi düşüncesini kabul ettirebilmek için, bir eserde olmayan bir şeyi varmış gibi yazıp o zatın da kendisiyle aynı kanaatta olduğunu düşündürtmek ister. Böylece o zata iftira da etmiş olur. Burada da böyle yapmış olmasın diye düşündük…

Meğer düşüncemizde yanılmamışız. Çünkü Kurtubî tefsiri, İslamoğlu’nun söylediği gibi yazmıyor. Yani onun söylediği gibi, âyete ters bir şey söylemiyor, zaten söylemez de. İslamoğlu’nun yazdığının aksine sadece âyette ifade edilen gerçeği izah ediyor…

Özet: “Hazreti Peygamberin diğer peygamberlerden üstün olduğunu” söylemeye cevaz vermeyen, Kurtubî tefsiri değil, Mustafa İslamoğlu’nun kendisi…

KİMİN HATIRINA ŞÜPHELENMEK GELİR?..

Değerli okuyucu!

Bir eserde, “Falan tefsirde şöyle şöyle yazıyor” diye bir cümle okusanız inanmaz mısınız? “Acaba gerçekten o tefsirde öyle yazıyor mu?” diye gidip o tefsire bakmak aklınıza gelir mi?..

Hangi okuyucu, bir yazarın böyle bir yalana tenezzül edileceğini düşünür?
Ama siz siz olun, Mustafa İslamoğlu hakkında böyle düşünmekten vaz geçmeyin. O eğer, “Falan kitapta şöyle şöyle yazıyor” diyorsa, ismini verdiği o kitaba muhakkak bakıp kontrol edin.

Bu zat ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde, Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbat etmeye çalışıp duruyor. Bu inancına okuyucuyu inandırmak için de Kurtubî tefsirine iftira ediyor…

Oysa Kurtubî tefsiri, İbni Abbas (r.a.) Hazretleri’nin şu sözünü aktarıyor:
“Muhakkak ki Allah (c.c.) Muhammed Aleyhisselam’ı peygamberlere ve gök ehline üstün kılmıştır.”

Bu sözü aktaran bir tefsirin, “Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye cevaz vermediğini” söylemek hangi insaf ölçüsüne sığar değerli okuyucu?

Öyleyse, Sayın İslamoğlu, Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını ispata çalışarak ne yapmak istiyor?..

***

Kurtubî tefsiri, “Allahü Teâla diğer peygamberleri kendi kavimlerine gönderdiği halde Peygamberimiz’i bütün insanlığa peygamber olarak göndermiştir” diyor. Buna delil olarak da şu âyeti kerimeyi zikrediyor:
“Biz seni ancak bütün insanlar için gönderdik.” (Sebe sûresi, âyet: 28)
Kurtubî, “Ashabı kiramın hepsi sahabîdir ama aralarında üstünlük vardır” diyerek, peygamberlerin aralarında da işte böyle üstünlük olduğunu izah ediyor.

Böyle söyleyen bir tefsir hakkında sen kalk, “Bu tefsir Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye izin vermiyor” de…
Neredesin ey insaf, ey ilim dürüstlüğü!..

Bu üstünlük konusu için Tefsir-i Kebir’e de baktık. Fahreddin Râzî Hazretleri, aynı âyetin tefsirinde Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olduğuna dair yirminin üzerinde delil getiriyor…

Mesele bu kadar açıkken, hâlâ daha aksini iddia etmek, bile bile ve inatçı bir iddia olmaz mı?..

PEYGAMBERİMİZ’İN ÜSTÜNLÜĞÜNDEN BAHSEDEN HERKESE İTİRAZ…

İmam Süyûtî, El-Hasâis-i Kübrâ isimli eserinde, “Peygamberimiz’in, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’nin öldürüleceklerini” haber veriyor diyor. Peygamberimiz’in üstünlüklerini anlatan bu esere zaten çok bozulan İslamoğlu ise, eserdeki bu habere de itiraz ederek şöyle diyor:
“Eğer Hz. Peygamber önceden haber vermişse, Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin katli “kader” idi ve kaçınılmazdı. O zaman kimseyi suçlamaya gerek yoktu.” (Sa: 69)

Bi kere böyle bir söz, ilim adına çok ayıp… İnsana gülerler… Bir kimsenin böyle bir şey yazması için ilimden bî behre olması ve ömründe kaderle ilgili hiç bir şey okumamış olması lâzım…

Adamcağız, kaderle ilgili meselelerin sorumluluk getirmeyeceğini zannediyor. Oysa kaderin dışında hiçbir şey olamaz ki. Her şey kadere bağlıdır. Ama, bu, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Çünkü, kader insanları iyi-kötü hiçbir şeye zorlamıyor. Bay İslamoğlu hiç olmazsa bu kadarcığını bari bilmeliydi…

Bu kadarcığını dahi olsun bilmiyor ama, öte taraftan Müslümanların, “Allah’ı cisimler dünyasına indirdiğini” söylemekten de çekinmiyor. (Sa: 70)
Öte taraftan, Müslümanlar Peygamberimiz’in insanüstü bir varlık olduğuna inanıyorlarmış gibi, daha hâlâ müslümanları suçluyarak, “Oysa ki Kur’an Hz. Peygamber’in beşerliği (insan olduğu) üzerinde israrla duruyor” diyor. (Sa: 71)
Allahınızı severseniz söyler misiniz, Peygamberimiz’in insan olduğunu kabul etmeyen bir Müslüman var mı?

Değerli oıkuyucu! İslamoğlu, bütün yaratılmışların efendisi olan Peygamberimiz’in, bütün ilimleri bilmiş olacağını da kabul edemiyor. (Sa: 71)
Peygamberimiz öğrendiği her şeyi mûcize olarak Allah’tan öğrendiği halde, harfleri insanlardan öğrendiğini, bunun mûcizelik tarafının olmadığını söylüyor. (Sa: 71)

İKİ İSLAM BÜYÜĞÜNÜ TENKİT…

Bir türlü hızını alamayan İslamoğlu, verdikleri değerli bilgilerin âlimlerimizin kitaplarında yer aldığı ve her iki de İslam büyüğü olan Ka’bu’l- Ahbar ve Vehb bin Münebbih’i ağır bir şekilde suçlamaktan çekinmiyor. Ka’bu’l- Ahbar Müslüman olunca, güya Yahudi kültürünü, Vehb bin Mühebbih de güya hıristiyanlık kültürünü İslama taşımışlar. (Sa: 77)

Bu satırları yazan İslamoğlu’nun, bu konuda da samimiyet sahibi olmadığını görüyoruz.

İslamoğlu eğer Yahudilik kültürünün İslama taşınmasını istemiyorsa, Yahudi kültürünü tefsirine taşıyan yahudi asıllı Muhammed Esed’in tefsirine karşı olması lâzımdı. Ama hiç de karşı değil, üstelik onu yere göğe sığdıramıyor. Onun, Kur’an Mesaji isimli sözümona meal tefsirini övüyor da övüyor. Kendisinin Hayat Kitabı Kur’an ismiyle kaleme aldığı eser de Muhammed Esed’in eserinin kötü bir kopyası…

İslamoğlu’nun Hayat Kitabı isimli eserinde o kadar fazla yanlış var ki, hakkında yazılan tenkitler kitabın aslından daha kalın. Tek ciltlik bir kitaba bu kadar yanlışı sığdırabilmek de bir beceriklilik olsa gerek. Onun için, Yanlışlar Ansiklopedisi okumak isteyenlere, İslamoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’an isimli eserini tavsiye ederiz..

İslamoğlu, “Yahudileşme temayülü Yahudi olmaktan da kötü” diyordu!
Muhammed Esed’in, âyetleri istediği şekilde sündürerek günümüzdeki Yahudiliğin de geçerli olduğunu usturuplu bir şekilde işlediğini görmedi mi, bilmiyor mu acaba?

Bizim gibi her halde İslamoğlu da görüyor ve biliyor. Ama nedense ona hiç ses çıkarmıyor. Bununla da kalmayıp, Muhammed Esed’e karşı çıkanlara karşı çıkıyor???

Yahudi kültürüne karşı olan bir insan böyle yapar mı hiç?

Peygamberimiz’in vefatından sonra Müslüman olan Ka’bul Ahbar’ı, “Nûr-u Muhammedî teorisinin mûcidi olmakla” suçlayarak şöyle diyor:

“Yahudi avam kültürü çoğunlukla ondan gelen rivâyetlerle İslam kültürüne girdi. Özellikle tefsir ve hadis rivâyetleri bunların başında gelir. İbni Ömer, Ebû Hüreyre, Abdullah ibn Amr gibi ilk kuşağa mensup isimlerin ondan gelen rivâyetleri nakletmiş olmaları, onun rivâyetlerinin yaygınlaşması ve tutunmasında önemli bir rol oynadı.”

İsimlerini saydığı İbni Ömer, Ebû Hüreyre, Abdullah ibn Amr radıyallâhü anhüm gibi zatlar, seçkin sahabilerdendir. Onlar Ka’bul Ahbar’a itibar etkilerine göre İslamoğlu’nun bu hususta dilini tutması lâzımdı. Ama öyle yapmıyor, üstüne üstlük Ka’bul Ahbar’ın söylediklerini yaydılar diye o güzide sahabîleri de suçluyor, onlara da kızıyor ve içten içe onları da kötülüyor.
Öyle ya canım, bir kimse yanlış şeyler söyler, bazıları da bu yanlışları alıp Müslümanlara yayarsa, onlar da suçlu olmazlar mı?

Bu durumda o sahabiler de suçlu(!).Onlar da suçluysa ya doğru olan kim?
Tek doğru olan ise İslamoğlu…

HEP SUÇLAMA, HEP SUÇLAMA…

Kahramanımız, sadece yukarıda ismini verdiğim iki zatı (Ka’bu’l- Ahbar ve Vehb bin Münebbih’i) değil, asr-ı saâdette bâtıl dinlerini bırakıp Müslüman olan diğer zatları da şöyle suçluyor:

“ Müslüman olan kitap ehli, son vahyi ve onun taşıyıcısı olan Hz. Peygamberi de kendi kitap ve peygamber tasavvurlarıyla okuyorlardı.”

Dikkat ederseniz hiç bir istisna yapmadan toptan, hepsini suçluyor.
İslamoğlu’na göre, Müslüman olan bu zatlara İslamın hiç tesiri olmamış ve kabul ettikleri yeni dini, eski dinlerinin görüşleriyle değerlendiriyorlarmış.
Bu suçlamayı yaparken hiçbir İslâmî eseri referans olarak gösteremiyor.
Peki delili ne? Hiç mi delili yok?

Var… Sadece kendi düşünce ve kanaatı.

Ama durun durun! Bir delili bir referansı var galiba…

Hani yukarıda, İslamoğlu’nun Ka’bul Ahbar’ı “Nûr-u Muhammedî teorisinin mûcidi olmakla” suçladığını söylemiştik ya. İslamoğlu, bu konuda İbn-i Teymiyye’nin bir sözünü delil getirerek şöyle diyor:
“İbni Teymiyye, bu tür uçuk iddiaları, ‘Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer (insan) nurdan yaratılmamıştır’ sözleriyle reddediyor.”

Aman Allahım!

İslamoğlu’na göre “Nûr-u Muhammedî” uçuk bir iddia oluyor. Ve bu iddiayı çürütmek için müracaat ettiği şahıs ise Vehhâbîliğin fikir babası olan İbni Teymiyye…

Ama dikkat!

İbni Teymiyye, “Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer (insan) nurdan yaratılmamıştır” derken kimi kastediyor acaba?
Tabii ki Sevgili Peygamberimiz’i…


Ali EREN | 04 Mayıs 2013 12:34 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/peygamberimizi-oven-herkese-itiraz_48520.html)
Başlık: Efendimize ''Hazret'' dememekte niçin israr ediyorlar?
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:32:42
Efendimize ''Hazret'' dememekte niçin israr ediyorlar?

Daha kapağını bile açmadan, Müslümanların ismini görür görmez yadırgayacağı bir kitaptan bahsetmek istiyoruz:

ÜÇ MUHAMMED...

Evet… Bu kitabın ismi Hazreti Muhammed değil, Muhammed Aleyhisselam değil, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) değil. Hazret kelimesi kullanılmadan, yalın olarak verilen bir isim: ÜÇ MUHAMMED…

Kitabın yazarı, Mustafa İslamoğlu. “Muhammed” ismiyle kastettiği şahıs da tabii ki, sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’dir…

Aytunç Aldındal’ın da Üç İsa isminde bir kitabı var. Ama onun İsa Aleyhisselam’ın ismini “Hazret”siz ve “Aleyhisselam”sız kullanmasından bize ne! Biz, sadece Peygamberimiz Aleyhisselam değil hangi peygamber olursa olsun, hepsini hürmet ifadesiyle anmalıyız. Ama İslamoğlu sanki “Ben Aytunç Altındal kadar olamaz mıyım! Onun kitabının ismine benzer bir kitap yazamaz mıyım!” dercesine, bir kitap yazmış ve onun kitabına verdiği ismin bir benzerini de o kendi kitabına vermiş. Aytunç Altındal Üç İsa demiş, İslamoğlu da Üç Muhammed demiş.

Ama nedense, Peygamberimiz’in isminin yanında “Hazret” gibi “Aleyhisselam” gibi “Sallallâhü aleyhi ve sellem” gibi hürmet ifade eden bir kelime koymadığı gibi, mensûbiyet/benimseme mânâsı taşıyan bir kelime de yok. Yani “Peygamberimiz” de dememiş.

Değerli okuyucu!

İster genç işter yaşlı olun, şimdiye kadar Hazret demeksizin, Aleyhisselam demeksizin, Peygamberimiz’i sadece “Muhammed” diye anan bir müslümana rastladınız mı?

Kaç yaşında olursanız olun, Peygamberimiz’i anarken kendiniz de hiç “Muhammed” dediniz mi?

Eminim ki ne siz böyle söylemiştinizdir, ne de böyle söyleyen bir müslümana rastlamışsınızdır. Çünkü bütün Müslümanlar, bunu bir hürmetsizlik kabul ederler ve Peygamberimiz’den “Muhammed” diye bahsetmekten hayâ ederler.
Müslümanları bırakın, bu ülkenin komünistleri bile Peygamberimiz’den bahsederken “Hazreti Muhammed” diyorlar.

Onun için, Mustafa İslamoğlu’nun yazmış olduğu kitaba “ÜÇ MUHMMED” ismini vermesini son derece mahzurlu bulduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Ama yazarın kendisi kitabına böyle bir isim vermekte hiç mahzur görmüyor ve bu isimdeki bir kitapla müslümanlara Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında nizâmât vermeye çalışıyor.

Nizâmât demiyelim de Müslümanlara şekil, daha doğrusu yeni bir şekil vermeye çalışıyor diyelim…

Aşağıda da okuyacağınız gibi, İslamoğlu, Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte yalnız değil. Onunla aynı düşüncede olanların hepsi de aynı. Onlar da Allah dostlarını hürmetle anmıyorlar. Peygamberimiz onların dilinde “Hazret”siz, “Aleyhisselam”sız “Sallallâhü aleyhi ve sellem”siz, sadece Muhammed…

Bunlar, sadece Peygamberimiz hakkında değil bütün peygamberler (salevâtüllâhi aleyhim ecmâîn) hakkında da böyledirler. Onlara göre Hazreti Âdem, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa yok. Âdem aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam, İsa aleyhisselam, Musa aleyhisselam da yok. Âdem, İbrahim, İsa, Musa var.
Peygamberler onların sanki ya asker arkadaşı veya çelik çomak oynadıkları oyun arkadaşı...
Onlar peygamberlerden böyle bahsededursun, bu memleketin solcuları bile meselâ Doğu Perinçek bile Peygamberimiz’den bahsederken, “Hazreti Muhammed” diyor. ibretlik değil mi?

ORTAK YÖNLERİ…

Yukarıda, “Bu hususta İslamoğlu yalnız değil” demiştik ya, o konuya geleyim. Meselâ İslamoğlu’nun sevdiği, beğendiği ve okuyucularına zaman zaman model olarak sunduğu birisi var:
Ali Şeriatî…

Peygamberimiz hakkında Ali Şeriatî’nin de bir kitabı var. Enteresandır, onun kitabının ismi de şöyle: Muhammed Kimdir.
Bakın! İslamoğlu gibi o da “Hazret” demiyor.

Hazret demediğine göre onun yerine hürmet ifadesi olarak başka bir ifade kullansa bari. Meselâ aleyhisselam diyor mu? Ne gezer!...

Hatta “Hazret” dememesi şöyle dursun, Peygamberimiz’e HAKARET EDİYOR!
Şaşırdınız değil mi değerli okuyucular? Evet evet, Ali Şeriatî Peygamberimiz’e basbayağı hakaret ediyor. Bu hakaretin nasıl bir hakaret olduğunu aşağıda okuyacaksınız.

Gelin görün ki Mustafa İslamoğlu da bazı ilâhiyat profesörleri de Ali Şeriatî’yi örnek bir şahsiyet olarak gösteriyorlar. Onların örnek şahsiyet olarak gösterdiği kişi işte böyle birisi.

Mustafa İslamoğlu da Ali Şeriatî de Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte ortak. Birinin yazdığı kitabın ismi ÜÇ MUHAMMED diğerinin kitabının ismi

MUHAMMED KİMDİR?

Değerli okuyucu!
Bu makaleyi aslında Mustafa İslamoğlu’nu tanıtmak için kaleme almıştık. Ama söz onun hayran olduğu Ali Şeriatî’den açıldığı için konu ona kaydı. Olsun, mühim de değil. Çünkü ikisinden birini anlatınca zaten diğerini de anlatmış oluruz. Nitekim, “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demezler mi? İslamoğlu ile Şeriatî de birbirlerinin fikir arkadaşı zaten. Üstelik İslamoğlu böyle bir arkadaşlıktan şeref de duyar...

EN BAŞTAN TAKİYYE…

Birkaç sene önceydi. Beyazıt Kütüphanesi Müdürü Merhum Şerafettin Kocaman’a uğramıştım. Şerafettin Bey konuşma sırasında, “Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını okumak istedim. Fakat ancak yarısına kadar okuyabildim. Daha fazla tahammül edemeyip bıraktım” demişti. Onun üzerine merak ettim, ne pahasına olursa olsun bu kitabı okumalıyım deyip başladım. Daha ilk sahifelerde gerçekten bu kitaba tahammülün zor olduğunu anladım ama tahammülsüzlük kelimesini unutup kitabı bitirdim. Ve gördüm ki meğer Merhum Şerafettin Kocaman yerden göğe kadar haklıymış.
Neyse, biz İslamoğlu’nun sitayişle bahsettiği ve öve öve bitiremediği Ali Şeriatî’nin MUMAMMED KİMDİR kitabına bakalım ve “İnsanın eseri o insanın kendisidir” fehvasınca, Şeriatî’yi kendi eserinden tanıyalım.

Ali Şeriatî’nin elimizdeki bu eseri, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeraitî, İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acem derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu:
Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye, gerçek inancını gizleyip, inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu, “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için memleketimizde, “Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.

Ali Şeraîtî, MUMAMMED KİMDİR isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha kitabın önsözünde, “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya baştan takiyye yapıyor yani yalan söylüyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına baş vuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Yani mezhebî îtikad yani Şiîlik açısı üzerine yazılmış. Aşağıdaki satırları okudukça bunu sizler de göreceksiniz.

Ali Şerîatî, Önsözde kitabını hangi ölçüyle yazdığını şöyle izah ediyor:
“…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”

Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da yine aşağıda göreceksizin.
Önsözde yazdığına göre, Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş:
“…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
İşte bu doğru…

Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü, Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.

Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.

MÜSLÜMANLARA VE PEYGAMBERİMİZ’E HAKARETLERİ…

Şimdi, Ali Şeriatî’nin kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarını madde madde ele alalım:

1- Hazreti Ömer zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremiyor. Onun için, buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı” diyor. Peygamberimiz’e “Hazret” demeyip “Muhammed” diyen birisi Hazreti Ömer’e “Hazret” diyecek değil ya, tabii ki demiyor, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)

2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi gösteriyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor.

Şeriatî’ye göre, Müslümanlar İran ve Doğu Roma’yı yense de vahşî bir toplum, o zamanki imansız İran ile Hıristiyan Doğu Roma ise ileri bir toplumdur. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonyadır. İşte Ali Şerîatî’nin sözleri:

“Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)

3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni Allah rızası için değil de, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Şeraitî, Peygamberimiz sanki sıradan bir insanmış gibi, Bedir’den önceki düşüncesini kendine göre şöyle aktarıyor:
“Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29)
Bedir Harbi’ne katılan, Bedrin aslanları olan ashabı kiram hakkındaki değerlendirmesi ise şöyle:

“…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…”

Yani, ona göre ashabı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, Allah rızasından uzak olarak ve sadece yağma için yola çıkmış.

4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden ashabı kötülemeye şöyle devam ediyor:
“Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32)

Bedir ordusundaki asbabı kiramı, ayrıca içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor:
“Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)

5- Ashabı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
“Ebûbekir’in tevhid anlayışı…

Bilal’in tevhid anlayışı..

Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” (s: 36)

Allahın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
“Kin ve intikam ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)

6- Şeraitî, kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını da şöyle anlatıyor:

“İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. Gurur!?.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir.” (s: 42)

Gördüğünüz gibi, İslam ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, ashabı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.

7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da ashabın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
“Osman firar etmişti. Ömer ve Ebû Bekir ortalıkta görünmüyordu.” (s: 65)

8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi…” (s: 70)
Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu demeye getiriyor.

9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak amansız İslam düşmanı olan birkaç kişinin, nerede bulunurlarsa öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslamı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, Peygamberimiz’in bu emrini şöyle değerlendiriyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)

Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte Peygamberimiz hakkında kullandığı ifadeler:

“Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir ruhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur.”

Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir ruhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor.
Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucu.

10- Bir de Huneyn Harbi’ni anlatması var. Bu harbi nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpteki müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.

Lütfen bundan sonraki satırları, Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmadan okuyunuz. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:

“Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu.” (s: 213)

Gördüğünüz gibi, müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
“Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” (s: 216)

Müşrik Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. İfadelerinden, Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi, müşriklere fedakâr demekte israr ediyor:

“Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” (s: 217)

Evet, müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
“Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” (s: 221)

Müşrikleri bu kadar öven yazarın İslam askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)

11- Yukarıda da temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”

Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklık ise? Nasıl meshebî itikadlar açısından bakmamak ise?

Şiîliği depreştiği için, ashabtan baba oğul olan iki mümtüz sîma hakkında şöyle diyor:
“Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)

Eğer kitabının önsözünde dediği gibi konuya mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye radıyallâhü anhümâ hazretlerini münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.

Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.

Yukarıdan beri Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e ve onun mümtaz ashabına nasıl hakaret ettiğini anlattık, ama onu öven ve örnek şahsiyet olarak sunan Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyleri yazamadık.

Zaten Şeriatî hakkında söyleyeceklerimiz de bitmiş değil. Nasipse önümüzdeti sahifelerede bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin…


Ali EREN | 19.03.2013 15:38 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/efendimize-hazret-dememekte-nicin-israr-ediyorlar_34665.html)
Başlık: Kur'ân-ı Kerim'e hürmetsizlikte ısrar
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:33:21
Kur'ân-ı Kerim'e hürmetsizlikte ısrar

Eğer Ehl-i sünnete ait tefsir ve fıkıh kitaplarını elinizin tersiyle iter ve bilinen İslâmî değerlere değer vermez de Mustafa İslamoğlu isimli yazarı dinlerseniz, Kur’an’a dokunmak için abdestli olmaya falan lüzum görmezsiniz.

Çünkü bu zatın Müslümanlara empoze etmeye çalıştığı ehl-i sünnete zıt meselelerden biri de, “Kur’an’a dokunmak için abdestli olmanın şart olmadığı”dır.

Faaliyetlerinden görüp bildiğimize göre, görünen o ki, İslamoğlu ehl-i sünnet ulemânın söylediklerini çürütmeye çalışmayı kendisine vazife edinmiş. Onun içindir ki, İslam âlimlerinin kitaplarında “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmak câiz değildir” denildiği halde, o bunun tersini Müslümanlara kabul ettirmek için uğraşıp duruyor...

Yalnız, kendi düşüncesini kabul ettirebilmek için kurnaz davranmanın şart olduğunun da farkında. Bunu biliyor ve gereğini yapmakta ihmalkâr davranmıyor. Hali, tavrı, niyet ve düşüncesi belli olduğu halde kendisini gizlemek için şöyle demeyi ilham etmiyor:

“Hayır hayır. Kimsenin abdestiyle falan uğraştığımız yok. Kur’an bir yana, ben abdestsiz kitap-gazete okumam. Çünkü yetişme tarzım sayesinde abdest bende bir meleke (alışkanlık) halini aldı. Herkese tavsiyem de budur. Fakat bu başka, farzdır demek başka.” (2/10/2000 Akit)

Gördünüz mü lafı?

Şimdi siz bu sözlerin sahibinin art niyetli olduğunu söyleyebilir misiniz? Tabii ki hayır…
O da işte size zaten bunu söyletmek istiyordu. Siz hayır dediğiniz zaman o gayesine ulaşmış olacak…

İyi ama, İslamoğlu artniyetli değilse niçin böyle bir açıklamaya ihtiyaç duyuyor? Meselâ Ali Eren olarak bendeniz, “Kimsenin abdestiyle falan uğraştığım yok” demeye hiç ihtiyaç duymam. Çünkü Ehl-i sünnete göre Kur’an’ı abdestsiz tutmak ve dokunmak câiz değildir, benim de buna bir itirazım olamaz. Beni bilen, tanıyan hiç bir kimse de beni böyle bir suçla suçlamaz. Suçlanmayacağım için de, “Kimsenin abdestiyle falan uğraştığım yok” diyerek kendimi müdafaaya ihtiyacım hissetmem.

İslamoğlu niçin böyle söylemeye ihtiyaç duyuyor?

Duyuyor, çünkü kendisinin bu husustaki tavrı bellidir; bu hususta sicili vardır ve bu konuda suçlanmaktadır; onun için mecbur kalıyor, “Kimsenin abdestiyle falan uğraştığım yok” demeye.

Onun bu sözü aslında, tam da milletin abdestiyle uğraştığının ve bu konuda suçluluk duyduğunun itirafıdır…

Ama hakkını yememek lâzım, bayağı da kurnaz hani. Şu kurnazlığa bakın. “Hiçbir İslâmî eserde Kur’an’ı tutmak için abdestli olmak icap eder diye bir kayıt yok” diyen İslamoğlu, kendisinin adeta abdestsiz yere basmadığını anlatmayı ihmal etmiyor.

Diyor ki: “Kur’an bir yana, ben abdestsiz kitap-gazete okumam.”
Şimdi siz “Vay be, adamcağız meğer abdest hususunda ne kadar hassasmış ki, abdestsiz kitap-gazete bile okumuyormuş” demez misiniz?
Abdest ve kitap deyince insanın aklına ilk önce dinî kitaplar gelir. İslamoğlu dinî kitapları abdestsiz okumasın, tamam. Peki gazeteyi abdestsiz okumamak ne demek oluyor?

Bu ne tevazu(!) böyle? Abdestsiz gazete bile okumadığını söylemek tevazuda israf değil mi?

Yeryüzünde böyle kaç tane zâhit kul bulunur dostlar? Adamcağız sanki kibrît-i ahmer..

Neredeyse “Ben abdestsiz yere basmam” diyecek. Öyle deseydi kim hayır diyebilirdi ki?
Şimdi siz, “Böyle bir zat hiç müslümanların abdestiyle uğraşır mı!” demez misiniz?
Yukarıda söylediğim gibi, o da işte tam da bunu dedirtmek için uğraşıyor ya…
Sizi o düşünceye getirdiği zaman gayesine ulaştı demektir…

“Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmamak da nereden çıktı?” diyen İslamoğlu’nun, “Kur’an bir yana, ben abdestsiz kitap-gazete okumam” demesi ne kadar da inandırıcı değil mi?

SEBEBİ NEYMİŞ?..

Niçin kitap ve gazeteyi bile abdestsiz okumadığının cevabını şöyle açıklıyor:
“Çünkü yetişme tarzım sayesinde abdest bende bir meleke (alışkanlık) halini aldı. Herkese tavsiyem de budur.”

Sayın İslamoğlu kusura bakmasın ama, diğer sözleri gibi bu söylediği de doğru değil. Eğer bu sözünde küçük bir değişiklik yapıp, “Yetişme tarzım sayesinde abdest bende bir meleke (alışkanlık) halini aldı” yerine “Meleke halini almıştı” deseydi o zaman doğru konuşmuş olurdu. Çünkü bizzat babasının anlatmasıyla biliyoruz ki eskiden böyle bir alışkanlığı var idiyse de artık yok.
Böyle bir alışkanlığının olmaması bir yana, “Kur’an’a abdestsiz dokunmanın câiz olmadığını” kabul bile etmiyor. Bir de kalkmış, “Ben abdestsiz kitap-gazete okumam” diyor. Deyedursun, biz de sanki inandık…

“Ben abdestsiz kitap-gazete okumam” diyen bir şahsın sözünde samimi olduğunu kabul etmemiz için, o kimsenin “Kur’anı’ı tutmak için abdestli olmak şartı da nereden çıktı” dememesi lâzım değil midir? Ama diyor ve Bay İslamoğlu bu itirazını gücünü yettiği kadar ve her vesileyle dile getiriyor.

TENÂKUZ/ÇELİŞKİ…

Şu tenakuza, şu çelişkiye, şu tutarsızlığa ve şu gülünçlüğe bakın siz!
Bir taraftan, mecbur bile olmadığın halde abdestsiz olarak kitap ve gazete bile okumadığını söyleyeceksin, diğer taraftan “Kur’an’a dokunmak ve tutmak için abdestli olmak şart değildir” diyeceksin…

İnanan buyursun inansın, bu sözü ciddi bulan da buyursun ciddi kabul etsin.
İslamoğlu, madem yetişme tarzından dolayı kitap ve gazeteyi bile abdestsiz okumadığını söylüyor, öyleyse biz de sözü uzatmadan onun yetişme tarzının nasıl olduğuna gelelim.

Mustafa Bey’in babasını biliyoruz. Âlim bir insan. Oğlunu da iyi yetiştirmiş. Ancak ne var ki, oğul babasıyla da babasının değerleriyle de babasının kendisine aktardığı değerlerle de ters düşmüş. Seneler önce babasıyla küsüşmüş. Ondan sonra da o muhterem babadan aldığı tesirler artık kendisinde kalmamış. Babasını kıran, darıltan bu kişi şimdi kalkmış Müslümanların yol göstericiliğine soyunuyor…

2000 senesinde babasıyla yaptığım bir telefon görüşmesinde, babası bendenize oğlu hakkında göz yaşlarıyla şöyle söylemişti:
“Hocam, ben onu zikir meclislerinde büyüttüm. Zikreder, hem ağlar hem ağlatırdı. Bunu askerde bozdular. Askerde bozuldu bu.”

Değerli okuyucu!

Bir zamanlar Mustafa İslamoğlu ile bendeniz ikimiz de AKİT Gazetesi’nde yazıyorduk. 2000 senesi Eylül ayında Mustafa İslamoğlu “Kur’an’ı tutmak ve dokunmak için abdestli olmak şartı da nereden çıktı?” diye bir yazı yazdı. Kendisine itiraz sadedinde cevâbî bir yazı yazdım.

Mustafa Bey büyük âlim ya, yazım çok ağırına gitmiş. Yazımın gazetede yayınlandığı günün sabahı hemen telefon etti; konuştuk. Galiba karşısında “Özür dilerim efendim” diyecek birini bekliyor olmalı ki ilk önce üst perdeden konuşmaya başladı. Umduğunu bulamayınca da konuşmanın dozajını indirip 6-7 dakika sonra konuşmayı bitirip telefonu kapattı.

Telefonu kapattı ama yazı kavgasını kapatamadı. Ali Eren kim oluyordu da kendisine cevap verme cür’etinde bulunuyordu. Bu kabul edilebilir miydi?

HIRSLA KALKAN…

Hemen, her zaman yazdığı yazının bir buçuk misli uzun bir yazı döşenmiş. Cevap vermeye yeltenmiş ama “Hırsla kalkan zararla oturur” kabilinden becerememiş.

Beceremez, çünkü ilmî hiçbir tutanağı yok. Meseleyi başka mecrâlara çekmekten başka çaresi olmadığı için mecbûren öyle yapmış. Ama dediğim gibi onu da becerememiş.

Yazdığına bakın, şu perişanlığına bakın hele:
“Ben Allah buyurdu, Resûlü buyurdu diyorum; siz de bana karşı kalkmış falanca buyurdu, feşmekanca buyurdu diyorsunuz.”
Görüyor musunuz İslamoğlu’ndaki demagojiyi? Aklınca okuyucuları kandıracak.

O, “Allah şöyle buyurdu, Resûlü şöyle buyurdu” diyerek âyet ve hadislere kendi isteğine göre mânâ verecek, siz ona karşı meselâ “İmam Gazâlî senin söylediğinin tersine bu hususta şöyle diyor” deyince siz hâşâ İmam Gazâlî’nin sözünü ileri sürüp Allah ve Resûlüne itiraz etmiş olacaksınız.

Halbuki Akit Gazetesi’nde bana cevap verirken, kendisi de başkalarını tenkit ettiği usulle cevap vermeye kalkışmıştı. Cevap vermişti demiyorum, cevap vermeye kalkışmıştı.

Yani “Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulamayacağı hakkında Allah şöyle buyuruyor, resûlü şöyle buyuruyor” dememişti.

Kendisini tenkit edenleri “bana karşı kalkmış falanca buyurdu, feşmekanca buyurdu diyorsunuz” diye suçluyordu. Oysa aramızdaki “Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulamayacağı” meselesinde kendisi de bana karşı İmam Süyûtî’nin El-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân isimli eserini delil getirerek Peygamberimiz’in abdestsiz olarak Kur’an okuduğunu söylüyordu.
Kaldı ki, İmam Süyûtî de onun söylediğinin tersini söylüyordu, o da ayrı mesele ya.

Biz o zaman kendisine, onun dediği gibi yapmamış, “Ben Resûlüllah böyle buyuruyor diyorum, sen de falanca şöyle buyurdu feşmekanca böyle buyurdu diyorsun” dememiştik.

Gerçi o zaman bize ihtiyaç kalmadan, kendi okuyucuları, meselenin “Okumak değil dokunmak olduğunu” yazmışlardı. Güya buna köşesinde cevap verecekti, onu da veremeyip ibretlik bir şekilde mahcup olmuştu.

ÂLİM BABANIN ÜZÜNTÜSÜ…

İslamoğlu’yla karşılıklı yazışmamızdan haberdar olan değerli babası Ahmet İslamoğlu Hocamız, o zaman bendenize el yazısıyla yazdığı bir mektup gönderdi. Orijinalini aşağıda göreceğiniz mektubunda şöyle diyordu:

“Muhterem Ali Eren Beyefendiye!..
Selamlar, sevgiler, duâlar, hürmetler…
Allah hidâyet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na, köşenizde verdiğiniz Kur’an-ı Kerim’e el sürme mevzûunda âlimâne, ârifâne, vâkıfâne cevabınızdan dolayı sizi cân u gönülden tebrik eder ve hâlisâne şükranlarımı arz ederim.
Hürmet ve duâlarımla…

Âciz Ahmet İslamoğlu, mutekait (emekli) İmam-Hatip ve fahrî vâiz.
Develi/Kayseri, 2/10/2000

NOT: Muhterem Hocam!.. Mustafa’nın dâl ve mudilliği (hem sapkınlığı hem başkalarını saptırıcılığı) baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salâhına duâ etmekteyiz. İcap ederse bu kısa tebrik ve teşekkürrnâmemi köşenizde dipnot olarak neşredersiniz…

Milyonları ifsat ve idlal etmesin (bozup saptırmasın).
Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun…
Ahmet İslamoğlu, Fenese Yukarı Mahalle, No. 29, Develi/Kayseri”

Mustafa İslamoğlu'nun babasının bendenize gönderdiği mektup

Kayseri ve Develi civarında tanınan ve herkes tarafından sevilip sayılan âlim bir babanın, kendi oğlu hakkında yazdıkları işte böyle. İsterseniz buyurun ibret için bir defa daha okuyun…

Ne yazık ki, muhterem babanın üzüntüsü 2000 yılından sonra daha da artmış olmalı. Çünkü oğlu Mustafa İslamoğlu işi daha da ileri götürdü…
Bir hanım doktor anlatıyor. Oğlumu, dinini daha iyi öğrensin diye onun vakfına gönderdim diyor. Oğluma, “Kader diye bir şey yok” demişler. Halbuki kadere îman, îmanın şartlarından biri.

Doktor Hanım, “Bunu öğrendikten sonra oğlumu bir daha oraya göndermedim” diyor.

İslamoğlu, abdestte ayağın yıkanmayıp meshedilebileceğini de söylüyor. Daha başka meseleler de var.

Bir insanın ayağı kaymaya başladı mı artık durması kolay kolay mümkün olmadığı gibi, bir insanın kalbi de bâtıl tarafına kayınca onun da nerede duracağı belli olmuyor. Bu işin sınırı olmuyor…
Böyle bir durumda âlim bir baba üzülmez de ne yapar...


Ali EREN |  09 Nisan 2013 17:10 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/kurani-kerime-hurmetsizlikte-israr_41843.html)
Başlık: İblisi taklit eden bir meal yazarı
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:34:11
HABERVAKTİM.COM Sitesi Yazarı Feyzullah BİRIŞIK tarafından yazılan aşağıdaki "İblisi taklit eden bir meal yazarı" başlıklı yazı,aşağıdaki adreste yayınlandığı halde,her nedense, site editörü tarafından kaldırıldığı görülmüştür.Yazardan temin edilen bu yazıyı önemine binaen aşağıda paylaşıyoruz.

(Yazıda bahsedilen MEAL Yazarı MUSTAFA İSLAMOĞLU olduğu okuyucu tarafından anlaşılınca, anlaşılmayan sebepten, yazı siteden kaldırılmıştır.)

http://www.habervaktim.com/yazar/49373/iblisi_taklit_eden_bir_meal_yazari.html


YAZAR Feyzullah BİRIŞIK CEVABI :

(Siteden kaldırıldığından) HABERİM YOKTU Allah İÇİN DAĞITIN BU YAZIYI : www.habervaktim.com sayfasından editör tarafından silinen Sayın Yazarın yazı şöyledir ( Yazar tarafından gönderilmiştir) :

KALDIRILAN YAZI ŞÖYLEDİR :




İblisi taklit eden bir meal yazarı

Türkiye’nin başkenti hangi ildir? Sorusuna tüm dünya Ankara derken siz ‘Sinop’ derseniz akla tek şey gelir;

“siz meşhur olmak istiyorsunuz”

Secde edin emrini işiten tüm melekler secde etti. İblis müstesna… Secde eden o kadar melekler değil de en çok iblisten bahsediyoruz. Çünkü İblis ön plana çıkmak için şöhretin basamaklarından birini kullandı. Yanlız o öyle bir basamaktır ki yanınıza ‘kibri’ de almak zorundasınız. Çünkü sadece sizden bahsedilmesi için aklınızı ilah, diğer tüm insanları cahil yerine koymanız gerekecek…

Şimdi;

Yıllardır okuduğum ve tüm meallerde hemen hemen aynı olan çeviriler bunca yıldır hiçbir tenkide uğramadı. Önce o ayetin ( Bakara. 45) mealini yazayım;

Beşir Eryarsoy: “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…”

Diyanet heyet: “Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin...”

Ali Bulaç: “Sabır ve namazla yardım dileyin…”

Elmalılı: “Bir de sabırla, namazla yardım isteyin…”

Suat Yıldırım: “Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah’tan yardım dileyin…”

Talat Koçyiğit: “Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin…”

Şaban piriş: “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin…”

Yaşar Kandemir: “Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım isteyin…”

Y. Nuri bile: “Sabra ve namaza sarılarak yardım dileyin...” Diye tercüme eder.

Tamamında sabır ve namaz kelimelerini görürsünüz… Sanki hep birden Türkiye’nin başkenti ANKARA demişler gibi…

Şimdi;

Bu dokuz meal yazarlarının tamamı aynı şeyi söylediği için hiçbiri şöhret olmadı. Adamın biri çıkıp; arkadaş ben de bunlar gibi yazarsam kimse benden bahsetmez! Dercesine bakın Allah’ın bu ayetini nasıl çarpıtarak adeta SİNOP dedi;

“ Direnerek ve dik durarak yardım isteyin”

Evet… Bu adam bu mealiyle iblis gibi onca kalabalık arasında sıyrılmak istedi ve sıyrıldı… Hiçbir meal yazarına reddiye yazılmazken kendi mealine benim bildiğim iki reddiye, kitap olarak basıldı…

Düşünüyorum… Bunca meal yazarları ki içinde birçok profesör var… Hele de Türkiye’de en çok tercüme yapmış ve Arap kökenli Beşir hoca da mı anlamadı bu ayetten?

Bu nasıl bir cesaret! Elbette cahil cesur olur… Bunun farkındayım… Niye uyarmıyorsunuz bu adamı dediğimde;

Randevu vermiyor! Cevabını aldım… Yani eleştirilere, uyarılara kapalı bir akıl…

Allah’tan kork be adam!

Kime karşı direneceğiz?

Ve bu dik durmak nasıl olacak!

Allah’tan kork ve o mealini piyasadan çek ve özür yazısı yazarak sünnete uygun bir şekilde, hakaret ettiğin Allah’tan özür dile! (Bir film yorumlarken Allaha hakaret etmişti.)

Yarın Allah’ın huzuruna çıktığında (İmam Şatibi’nin dediği gibi) sana;

Ey filan! Meal olarak yazdığını kastettiğimi kim sana söyledi? Diye sorarsa ne diyeceğini şimdiden düşün!

Sevgili okurlar!

Ortada Allah’ın kitabı var… Bir şair sözü değil ki ‘ben bunu anladım kardeşim. Sanane!’ diyesin…

Rabbim iblisin ve kendisine benzemek isteyenlerin şerrinden bizleri muhafaza etsin. Âmin
Başlık: Allah (C.C) ayette Habibini azarlıyor mu?
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:35:20
Allah (C.C) ayette Habibini azarlıyor mu?

İnsanlar; inananlar-inanmayanlar, imanlılar-imansızlar, diğer bir ifade ile kâfirler ve müslümanlar olarak ikiye ayrılır.

Hazreti Allah celle celâlühûnün muhatap aldığı kimseler sadece inananlar ise de insan için sadece inanmak kâfi olmayıp o inancın gereği olarak ibâdet etmek de gerekiyor.

Hatta sadece ibâdet de kâfi olmayıp, ibâdetlerin makbul olması için ihlâs ve samimiyetle yapılmış olması şart.

İşte ebedî kurtuluşun ilk şartı bu. Yani ihlâs ve samimiyetle ibâdet etmek.
Bunun arkasından mânevî derecelerde yükselmek gelir…

İhlâs ve samimiyetle Allah’a ibâdet edenler, farz ve vâciplerden başka nâfile ibâdetlere de devam ederlerse, nâfile ibâdetleri yapmayanlara göre daha yüksek derecelere kavuşurlar.

Hatta ihlâs sâhipleri arasında da derece farkları olacağından, herkes ihlâsı derecesinde sevap kazanır.

Kimin ihlâsı fazlaysa, alacağı sevap da ona göre olup, derecesi de o derece yüksek olur.

Kişi, ibâdet ve ihlâsı nisbetinde belli bir dereceye gelince, mânevî dostluk makamına erişir.

Artık o bir Allah dostudur.

Biz böyle kimselere velî diyoruz.
Velî kelimesinin çoğulu “evliyâ”dır.

Türkçede birden fazla, Arapçada da ikiden fazla kişiye evliyâ denir. Halk tek kişiye de evliyâ dediği ve bu kelime dilimize artık iyice yerleştiği için, tek kişi hakkında da “Evliyâ” demek yanlış sayılmaz. Çünkü, “Galat-ı meşhûre lügat-ı fesîhadan evlâdır.”

Halk bazan velilere/evliyâya, ermiş de diyor. Bu da yerinde bir kelime. Allah’ın dostluğuna ermiş demek…

Evliyâ ve ermiş zatlar, Allah tarafından sevildikleri için, Allah (c.c.) sevdiği bu kimseleri halka da sevdiriyor.

Müslümanlar, böyle zatlara hayattayken gereken hürmeti gösterdikleri gibi, vefatlarından sonra da onları unutmayıp türbelerini ziyaret ediyor, şefaat ve himmetlerini istiyorlar...

HER VELÎ/EVLİYÂ, AYNI DERECEDE DEĞİLDİR…

Velilerin/evliyânın şüphesiz ki hepsi aynı derecede değildir. Aralarında derece farkları vardır.

Tasavvuf lisanında, ilk evliyâlık mertebesine velâyet-i suğrâ, yüksek evliyâlık mertebesine velâyet-i kübrâ, daha yüksek evliyâlık mertebesine ise velâyet-i ulyâ deniliyor…

Çok yüksek mertebelere eren zatlar, Kutbul irşad, Kutbul aktab ve Gavsül âzam diye anılırlar ki, böyle zatlar azın azıdır. Her asırda, böyle makamlara ulaşan zatlar elbette vardır ve olagelmiştir.

Bu mânevî mertebelerin sahipleri, dünyadayken cennet hayatı yaşayan mübârek kimseler olup peygamberlerden sonra Allah’ın en bahtiyar kullarıdırlar.

Tasavvuf ve tarikata muarız olanlar hoş karşılamasalar da bizim duamız şudur:

Allah bizi dünyada öyle zatlardan habersiz ve uzak etmesin. Âhirette şefaatlarından mahrum etmesin. Bizi onlarla beraber haşretsin ve bize âhirette onların sancağı altında toplanmayı nasip etsin. Âmîn.

İslam Ehl-i sünnet inancına göre, evliyâ olarak andığımız Allah dostlarının en yüksek derecede olanları, Peygamberimiz’in ashabıdır. Ashabın derecesine, onlardan sonra gelen hiçbir kimse ulaşamaz.

Hiç bir evliyâ da, derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, peygamber derecesine ulaşamaz.

PEYGAMBERLİK MAKAMI…

İnsan çalışmakla evliyâ olabilir, ama peygamber olamaz.
Çünkü, peygamberlik çalışmakla değil Allah’ın seçmesi ve tayiniyledir.
Peygamberlik makamı, çalışmakla elde edilmesi mümkün olmayan yüce ve yüksek bir makamdır.

Bazı peygamberler şeriat sahibidir yani yeni bir şeriat getirmiştir. Bazıları da kendinden önce gelen veya kendi zamanında yaşayan peygamberin şeriatıyla amel eder ve onun şeriatını tebliğ eder.

Meselâ İbrahim Aleyhisselam şeriat sahibi bir peygamberdir. Onunla aynı zamanda yaşayan oğlu İsmail Aleyhisselam ile yeğeni Lut Aleyhisselam ise hem İbrahim Aleyhisselam’ın şeriatıyla amel etmiş hem de onun şeriatını tebliğ etmişlerdir.

Hazreti Musa’ya göre Hazreti Harun, Hazreti İbrahim’e göre Hazreti İsmail ve Hazreti Lut gibidir…
Peygamberler arasında derece farkları da vardır. Rabbimiz Teâlâ onların bazısını bazısından üstün kıldığını Kur’an-ı Kerim’inde haber veriyor. (Bakara sûresi, âyet: 253)

Peygamberler içinde derecesi en üstün olanlar “Ulül azm” denilen peygamberlerdir. (Ahkâf sûresi, âyet: 35)

İbni Abbas radıyallâhü anh Hazretleri’nin beyanına göre, Ulül azm peygamberler beş tane olup onlar Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed Aleyhimüsselam hazırâtıdır.

Bu peygamberlerin içinde en üstün makamın yani Makâm-ı Mahmûd’un sahibi olan da Habîbullah, Allah’ın sevgilisi olan Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri’dir… (Allah celle celâlühû şefaatından mahrum etmesin. Âmîn)

Onun makamından daha üstün bir makam olmadığı gibi, yaratılanlar içinde onun makamından daha yüksek bir makam sahibi de yoktur..
Şimdi yukarıdan beri anlattıklarımızı sıralayarak şöyle bir özetlemeye geçebiliriz:

En altta inançsızlar, yani kâfirler var. Bunların hiçbir üstünlükleri ve dereceleri yoktur. Onlar için derece değil dereke (sıfırın altı - cehennem çukurları) vardır.
İnanç sahipleri ise kademe kademe, derece derece şöyle sıralanıyor:
İbâdet edenler,
İbâdetlerini ihlasla yapanlar,
İhlasta ileri olanlar,
İhlas ve samimiyetle ibâdet ve kulluk etmekle beraber nâfile ibâdetler de yapanlar,
Farz, vâcib, sünnet ve nâfile ibâdetlerde, hayır ve hasenatta ileri giderek evliyalık derecesine ulaşanlar,
Derecesi yüksek veliler,
Peygamberler,
Ulül azm peygamberler,
Ve son peygamber, Habîbullah / Allah’ın sevgilisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri…

İnsanlığın ve yaratılmışların en üstünü, zirvesi, Allah’ın Habîbi/sevgilisi…
Allah (c.c.) O’nu o kadar sevmekte ve ona o kadar değer vermekte ki, Kelâm-ı Kadîm’inde onu bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildirmektedir. (Enbiyâ sûresi, âyet: 107)

O’na itaat etmeyi, kendisine itaat kabul ediyor. (Nisâ sûresi, âyet:80)
Onun kendiliğinden konuşmadığını, onun konuşmalarının ancak vahiy olduğunu bildiriyor. (Necm sûresi, âyet: 3-4)

Allah, RESÛLÜNÜ AZARLIYOR MU YOKSA YÜCELTİYOR MU?..

Peygamberimiz’in Allah indindeki değeri ve derecesi böyle olmasına rağmen, müslümanlar içinde gördüğümüz bazı kimseler, Peygamberimiz’in Müslümanlar tarafından lüzumundan fazla yüceltildiğini söyleyebilmekte ve Hazreti Allah’ın Peygamberimiz’i azarladığını yazabilmektedirler.
Peki, Müslümanlar bizzat Allah’ın yücelttiği Peygamberimiz’i yüceltmeyip de ne yapsınlar?

Ezanda bile Lâ ilâhe illAllah Muhammedür resûlüllah diyerek, adının Allah’ın adıyla beraber anılması emredilen zatı, Allah’dan sonra ikinci varlık olarak sevmesinler mi?

Ama bazı kimseler nedense, Müslümanların Peygamberimiz’i bu derece fazla sevmelerinden pek fazla rahatsız oluyorlarlar. İlim sahibi olmayanların ilk nazarda anlayamayacakları âyetleri ele alarak, Müslümanların zihinlerini bulandırmaya çalışıyorlar.

Bu kimseler, “Allah’ın, Peygamberimiz’i azarladığını söyleyerek” Peygamberimiz’i Müslümanların zihninde küçük düşürmek gayretindeler.
Halbuki, onların “Allah, Peygamberi azarlıyor” dedikleri âyetlerde, Allah’ın Peygamberimiz’i azarlaması değil, ikaz ve hatırlatmaları var. Hatta azarlama var dedikleri bazı âyetlerde onların söylediklerinin tam tersi bir mânâ bile mevcut.

Önce şunu bilelim:
Allah’ın, Peygamberimiz’i azarladığını söyleyenler kimler?
Peygamberimiz’in, Allah (c.c.) tarafından azarlandığını yazanlardan biri, ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu.

İslamoğlu, adı geçen kitabının 216. sahifesinde, “Tevbe sûresinin 43. âyetinde Peygamberimiz’in azarlandığını” söylüyor.

Oysa mesele onun söylediği gibi değil, hatta tam tersi.
İslamoğlu’nun, Peygamberimiz’in azarlandığını söylediği âyetin meâlini görelim. O âyette Peygamberimiz’e hitaben şöyle buyuruluyor:
“Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?”
(Elmalı Tefsiri, c: 4, sa: 349 sadeleştirme)
Meselenin izahı:

Tebük Seferi’ne çıkılacaktır. Bazıları Peygamberimiz’e gelip, harbe gitmemek için mazeret beyan ediyorlar. Peygamberimiz de onların söylediklerinin doğru olup olmadığını araştırmadan onlara izin veriyor. Âyet bu meseleyle ilgili.

TEFSİRLER NE DİYOR BU ZAT NE DİYOR?..

Bu âyette, İslamoğlu’nun söylediği gibi Peygamberimiz’i azarlama falan var mı yok mu, bunu biz söylemeyelim de kendisinin eserlerinde sık sık kaynak olarak gösterdiği Tefsir-i Kebir müellifi Fahreddin Razî söylesin.
İslamoğlu’nun “Peygamber’i azarlıyor” dediği Tevbe sûresinin 43. âyetinin tefsirinde Tefsir-i Kebir bakın ne diyor:

“Bu, Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber’i iyice ta’zim edip (büyüklüğünü gösterip) yücelttiğine delâlet eder. Bu tıpkı, bir adamın kendi nezdinde çok kıymetli olan birisine, “Hay Allah affedesice, benim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; benim bu sözüme karşı senin cevabın nedir? Allah sana âfiyet versin, sen benim kadrimi bilemedin” demesi gibidir. Binâenaleyh, bu kimsenin bu sözünden maksadı, o kimseyi iyice tebcil etmekten (yüceltmekten) başka bir şey değildir.”

***

İslamoğlu aslında yeni bir şey söylüyor değil. Tarihte, onun gibi “Peygamberimiz’in Allah tarafından azarlandığını” söyleyen başka kimseler de olmuştur. Fakat Tefsir-i Kebir’de Fahreddin Râzî Hazretleri onlara gereken cevabı veriyor. O cevaplar aynı âyetin ( Tevbe 43) tefsirinde zikrediliyor.
Eserlerinde iki de bir Tefsir-i Kebir’e atıf yapan Bay İslamoğlu, mesele Peygamberimiz’in azarlanması olunca, Tefsir-i Kebir’in ne dediğine hiç itibar etmiyor.

İslamoğlu, Hazreti Allah’ın Peygamberimiz’i azarladığını söylese de, ehl-i sünnet âlimleri tam tersini söylüyorlar. Meselâ büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen, bahse konu âyetin ifadesinin, Peygamberimiz’i azarlama değil aksine iltifat olduğunu söylüyor. Ömer Nasuhi’nin ifadesi de şöyle:
“…Bu bir iltifattır ve söze başlamak mukaddimesidir.”
(Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, c: 3, sa: 1273)

Önceki sahifelerde, ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarının, tasavvuf ve tarikat erbabını suçladığını söylemiştik. Yazar, “Tasavvuf ve tarikat erbabının Hazreti Resûlüllah’ı örnek almak yerine, ona sadece bir masal kahramanı gibi hayranlık duyduklarını” söylüyordu. (Sa: 206)
Bu açık bir iftiradır, bunu geçelim.

Ama hemen geçmeyelim de onun bu iftiraları atarken kendisiyle nasıl ters düşüp nasıl gülünç hale geldiğine bakalım.
Yazara göre, Peygamber’e hayran olunmaz, o örnek alınırmış. Yine yazara göre, bu mesele Kur’an’a ve Peygamberimiz’e sorulsa, “Örnek alınması” gerektiği cevabı alınırmış. (Sa: 206)

Bunu yazan İslamoğlu, bundan birkaç sahife sonra ne yapıyor biliyor musunuz? Peygamberimiz’den bahsederken, orada yazdğının tam tersini yazıyor.

İşte birkaç sahife sonra Peygamberimiz hakkında kitabına koyduğu başlık:
Hayranlık Verici Bir Ahlâk (alâ hulukin azîm) (Sahife: 224)
Şimdi ona dönüp sormayalım mı?

Sayın İslamoğlu!

Peygambere hayran olunmaz o örnek alınır diyordunuz. Ona siz de hayranlık duyuyorsunuz ki kitabınızda şu başlığ koymuşsunuz: “Hayranlık Verici Bir Ahlâk.”

İslamoğlu’na kendi üslübüyla soralım!
Bu başlık ne böyle?

Hazreti Peygamber’i örnek alacağınıza ona hayran mı oluyorsunuz?
Bu başlığa bizim itirazımız yok da, size ne oluyor? Ne bu kendi kendinizle ters düşmek böyle?

Yoksa kitabınıza bu başlığı sizden habersiz başkaları mı koydu?
Hani siz birbirine uymayan şeyler yapmazsınız da. (!)

BU NE TEVAZU(!) BÖYLE…

Adamın biri, pehlivan falan olmadığı halde kendisini büyük bir pehlivan zanneder, bunu da etrafa kabul ettirmek istermiş. Bunun için büyük pehlivanları nasıl yendiğini anlatmaya çalışacak ama bunu anlatmaya kalksa, kimsenin kendisini dinlemeyeceğini ve mühimsemeyeceğini de biliyormuş. O da kendince bir plan yapmış ve onu uygulamış.

Ortaya bir pehlivan lafı atıp meşhur pehlivanları övmeye başlamış. Anlattıkları doğru olduğu için halk da kendisini dinliyormuş.
Anlata anlata nihayet baş pehlivana gelmiş. Onun anlatırken, “Gerçekten büyük pehlivanmış hepsini yendi” dedikten sonra şöyle söylemiş:
Onu da ben yendim…

Gördünüz mü kurnazlığı?

En başta, “Ben baş pehlivanı yendim” dese kimse dinlemeyecekti…
O da ne yapsın? Garibim kendisini öne çıkarmak için işte böyle bir kurnazlık düşünmüş.

Şimdi de İslamoğlu’nu dinleyelim ve iki hadise arasındaki benzerliğe bakalım.
İslamoğlu şöyle diyor:

“Hz. Peygamber’in muhteşem bir ahlâk üzere olduğunu söyleyen âyetin içinde bulunduğu Kalem sûresi, Süyûtî gibi Kur’an ilimleri otoritelerine göre ilk inen beş âyetin ardından indirilen ikinci sûredir. Ne ki bizim kanaatımız, bu sûrenin Müddessir’den sonra üçüncü sûre olarak indiği yönündedir.” (Sa: 224)
Dikkat ederseniz, İslamoğlu burada “Bizim kanaatımız” diyor.
Bu “Bizim kanaatımız” ifadesi bile onun söylediğinin hiç bir değeri olmadığının isbatıdır. Çünkü dinî meselelerde kanaat olmaz, delil, belge ve isbat olur. Kanaatla hiç bir dini mesele hakkında hüküm verilemez. Sayın İslamoğlu ise belgesiz ve ispatsız olarak sadece kendi kanaatıyla bir karara varıyor. Elbette ki bunun hiçbir değeri yoktur.

Bir de şu kurnazlığa bakın.

İslamoğlu’nun söylediği gibi, İmam Süyûtî gerçekten Kur’an ilimlerinde otoritedir. İslamoğlu önce onun Kur’an ilimlerinde otorite olduğunu söylüyor, sonra sözü otorite olan bu büyük âlimin söylediğinin isabetsiz olduğuna getirip, “Bizim kanaatımız” diyerek onun söylediğine zıt olarak kendi kanaatını ortaya koyuyor.

Demek istiyor ki,
“Süyûtî Kur’an ilimlerinde otoritedir ama ben ondan daha büyük otoriteyim. O öyle söylese de yanılıyor.

O öyle söylüyorsa ben de böyle söylüyorum. Kur’an ilimlerinde otorite olan Süyûtî’ye göre öyle ise bana göre de böyle” diyor.
Aynen, “Baş pehlivanı da ben yendim” diyen adam gibi.
Âlim dediğin, işte böyle tevâzû sahibi(!) olmalı değil mi değerli okuyucular.
Ama bu derece tevâzû da fazla yani. Bu tevâzû karşısında insanın gözleri yaşarıyor…

Ancaaak!

Sayın İslamoğlu kusura bakmasın ama, Süyûtî gibi Kur’an ilimleri otoriteleri dese de aslında İmam Süyûtî’yi Kur’an ilimlerinde otorite olarak kabul ettiği falan da yok.
Onu otorite olarak falan kabul etmiyor, sadece basamak olarak kullanıp kendisini ortaya koyuyor.

BU DİRENİŞ NİYE!..

Fî tarihinde, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz meselesini de nereden çıkarıyorlar!” diye bir yazı yazmıştı.

O sırada ikimiz de aynı gazetede yazıyorduk. Kendisine derhal gereken cevabı vermiştim. O da, İmam Süyûtî’yi Kur’an ilimlerinde otorite kabul ettiğini söyleyerek, o zatın El-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an isimli eserinden kendince bir delil getirerek bana cevap vermeye kalkışmıştı.
Delili de delil olsa bari. İmam Süyûtî, “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın câiz olduğunu” değil “Abdestsiz olarak ezbere Kur’an okumanın câiz olduğunu” yazıyordu.

Bizim ona zaten itirazımız yoktu. Çünkü abdestsiz olarak ezbere Kur’an okunabilirdi. İslamoğlu, bunu bildiği halde meseleyi saptırmaya çalışıyordu.
Kendisiyle aramızdaki mesele, “Abdestsiz olarak ezbere Kur’an okumanın câiz olup olmadığı”değil, “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunulup dokunulamayacağı” idi.

Süyûtî’nin, delil olarak sunduğu El-İtkan kitabında ise “Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz olarak dokunmanın haram olduğu” açıkça yazılıydı. Yani İslamoğlu’nun iddiasının tersi, bizim söylediğimizin de aynısı…
Kitabın cild ve sahife numarasını bildirerek kendisine cevap vermiştim…
Çünkü, kendisinin Kur’an ilimlerinde otorite olarak kabul ettiği İmam Süyûtî’, onun söylediğinin tam tersini söylüyordu.

Bu durumda, “Madem Süyûtî öyle yazıyor, öyleyse doğrudur. Çünkü o, Kur’an ilimlerinde otoritedir” deyip kabul etmesi icap etmez miydi?
Etmemişti…

Hâlâ da etmiyor…

“El elden üstündür tâ arşa kadar” denildiği gibi, galiba o da “Otorite otoriteden üstündür” diyerek kendisini acaba İmam Süyûtî’den üstün mü görüyor ki, Kur’an ilimleri otoritesi dediği İmam Süyûtî’nin yazdıklarını bir türlü kabule yanaşmıyor.

Soruyorum:
Şimdi bu tavır ilmî dürüstlük mü oluyor?..
Tabii ki bunun cevabını vermek kendisine düşer…


Ali EREN | 22.05.2013 09:00 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/Allah-cc-ayette-habibini-azarliyor-mu_54683.html)
Başlık: "Ben Hanefiyim" diye diye Hz Ömer'e dil uzatma
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:36:17
"Ben Hanefiyim" diye diye Hz Ömer'e dil uzatma

Peygamberimiz’in müşriklerle yaptığı üç mühim harpten birisi Uhud Harbi’dir. Bu harp, Medine dışında, şehre yakın Uhud Dağı eteğinde yapıldı.

Yazar Mustafa İslamoğlu, Uhud Harb’i öncesini Üç Muhammed isimli eserinde şöyle anlatıyor:

“Hz. Peygamber düşmanı içeride karşılayıp savunma savaşı yapmak niyetindedir. Fakat, savaş konseyinde bulunan tüm gençler, düşmanla şehir dışında karşılaşıp meydan savaşı yapılmasında israr ederler. Hz. Peygamber, kendi görüşünün tersi olmasına rağmen çoğunluğun bu israrını geri çevirmez ve hazırlık emrini verir. Hatta tam savaşa çıkılacakken, bazıları yaptıklarının stratejik açıdan yanlış olduğunu düşünerek, Hz. Peygamber’e kendi görüşünü uygulamasını teklif ederler. Fakat bu kez de o, “Bir peygamber giydiği zırhı çıkarmaz” diyerek orduya hareket emrini verir.”

Bir-iki yanlışı yok sayarsak, yazarın bu yazdıkları doğru.
Önce iki yanlışa işaret edip esas konumuza devam edelim:

a- Düşmanla şehir dışında karşılaşıp meydan savaşı vermek isteyen gençler, yüz yüze savaşmak için can atan heyecanlı genç sahâbîler olup yazarın yazdığı gibi bu gençler savaş konseyinde bulunan kimseler değillerdi.

b- Yine o gençler, yazarın yazdığı gibi, tam savaşa çıkılacakken yaptıklarının yanlış olduğunu düşünerek kendiliklerinden gelip Peygamberimiz’e kendi görüşünü uygulamasını teklif etmiş de değiller. Resûlüllah’a karşı nasıl tavır takınılacağını daha iyi bilen bazı ileri seviyedeki sahâbîler, o gençlere, “Resûlüllah’a karşı yanlış yaptınız. Ona, Yâ ResûlAllah! Siz nasıl münasip görüyorsanız öyle yapınız demeliydiniz. Resûlüllah’tan özür dileyin ve madem şehir içinde müdafaada kalmamızı uygun görüyorsunuz, öyle yapınız deyin” diye uyardılar, onlar da bu teklifle Peygamberimiz’e geldiler, fakat Peygamberimiz (s.a.v.) “Bir peygamber giydiği zırhı çıkarmaz” buyurdu.
Bu iki yanlışı böylece düzeltmiş olalım.

Bu yanlışlar gerçi insanın itikadını bozacak ve imandan çıkaracak yanlışlar değil. Böyle yanlışlar, sadece bunu yazanın iyi bir siyer bilgisine sahip olmadığını gösterir ve okuyucu için bir zararı olmazsa da yazar için bir ayıp sayılır. Çünkü, insan iyi bilmediği konulara girmemelidir. Girmesi ayıptır.

Yanlış mı söylüyorum değerli okuyucu!

Bilmediği bir meseleyi ele alarak okuyucusuna yanlış-yunluş bilgiler aktarmak bir yazar için ayıp sayılmaz mı?

Ama gelin görün ki, İslamoğlu bilmediği konulara sık sık girmekte ve maalesef sık sık da gülünç duruma düşmektedir.

Oysa, bir kimse eğer yazar ola-çıkagelmişse, anlatacağı hadiseyi önce bir güzel öğrenmeli değil midir?

Böyle hatalar İslamoğlu’nun kitaplarında sıradan şeyler olduğu için, onun bütün yanlışları üzerinde durmuyoruz bile. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi şöyle bir işaret edip geçiyoruz. Çünkü, nasıl olsa bu yanlışların sonu gelmiyor ve ayıbı bize değil yazarına aittir.

Bu kitabınızı baştan beri okuyanlar, İslamoğlu’nun yukarıda bahsettiğim gibi yanlışları şöyle dursun, daha ağır ve kabul edilmesi mümkün olmayan, bile bile ve israrla yaptığı İslam itikadına zıt olan yanlışlarını da bilirler. Bundan önce yazdıklarımızı okumayanlardan ricamız, bundan sonraki sahifeleri okumalarıdır. Okurlarsa, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın nasıl yanlışlarla doldurulduğunu ve okuyuculara nasıl yanlış bilgiler aktarıldığını göreceklerdir…

Bu girişten sonra gelelim Uhud Harbi meselesine…

EVET, KONU UHUD HARBİ…

Uhud’da önce İslam ordusu gâlip durumdayken, Peygamberimiz’in önceden verdiği tenbihin tutulmaması sonucu bir bozgun yaşanmıştı. Bundan sonrasını Mustafa İslamoğlu şöyle yazıyor:

“Uhud Savaşı’nın bilinen safahatının ardından, Müslüman ordusu bozulunca savaş alanını ilk terkedip uzaklaşanlar, savaş konseyinde düşmanla yüzyüze karşılaşma konusunda en çok israrcı olanlardır. Bunlardan biri olan Hz. Ömer…” (Üç Muhammed, sa: 232)

Ashab-ı kiram içinde, gözü karalığı ve cesareti dillere destan olan Hazreti Ömer’e nasıl dil uzatıldığını görüyorsunuz değil mi? Öyleyse, bu makalemizin başlığının bir defa daha okunmasının tam zamanı…

Değerli okuyucu!

Önce bir kâideyi ortaya koyalım:
Bir kimse, ya Hanefî mezhebinden veya diğer üç hak mezhebin herhangi birinden ise, Hazreti Ömer radıyallâhü anh hakkında böyle bir iftirada bulunamaz, böyle bir ifade kullanamaz. Kullanmış ise o zaman da o kimse Hanefî mezhebinden de değildir diğer üç hak mezhebin birinden de değildir. Çünkü bu ifade itikaden Mâtürîdî veya Eş’arî mezhebine aykırı olup, ehl-i sünnet Müslümanlar da itikadda ya Mâtüridî veya Eş’arî mezhebine mensupturlar.

Ama gelin görün ki, Hazreti Ömer (r.a.) hakkında bu ifadeyi kullanan zat kendisinin Hanefî mezhebinden olduğunu söylüyor.
Bi kere, yazarın ne demek istedi gayet açık.

“Hazreti Ömer savaştan önce, düşmanla yüzyüze karşılaşmakta kendisi israr ettiği halde, ordu bozulunca savaş alanından ilk kaçan da yine kendisi oldu” demek istiyor.

Peşinen, iftiranın bu kadarına da pes doğrusu diyelim…
Çünkü bu, yukarıda bahsettiğim türden basit bir yanlış değil, bir hâdiseyi istismar ederek yapılan açık bir iftiradır.

İŞİN ASLI NEDİR?..

Şunu baştan söyeyelim ki siyer kitapları bu konuda Bay İslamoğlu’nu yalanlıyor!

Savaştan önce düşmanla yüz yüze karşılaşmak isteyenlerin, cihad aşkıyla yanıp tutuşan heyecanlı genç sahâbîler olduğunu söylemiştik. Onların içinde Hazreti Ömer yoktu; bu bir.

İkincisi: Hazreti Ömer radıyallâhü anh asla savaş alanından kaçmamıştır...
Siyer kitapları, Hazreti Ömer’in savaş meydanından kaçmaması şöyle dursun, Uhud’da Peygamberimiz’in yanından ayrılmayan 15 sahâbî içinde Hazreti Ömer’in ismini de zikrederler.

Her biri ayrı ayrı asırlarda yazılan siyer kitaplarının yazarları, ruhlar âleminde haberleşip Mustafa İslamoğlu’nun yazdıklarını yalanlamakta anlaşmadılar her halde!...

Onların topu yanlış ve yalan yazdı da sadece İslamoğlu mu doğru yazıyor?
İslam ehli sünnet mezheblerine mensup olan âlimler içinde, Hazreti Ömer hakkında İslamoğlu’nun kullandığı ifadeyi kaleme alan hiçbir siyer âlimi yoktur. Ama Şiîler içinde var. Onlar amansız bir Hazreti Ömer düşmanı oldukları için onun hakkında uydurmadıkları ve uydurmayacakları yalan yoktur.

Hazreti Ömer hakkında yalan yazanlar bir Şiîlerdir bir de şiî hayranları.
Zaten acem (İran) yalanı meşhurdur. Dedelerimiz, bir ayağında kırk yalan uyduran ve akıl almaz yalan söyleyenlere, “Senin söylediğin, acem yalanını geçti” derlerdi.

Değerli okuyucu!

Sayın İslamoğlu, Hazreti Ömer’in savaş meydanından kaçtığını yazmakta yalnız değil. Şiî yazar Ali Şeriatî de aynı şeyi yazıyor.

Bu kitabın önceki sahifelerinde herzelerini okuduğunuz Ali Şeraîtî kimdir?
İslamın 5 şartından biri olan Hac ibâdeti hakkında “En mantıksız bir eylem” diyen bir pespâye.

Kâinâtın Efendisi Sevgili Peygamberimiz hakkında, “O, hayatı boyunca normal bir rûhî yapıya sahip değildi” diyebilen bir rezildi.
Toprağı bol olsun…
Kendisinin Hanefî mezhebinden olduğunu söyleyen İslamoğlu, Hazreti Ömer hakkında yukarıda yazdıklarını reva gördüğü halde, nedense Ali Şerîatî’yi pek seviyor.

HAZRETİ ÖMER ÖYLE BİR ZAT Kİ…

Neyse biz esas konumuza dönelim ve Hazreti Ömer radıyâllâhü anhin kim ve nasıl bir zat olduğunu sonra da harp meydanından kaçıp kaçmadığını ele alalım.

Hazreti Ömer radıyallâhü anh kimdir?

1- İslam ehli sünnet itikadına / inancına göre, Âdem Aleyhisselam’dan itibaren kıyâmete kadar gelecek olan insanlar içinde, peygamberlerden sonra en üstün insan Hazreti Ebû Bekir radıyâllâhü anh, ikincisi de Hazreti Ömer radıyâllâhü anh Efendilerimizdir.
2- Peygamberimiz (s.a.v.) bir meseleyi istişâre edeceği zaman ilk önce bu iki zat ile konuşurdu.
3- Bir yerde oturduklarında, Hazreti Ebûbekir (r.a.) Efendimiz, Peygamberimiz’in sağında Hazreti Ömer (r.a.) Efendimiz solunda otururdu.
4- Bu iki zattan başka, ashab-ı kiramdan hiçbir kimse, sohbetleri sırasında Peygamberimiz’in yüzüne rahatça bakamazdı.
5- Hazreti Ömer (r.a.) bir mesele hakkında âyet inmesini arzu etse, inerdi. Onun için Peygamberimiz, (s.a.v.) “Allah, hakkı Ömer’in dili üzerine koymuştur” buyurmuştur.
6- Peygamberimiz (s.a.v.) “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer peygamber olurdu” buyurmuştur.
7- Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz, Medine’de Hücre-i Saâdet’te Sevgili Peygamberimiz’le yan yana bulunuyorlar. Kıyamete kadar da beraber olacaklar. Tabii ki cenette de…

Hazreti Ömer Efendimiz’in, Peygamberimiz’in yanına defnedilmesine müsaade eden de bizzat Hazreti Âişe Vâlidemiz’dir.
(Gerçi buna Hazreti Âişe radıyallâhü anhâ Vâiledimiz’in izin vermiş olması sadece bizim için mühimdir. Yoksa şiîler ve şiî-severler için bir şey ifade etmez. Çünkü onlar Hazreti Âişe Vâlidemiz’i de sevmezler. )

8- Her sene milyonlarca Müslüman hacca gidiyor. Peygamberimiz zamanından beri 14 asırdır da devamlı hac yapılıyor. 14 asırdır hacca giden Müslümanların sayısı kim bilir kaç milyarlara ulaşmıştır. Peygamberimiz’i defalarca ziyaret eden bu milyarlarca hacının, her defasında Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz’i de ziyaret edip onlara da selam verdiğini ve onların ruhlarına da Fâtihalar okuduğunu düşünelim…

Bu ne büyük saâdettir…

Kısaca hatırlatmaya çalıştığımız Hazreti Ömer radıyallâhü anh işte böyle bir zat.

Ama sen kalk, böyle bir zatın savaş yerini terk ettiğini söyle…
Kitaplarda böyle bir şey olmadığına göre hangi bilgiyle, hani ilimle?
Ehl-i sünnet iseniz, hangi insafla?..

Bi kere Hazreti Ömer, savaş yerini terk etmemiştir. Ama aşağıda anlatacağım küçücük olay olmuştur.

İslamoğlu olsun, Ali Şeriatî olsun, bula bula işte ancak bu aşağıdaki küçük hadiseyi bulabilirler ve istismar edeceklerse ancak bunu istismar edebilirler.

İŞİN ASLI ŞÖYLE:


O olay şudur:
Uhud Harbi’nde herkes zırhını giymiş vaziyette…
Peygamberimiz de zırhlı.

Ashab-ı kiramdan Mus’ab b. Umeyr radıyallâhü anh, zırhlı vaziyetteyken Peygamberimiz’e benziyor.

Müşriklerden İbni Kamie, Mus’ab Hazretleri’ni Resûlüllah zannederek hücum edip o şanlı sahâbîyi şehid ediyor. Ondan sonra “Muhammed’i öldürdüm” diye bağırıyor. Bunu her iki taraf da duyuyor. Bu haber, Peygamberimiz’i canından çok seven ashabın her birine ayrı ayrı tesir ediyor. Resûlüllah sevgisinden deli divane olan ve onun şehid edildiği haberini duyan Hazreti Ömer ve 3-5 arkadaşının, eli kolu düşüyor. “Resûlüllah şehid olduktan sonra daha ne kaldı!” diyerek, oturup kılıçlarını bırakıyorlar.

Onların bu halini gören Enes bin Nadr, (r.a.) “Resûlüllah şehid olduysa biz ne diye yaşayalım?” diyerek onları ikaz ediyor. Bu söz üzerine kendilerine geliyor ve savaşmaya devam ediyorlar.

Hazreti Ömer’in savaş alanını terk ettiğini söyleyenler, bulsalar bulsalar, ancak bu bilgiyi bulup istismar edebilirler. Bundan başka dayanabilecekleri hiç bir şey yok. Çünkü Uhud’da Hazreti Ömer’le ilgili mesele sadece budur ve bu da Resûlüllah’ı aşırı derece sevmekten ve bu sevgiyle adeta kendinden geçmekten ibârettir.

Nitekim bu halin bir benzeri de Resûlüllah Efendimiz’in vefatında olmuş, Hazreti Ömer (r.a.) o zaman da, “Resûlüllah öldü diyenin boynunu vururum” demişti. Resûlüllah’ı o kadar seviyordu ki, ölümü ona yaklaştırmak bile istemiyordu.

O zaman Hazreti Ebû Bekir (r.a.) “Yâ Ömer aklını başına al” diyerek kendisini uyarmış, bunun üzerine Hz. Ömer de kendine gelmişti.

Değerli okuyucu!

Kime “Aklını başına al” denilir?

Adeta aklı başından gidene…
İşte Peygamberimiz’e olan aşırı sevgisinden dolayı Hazreti Ömer’in de adeta aklı başından gitmişti.

Bir kimsenin, çok sevdiği birisinin vefatı karşısında aklı başından gidecek kadar kendisini kaybetmesi, zaman zaman görülen şeylerdendir. Zamanımızda, şehit olan askerlerin cenazelerinde yakınlarının ne sebepten bayıldığı belli değil mi?

Resûlüllah sevgisinin nasıl olduğunu da ancak o sevgiyi taşıyan ve tadan bilir.

Tatmayan ne bilsin!

Tâbiînin büyüklerinden Hasan Basrî rahmetüllâhi aleyh Hazretleri’ne, “Yâ İmam siz ashabı kiram gibisiniz” dediklerinde, o zat şöyle cevap vermişti:
“Siz ashabı kiramı ne zannediyorsunuz! Siz onların dine bağlılığını görseydiniz bunlar deli derdiniz; onlar da sizi görselerdi bunlar müslüman değil derlerdi.”
İşte ashabı kiramın Peygamber sevgisi böyleydi ve onlar bu sevgiyle adeta deli olmuşlardı…

ASHAB-I KİRAMI ANLAMAK…

Onları bir nebze olsun anlayabilmenin yolu, Peygamberimiz’in sözlerine / hadislerine kulak vermek ve kalbinde ashab sevgisi taşımaktır. Bu sevgiyi taşımayanlar, tabii ki ashabın en üstün ikinci şahsiyeti olan adâlet timsali Hazreti Ömer radıyallâhü anh Efendimiz’i de tanıyamayacak, tanıyamadığı için tenkit edecek hatta ona düşman bile olacaklardır. Bu düşmanlık da şöyle veya böyle sözlerine ve yazılarına aksedecek ve böylece kalplerindeki bu düşmanlık dışarıya vurmuş olacaktır.

Şiîlerde olsun, şiîyyül-meşreb yani şiî-sever olanlarda olsun, Hazreti Ömer’e buğz ve kin hat safhadadır.

Meselâ, Hazreti Ömer’i hançerleyip şehid olmasına sebep olan değirmen ustasının kabri Arabistan’da olmasına rağmen, şu anda İran’da görkemli bir makam kabri vardır ve hâlâ ziyaret edilmektedir.

Şiîlerdeki Hazreti Ömer düşmanlığına bir başka örnek:
İran’a giden bir arkadaşım kendisi görmüş. Gördüğünü aynen anlatıyor:
İran’da bir meydanda, mermere “İnnemâ ya’mürü mesâcidallâh…” âyeti kazınmış. Âyetteki “ya’mürü” kelimesi bildiğiniz gibi, dört harfle yazılır: Ye, Ayın, Mim, Re.

Baştaki Ye harfini kaldırırsanız, Ayın, Mim ve Re harfleri kalır. O zaman da “Ömer” okunur.

Bu üç harf Ömer okunduğu için, şiînin birisi gidip çekiçle o Ayın, Mim ve Re harflerini kırmış.

Şiîler Hazreti Ömer Efendimiz’e işte bu derece düşmandırlar.
Onlar neyse ne de, Türkiye’de basılan ve sünnî / ehl-i sünnet Müslümanlara arz edilen ÜÇ MUHAMMED isimli eserde, Hazreti Ömer’e iftira edilmesi ne oluyor?..

Böyle yanlışlar acaba neden kaynaklanıyor? Bilgi eksikliğinden mi yoksa bile bile lâdes kabilinden mi?

Yazar İslamoğlu, Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitiremeden ayrılmış olsa da…
Ondan sonra Ezher Üniversitesi’ne girip orayı da bitiremeden, ikinci sınıftan ileriye devam edemeyip mezun olamadan oradan da ayrılsa da böyle büyük ve tehlikeli yanlışlara bilgi eksikliğinden düştüğüne şahsen ihtimal vermiyorum.
Öyleyse neden?

Öte taraftan, yukarıda da işaret ettiğim gibi, sayın yazarın Hazreti Ömer (r.a.) hakkındaki tavırları, şiî bir yazar olan Ali Şerîatî’nin ifadelerine niçin yakın?

Ben anlayamadım. Anlayan beri gelsin…
Ama bu soruların cevabı tabii ki Mustafa İslamoğlu’nun kendisine düşer...


Ali EREN | 29.05.2013 11:11 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/ben-hanefiyim-diye-diye-hz-omere-dil-uzatma_59036.html)
Başlık: Kitap mı, yanlışlar resm-i geçidi mi?
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:36:56
Kitap mı, yanlışlar resm-i geçidi mi?

Müteveffâ Muhammed Esed, tefsirî-meal görünümündeki Kur’an Mesajı isimli eserinde, “İslam kendisinden başkasını dışlamayan bir dindir” diyerek, güya İslamı över görünüp Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de günümüzde geçerli bir din olduğunu Müslümanların zihnine yerleştirmek istiyor.


Başka bir müteveffa Ali Şeriatî ise, önceki sahifelerde okuduğunuz gibi, Peygamberimiz’e bir defa bile “Hazret” demeden bitirdiği “Muhammed Kimdir” isimli eserinde, Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selleme hakaretler ediyor.

Mustafa İslamoğlu ise bu her iki müteveffayı tasvip ve takdir ediyor. Dahası, onları Müslümanlara örnek şahsiyetler olarak sunuyor. Onları tenkit edenlerin aleyhinde de günlerce süren makaleler yazıyor.

Önceki sahifelerde, Esed ve Şeriatî’nin eserlerinden misaller vererek bu iki şahsı tanıtmaya çalışmıştık. Şimdi sıra onların müdafaacısı olan Mustafa İslamoğlu’nun eserlerini tanıtmaya geldi.

İslamoğlu’nu iyi tanıyabilmek için eserlerine bakmamız lâzım. Çünkü, kişinin eseri kendisinin aynısı ve aynasıdır.

“Muhammed Kimdir” isimli kitabın yazarı gibi, Mustafa İslamoğlu da Peygamberimiz’den güya bahsettiği eserine, “Hazret”siz bir isim vermiş: ÜÇ MUHAMMED…

Değerli okuyucu!

Onların kullandığı ifadeyi kullanmak zaten mümkün değil de yazarken bile insanın içi daralıyor. Onların, sevgili Peygamberimiz’den bahsederken, yalın bir şekilde ve hürmetsizce nasıl sadece “Muhammed” diyebildiklerini insanın aklı almıyor…

İslamoğlu’nun kitabının tam ismi şöyle: ÜÇ MUHAMMED. iki tasavvur bir gerçek.

Yazarın, kitabında anlattığına göre, iki tasavvur, bu ümmetin Peygamberimiz hakkındaki yanlış iki tasavvuru imiş. Birinci grup Peygamberimiz’i aşırı yüceltenler, ikinci grup ise Peygamberimiz’e gereken değeri vermeyenler imiş.
Ne münasebet! Bu her iki suçtan da bu ümmet uzaktır.

BU ÜMMET BÖYLE BİR İNANÇTAN UZAKTIR…

Bu ümmetin içinde ne Peygamberimiz’i aşırı yüceltip Hıristiyanlar gibi ilah mertebesine çıkaranlar var, ne de ona gereken değeri vermeyip aşağı görenler. Bahsettiği iki tasavvur, İslamoğlu’nun ümmet-i Muhammed hakkında kendi zihninde taşıdığı yanlış iki tasavvurdur. Yoksa bu ümmetin kalbinde Peygamberimiz ile ilgili böyle bir yanlışlık asla mevcut değil.

İnsanlar için en yüksek makam peygamberlik, peygamberlik makamından sonrası ise ilahlıktır. İslamoğlu, Resûlüllah Efendimiz’i peygamberlik makamından daha üstün tutan bir müslümana mı rastlamıştır? Veya Peygamberimiz’i peygamberlik makamından daha aşağıda gören birilerine mi rastlamıştır ki böyle söylüyor?

Nerede böyle birilerine rastlamışsa buyursun söylesin. Dünya üzerinde böyle kimseler olmadığı halde, kendi zihnindeki iki tasavvuru var gibi gösterip ümmet-i Muhammed’e yamamak ne ile izah edilir?

Kendisi zaten bunun sadece tasavvur olduğunu söylüyor. Adı üzerinde, gerçek değil, tasavvur…

Gerçek olan ise onun da söylediği gibi tabii ki Kur’an’ın anlattığı Peygamber, yani “Kur’an’ın peygamberi.”

Peki, Müslümanlar içinde Kur’an’ın anlattığı Peygambere itiraz eden mi var!
Kur’an’ın anlattığı Peygambere esas itiraz eden, sakın İslamoğlu’nun kendisi olmasın.

Öyle olup olmadığını anlamak için meseleye şimdilik bir cümleyle temas edip aşağıda daha geniş temas edeceğiz zaten.
Meşhur âlim Kadı İyaz Hazretleri, Eş-Şifa bi ta’rîf-i Hukuki’l-Mustafâ isimli eserinde, Hazreti Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz’i nasıl övdüğünü anlatıyor, İslamoğlu ise bundan dolayı Kadı İyaz Hazretleri’yle dalga geçiyor.
Söyleyin bakalım, bu durumda Kur’an’ın tarif ettiği peygamberlik makamına itiraz eden kim?

Aşağıda geniş olarak bu hususa da temas edeceğiz.

BU NE BENZERLİK BÖYLE…

Önce bir noktada, Yaşar Nuri Öztürk ile Mustafa İslamoğlu arasındaki benzerliğe dikkatinizi çekmek isterim:

Yaşar Nuri, Kur’an’daki İslam kitabında, Müslümanları gerçek İslamdan sapmış göstererek doğru İslamın kendi kitabında anlatılan İslam olduğunu söylüyor.

İslamoğlu da ÜÇ MUHAMMED kitabında, Müslümanları gerçek Peygamber anlayışından sapmış göstererek, doğru peygamber anlayışının kendi kitabında anlatılan peygamber anlayışı olduğunu söylüyor…

Müthiş bir benzerlik…

Peygamberimiz (s.a.v.) ise, “Ümmetimi suçlamak için boşuna yorulmayın” dercesine, onlara en güzel cevabı şu hadis-i şerifiyle veriyor:
“Benim ümmetim sapıklık üzerinde cem olmaz / toplanmaz.”

Yani ümmet-i Muhammed ne Yaşar Nuri’nin iddia ettiği gibi gerçek islamdan sapmıştır ne de İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi gerçek peygamber anlayışından.

Ama çare yok herkes vazifesini yapacak. Öyleyse varsın onlar bu ümmeti suçlamaya devam etsinler.

Fakat, bu millet nasıl Yaşar Nuri’yi anladıysa, -kaçış yok- gün gelip İslamoğlu’nu da anlayacaktır.

İslamoğlu’nun kitabının tam isminin şöyle olduğunu söylemiştik: ÜÇ MUHAMMED. iki tasavvur bir gerçek.

İslamoğlu’na göre iki tasavvur, iki yanlış peygamber anlayışı imiş. Tabii ki doğrusu da onun anlattığı…

Oysa, yukarıda söylediğimiz gibi bu ümmet içinde ne peygamberimizi küçümseyen ne de onu peygamberlik makamından daha yükseğe çıkaran var. Şimdi olmadığı gibi tarihte de hiç olmadı.

İslamoğlu’nun, Müslümanları suçladığı tasavvur, hayâlî bir tasavvurdur, gerçekle alâkası yoktur.

ÜÇ MUHAMMED dedikten sonra iki tasavvur bir gerçek dediğine göre, bir gerçek ile iki tasavvur bu üçün içinde oluyor. Peki, yazar inandığı peygamberi yalın olarak nasıl oluyor da sadece MUHAMMED diye anabiliyor?
Yazarın iddia ettiği; hassas, samimi, gerçek, doğru, dürüst, sahih, sağlam Müslümanlık acaba bu mu?!!...

PEYGAMBERİMİZ’İN İSMİ BAŞAŞAĞI…

Kitabın kapağında üç tane “Muhammed” ismi konulmuş. Biri düz, ikisinden biri yamuk, biri de baş aşağı ters…

Şimdi yazara soralım:
Müslümanlarda olmayan bir vasfı onların aleyhine tasavvur ettiğiniz yanlış imajla bu ümmeti suçlamanız bir tarafa, Peygamberimiz’in isminden ne istediniz!!!

Kitabınızın kapağında Sevgili Peygamberimiz’in ismi niçin baş aşağı?
Bu soruyu seneler öncesinden sorup duruyoruz. Ama cevap yok. Zaten olamaz ki, ne diyecek!…

Yazar, “Önsöz yerine” yazdığı yazıda Müslümanları şöyle suçluyor:
“Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?

Melek peygamber?

Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.”

İşte müslümanları toptan böyle suçluyor. Suçluyor da, Allah için söyleyiniz, yeryüzünde Peygamberimiz hakkında onun anlattığı gibi böyle bir düşünceye sahip olan bir tek Müslüman var mıdır?

Olmasa da Kaf Dağı’nın arkasından kendisi düşünüyor, kendisi tasavvur ediyor, kendisi suçluyor..

Onun suçlamış olduğu din kardeşlerimize soralım:

ZİHNÎ DÜŞÜNCELERİ ÇÖZEN ÂLET VAR MI?..

Ey Müslümanlar!

Mustafa İslamoğlu yukarıda gördüğünüz gibi sizi, “Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurları” diyerek suçluyor. Siz Peygamberimiz hakkında onun anlattığı gibi bir inanca mı sahipsiniz?

İslamoğlu, “Bazı Müslümanlar” demeden “Müslümanların zihninde oluşan…” derken, kendisini İslam toplumunun neresinde görüyor da böyle söylüyor? Oysa kendisi de aynı toplumun içinde.

Soru iki:
“Müslümanların zihninde oluşan…” diyor.
Böyle demek yerine, “Müslümanların peygamber tasavvurları hakkındaki sözlerine bakacak olursak” dese anlayacağız. Ama öyle bir hırsa kapılmış ki ne söylediğinin farkında olmadan, “Zihinde oluşan düşünceyi araştırmaktan” bahsediyor.

İnsan zihnindeki tasavvurları araştıracak bir âlet henüz icat edilmedi ama o nasıl araştırdıysa araştırmış ve yukarıdaki “Melek peygamber?” diye başlayan tesbiti yapmış.

İkinci bir noktaya dikkat!

Müslümanları suçlarken, “Müslüman gözüken bazıları” demiyor da “Müslümanlar” diye bütün Müslümanları muhatap alıyor. Yani doğrudan doğruya İslam topluluğunun tamamını suçluyor.

Güya Müslümanlar Peygamberimiz’i şöyle kabul ediyorlarmış:
“Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.”

Baştan sona iftira…

Yeryüzünde ne zihninde böyle bir peygamber tasavvuru taşıyan Müslüman mevcut ne de böyle bir inanç taşıdığını söyleyen Müslüman.
Sayın İslamoğlu, böyle bir inancı önce tasavvur ediyor, sonra da var kabul ettiği bu hayâlî topluluğu topa tutuyor. Böyle kimselerin var olup olmadığı ise onun için hiç mühim değil…

KENDİ İKİZİNİ SUÇLUYOR…

Ona göre ikinci bir grubun peygamber inancı da şöyle imiş:
“Kur’an’ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber…
Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir.”

Elhak bu söylediği doğru. Ama bu gruba girenler Müslümanlar değil, aksine bütün Müslümanları suçlamakta kendisinin ikizi, ortağı ve benzeri olan Yaşar Nuri ve hempâları…

Birinci grubun, peygamberimizi adeta bir “Melek peygamber?” olarak kabul ederek yücelttiklerini söylerken, farkında olmadan cehlini de ortaya koyuyor. Çünkü, peygamberi melek seviyesinde kabul etmek, onu yüceltmek değil, seviyesini düşürmek olur. Çünkü, İslam i’tikadına göre peygamberler meleklerin peygamberlerinden bile üstündür.

İslamoğlu’nun kendisine soralım:

Sizin inancınıza göre melekler peygamberlerden üstün mü ki peygamberleri melek seviyesinde görmek bir yüceltme olsun?..

Sayın Yazar, “Müslümanlar” olarak andığı her iki grubu kâfirler olarak sıfatlandırmaktan da çekinmiyor. İşte şöyle:

“Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa’yı yücelteceğim derken yarı ilah haline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayarak öldüren, iftira eden, onları kovalayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.”

Hızını alamıyor ve diyor ki: “Birincisini genellikle peygamber düşmanları yapar.”

Şimdi onun dilinde Müslümanlar oldu mu Peygamber düşmanı…
Çünkü Peygamber düşmanlığı yapanlar kimlerdir değerli okuyucular? Elbette kâfirler…

Bu durumda da Müslümanlar, kâfirler topluluğu olmuş oluyor.
Bu kadar da acımasızlık olmaz yani.

Eveeet! Şimdi ne oldu?

Bizzat kendisinin “Müslümanlar” diye anlattığı tasavvur ettiği birinci hayâlî grup Hıristiyanlar gibi kâfir olurken ikinci grup ise Yahudiler gibi kâfir olup çıktı…

Yazarın birinci grup olarak anlattığı gibi inanan bir Müslüman topluluğu, gerçekte mevcut değil, sadece onun fikrinde, muhayyilesinde ve tasavvurunda var. Onun için hayâlîdir.

ŞİFAYI ZEHİR OLARAK TARİF ETMEK…

Ama yazar aksini iddiada israrlı. Hatta Hazreti Resûlüllah’ı olduğundan üstün gösterme suçu ile suçladığı gruba misal olarak, İslam tarihinden iki büyük âlimin ve onların eserlerinin isimlerini veriyor:

Kadı İyaz ve Eş-Şifa bi ta’rîf-i Hukuki’l-Mustafâ isimli eseri ile İmam Süyûtî ve El-Hasâisu’-Kübrâ isimli eseri…

İslamoğlu, işte bu iki değerli âlimi “peygamber düşmanları” olarak suçladığı birinci gruptan sayıyor.

Peki bu zatlar nasıl kimseler ve eserleri nasıl eser?

İki zattan birincisi Kadı İyaz. Hicrî 5. asırda yaşamış meşhur bir hadis âlimi. Sebte ve Gırnata’da (Endülüs) kadılık yaptı. Sahih-i Müslim’e de bir şerh yazdı. En meşhur eseri Eş-Şifa bi ta’rîf-i Hukuki’l-Mustafâ. Bu kitap 4 bölümden meydana geliyor.

1- Peygamberimiz’e hürmet, Hazreti Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de O’nu övmesi, bütün iyilik ve güzellikleri O’nda toplamış olması, mûcizeleri vs…
2- Peygamberimiz’e iman, O’nun emirlerine boyun eğmek ve sevgi göstermek, O’na salevât getirmenin fazileti.
3- Peygamberimiz hakkında câiz olan ve olmayan şeyler.
4- Peygamberimiz’de noksanlık gören ve ona dil uzatanların cezâları.
Yazıldığı günden bu yana İslam âlimleri bu kitabı el üstünde tutmuşlar ve devamlı okumuşlardır. Hâlâ da okunuyor. Birkaç yayınevi tarafından Türkçeye de tercüme ettirildi. Bu tercümeler piyasada var.
Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından 13 ciltlik Sahih-i Buhârî Tecrid-i Sarih Tercümesi’nin 4. ciltten sonraki ciltlerinin tercümesini yapan Prof. Kâmil Miras bu kitap hakkında diyor ki:

“Siyer ilminin en güzel tasnif olunmuş bir kitabı da hiç şüphesiz Kadı İyaz’ın Eş-Şifa bi ta’rîf-i Hukuki’l-Mustafâ’sıdır.”

Mustafa İslamoğlu, işte böyle bir kitabı kaleme alan zata peygamber düşmanı demiş oluyor. Açıktan demiyor ama demeye getiriyor.

Siz söyleyin değerli okuyucular:

Peygamberimiz’in üstünlüklerini anlatan bu güzel kitabı yazan Kadı İyaz mı peygamber düşmanı yoksa ona peygamber düşmanı diyenler mi?
İslamoğlu’nun peygamber düşmanlığıyla suçladığı ikinci âlim ise İmam Süyûtî ve onun El-Hasâisu’l-Kübrâ isimli eseri.

İmam Süyûtî, Hicrî 9. asırda yaşamış bir âlim. Öyle bir âlim ki, 17 yaşında bütün dersleri bitirip ders okutmak için icâzet aldığı o yaşta ilk eserini yazdı. Yani İmam Süyûtî 17 yaşında, parmak ısıttıracak kadar ilmî bir eser yazan bir âlim. Memlükler Devleti’nin son zamanlarında Kâhire’de yetişen ve Arapça üzerine en fazla eser veren âlimlerden biri belki de birincisi. Eserlerinin sayısı 500-600 civarında.

Onun medreselerde okutulan eserleri, İslam âlimlerinin müracaat kitapları içindedir. Kendisi 200.000 hadisi ezbere biliyordu.

Kur’an, hadis, fıkıh, dil-edebiyat ve tarih üzerine sayısız eserler veren Suyûtî’nin kalem oynatmadığı konu hemen hemen yok gibidir. Şu anda da okunmaya devam edilen meşhur Celâleyn tefsirinin yarısını, esas ismi Celâleddin Süyûtî olan âlimimiz yapmıştır. İkinci yarısı ise ismi Celâleddin olan başka bir âlime ait. Celâleyn, “İki Celal” demek.

Mustafa İslamoğlu
, daha önce İmam Süyûtî’yi “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunulabilir” dediğini zannettiği için övüyordu. Bu eserin önceki sahiflerinde buna işaret etmiştik. Şimdi övdüğünü unutmuş da böyle bir âlimi bir de dalga geçerek tenkit ediyor. Hem de ne için? Peygamberimiz’in üstünlüklerini yazdığı için..
Celâleddin Süyûtî’nin eserlerinden birisi de işte Peygamberimiz’in üstünlüklerinden bahseden o El-Hasâisu’l-Kübrâ İsimli eseri.

BİR KUM TANESİNİN, İKİ DAĞI TENKİDİ…

Mustafa İslamoğlu işte böyle iki dev âlime dil uzatıp haddini aşarak onları ağır şekilde tenkit ediyor.

Onun bu iki zatı tenkit etmesinin iki sebebi var:

1- Biliyor ki, bir kimse büyük zatları tenkit ederse, kendisinin de büyük bir âlim olduğu düşünülür.
2- Bu zatların her ikisi de eserlerinde Peygamberimiz’in üstünlüklerini anlatıyor.
İslamoğlu’nun zihnî dengesini bozan acaba hangisi? Yoksa bilhassa bu ikinci husus mu?

Ancak unutulmasın ki, hazretin tenkit ettikleri sadece bu iki zattan ibaret değil. Hâdis âlimleri de, fıkıh âlimleri de, tasavvuf âlimleri de, belki sayıları yüzbinleri bulan âlimler onun tenkidinden nasiplerini alıyorlar.

İşte İslam âlimleriyle dalga geçerek söyledikleri:

“Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı.
Fıkıhçıların Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları kodlamacı ve formel (biçimsel) peygamber anlayışı.
Mistisizmin (tasavvuf) Peygamberi adeta buharlaştırıp bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-u Muhammedî” felsefesine dayalı irfânî peygamber anlayışı.”
Gördüğünüz gibi İslamoğlu, Peygamberimiz’in mübârek sözlerini bir araya getiren hadis ulemâsını, “Hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı”na inanıyorlar diye tenkit ederek, hadisleri devre dışı bırakmaya çalışıyor.

Oysa Peygamberimiz -hâşâ- dilsiz değildi. Elbette ki konuşacaktı. Mukaddes peygamberlik vazifesi her konuda değil de arada sırada konuşarak mı yerine getirilecekti? Elbette ki her konuda konuşacak müslümanların her meselesini halledecekti..

Fıkıh ulemâsını da, “Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi bakmakla” suçluyor…
İnanmayanlar değer vermese de, Peygamberimiz’in her söz ve davranışıyla bizim için elbette bir hukuk definesidir. Bu şuur ve inançta olmayanlar, o mübârek Peygamberin, sadece hukukun değil her güzel şeyin definesi/hazinesi olduğunu anlayamazlar. Bunu anlamak için, ona görünüşte değil gerçekten îman etmiş, edebilmiş olmak şart.

Hadis ve fıkıh ulemâsına dil uzatan bir kimsenin, tasavvufa sıcak bakması da beklenemezdi. Nitekim yazar bu hususta da nasipsizliğini gösteriyor ve tasavvuf büyüklerini, “Peygamberimiz’i “bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-u Muhammedî” felsefesine dayalı irfânî peygamber anlayışı”na sahip olmakla suçluyor.

Allah aşkına bu suç mudur yoksa bir Müslüman için şeref mi? Tasavvuf erbabı acaba ne yapmalıydı?

Yazar gibi, “Nur-u Muhammedî” anlayışına uzak durup, nursuz-pirsiz mi kalmalıydı? Ve yine yazar gibi, bir tasavvuf erbabı olan muhterem öz babasına, ters mi düşmeliydi?

Değerli okuyucu!

Yazarın yukarıda, “KENDİ İKİZİNİ SUÇLUYOR” başlığı altında bazı kimseleri, “Müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber” inancına sahip olmakla suçladığını okudunuz…
Peki…

Hadis âlimlerini tenkit ederek hadisleri reddetmek,
Fıkıh âlimlerini tenkit ederek İslam fıkhını reddetmek,

Tasavvuf âlimlerini tenkit ederek Peygamberimiz’in bir nur kaynağı olduğunu reddetmek nedir?
“Peygamberimiz’i mü’minlerin hayatından çekmeye çalışmak” değil midir?
Daha açık bir ifadeyle, ap-açık bir Peygamber düşmanlığı değil midir?
Bu tavır Peygamber ve İslam düşmanlığı değilse, düşmanlık başka nasıl olur?
Hadis âlimlerini suçla, fıkıh âlimlerini suçla, tasavvuf âlimlerini suçla. Geriye ne kaldı?

Bu tavır şu demektir:
“Ben müsafir odasını da oturma odasını da, yatak odasını da, mutfağı da sevmem ama evi severim.”
E kardeşim! Senin sevmediklerin ortadan kalkınca, ortada ev diye bir şey kalmıyor ki!

Değerli okuyucu!

Henüz ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın ÖNSÖZ’ündeyiz. Daha kitaba başlamadık. İlerideki sahifelerde bir İslam âlimi görünümü sergileyen bu zatın gerçek yüzünü teşhir etmeye devam edeceğiz.


Ali EREN | 12 Nisan 2013 Cuma | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/kitap-mi-yanlislar-resmi-gecidi-mi_42611.html)

Başlık: İslam ve Tasavvuf mu Batı Mistisizm mi?
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:37:58
İslam ve Tasavvuf mu Batı Mistisizm mi?

Tasavvuf, sofu olmak, sofulaşmak, gönlünü Allah sevgisine bağlamak, kendini ibâdete daha fazla vermek demektir.

Tasavvuf, mânevî hallere kavuşmak için gayret eden kimselerin yoludur.
Tasavvuf, mânevî duygulara yer veren ve temelinde Allah sevgisi olan ibâdet yoludur.

Tasavvufun sistemleşmesi tarikatlar şeklinde olmuştur. Eskiden beri âlimler arasında söylenegelen “Cümle turuk-ı aliyyenin (bütün tarikatların, yüce yolların) esası tasavvuftur” cümlesi meşhurdur.

İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu tasavvuf yolunu benimsemişlerdir. Tasavvufu bizzat yaşamamış olanlar da tasavvuf yolunda olanlara dâima hürmetli davranmışlardır.

İslam çerçevesi içinde olmakla beraber, fırak-ı dâlle denilen itikaden sapık guruplar ise tasavvufu toptan ret ve inkar edegelmişlerdir.

Peygamberimiz’den 8 asır sonra gelen ve birçok meselede ehl-i sünnet âlimlerine ters düşen İbn-i Teymiyye ve onun fikirlerini benimseyenler de tasavvufu kabul etmeyip reddedenler içinde yer alırlar.

Bunlar, yakın zamanda yaşayan Cemâleddin Efgânî, Muhammed Abdüh, Fazlurrahman ve benzerleri gibi her biri ya mason veya masonların oyuncağı olanların peşinden giden kimselerdir.

Böylelerini ağızlarının bozukluklarından anlamak mümkündür. Bunlar, ehl-i sünnet mensubu Müslümanlara meselâ, “Cemâleddin Efgânî’yi tenkit edenler onun tuvalet bezi bile olamaz” demekten çekinmezler.

Ehl-i sünnet mensupları ise, onların kendilerine revâ gördüğü böyle sözleri onlara revâ görmüyor, aksine onların söylediklerinin tam tersini söylüyorlar.. Onlar ehl-i sünnet Müslümanlara, “Siz Cemâleddin Efgânî’nin tuvalet bezi bile olamazsınız” deseler de ehli sünnet olanlar onlara öyle söylemiyor, aksine, “Siz Cemâleddin Efgânî’nin tuvalet bezi olabilirsiniz” diyorlar...

TASAVVUF ORDUSUNDA KİMLER VAR?..

Tasavvuf yolunu benimsemiş olan mutasavvıf âlimler, tasavvufu ret ve inkar edenlerin ilimlerine sahip oldukları gibi ayrıca mânevî ilimlere yani kalb ilmine de sahiptirler.

Abdülkadir Geylânî, İmam-ı Rabbânî ve İmam Gazâlî Hazretleri gibi tarihte iz bırakmış âlimlerin her biri birer tasavvuf erbabı ve tasavvuf büyüğü idiler.
İstanbul evliyalarından mesir macununun mûcidi meşhur Merkez Efendi Hazretleri, Yavuz gibi şiddetli bir padişahı munis bir hale getiren Sünbül Sinan Hazretleri, padişah şeyhi Aziz Mahmud Hudâî Hazretleri, meşhur şeyhulislamlar İbni Kemal ve Ebüssuud Efendi Hazretleri, Kânûnî’nin sırdaşı, gönüldaşı ve süt kardeşi olan Beşiktaşlı Yahya Efendi Hazretleri gibi, türbeleri ziyaretçilerle dolup taşan mübârek zatlar hem zâhir hem bâtın ilimine yani tasavvuf ilmine sahip mübârek zatlardır.

İstanbul’un mânevî fâtihi Akşemseddin Hazretleri de öyleydi.
Nevşehir’in Hacıbektaş kazasında medfun Hacı Bektaş Velî, Ankara’da Hacı Bayram Velî Hazretleri, Bursa evliyalarından Şeyh Üftâde, İsmail Hakkı Bursevî ve Emir Sultan Hazretleri, Konya’da Mevlânâ Hazretleri ve daha niceleri…
Sayıları belki yüzbinlerle belki de milyonlarla ifade edilecek olan 14 asırlık tasavvuf ordusuna mensup âlimler topluluğunun fertlerini teker teker saymak tabii ki mümkün değil. Öyleyse onlara hürmetlerimizi arz edip yazımıza devam edelim.

NİÇİN TASAVVUF DEĞİL DE MİSTİSİZM?..

İslâmî eserlerde sık sık kullanılan “tasavvuf” kelimesini, Avrupalılar ve Hıristiyan âlemi pek kullanmaz. “Tasavvuf”un tam karşılığı olmasa da, bu kelimenin yerine, ona yakın bir mânâya gelen “Mistik” kelimesini kullanırlar. Mistik, doğuda yani İslam âleminde kullanılan “Tasavvufî” kelimesinin batıdaki karşılığıdır. Mistisizm de tasavvuf demek…

İslam toplumu içinde yaşadıkları halde tasavvufu içine sindiremeyen bazı kimseler var ki, bunlar tasavvufu yaşamamakla kalmaz, bu kelimeden de köşe bucak kaçarlar. Bu mevzûdan bahsederken bile, güpgüzel o İslâmî “tasavvuf” kelimesi varken, onu bırakır da gider elin Fransızca mistik veya mistisizm kelimelerini kullanırlar.

Nedir bunun sebebi?

Batı hayranlığı mıdır? Avrupâî kelime kullanma hevesi midir? Yoksa “Bakın ben bu kelimeleri de biliyorum” düşüncesi midir, bilmiyoruz.
Yazar Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabında da Tasavvuf ve tasavvufî kelimeleri kullanılsa da onların yerine sık sık mistisizm ve mistik kelimelerinin kullanıldığını görüyoruz. O da tasavvuf veya tasavvufî demiyor ille de mistik diyor…

Tasavvuf kelimesini hiç kullanmıyor değil. Mistisizm demeyi unuttuğu zaman tasavvuf dediği de olmuş. Ama ille de mistik…

Kitabında, MİSTİK PEYGAMBER TASAVVURU başlığı altında, tasavvuf âlimlerinin Peygamber inancını şöyle tenkit ediyor:

“Buna “Resûlüllah’ın buharlaşması” da diyebiliriz.”
“Çünkü mistik peygamber tasavvurunda, Hz. Peygamber’in insanî varlığı garip bir biçimde ortadan kaldırılmaktadır.

…Hz. Peygamber’in insânî varlığını ortadan kaldıran bu tasavvur, bu işi yaparken kendisine özgü bir dil geliştirir. Bu dilde Hz. Peygamber gider, onun yerini Nur-u Muhammedî veya Hakikat-i Muhammediye adı verilen soyut kimlik alır.” (Sa: 204)

Yazar İslamoğlu, “Hz. Peygamber’in insânî varlığını ortadan kaldıran bu tasavvur” derken, tasavvufçuların “Peygamberimiz’in maddî vücudunu yok saydıklarını” söylemek istemiyor. O da biliyor ki, tasavvufçular Peygamberimiz’in bir insan olduğunu zaten kabul ederler. Tasavvufçuların kabul ettikleri başka bir şey var: Nur-u Muhammedî. Yani Peygamberimiz’in nur merkezi olduğu…

İslamoğlu, Peygamberimiz’in nur merkezi kabul edilmesine yani tasavvuf erbabı Müslümanların Nur-u Muhammedî inancına bozuluyor,

NUR-U MUHAMMEDÎ İNANCINA İTİRAZ…

Değerli okuyucu!

Tasavvufçular eğer Peygamberimiz’i diğer insanlardan farksız bir insan kabul ediverseler, İslamoğlu itirazı kesecek. Onun itirazı sadece Nur-u Muhammedî inancına. Bu itirazını da zaten gizlemeden açıkça ortaya koyuyor.

Ancak, bütün Müslümanlar bilir ve inanırlar ki, elbette Peygamberimiz’in nuru yani Nur-u Muhammedî vardır. Hatta onun vücudu baştan aşağı nurdur. Bunu isbat için uğraşmaya lüzum da yoktur. Çünkü nihayet bu bir inanç meselesidir. İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Biz İslamoğlu’nun bu itirazını bir ibretlik levha olarak okuyucularımıza sadece arz ediyoruz…

Ama şu cür’etine temas etmeden de geçemeyeceğiz:

İslamoğlu, kendince Nur-u Muhammedî meselesini anlatırken, Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin torununun oğlu olan Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri’nin el-İnsanü’l-Kâmil isimli eserinden kısa alıntılar yapıp arkasından da yapacağını yapıyor yani hükmünü basıyor.

Abdülkerim Cîlî Hazretleri’ne revâ gördüğü hüküm ve yaptığı şu suçlama çok ağır:

“Gerçekten tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği.” (Sa: 205)
Biz de diyoruz ki, aksine İslamoğlu’nun bu sözü gerçekten tipik bir Allah’tan korkmazlık örneği…

Varsın o, tasavvuf erbabını, “Kur’an’ın sunduğu Hz. Peygamber portresiyle çoğu zaman tam karşıt kutuplarda…” diyerek suçlamaya devam ededursun, biz de yavaş yavaş “tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği” verenin, Abdülkerim Cîlî mi yoksa esas yazarın kendisi mi olduğunu cevaplamaya hazırlanalım.
İslamoğlu, tenkitte hızını alamayıp, “Mistik tasavvura göre, Hz. Peygamber beşer kılığına girmiş bir nurdur” derken, bizim de kendisine cevap verme zamanımız gelmiş oldu.
Söze başlayalım…

BİZ DEĞİL KUR’AN CEVAP VERİYOR…

Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphe yok ki, size Allah tarafından bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Mâide sûresi, âyet:15)

Bu âyette bahsedilen kitabın Kur’an-ı Kerim olduğu belli de “Nur” denilen nedir?..

İşte bu soru Mustafa İslamoğlu’nu dut yemiş bülbül gibi lâl etmeye yeter. Ama olsun. O gerçekler karşısında lâl olsa da, büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen lâl olmadığı için söyleyeceğini söylemiş. Ömer Nasuhi Hoca, Mâide sûresinin 15. âyetinin tefsirinde şöyle diyor:

“Size Allah tarafından bir nur gelmiştir ki, o da bütün âfaka hidâyet zıyalarını (ışıklarını) neşreden Hâtemü Enbiyâ Hazretleri’dir.”

(Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, cild 2, Sahife: 744)
Şimdi değerlendirmeye geçelim ve “tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği”nin asıl kimde olduğunu görelim:

Mâide sûresi 15. âyette, Peygamberimiz’in her ne kadar bir nur olduğu bildiriliyorsa da İslamoğlu bunu kabul etmiyor ve Nur-u Muhammedî’ye itiraz ediyor.

Enteresandır, Mâide sûresinin 15. âyetinde bildirilen “Nur-u Muhammedîyi, Peygamberimiz’in nur olduğu” gerçeğini hırisitiyanlar da kabul etmiyorlar.
Öyleyse, İslamoğlu’nun, Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri’ni suçlayarak kullandığı, “tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği” sözünü hatırlamanın tam zamanı değil mi?
Bay İslamoğlu, âyete verdiği mânâdan dolayı sakın Ömer Nasuhi Hoca’ya itiraz etmeye kalkışmasın, mahcup olur. Çünkü, kendisinin sık sık kaynak gösterdiği Tefsir-i Kebir de aynı mânâyı veriyor.

Celâleyn Tefsiri de aynı mânâyı veriyor.

Kurtubî Tefsiri de aynı mânâyı veriyor.

Ona göre kaynak sayılmasa da tasavvufî bir tefsir olan Rûhu’l-Beyan da aynı mânâyı veriyor…

İslamoğlu da bu mevzûda ehl-i sünnet âlimlerinden uzak olarak kendi yanlış inancıyla kalıveriyor.

İFTİRA ÜSTÜNE İFTİRA…

On parmağında on kara olan İslamoğlur, iftira etmekten hiç çekinmiyor. Onun yazdığına inanılacaksa, tasavvufçulara göre, “Hazreti Peygamber, ulaşılması ve anlaşılması mümkün olmayan bir masal kahramanı gibi algılanmakta” imiş. “Örnek alınmak yerine hayran olunmakta” imiş.

Demek ki, insan yazdığını hırsla yazarsa fikrî dengeyi tutturamayabiliyor…
Bakın, yukarıdaki cümlesinde ne söylemek istediği hem belli değil hem de mânâsız.

Bi kere, Resûlüllah hayattayken ona maddeten ulaşmak zaten hem yasak değildi hem de mümkündü. Hoş bunu tasavvufçular inkâr edecek değil.
Vefatından sonra maddeten ulaşmak ise zaten mümkün değil…
Peygamberimiz’in mânevî makamına ulaşmaya gelince…

O hayattayken de vefatından sonra da onun mânevî makamına ulaşmak ise tabii ki mümkün değil

Öyleyse Bay Yazar’ın “Hazreti Peygamber’e ulaşmak” sözü ne demek oluyor?
Laf ola beri gele... Dediğim gibi, insan yazdığını hırsla yazarsa işte böyle ne yazdığını da bilmiyor.

Acaba Bay Yazar, Peygamberimiz’in mânevî makamına ulaşmayı kastediyor da tasavvufçuların, “Peygamberimiz’in mânevî makamına ulaşmak mümkün değildir” dediklerini mi söylemek istiyor?

Bunu söylemek istiyorsa haklıdır. Gerçekten tasavvuf erbabı, hiçbir kimsenin Peygamberimiz’in makamına ulaşamayacağına inanırlar.

Yoksa Bay İslamoğlu, kendisi diğer insanların Peygamberimiz’in makamına ulaşabilecekleri iddiasında mıdır?..

Ona göre güya tasavvufçular Peygamberimiz’i anlaşılması mümkün olmayan bir masal kahramanı olarak görüyorlarmış. Tamamen iftira. Hiçbir tasavvuf erbabı böyle bir inançta değildir.

İslamoğlu’nun bu iddia ve iftirasının tarihte hiçbir nümûnesi yoktur. Çünkü, tarihte bu iddiada bulunan hiçbir Allah kulu olmamıştır. …

Böyle bir iftiraya şimdiye kadar Avrupalı misyonerler bile tenezzül etmediler. Bu masal kahramanı iftirasını ilk olarak sadece İslamoğlu’nda görüyoruz…

MANTIKSIZLIK ÖRNEĞİ…

Efendim neymiş? Tasavvufçulara göre Peygamberimiz, “Örnek alınmak yerine hayran olunmakta” imiş.

Mantıksız bir idda ve iftira…

İftiradır, çünkü Peygamberimiz’e sadece hayranlık duymuş da örnek almamış hiçbir tasavvuf erbabı yoktur.

Mantıksızdır, çünkü hayran olmak örnek almaya engel değildir. Aksine, insan hayran olduğu kimseyi örnek almaya çalışır.

Ama Bay Yazar, örnek almakla hayran olmayı birbirinden irtibatsız şeylermiş gibi gösterip bu bahaneyle tasavvufa ve tasavvuf erbabına hücum ediyor.
Ve sonunda hem Kur’an hem Peygamberimiz adına hüküm vermeye kalkışıyor ve kelimenin tam mânasıyla iyice haddini aşıyor. Bakın ne diyor:
“Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e sorsaydık “hangisini tercih edelim diye”, kesinlikle bize yukarıdaki mistik tasavvurun tam aksi bir “peygamber portresi” çizerlerdi.” (Sa: 206)

Dikkat ederseniz, hiçbir ilmî dayanağı yok. Sadece kendi kanaatı o kadar…
Ancak, böyle söylemekle, yani Kur’an’ın ve Peygamberimiz’in, kesinlikle tasavvufu reddettiğini söylemiş olmakla 1400 senelik İslam tasavvuf kültürünü bir çırpıda yok sayıyor…

Yazarın, altını çizdiğim kesinlikle kelimesine dikkatinizi çekerim.
Sanki kesinlikle, Kur’an ve Hz. Peygamber, Bay Mustafa İslamoğlu’nun söylediğini söylerlermiş…

Bu söz, “Kur’an da Hz. Peygamber de aynen benim söylemek istediğimi söyler. Benim ne söylüyor ve ne düşünüyorsam, aynısı Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in söylediğidir ” demektir ki büyük vebal, büyük bir fütursuzluktur.
Bir Müslüman haşâ ki böyle bir iddiada bulunsun! Milyon kere hâşâ!...

VE NİHAYET…

Nihayet yerinde bir şey yapıyor.
“Sünnet ve hadis, Hz. Peygamber’in manevi şahsiyetini ayakta tutan ana sütunlardır” diyen yazar, oryantalistlerin (müsteşriklerin) sünnet ve hadis düşmanlığı yaptıklarını söylüyor ki elhak doğru.
Şu sözleri de doğru:

“O sütunları (hadis ve sünneti) parçalamak, Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğini manevi şahsiyetinden mahrum etmek anlamına geliyordu.”
Ne var ki, bu doğru cümlesiyle farkında olmadan açık bir tenakuza düşüyor. Şöyle ki:

Bu sözünde, Peygamberimiz’in bir manevî şahsiyeti olduğunu söylüyor.
Bu doğru da yalnız kendisinin acımasız şekilde tenkit ettiği tasavvufçular da aynı şeyi söylemiyorlar mıydı!

Onlar da “Nur-u Muhammedî” derken Peygamberimiz’in mânevî şahsiyetini yani nur olan mânevî vücudunu kastediyorlar işte. Yoksa maddî vücudunu inkâr etmiyorlar ki!..

Nasıl oluyor da, tasavvufçular Peygamberimiz’in mânevi şahsiyetinden bahsedince suçlu oluyorlar da aynı tabiri Bay İslamoğlu söyleyince suçlu olmuyor?

İşte tenakuz/çelişki burada…

Neyse biz yine insaflı davranıp meselenin gerçeğini anlatalım:
Aslında Yazar, tasavvuf erbabının, Peygamberimiz’in mânevî kişiliği olduğunu söylemesine değil, Peygamberimiz’in mânen nur olduğunu söylemelerine itiraz ediyor.

Ona göre, kendisinin dediği gibi mânevî kişilik diyebilirsin ama nur diyemezsin.

Sizin anlayacağınız, onun itirazı, “nur”a, nur kelimesine. Peygamberimiz’in isminin NUR kelimesiyle beraber anılmasına. Yani Nur-u Muhammedî denilmesine.

İslamoğlu, Peygamberimiz’in isminin yanından NUR kelimesi kaldırılsa rahatlayacak…

BİR DOĞRU, BİR TENAKUZ / ÇELİŞKİ…

Mustafa İslamoğlu isimli yazar şöyle diyor:
“İnsanoğlu… kendisine yabancılaştığı oranda Allah’a ve onun mesajına yabancılaşmıştır. Kendisine, Allah’a ve eşyaya karşı yabancılaşan insanı, kendisiyle bilişik, barışık ve tanışık kılmak için, Allah peygamberler aracılığıyla mesajlar göndermiştir.” (Sa: 213)

Sayın İslamoğlu, söylediğiniz tamamen doğru.

Tasavvufun gayesi de zaten “İnsanı, kendisiyle bilişik, barışık ve tanışık kılmak” değil mi?

Tasavvuf erbabı, bazılarının yaptığı gibi “Kim nefsini (kendini) bilirse rabbini bilir” kaidesine itiraz etmiyor, üstelik benimsiyor. Zaten “Nefsini (kendini) bilenin rabbini bilmesi” ile, “İnsanın, kendisiyle bilişik, barışık ve tanışık olması” aynı neticeyi verir.

Baya İslamoğlu! Sözümüzü, kendinizle ters düşen ve ardı arkası kesilmeyen çelişkilerinizden / tenakuzlarınızdan birisiyle toparlamaya çalışalım:
“Üstadım” dediğiniz Musa Carullah, “Peygamber ümmetin bir ferdi gibidir. Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyerek, bir taraftan sıradan insanları Peygamberimiz’in makamında gösteriyor, diğer taraftan da Peygamberimiz’i sıradan insanların seviyesine indiriyordu. Siz de buna “Sarsıcı bir tesbit” diyerek övgü yağdırıyordunuz. (Sa: 28)

Kitabınızın sonuna doğru bu sözlerinizi unutarak, bunun tam tersi olan şu meşhur mısraları yazıyorsunuz:

Muhammed beşerdir, fakat sanma ki sıradan beşer gibidir.
Onun değeri, değersiz taşlar içinde yakuta bedeldir. (Sa: 217)
Önce, “Peygamber ümmetin bir ferdi gibidir” diyordunuz, sonra döndürüp “Muhammed beşerdir (insandır) ama sıradan kimseler gibi değildir. O, taşlar içinde yakut gibidir” diyorsunuz…

Soruyorum: Sizin Peygamber tasavvurunuz bunların hangisine uygun Sayın İslamoğlu?

Peygamberimiz, ümmetin bir ferdi gibi midir yoksa sıradan bir insan olmayıp değersiz taşlar içindeki yakut gibi midir?
Hangisi?

Kusura bakmayınız ama tenakuzlarınız yazmakla bitmiyor. Onun için, bu konudaki sözlerimize mecburen devam ediyoruz…

Bu arada şu gerçeği bir defa daha tekrar etmeden geçmeyelim:
Şimdiki Rusya Baş Müftüsü Talat Tacettin’in söylediğine göre, hayranı olduğunuz Musa Cârullah, Lenin’e destek veren birisidir. Bu bilgiyle ilgili şahitler hâlen hayattadır…


Ali EREN |  20.05.2013 09:04 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/islam-ve-tasavvuf-mu-bati-mistisizm-mi_53329.html)
Başlık: İsteyen "Usul-ü Kafi"ye baksın
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:38:36
İsteyen "Usul-ü Kafi"ye baksın

ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu, kendine ait bir ölçüye göre, insanları peygamberlere inanmak bakımından üçe ayırıyor.

Ona göre, bu üç çeşit inançtan ikisi yanlış biri doğru imiş. İki yanlıştan birisi Peygamber’i aşırı yüceltme imiş.

İslamoğlu’nun, aşırı yüceltmeci olarak suçladığı kimseler, Hıristiyanlar falan değil Müslümanlar. Bu ağır suçlamaları önceki sahifelerde zaten okudunuz…
Meselenin doğrusuna gelelim.

İslam ehl-i sünnet inancına göre, yaratılanlar içinde en üstün olanlar peygamberlerdir. Peygamberlerin en üstünü de son peygamber Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri’dir.

Peygamberlerin, yaratılanların en üstünü olduklarına inanmak onları aşırı yüceltmek olmadığı gibi, Allah’ın son peygamberinin yaratılanların en üstünü olduğuna inanmak da onu aşırı yüceltmek olmaz.

Hıristiyanların yaptığı gibi, herhangi bir peygamber eğer ilah seviyesine çıkartılırsa, işte o zaman aşırı bir yüceltme olur ve bu inançta olanlar kâfir ve müşrik olurlar. Ehl-i sünnet inancına sahip Müslümanlar ise, tarih boyunca hiçbir zaman böyle bir yanlışa ve böyle bir sapıklığa düşmemişler ve kâfir ve müşrik olmamışlardır.

Gerçek böyle olduğu halde, Sayın İslamoğlu Müslümanlarda da aşırı yüceltme yanlışlığı olduğunu iddia etmekte ve maalesef Müslümanları böyle bir suçla suçlamaktadır. Onun bu suçlamaları önceki sahifelerde anlatıldı.

MADEM ÖYLE İŞTE BÖYLE…

Biz de kendisine, “Madem öyle, işte böyle!” deyip, aşırı yüceltme meselesini bir de biz ele alalım da, esas aşırı yüceltmecilerin kim ve kimler olduğunu okuyucular delilleriyle görmüş olsunlar…

İslamoğlu; Sünnî, âlim bir babanın evladıdır. Böyle olunca, kendisinin de Sünnî olduğu düşünülür. Nitekim kendisi de Sünnî ve Hanefî olduğunu söylemektedir. Fakat her ne kadar böyle söylese de yazılarına, kitap ve konuşmalarına bakıldığı zaman, İslamoğlu’nun bütün gayretinin Şiîliği sevdirmek ve ehl-i sünneti göz ardı etmek yönünde olduğu görülüyor. Ancak, onun bu halini fark edebilmek için Şiîliği de Sünnîliği de iyi bilmek icap eder.
Çünkü İslamoğlu Şiîliği sevdirmek işini gayet usturuplu yapmaktadır. Meselâ şîa ve Şiîlik kelimelerini kullanmaz. Şiîlik demez de meselâ ehl-i beyt mezhebi der, ehl-i beyt ekolu der, ehl-i beyt okulu der, ehl-i beyt imamları der. Yani böyle terkipler kullanır. Ezcümle “Ehl-i beyt imamlarına göre şöyledir” der…
Oysa İslamda ehl-i beyt mezhebi adıyla bir mezheb yoktur.

Tarih boyunca hiçbir Sünnî âlimden onun kullandığı bu ifadeler ne duyulmuş ne de görülmüştür. Bunlar ilk defa, kendisinin Sünnî/hanefî olduğunu söyleyen bu zattan duyuluyor…

Kendisine sorarsanız tabii ki bu yazdıklarımızı reddedecektir. Varsın etsin. Ama bizim ona söyleyeceğimiz şeyler var.
Şimdi, ona dönelim ve söyleyeceklerimizi söyleyelim.

SÖYLEYECEKLERİMİZ ŞUNLAR:

Sayın İslamoğlu!

Şunu yazmışlar, bunu yazmışlar, şöyle demişler, böyle demişler diyerek, Üç Muhammed kitabınızın başından sonuna kadar Kadı Iyaz, İmam Süyûtî ve diğer dev gibi İslam âlimlerini “Peygamberi aşırı yüceltmeci olmak” suçu ile suçlayıp duruyorsunuz. Bu suçlamanız sadece o âlimlerle de sınırlı kalmıyor, bu âlimlerin yazdıklarına itibar eden Sünnî Müslümanlar da suçlamanızdan nasiplerini alıyorlar.

Size göre, âlimiyle-avamıyla sünnî Müslümanlar, nasıl bir peygamber inancına sahip olacakları konusunda 1400 senedir hâlâ doğruyu bulamamışlar mıdır?
Peygamberi aşırı yüceltme konusunda hata ve yanlış içinde olanlar sadece sünnîler mi? Şiîler, pîr ü pâk, sütten çıkmış ak kaşık mıdır?

Bu konuda onları tenkit etmediğinize göre Şiîlerin peygamber inanış ve anlayışlarında hiç pürüz olmaması lâzım.

Meselâ “Muhammed ile İmam Ali, birbirlerine iki karganın birbirine benzediği gibi benziyorlardı. Onun için Cebrâil vahyi yanlışlıkla Muhammed’e getirdi” diyenler Şiî değil mi? Şiîlerin “Ğurâbiye” kısmı değil mi?

Bu inançta olan Şiîlerle ilgili niçin tek satır yazmıyor ve bir defa olsun şöyle demiyorsunuz:

“Siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz? Allah’ın meleği yanılır mı hiç? Sizin melek inancınız böyle mi?

Allah (c.c.) vahyini doğru olarak göndermekten âciz mi?

Vahiy 23 sene devam ettiğine göre, bu 23 sene boyunca Cebrâil Aleyhisselam’ın hep yanıldığını mı söylüyorsunuz?”

Şiîler hakkında bu ve buna benzer sorular neden hiç aklınıza gelmez hayret?
Eğer gelmediyse biz hatırlatıyoruz. Buyurun bu soruları bundan sonra sorun Şiîlere…

Şîlerin, İslamın şiârı/alâmeti olan ezanda bile değişiklik yaptığını bilmiyor musunuz?

Şiî ezanındaki “Eşhedü enne aliyyen veliyyullah” avazını hiç duymadınız mı?
Bunu bari sorgulamak da mı hiç gelmiyor hatırınıza? Şimdiye kadar gelmediyse hatırlatmış olalım, buyurun onlara gereken ikazınızı yapınız..

Erkek ve kadının, mut’a adıyla, şahitsiz-şuhutsuz, belirli bir bedel karşılığında, belirli bir süre karı koca hayatı yaşamalarına dinî bir kılıf uydurmalarına ne diyorsunuz?

Bu hususta bir şeyler söylemek istemez misiniz?

Allah bilir ya bu da hiç hatırınıza gelmemiştir. Öyleyse bunu da hatırlatmış olalım. Buyurun bu meseleyi de sorgulayıverin artık…

ŞİÎLERİN BUHÂRÎSİ: USÛL-Ü KÂFÎ…

Gelin isterseniz biraz da makalenin başlığında ismi geçen Usûl-ü Kâfî isimli kitaptan konuşalım.

Biliyorsunuz, esas ismi El-Usûl Mine’l-Kâfî olan bu kitab, ilim çevrelerinin dilinde Şiîlerin Sahih-i Buhârîsi olarak anılır ve tanınır. Sünnîler, Sahîh-î Buhârî’yi Kur’an-ı Kerim’den sonra nasıl en üstün kitap kabul ediyorlarsa, Şiîler de Usûl-ü Kâfî’yi aynı değerde görüyorlar.
Sözü şuraya getirmek istiyorum:

Hani ÜÇ MUHAMMED kitabınızın 96. sahifesinde habire tenkit ettiğiniz eski iki âlimin iki kitabından iktibas yapıyordunuz. Yaptığınız iktibas Peygamberimiz’in şu hadis-i şerifi idi:

“Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’den Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, 1/83; Hasâis-ı Kübrâ 1/38)
Asırlar boyunca gelen hadis otoritelerinin kabul ettiği bu hadis-i şerifi bir türlü içiniz almıyor ve bir çırpıda reddediyordunuz. Sahih mi değil mi diye hadis usûlüne göre bir ölçüye vurmaya bile lüzum görmeden şöyle diyorsunuz:

“Hazreti Peygamber’in…. engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi?” (Sa: 96)

Tenkidinizi nihayet getire getire Hazreti Resûlüllah’a kadar getirip dayandırıyorsunuz.

Size göre, bu hadis-i şerifte anlatılan gerçeği kabul etmek bile aşırı peygamber anlayışı içinde yer alıyor. Alıyor ama peygamber olmayanları peygamberlerden bile daha üstün görmek, nedense size bir aşırılık olarak gelmiyor.

Bu da nereden çıktı diyeceğinizi biliyorum. Ben de sözü işte oraya getirmek istiyorum.

Kuleynî’nin kaleme aldığı, Şiîlerin Sahih-i Buhârîsi olan Usûl-ü Kâfi’ye hiç göz atmamış ve orada kimlerin aşırı derecede yüceltildiğini görmemiş olamazsınız. Hiç görmemiş gibi, ehl-i Müslümanları kitabınızın başından sonuna kadar aşırı peygamber imajına sahip olmakla suçlayıp duruyorsunuz. Öyleyse gelin beraberce bir de Usûl-u Kâfî’ye bakalım da, insanlar esas aşırılığın kimlerde olduğunu, Sünnîlerde ki yoksa Şiîlerde mi olduğunu görsünler.

Sayın İslamoğlu!

Kedinin, yetişemediği ciğere murdar dediği gibi, biz de Kadı Iyaz’ın, boyumuzun yetmeyeceği kadar yüksekte olan Eş-Şifâ’sını ve İmam Süyûtî’nin aynı yükseklikteki Hasâis-ı Kübrâ’sını tenkit etmeyi bırakalım da önce hayranı olduğumuz ve Ehl-i Beyt mektebi/mezhebi dediğimiz şîanın insanı dehşete düşüren aşırılıklarına bir göz atalım olmaz mı?

Lafı fazla uzatamayacağım. Usûl-ü Kâfi tercümesinden sadece bazı konu başlıklarını alacağım. Alacağım ki, okuyucular esas aşırı yüceltmecilerin kimler olduğunu görsün ve bu kadar açık gerçekler ortadayken, Mustafa İslamoğlu’nun Müslümanların zihinlerini nerelere çekmek istediğini ve nasıl yanıltma oyunlarına tevessül ettiğini görsünler, anlasınlar.

USÛL-Ü KÂFÎ TERCÜMESİ…

Önce, iktibas yapacağımız eseri, Usûl-ü Kâfi‘yi tanıyalım. Elimizdeki Usûl-ü Kâfi tercümesi, Dâru’l-Hikem yayınevi tarafından Vahdettin İnce’ye yaptırılmış. Bu Türkçe metni Prof. Dr. Hüseyin Hâtemî gözden geçirmiş. Kitabın 2008-İstanbul baskılı 2 ciltlik Türkçe tercümesinin üzerinde adres yok. Yalnız site adresi ve cep telefonu numarası var. İsteyenler bu tercümeye şu bilgilerle ulaşabilirler:

Dar’ül Hikem Tel: 0536 835 71 38 Darul-Hikem@hotmail.com
Bu tercümenin 1. cildinin 69. 70. ve 71. sahifelerinde, Mustafa İslamoğlu’nun mensup olduğunu söylediği Hanefî mezhebinin imamı, İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri’ne lânet ediliyor. Ama Türkiye Müslümanları ehl-i sünnet olduğu için Ebû Hanife ismi çıkarılıp orası nokta nokta olarak geçiştirilmiş. Ne var ki, kitabın orjinalinde Ebû Hanife ismi de lânet ifadesi de durmaktadır ve bu kitap İran’da harıl harıl basılıp satılmaktadır.

***

Şimdi Usûl-ü Kâfi tercümesindeki bazı konu başlıklarına ve bu başlıklar altında yazılanlara bir göz atalım. Meseleyi madde madde ele alıyoruz:
Madde bir:

Usûl-ü Kâfî’de, “İmamlara itaatin farz oluşu” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:

“…Ebû Seleme şöyle rivâyet ediyor:

Ebû Abdullah (Cafer Sadık Aleyhisselam)’ın şöyle söylediğini duydum:
“Biz, Allah’ın itaatimizi farz kıldığı kimseleriz. İnsanların bizi tanımasından başka çareleri yoktur. İnsanlar bizi tanımamış olmakla mazur kabul edilmezler. Bizi tanıyan mü’mindir, bizi inkâr eden kâfirdir. Bizi bilmeyen ve inkâr etmeyen kimse, Allah’ın vacip kıldığı itaatimize dönünceye kadar sapıktır…” (Usûl-ü Kâfî Tercümesi, c: 1, Sahife: 319)

Burada ne diyor bu meşhur şiî kitabı?
Şunu diyor:

“Şiîlerin masum kabul ettiği 12 imamı, bütün müslümanların tanımaları vâcibtir. İnkâr edenler ise kâfirdir.” Bu kadarı yeter, fazla söze lüzum yok.

Sayın İslamoğlu!

Siz de kitabınızda şöyle diyorsunuz:

“En aşırı söylemlerle çıkan guruplar da dahil hiçbir müslümanın, Hz. Peygamber’in peygamberlik misyonunu yok sayması ya da inkar etmesi söz konusu olmamıştır. Bu düşünülemeyecek bir şeydir. Böyle bir şeyin olması durumunda, o kişi ya da kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir.” ( Üç Muhammed, sa: 152)

Peygamberimiz’in peygamberliğini inkâr edenlerin kâfir olacağında hiç şüphe olmadığı halde, siz “ o kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir.” diyebiliyorsunuz.

Ne tartışmalısı Sayın İslamoğlu? Basbayağı kâfir olurlar, kâfir…
Peygamberimiz’in peygamberliğini inkâr edenin kâfir olduğunda şüphe mi var ki böyle tartışmalı olsun!

Böyle inkârcıların kâfir olduğunu bilmeye/söylemeye ilminiz mi yetersiz, yoksa böylelerinin kâfir olduğunu söylemek içinizden mi gelmiyor?

İslama uygun bir peygamber inancına sahip olan Müslümanları aşırı yüceltmeci olmakla suçlayan siz, nasıl oluyor da bu kadar AŞIRI UMURSAMAZ ve vurdumduymaz olabiliyorsunuz?

Şimdi bir sizin bu sözünüze bakalım bir de Usûl-ü Kâfî’de geçen yukarıdaki sözlere bakalım ve soralım:

a- Kâfir olduklarında şüphe olmayan kimseler hakkında “…o kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir” demekle, peygamberlik makamını aşırı alçaltmış olmuyor musunuz?

b- Usûl-ü Kâfî, –Peygamberimiz’i değil- şiî imamları kabul etmeyenlerin kâfir olduğunu söylemekle, 12 imam aşırı yüceltilmiş olmuyor mı?
c- Size göre, Peygamberimiz’i inkâr edenlerin bile Müslümanlıkları tartışmalı oluyor. Usûl-ü Kâfî’ye göre ise, şîa imamlarını inkâr edenler bile tartışmasız olarak kâfir oluyorlar.

Kadı Iyaz ve Süyûtî’yi tenkit ettiğiniz sertlikte, Usûl-ü Kâfî ve onu kaleme alan Kuleynî’yi de tenkit ediyor musunuz?

Size göre, Peygamberimiz’i inkâr edenlerin Müslümanlıkları tartışmalı, bunu anladık. Usûl-ü Kâfî’ye göre ise Şiîlerin imamlarını inkâr edenlerin kâfirlikleri ise tartışmasız.

Sorular:
Bu iki hüküm karşısında sizin cevabınız nedir?
Şiî imamlar aşırı yüceltilmiş olmuyorlar mı?

Usûl-ü Kâfî’deki bu hükme inanan Şiiler hakkında sizin hükmünüz nedir?

***
Madde iki:

Usûl-ü Kâfî’de, “İmamlar, Allah Azze ve Cellenin arzındaki halifeleri ve onun giriş kapılarıdır” deniliyor.

Bu başlık altında şiî imamlar hakkında da şu ifadeler yer alıyor:
“…Eğer imamlar olmasaydı, Allah Azze ve Celle bilinmeyecekti.” (a.g.e. sa: 333)

Sayın İslamoğlu!

Biz, imamlar hakkındaki bu cümleyi aşırı yüceltmeci buluyor, imamların peygamberlerden üstün tutulduğunu görüyor ve ve şöyle düzeltiyoruz:
“…Eğer peygamberler olmasaydı, (Allah onları göndermesiydi) Allah Azze ve Celle bilinmeyecekti.”

a- Şiîlerin, imamları hakkındaki bu aşırı yüceltmeci inançlarına siz ne diyorsunuz?

b- Bizim yaptığımız düzeltmeye ne diyorsunuz? Onlarınki mi doğru bizim yaptığımız düzeltme mi?

c- Şiîlerin bu aşırı yüceltmeci tavrını tenkit etmeyi düşünüyor musunuz? Ne zaman?

***

Madde üç:
Usûl-ü Kâfî’de, “İmamlar Allah Azze ve Celle’nin nurudur” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:

“Ebû Halid el-Kabûlî şöyle anlatmış:

Ebû Cafer (Muhammed Bâkır Aleyhisselam)a “Allah’a ve resûlüne ve indirdiğimiz nura iman edin…” (Teğâbün, 8) âyetini sordum.
Buyurdu ki: “Ey Ebû Halid! Allah’ın nuru, kıyamete kadar Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)in soyundan gelen imamlardır. Allah’a yemin ederim ki , onlar Allah’ın indirdiği nurlardır. Allah’a yemin ederim ki, onlar Allah’ın göklerdeki ve yerdeki nurudurlar.” (a.g.e. sa: 336)

Sayın İslamoğlu!

Siz tasavvufçuları, “Peygamberimiz’i “bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-u Muhammedî” felsefesine dayalı irfânî peygamber anlayışı”na sahip olmakla suçluyordunuz. Gördüğünüz gibi Şiîler daha baskın çıktı. Peygamberimiz şöyle dursun, şiî imamların, “Allah’ın indirdiği nurlar, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki nuru” olduğuna inanıyorlar.

İşte aşırılık ortada. Sünnî Müslümanların, Allah’ın son Peygamberi’ni bir nur olarak kabul etmeleri mi aşırılıktır yoksa Şiîlerin şiî imamları nur kabul etmeleri mi?

Sizin, şimdiye kadar bu inançta oldukları için, Şiîler aleyhinde tek cümle yazdığınızı görmedik, tek söz söylediğinizi de duymadık. Niçin?

***

Madde dört:

Usûl-ü Kâfî’de, “İmamlar arzın rükünleridir” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:

“Emirül müminîn (Ali b. Ebû talib aleyhisselam) sık sık şöyle derdi:
“Ben ölümleri, musibetleri… bilirim.” (a.g.e. sa: 340)
“Benim yanımda olmayanlar da benim için gayb sayılmazlar.”
“Emirü’l-Mü’minîn (aleyhisselam) Allah’a açılan tek kapı idi? O Allah’a giden tek yoldu.”

(a.g.e. sa: 341)

Sayın İslamoğlu bu cümlelere ne diyorsunuz?
Hazreti Ali Efendimiz eğer Allah’a açılan tek kapı ise Peygamberimiz’in makamı nerede?

Bu sözler İslam inanç ve itikadı ile bağdaşıyor mu?

Bağdaşmıyorsa bunları de tenkit etmeyi düşünüyor musunuz?

***

Madde beş:
Usûl-ü Kâfî’de, “Allah Azze ve Celle’nin kitabında zikrettiği âyetler imamlardır” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:
“Emîrün mü’minîn (Ali) şöyle derdi: “Allah Azze ve Celle’nin benden daha büyük bir âyeti yoktur. Allah‘ın benden daha büyük haberi yoktur.” (a.g.e. sa: 358)

Sayın İslamoğlu!

Ne dersiniz, Hazreti Ali (r.a.) Allah’ın en büyük âyetinin kendisi olduğunu söylemiş midir, yoksa bu söz ona yapılan bir iftira mıdır?
Yine aynı soruyu soralım:

Hazreti Ali Efendimiz eğer böyle söylemişse, yani Hazreti Ali Efendimiz en büyük âyet ise Peygamberimiz’in durumu nedir?
Bu inancı taşıyan kimseler hakkında ne diyorsunuz? Böyle bir inanç İslama uyuyor mu?
Eğer yanlışsa bir ikaz düşünüyor musunuz?

***
Madde altı:

Bu maddede, Şiîlerin, şîa imamlarıyla alâkalı bir yazı başlığına yer vermeyi yeterli görüyoruz. O başlık şöyle:

“Allah Azze ve Celle’nin katından inen bütün kitaplar imamların yanındadır ve dillerinin farklı olmasına rağmen bu kitapları bilirler.” (a.g.e. sa: 399)
Evet, imamlar hakkında Şiîlerin inancı böyle. Fakat siz Bay Mustafa İslamoğlu’nun ise bu inanca karşı bir itirazınız bulunmuyor, “Dillerini bilmedikleri kitapları nasıl okuyup da bilecekler?” demiyorsunuz
Şiîlere böyle bir itirazda bulunmayan siz İslamoğlu, Peygamberimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifini tenkit etmekten ise hiç çekinmiyorsunuz:

“İsrâ (mirac) gecesinde semaya yükseltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey, yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın resûlüdür, Ebûbekir Sıddık da halefim (halifem)dir.”

İslamoğlu, bu hadis-i şerifi tenkit etmekle kalmıyor, bu hadisi El-Hasâisu’l-Küsrâ isimli eserine alan İmam Süyûtî’yi de, “Bu hadise hiç itiraz etmemiş” diyerek tenkit ediyor.

Süyûtî hakkındaki bu tenkidini şöyle devam ettiriyor:
“Süyûtî, Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmediğini üstelik âyetle delillendirerek israrla isbat eder. Fakat, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini sorgulamaz.“ (a.g.e. sa: 81)

İslamoğlu’nun, Peygamberimiz hakkındaki kanaatını ve değerlendirmesini gördünüz değerli okuyucular.

Şiîlere, “İmamlar, dillerini bilmedikleri kitapları nasıl anlayacak?” demeyen aynı İslamoğlu, Peygamberimiz hakkında “Zaten okuma yazma bilmiyordu. Mirac gecesinde semadaki yazıyı nasıl okuyacak?” diyebiliyor.
Sorusuna cevap verelim:

Şiî imamlar, dillerini bilmedikleri kitapları nasıl anlıyor idilerse, Peygamberimiz de semadaki yazıları işte öyle okudu Sayın İslamoğlu!..

Değerli okuyucu!

Peygamberimiz’in semadaki yazıyı nasıl okuduğu meselesine, onun düşüncesiyle bakacak olursak, Peygamberlik vazifesini ifa ettiği 23 sene boyunca verdiği bilgilere de itiraz edilmesi icap eder.

Çünkü, Peygamberimiz hiçbir hocadan ders almadığına göre, “Onun verdiği bilgilere nasıl güveneceğiz? Çünkü hiçbir kimsenin önüne oturup ilim öğrenmedi. Tahsili falan da yok. Hatta okuma yazma bile bilmiyordu” denilebilir. İnkârın tavanı yok, tabii ki diyenler der. Ama elhamdülillah bizim dilimizden de böyle bir soru çıkmaz, kalbimizden de böyle bir soru geçmez.
Biz şöyle der ve şöyle inanırız:

O, Allah’ın resûlü idi. Ona Allah Celle Celâlühû, geçmiş ve gelecekle, dünya ve âhiretle ilgili bütün bilgileri vermişti. Onun verdiği kâinatla ilgili bilgiler yanında, okuma yazma bilip bilmemek çok küçük kalır…
Kaldı ki, Allah (c.c.) gökteki bir yazının ne olduğunu ona bildirmekten âciz de değildir…


Ali EREN | 05.06.2013 10:21 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/isteyen-usulu-kafiye-baksin_63047.html)
Başlık: Resulüllah'ı aşırı alçatma pervasızlığı
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:39:28
Resulüllah'ı aşırı alçatma pervasızlığı

Eğer kitabımızı baştan beri okuduysanız, yukarıdan beri kendisinden bahsettiğimiz Bay İslamoğlu’nu tanıyorsunuz demektir.

Bu zat, İslamı müdafaa eder gözükerek İslama aykırı öyle şeyler söylüyor ki tarif edilesi değil. Üstelik bunu yaparken kılı bile kıpırdamıyor. Yani bu kadar da fütursuz…

Öyle ki, kendisi fikren İslamın aziz peygamberinin üstünlüğünü kabul etmeyenlerle aynı hizada durduğu halde, Müslümanları yanlışlardan kurtarmaya çalışır gözükerek, din kardeşlerimizi kâfirlerle aynı kefeye koyuyor. Evet, İslam, Müslüman ve Peygamber kelimelerinin taşıdığı ortak, geniş ve kurtarıcı mânâyı bir kefeye koyup, bu değerlere sahip olan herkesi toptan suçlayarak mânevî idama götürüyor.

Gördüğünüz gibi, ortada bendeniz tarafından o zata karşı ağır, İslâmî bir suçlama var. Bu ağır suç havada kalacak değil. Bu durumda, bu suçun iki muhatabı var. Biri, Bay İslamoğlu’nun Salih Doğan ismindeki üniversite talebesine “O zaten Arapça falan bilmez. Ona bazı şeyler öğretmişler, o da işte onu yazıyor” dediği Ali Eren, diğeri de tabii ki Bay Mustafa İslamoğlu’nun kendisi.

Ama suç samur kürk de olsa kimse üzerine almazmış. Bakalım bu suç varıp kimin üzerine konacak?

Ben İslamoğlu’na iftira ediyorsam, ona attığım bu ağır suçlama gelip benim başımın üzerine konar, yok iftira etmiyor da doğru söylüyorsam, o takdirde de bu suçlar gidip tabii ki doooğru İslamoğlu’nun başının üzerine yerleşecektir…
Yukarıda da söylediğim gibi suçlama şu: Müslümanları kâfirlerle bir ve ortak göstermek…

Evet, muhatabımız aynen öyle yapıyor. Ona göre, “Ümmet-i Muhammed eski inkârcı kavimler gibi melek bir peygamber istiyor.” Ama Hazreti Resûlüllah hayatta olmadığı için bu isteğini dile getiremiyor. Onun için, bu ümmet bu isteğini “Peygamberi melekleştirerek” kapatmaya çalışıyor.
Bu cümleleri okuyunca, zihninizde şu sorunun meydana geleceğini biliyorum:
“Bu söyledikleriniz sizin yorumunuz. İslamoğlu acaba ne demiş? Onu bilsek…”
Öyleyse buyurun…

İŞTE BU ÜMMET HAKKINDAKİ KANAAT VE SUÇLAMASI…

İşte İslamoğlu’nun Müslümanları kâfirlerle ayın seviyede gösterdiği sözlerin kelime kelime aynısı:

“Bugün, ümmet-i Muhammed, kendinden önceki Nuh, Ad, Semud ve Firavun toplumları gibi bir melek peygamber isteme imkânından mahrumdur. Fakat bu mahrumiyetin açığını, kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek kapatmaya çalışmakla, aslında Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak olmaktadır.” (Üç Muhammed, s: 27)

Evet! Söyledikleri işte bu…

Neymiş, neymiş?..

Ümmeti Muhammed, “gâvurlukta çok ileri gittikleri için toptan helak olan eski kavimler gibi, bir melek peygamber isteme imkanından mahrum olduğu için,” bu eksiğini başka türlü yerine getiriyormuş. Onun için, “Kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek bu açığını kapatmaya” çalışıyormuş.
Peki böyle yapınca ne oluyormuş?
Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak oluyormuş.
Ortak olunca ne olur? Ne olacak, onlar gibi kâfir ve inançsız bir toplum onlar.
Hatırlayalım. Ümmet-i Muhammedin, suçlarına ortak olduğunu söylediği toplumlar nasıl toplumlardı?

Hepsi azgın, inançsız, kâfir toplumlar...

Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu hiçbir istisna yapmadan, yani “Bazı Müslümanlar” bile demeden, “ümmet-i Muhammed” diyerek yani bu ümmetin hpesini birden, Allah’ın gadabına uğrayan kafirlerin suçuna yani kâfirliğe, ortak olmuş gösteriyor.

Sakın aklınıza, “Yoksa geç

mişte ümmet-i Muhammed’den bu inançta olan kimseler vardı da İslamoğlu acaba onları mı kastediyor?” diye bir düşünce gelmesin. Çünkü adamcağız, yukarıda okuduğunuz gibi sözüne “Bugün…” diye başlayarak, günümüzdeki Müslümanları, yani seni, beni kastediyor, hepimizin böyle olduğunu söylüyor.
Peki, Müslümanlar içinde, “Ben insan olan bir peygambere iman etmem. Benim inanacağım peygamber melek olmalı” diyen tek kimse var mı? Bugün yoksa geçmişte olmuş mu?

Hayır!.. Bugün de yok, geçmişte de olmamış… Yok ve olmamış ama, unutmayalım ki iftiranın tavanı da yok. Olmayan şey, iftira etmek isteyen kimsenin zihninde, aniden var oluveriyor. İşte İslamoğlu’nun, ümmet-i Muhammed’e iftira etmesi, fütursuzca toptan karalaması aynen böyle…
İkinci bir tesbiti daha var ki o da ayrı bir felâket:

Doğrudan doğruya peygamberlik makamına hücum…

İKİ ZATI TANIYALIM…


Bu ikinci meseleye girmeden önce, iki zat hakkında kısa bir hatırlatma yapmam icap ediyor: Bu iki zat, Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi ile Musa Cârullah Bigiyef’tir…

Birincisi Osmanlının son şeyhulislamlarından…

Büyük ve değerli bir ehli sünnet âlimi ve siyâsî bir şahsiyet. 1869’da Tokat’ta doğdu, 1954’te Mısır’da vefat etti.

İkincisi kişi Musa Cârullah. O da Rusya doğumlu. 1875-1949 yılları arasında yani Mustafa Sabri Efendi ile aynı zamanda yaşadı. O da âlim. Ama reformist. İslamda reform isteyenlerden, aynı zamanda deformist…

Cârullah, uzun seyahatlerinde çok kimselerle tanışıp dost oldu. Bu dostlarından en meşhurunun mason Muhammed Abdüh olduğunu söylersek, Cârullah’ın ne derece bozuk bir itikada sahip olduğunu özetlemiş oluruz. Böyle bir kimse olan Cârullah, büyük bir ehl-i sünnet âlimi olan Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’ye tabii ki ters düşecektir, nitekim düşmüştür de. Zaten Cârullah’ın bozuk fikirli olduğuna en kuvvetli delillerden biri de Mustafa Sabri Efendi gibi bir ehli sünnet âlimine ters düşmüş olmasıdır.

Evet, Musa Cârullah Mustaf Sabri Efendi gibi bir ehl-i sünnet âlime, bir Osmanlı Şeyhulislamı’na ters düşmüştür, ama komünizm gibi bir dinsizlik cereyanını –sadece Rusya’ya değil- bütün dünyanın başına bela eden Lenin’e ters düşmemiştir.

Ters düşmemek şöyle dursun, Rusya Baş Müftüsü Talat Tacettin’in söylediğine göre, Lenin’e destek olmuştur.

Bu bilgiyi veren Talat Tacettin de, onun bu bilgiyi aktardığı zat da hayattadır. İsteyenler te’yit edebilirler.
Esasa gelelim…

Müslümanlar olarak bizim inanç ve imanımız yani İslam inancı şöyledir:
Hazreti Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, asla ümmetin bir ferdi gibi değildir. Ümmet şöyle dursun, o Hazret’in makamı bütün peygamberlerden de üstündür. Çünkü onun makamı, en yüksek makam olan Makam-ı Mahmud’dur…

Bu makamı ona veren de, İslamoğlu’nun “Aşırı yüceltmeci Peygamber anlayışına” sahip olmakla suçladığı Müslümanlar değil, bizzat Hazreti Allah celle celâlühûdür.

Bu ümmeti, “İndirgemeci bir peygamber anlayışına” sahip olmakla suçlayan Bay İslamoğlu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü hakkında, “Ümmetin bir ferdi gibidir” diyen Musa Cârullah’ın bu fecî tesbitini acaba nasıl övüyor?
“Hazreti Resûlüllah’ı sıradan bir insan seviyesine” indirmenin vebalini hiç düşünmüyor mu acaba?
Nasıl oluyor da, Musa Cârullah’ın, “Ümmmetin her ferdi de Peygamber gibidir” sözünden övgüyle bahsedebiliyor?
Enteresandır, uyanık yazar(!) birkaç sahife sonra bu söylediklerini unutup şöyle deyiveriyor:
“Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim eder.” (sahife: 40)
E şimdi, böyle söyleyen kimseye siz şöyle demez misiniz:

Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim ettiğine göre, Cârullah’ın peygamber inancı nasıl bir inanç ki, peygamberlik makamını sıfıra indirerek “Ümmetin her ferdi de peygamber gibidir” diyebiliyor?

İslamoğlu olarak siz, onun bu fecî tesbitini nasıl övebiliyorsunuz?

Bu durumda, “İndirgemeci bir peygamber anlayışına” sahip olanları suçlayan birisi olarak hem kendinizle hem de “Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim eder” dediğiniz Kur’an-ı Kerim’le niçin ve nasıl ters düşüyorsunuz?

AŞIRI ALÇALTMA İŞTE BUDUR…

Değerli okuyucu!
Musa Cârullah’ın yaptığı gibi, Hazreti Peygamber’in diğer insanlar gibi olduğunu söylemek, açıktan açığa peygamberlik makamını küçültmek, yok saymak yani inkar etmektir. Başka bir ifadeyle, “Aşırı alçaltma” gayretinin ürünüdür.
Öyleyse şimdi yazımızın başlığını yerine koymanın tam yeri ve zamanıdır. Koyalım:
“Hazreti Resûlüllah’ın, ümmetin bir ferdi gibi olduğunu” söylemek, Hazreti Resûlüllah’ı aşırı alçaltma pervasızlığı’dır.

İslamoğlu’nun, “Sarsıcı bir yorum” diyerek övdüğü Musa Cârullah, “Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” dedikten sonra durmuyor ve bu ümmeti kandırma gayretlerine devam ederek şöyle diyor:
“Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir.” (Sa: 28)

Bu ne demek oluyor şimdi? Bu cümle, ümmetin her birini peygamber seviyesine çıkarmak değil mi?

Bu kişiler, bir de Müslümanları aşırı yüceltmeci peygamber inancı taşıyorlar diye suçluyorlardı!!!

Kendileri önce Hazreti Resûlüllah’ı sıradan bir insan seviyesine indiriyorlar, sıradan insanları da peygamber seviyesine çıkarıyorlar yani sıradan insanları aşırı yüceltiyorlar. Böylece, peygamberlik makamı buhar olup gidiyor.
Onların bu sözlerini ehl-i sünnet itikadına göre mihenge vuracak olursak ortaya çıkan sonuç şu olur:

İmânî felâket!!!...

Kendilerinin bu feci hallerine bakmadan bir de kalkmışlar ümmet-i Muhammed’i suçluyorlar. Halbuki, aşırı yüceltmeci diye suçladıkları müslümanlardan hiç kimse, Peygamberimiz’i yüceltip de –hâşâ- ilah seviyesine çıkartmıyor. Ama bu beyler, sıradan insanları aşırının aşırısı yüceltip, gördüğünüz gibi, peygamber seviyesine pekâlâ çıkarabiliyorlar…
İşin gerçeğini açıkça söyleyelim:

İslam inancına göre; bir peygamberi peygamberlik seviyesinden aşağıda görmek, (diğer insanlar gibi kabul etmek) onun peygamberliğini kabul etmemek olduğu gibi, peygamber olmayan birisini peygamber seviyesinde görmek de “peygamber olmayanı peygamber kabul etmek” demek olur ki, her iki inanç da küfürdür…

Herhangi bir peygamberin peygamberliğini kabul etmeyenler kâfir olduğu için, Peygamberimiz’e inanmayanlar da kâfirdir.

Nitekim peygamber olmayan birini o makamda görenler, meselâ yalancı peygamber Müseylimetül Kezzâb’ın peygamber olduğuna inananlar kâfir olmuşlardır.

PEYGAMBERİMİZ’İ NE KADAR ÖRNEK ALACAĞIZ?..

Bay İslamoğlu, kendisini Peygamberimiz’i Müslümanların gözünde küçük göstermeye adamış mı nedir, bakın ne yapıyor? Ahzab sûresinin 21. âyeti kerimesini ele alıyor.
Âyetin meâli şöyle: “Allah’ın Resûlünde sizin için pek güzel bir örnek vardır.”
İslamoğlu, burada da zihinleri bulandıracak bir açık kapı aramış ve –kendisine göre- bulmuş da.
İnsanın, her şeyi olduğu gibi kabul etmemesi gerektiğini, seçici olmak icap ettiğini yazdıktan sonra, Peygamberimiz’le ilgili bu âyeti misal vererek Kur’an’ın bile seçici davrandığını söylüyor.
Diyor ki:
“Kur’an, ‘Allah’ın elçisi sizin için örnektir’ demiyor; ‘Allah’ın elçisinde güzel örneklik var’ diyor.”

Yani, “Hazreti Resûlüllah’ın bütün hayatı baştan sona örnek değil. Onda sadece güzel bir örnek var. Seçici olun. Onun her halinin örnek olmadığını bilin” demek istiyor.

Demek istiyor da, biraz aşağıda yine unutkanlığı tutup, “Peygamberimiz’in ahlâkının Kur’an olduğunu” söylemek mecburiyetinde kalıyor.

Farkında olmadan bile olsa madem böyle söylüyor ya, biz de Bay İslamoğlu’na bir defa daha dönelim ve soracağımızı soralım:

Hazreti Resûlüllah’ın ahlâkının Kur’an olduğunu kendiniz söylüyorsunuz. Hayatı baştan sona Kur’an ahlâkı olan Peygamberimiz’in hayatını örnek almakta, Müslümanlar niçin seçici olsunlar? Onun, hayatında yaptıklarının hiç bir tarafını gözardı etmeden niçin olduğu gibi örnek almasınlar?

PEYGAMBERLERLE KÂFiRLER AYNI CÜMLEDE…

İslamoğlu’nun, hele bir de bazı peygamberlerle kâfirleri bir kefeye koyması, yani Hazreti Âdem, Hazreti Musa ve Hazreti Yunus Aleyhimüsselamı, Hazreti Nuh’un iman etmeyen oğluyla, Hazreti İbrahim’in putçu babasıyla ve Hazreti Lut’un imansız karısıyla aynı hükümde birleştirmesi yok mu, okuyunca insanın imanı titriyor… (Sa: 40)
***
Anlı-şanlı Kur’an tefsircisi bu büyük müfessir(!) âyetlerin ne söylediğinden habersiz mi yoksa bile bile lâtes mi?…

Misal olarak Âl-i İmran sûresinin 113. âyetine verdiği meâli görelim. Bu âyetin meâli şöyle:

“Kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onların içinden Allah’ın emirlerini tutanlar vardır…. ” (Sa: 40)

İlim ehli olmayanlar bu meâli okuyunca, “Demek ki Hıristiyan ve Yahudilerden de iyi olanlar varmış” diye yanlış bir kanaata varabilirler. Onun için, bu âyetle kimlerin kastedildiği mutlaka ama mutlaka açıklanmalıydı. Çünkü bu âyet, Peygamberimiz zamanında Abdullah b. Selam radıyallâhü anh gibi ehl-i kitaptan olup da Müslüman olanlarla, Müslüman olmayan diğer ehl-i kitabın bir olmadığı bildiriliyor.
Müslüman olanla olmayan elbette bir değildir. Peygamberimiz’e inanmayan kitap ehlinin hepsi tamamı ise imansızlıkta birdir.
Bu âyet, ehl-i kitabtan olup da sonra Müslüman olanlardan bahsettiği halde, Mustafa İslamoğlu, bu âyeti aynen ilimden bî behre olanların anladığı gibi açıklamış ve bu yanlış üzerine satırlar döktürmüş. Ve şöyle yazmış:
“Kur’an… kitap ehlini top yekün değerlendirmeyerek der ki: “Kitap ehlinin hepsi bir değildir.” (3.113)”
Aradakı farkı bilmeyecek kadar cahil olduğuna ihtimal vermiyoruz ama, eğer bunu bilmeden yazdıysa cehâlet, bile bile yazdıysa o zaman da yüzde yüz felâkettir…

YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ, HIRİSTİYANLAŞMA TEMAYÜLÜ…

Bay yazarın kendi uydurduğu iki tabir var:
Yahudileşme temayülü, Hıristiyanlaşma temayülü…
Yahudileşme temayülünü, Yahudileşme Temayülü isimli kitabında uzun uzun anlatıyor ve Müslümanları Yahudileşme temayülünde olmakla suçluyor. Ondan sonra da bastırıyor hükmü:
“Yahudileşme temayülü, Yahudi olmaktan daha tehlikelidir.”
Beterin beteri vardır derler ya… İslamoğlu da arka arkaya tehlikeliden tehlikelisini sıralıyor ve Hıristiyanlaşma temayülünün Yahudileşme temayülünden de vahim (tehlikeli) olduğunu söylüyor.
Onun mantığıyla sıralarsak şöyle:
İlk tehlike Yahudilik.
Ondan daha tehlikelisi, Yahudileşme temayülü.
Yahudileşme temayülünden daha tehlikelisi ise Hıristiyanlaşma temayülü.
Yalnız dikkatinizi çekerim. En büyük tehlike, Yahudi veya Hıristiyan olmak değil, Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma temayülü içinde olmakmış.
Peki bu temayülde olanlar kimler? Hıristiyan ve Yahudiler mi?
Hayır efendim, hayır! Onların temayülü falan yok, onlar zaten doğrudan doğruya Hıristiyan veya Yahudi…

Peki öyleyse Hıristiyanlaşma veya Yahudileşme temayülünde olanlar kimler?
Şimdiye kadar anlamadınızsa çok safsınız demektir. Madem anlamadınız, söyleyeyim:

Tabii ki Müslümanlar…

Yahudilikten de, Hıristiyanlıktan da, Yahudileşme temayülünden de daha tehlikeli olan bu Hıristiyanlık tehlikesi nasıl bir şey? Bunu öğrenip bu tehlikeye düşmemek istersiniz değil mi?
Kim istemez? Tabii ki her Müslüman böyle bir tehlikeyi öğrenip ondan kaçmak ister.
Mustafa İslamoğlu, çok tehlikeli olan Hıristiyanlaşma temayülünün nasıl meydana geldiğini, nasıl tezahür ettiğini şöyle ifade ediyor:
“Peygamberi sevme ve yüceltme şeklinde tezahür etmektedir.” (Üç Muhammed, sahife: 43)

Öyleyse ey Müslümanlar!

Hıristiyanlaşma temayülüne yani kâfirlerden daha kötü duruma düşmemek için sakın ha peygamberinizi sevmeyin, onu yüceltmeyin!..

Bay İslamoğlu, bunu nasıl yapacağınızı da Musa Cârullah üzerinden size öğretiyor. “Peygamber ümmetin bir ferdi gibidir. Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” demeliymişsiniz. Böyle söylerseniz çok büyük mertebeye erermişsiniz. Çünkü İslamoğlu, Musa Cârullah’tan naklen şöyle diyor:
“Bu varılabilecek en yüksek kemal mertebesidir.”

Demek ki, en büyük mertebeye kavuşmak için, -bu kafaya göre- peygamber sevgisinden uzak olmak şart…

Değerli okuyucu! Lütfen bu kitabı okumaya devam edin…


Ali EREN | 30.04.2013 10:18 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/resulullahi-asiri-alcatma-pervasizligi_47371.html)
Başlık: Üslub-ı beyan aynıyla insandır
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:40:09
Üslub-ı beyan aynıyla insandır

Güreşecek pehlivanları seyircilere tanıtan ve onları meydana çıkaran kimseye “Cazgır” veya “Meydan şeyhi” derler.

Biz de burada böyle birinden bahsedeceğiz; önce başkasının cazgırlığını yapıp sonra meydanı müsait gördüğü için kendisi pehlivanlığa soyunan birinden…
Bu şahıs kim? Meydana inmiş ama gerçekten pehlivan mı yoksa, “Tilki vadiyi boş bulunca valiliğini ilan edermiş” kabilinden biri mi? Bunları aşağıdaki satırlarda göreceğiz.

Bu kişi, “Meal-tefsir” adıyla basılan fakat meal de olmayan tefsir de olmayan “Kur’an Mesajı” isimli kitabı kaleme alan Muhammed Esed’i ve onun, bile bile yaptığı yanıltmaları görmek ve göstermek istemeyen kişidir.
Önceleri Muhammed Esed’in yanlışlarla dolu Kur’an Mesajı isimli eserini müdafaa ederken, sonra meydanı müsait görüp Hayat Kitabı Kur’an isimli eseriyle aynı şeyi kendisi yapan kişidir.
Bu kişi, Sevgili Peygamberimiz’i anarken asla Aleyhisselam demeyen, “Hazret” demekten köşe bucak kaçan Ali Şerîatî isimli şiî, daha doğrusu şiîlerin bile reddettiği yazarı öve öve bitiremeyen kişidir.

Sevgili Peygamberimiz hakkında hürmetsiz ifadeler kullanan bu iki kişiyi öne çıkaran bu zat, takdir edersiniz ki kendisi de haliyle Peygamberimiz’den bir “Hazret” kelimesini esirgeyecek ve yalın olarak Peygamberimiz’e sadece “Muhammed” diyecektir.

İşte bu kişi, “Üç Muhammed” kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu’ndan başkası değildir.

Önceki sahifelerde, onun övgüyle bahsettiği Ali Şerîatî ve Muhammed Esed’den zaten bahsetmiştik. Şimdi de İslamoğlu’nun kendisinden bahsedeceğiz.
Hanefî mezhebinin hükümlerini, takiyye yaparcasına “Ben Hanefîyim” diye diye çiğneyen ve milleti yanıltmaya çalışan bu zat, bakalım “Ne ararsan derde devadan gayri” kabilinden yazdığı yazılarında ve kitaplarında ehl-i sünnete zıt neler yazmış neler söylemiş, görelim...

SENE 2000…

Kendisini, Akit Gazetesi’ndeki “Dağarcık” isimli köşesinde yazı yazarken, dağarcığında ne varsa ortaya döktüğü zamandan beri tanırım. O senelerdeki bir yazısında, (2/7/2000) İslâm âlimlerinin bin seneden fazla bir zamandan beri en mûteber 6 hadis kitabından biri oarak kabul ettiği Tirmizî’ye dil uzatıyor, buna mukabil, fotoğrafını gören küçük çocukların bile korkacağı Elbânî denilen merkumu da “Çağımızın hadis otoritesi” diye anıyordu. Bunun üzerine yazıları dikkatimi çekmişti, takip etmeye başladım.

Bir makalesinde, (25/9/2000) bir yazarın baştan sona doğru olan şu cümlelerine itiraz ediyordu:

“Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz Kur’an ele alınamaz. Ancak dinî kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dinî kitapların sadece içinde bulunan âyetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Âyetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir. Kur’anla dinî kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in âyetten boş olan kısımları da âyet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya temiz bezle tutup bir yere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.”

DOĞRUYA, YANLIŞ İTİRAZ…

İslamoğlu, her cümlesi doğru olan bu yazıya itiraz ediyordu. Halbuki, bunlar o yazarın uydurduğu şeyler değil, asırlardır İslam âlimlerinin yazageldikleri fıkhî hükümlerdi. İslamoğlu, asırlardır İslam âlimlerinin yazageldikleri bu fıkhî hükümleri bilmiyor değildi. Biliyordu ama kabul etmiyor, kabul etmemekle de kalmıyor bir de “Allah Allah! Öğrenmiş olduk” diyerek bu hükümlerle dalga geçiyordu.
İtiraz ettiği yazar, “Kur’an ezbere abdestsiz okunamaz” demiyor, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağını” yazıyordu. Çünkü, Kur’an’a dokunmadan, bakarak veya ezbere okumak câizdi ve buna kimsenin itirazı da yoktu. Ancak, İslamoğlu konuyu başka tarafa çekiyor ve meseleyi, “Kur’an abdestsiz okunamaz” denilmiş gibi ele alıyor itirazını da ona göre yapıyordu. Şöyle diyordu:

“Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan, ne Resûlüllah’dan, ne sahabeden ve ne de müctehid imamlardan, Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey okumadım, duymadım.”

Değerli okuyucu!

İslamoğlu’nun son cümlesine dikkat eder misiniz lütfen. “Resûlüllah’dan, sahabeden ve müctehid imamlardan, Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey duymadığını ve okumadığını” söylüyor.

Bu sözlerini okuyunca elimizde olmadan hayrete düşüyor, gülüyor ve şöyle demek demek mecburiyetinde kalıyorduk:

Allah Allah! Bu adam ne yazdığının da ne söylediğinin de farkında değil galiba.
Be adam! Duymaman normal değil mi? Onların zamanında yaşamadın ki duyasın.
Okumamış olmana gelince…
Okumadın değil okudun ama, okuduğunu kabul etmiyorsun ki!
Hangi fıkıh kitabına bakarsanız bakın, hepsi de İslamoğlu’nun iddiasının tersini yazıyor. Kitaplar meselenin doğrusunu yazıyor ama, okuyan kabul etmezse kitapların suçu ne!

Ama İslamoğlugiller telaş buyurmasınlar; onlar için fark etmez. Onlar Kur’an’ı istedikleri gibi mânâlandırabilirler. Zira bu hükümler zaten onları değil İslam fıkhını kabul edenleri bağlar.

İSLAMIN OĞLU OLMAK…

Ashabın büyüklerinden Selmân-ı Fârisî Hazretleri, babasının kim olduğunu soranlara “Ben İslamın oğluyum” dermiş. İşte gerçekten İslamın oğlu olanlar Selmân-ı Fârisîler ve onların yolunda olanlardır.

Zamanımızda bazıları da İslamın oğlu olduğunu söyleyebilir, hatta gerçek soyadlarını değiştirip bunu tescil ettirerek nüfus cüzdanlarına bile kendileri hakkında islamın oğlu olduklarını yazdırabilirler. Ama biz kendilerinin İslamın oğlu olduğunu söyleyen böylelerine, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” demek isteriz.

O kimse meselâ Muhammed Esed gibi Müslüman olduğunu söyleyip, bu hüviyetle senelerce Müslümanların içinde kalarak, sözde İslâmî eserler verip bu yolla İslama darbe vuranları takdir edenlerden ise, tabii ki bu kimseden İslam fıkhını kabul etmesi beklenmez.

Resûlüllah’a ağır iftira ve hakaretlerde bulunan, şiî gözüktüğü halde Şiîlerin bile kabul etmediği, hele hele hiç mi hiç Sünnîliğe yakın olmayan Ali Şeriatî’leri övenlerin de İslam fıkhını kabulü beklenmez.

Ama kim ne derse desin, Kur’an karşısında uyumayıp sabaha kadar ayakta duran Osman Gazi’nin torunlarının ruhlarına, hatta iliklerine kadar Kur’an’a hürmet işlemiş bir kere. Osmanlı torunu olan bu millet, abdestsiz dokunmak şöyle dursun, abdestli olsa bile Kur’an’ı göbekten aşağı tutmaz.
Bazılarının ise halledecek başka meseleleri kalmamış gibi, kalkmış bu milleti Kur’an’a abdestsiz dokundurtmak, abdestsiz taşıtmak ve abdestsiz okutmak istiyorlar.
Bıraksınlar bu milletin yakasını. Eğer gayeleri Kur’an’ı abdestsiz taşıtmaksa, bunu Osmanlı düşmanı olan Şah İsmail torunlarına kolayca yaptırabilirler. Hatta abdest alırken, onlarla beraber ayaklarını yıkamak yerine çıplak ayaklarını ıslak elle meshedebilir ve bu halleriyle kendilerini abdestli sayabilirler.

BÜYÜK ÂLİM DEDİĞİN…

Gelelim Mustafa İslamoğlu’na ve onun, okuyucusunu yanıltmak için ne usullere baş vurduğunu ibretle görelim.

Önce ne yazdığına bakıp sonra değerlendirmemize geçeceğiz. 2000’de Akit Gazetesi’nde yazdığı şöyle:

“Bilgime güvenmeyip, “Namazda abdest farzdır” diyen sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”

Gördünüz mü büyük ve hassas âlimi. Tek mesele için ne kadar da kitap taramış:

400.000 hadis, bazıları 30 cildi bulan 1000’e yakın kitap, bütün mezheblerin 40’a yakın kaynakları…
Hani argo bir söz vardır: Biraz küçük at da civcivler de yesin derler. İslamoğlu atıyor biz de yiyoruz tabii.
Anlaşılan, İslamoğlu böyle büyük bir araştırma için ne kadar bir zamana ihtiyaç olduğunu düşünmemiş. Üstelik hem böyle bir araştırma yapmış, hem de abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmayı yasaklayan bir şey bulamamış(!).
Kitaplarda görüp okuduklarını yok sayarsan elbette bulamamış olursun.
Değerli okuyucu!
O, bu satırları yazdığı zaman kendisiyle aynı gazetede yazı yazıyorduk. Gazetede ona itiraz sadedinde yazdığım yazıda, “Demek ki bir mesele için bu kadar kaynağa bakacak kadar vakti varmış. Galiba bir günü 24 saat değil de 240 saat” demiştim.
Aynı günün sabahı hemen beni aradı ve telefonda, alınganlığını ortaya koyduktan sonra, “Bilgisayarda sadece 2 dakika alıyor” dedi. Dedi ama dediği doğru değildi. Çünkü, söylediği o 2 dakikayı gerçekten harcamış olsaydı, abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın yasak olduğunu bir değil birçok kaynakta görür ve okurdu.

Tabii ki okuduğunu kabul edecek idiyse…

Ancak ne var ki, taradım dediği kitapların hepsi o senelerde CD ve internete aktarılmış olmadığı için o kadar kitabı taraması da imkansızdı. İmkansızdı ama ne yapsın ki okuyucularının gözünde büyük âlim görünmek uğruna, tek bir mesele için bu kadar kitabı taramış görünmek icap ediyordu. O da onu yapıyordu işte.

Değerli okuyucu!

İslamoğlu’nun yukarıdaki sözündeki altı çizili yere takılmaya lüzum yok. “Kur’an okurken” diye yazacağı yerde yanlışlıkla “Namazda” diye yazmış. Bir sonraki yazısında zaten bunun için özür dilemişti.
Fakat esas özrü, bile bile verdiği yanlış bilgilerden dolayı dilemeliydi. Hatta insanlardan özür dilerken Allah’dan da af dilemeliydi.

GELELİM ESAS MESELEYE…

Şimdi geldik işin hem en mühim hem ibretlik hem de gülünç tarafına. Bundan sonrasına lütfen iki kat dikkat…
İslamoğlu, “Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulmayacağını öğrenmek için” hani 400.000 hadis, bazıları 30 cildi bulan 1000’e yakın kitap, bütün mezheblerin 40’a yakın kaynağını taradığını söylüyordu ya. Taradığı kitaplardan birisi de İmam Süyûtî’nin El-İtkân isimli eseriymiş.
Bu eserdeki, “Kur’an okumanın âdâbı” başlığını taşıyan yerden birkaç satırı tercüme etmiş, bana orayı delil getiriyor.

Orada ne varmış? “Peygamberimiz’in abdestsiz olarak Kur’an okuduğu” yazılıymış. Aklınca bunu yazısında delil olarak ortaya koyuyordu.
İslamoğlu’nun dürüstlüğüne bakınız ki, resmen demogoji yapıyordu. Çünkü, tartıştığımız mesele “Kur’an’ın abdestsiz olarak ezbere okunup okunamayacağı” değil, “Kur’an’a abdestsiz olarak dokunulup dokunulamayacağı” idi.

Peygamberimiz’in abdestsiz olarak Kur’an okuduğunu delil getirmesi şu cihetten geçersizdi:
Peygamberimiz zaten eline Kur’an alarak değil ezbere okuyordu. Hatta sadece Peygamberimiz değil o zaman bütün ashab ezbere okuyordu. Çünkü o zaman Kur’an henüz kitap haline getirilmemişti.
Söyler misin Sayın İslamoğlu, yanlış mı bu yazdıklarım?

Değerli okuyucu!

Bu kadarcık bilgiye bile sahip olmayan kişi, fıkhî bir meselede hüküm vermeye kalkışırsa buna ya acınır ya gülünür.

GÜLÜNÇ MÜ GÜLÜNÇ…

Ama biz esas gülünecek noktaya daha yeni geldik…
İslamoğlu, yukarıda ismi geçen İmam Süyûtî Hazretleri’ni “Bu konularda en katı davrandığını bildiğimiz” diyerek övüyor, överken de sırtını kuvvetli bir duvara dayadığını sanıyordu. Ama bilmiyordu ki her âlim gibi bu zat da kendisinin söylediğinin tam tersini söylüyor yani İslamoğlu’nu yalanlıyordu.
İyi de, bunu İslamoğlu bilmiyor muydu?
Evet bilmiyordu. Ve hatta taramadığı halde, “Ben bu mesele için şu kadar bin eser taradım” derken doğru söylemiyordu. Söylediği kadar çok eser taramadığı gibi, İmam Süyûtî’nın kaynak olarak gösterdiği El-İtkan isimli eserini de taramamıştı. Tarasaydı, bizim karşımızda bu kadar mahcup olmazdı. Ama öyle bir mahcup oldu ki demeyin gitsin…

El-İtkân isimli eseri yanılarak da olsa delil gösterdi ya, “Madem o İmam Süyûtî’nin El-İtkan’ını kaynak gösteriyor, öyleyse biz de aynı kitabı kaynak olarak alalım” deyip kitaba baktık.

Bir de ne görelim! El-İtkan onu yalanlarcasına şöyle yazmıyor mu:
“Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur. O abdestsiz olan, ister küçük abdest (namaz abdesti) almamış olsun, isterse büyük abdest (yani gusül abdesti). Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, ‘Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabilir’ buyurulmaktadır. Sünen-i Tirmizî ve diğerlerinde geçen bir hadis şöyledir: Kur’an’a ancak abdestli olanlar dokunabilir.” (El-İtkan, cild: 2 sahife:1188, Dâr-ı İbni Kesir, Beyrut)

Aynı sahifedeki dipnot ise şöyle:
“Aynı hadis, Dârimî’nin Talak bahsinde “Nikâhtan önce boşama olmaz” babında 2183 numarayla, Dare Kutnî’de ise Tahâret bahsinde “Abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının yasak olması” babında yer almaktadır.”
Hani İslamoğlu, “Sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi taradım, böyle bir şey bulamadım” diyordu? Demek ki taramamış.
Demek ki “Kur’an’a abdestsiz dokunmanın câiz olmadığı” konusunda Tirmizî’de de Dârimî’de de, Dâre Kutnî’de de sahih hadis varmış. Üstelik bunu, İslamoğlu’nun kabul ettiği İmam Süyûtî söylüyor.
Öyleyse İslamoğlu’nun “Sahih bir hadis var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi taradım, böyle bir şey bulamadım” demesi doğru değil. Tekrar edelim: Tarasaydı görürdü, taramamış.
Demek ki “Bir imam, bir âlim var mıdır diye taradım, böyle bir şey bulamadım” demesi de doğru değil. Baksaydı, İmam Süyûtî’nin kendisinin söylediğinin tersini söyleyen âlimlerden bir âlim olduğunu görürdü. Öyleyse baktım dediği halde bakmamış.

Demek ki “Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı taradım, böyle bir şey bulamadım” sözü de doğru değil. Tarasaydı, kendi delil getirdiği El-İtkân isimli kitapta, iddiasının tersinin yazılı olduğunu görürdü.
El-İtkan, Madve Yayınları tarafından “Kur’an İlimleri Ansiklopedisi” ismiyle tercüme edilmiştir. Aynı mesele, bu tercümenin 2. cild 444. sahifesinde de görülebilir.

Lütfen bir defa daha hatırlayalım. İslamoğlu ne diyordu? Bir ömre sığmayacak kadar kitap taradığı halde “Kur’an’a dokunmak için abdestli olmanın şart olduğunu” yazan bir esere rastlamadığını söylüyor, bu sözüne El-İtkan isimli kitabı da delil getiriyordu.

Az yukarıda okuduğunuz gibi, El-İtkan ise onun söylediğinin aksine ne diyordu? “Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur.”

Eeee… Şimdi siz siz olun da nasıl gülmeyecekseniz gülmeyin bakalım…
Hazreti Allah insanı kendi sözüyle işte böyle mahcup eder, böyle gülünç duruma düşürür…

ZORAKİ DİRETME…

İslamoğlu, “Bu konuda, (Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı konusunda) çok yaygın bir yanlış anlamaya alet edilen bir âyet var” diyor ve o âyetin meâlini veriyor:
“Ona, temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa sûresi, âyet: 79)
Esas yanlışa düşen kendisidir ama diyelim ki onun söylediği doğru. Bu durumda o yaygın yanlışa kendisinin delil olarak sunduğu ve güvenilir gördüğü El-İtkan’da düşmüş oluyor. O zaman ne olacak?
İslamoğlu, kendi vaziyetini unutup, bir de kendisinin ileri sürdüğü yanlış hükmü kabul etmeyenleri cahillikle suçlamaz mı? Bakın, Vâkıa sûresi, âyet 79 hakkında nasıl üst perdeden konuşuyor:

“Birazcık Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasibi olan kimsenin bu âyetteki “O” zamirinin bir önceki âyetteki “gizli kitab”a gittiğini bilir.”
Biz de kendisine şöyle diyoruz:

Sıdka-kizbe / doğruya-yalana birazcık dikkat eden kimse ve kendisinde birazcık ilim haysiyeti olan kimse de böyle söz söylemez. Çünkü bu söz, 14 asırlık İslam kültürüne de bu kültürün mimarları olan derya gibi sayısız İslam âlimlerine de hakarettir. Çünkü asırlardır bu ümmet , “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” hükmünü kitaplarına derceden ilimde rüsuh bulmuş bu âlimlerin eserleriyle amel etmektedirler.
Bu İslam âlimlerinin; Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasipleri yok da sadece İslamoğlu’nun mu var!
14 asırlık İslam kültürü onların eseridir. Onların söylediklerini inkâr, topyekün İslam kültürünü inkârdır.
İslamoğlu, kendisi gerçekleri inkar edebilir. Peki İslam âlemindeki kütüphaneler dolusu kitaplardaki “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” kaydını nasıl silecek, nasıl yok edecek?

VAR DA, GÖRENE…

Gerçekleri basbayağı gizleyerek kitaplarda böyle bir kaydın olmadığını söylüyor ve nasıl yapabiliyorsa, böyle bir kayıt yok diyor/diyebiliyor.

Yok değil var da, görene… Ama köre ne!
İslamoğlu gözünü yumup görmemekte ne kadar israr ederse etsin, bütün tefsirler, bütün fıkıh kitapları, bütün İslâmî eserler onun söylediğinin tersini sadece söylemiyor adeta haykırıyor.

Öyleyse bu durumda ortaya bir gerçek çıkıyor:
Bir tarafta 14 asırlık ehl-i sünnet İslam ulemâsı, diğer tarafta Mustafa İslamoğlu…

O zaman bu manzaranın mânâsı ne olur değerli okuyucular?..
Bir mesele daha…
Değerli okuyucu!
Müslümanlıkta, söz ve yazı üslûbu mühimdir. Onun için, Üslûb-ı beyan aynıyla insandır denilmiş. Yani, insanın konuşma ve yazı üslûbu, kendisini tarif eder.
Kendisi düzgün olanın üslûbu bozuk olmaz. O bakımdan, insanlar haklı olarak üslûba dikkat ederler. Bu cümleden olarak biz de muhatabımız olan İslamoğlu’nun üslûbuna bir göz atalım.
İşte yazısından bir cümle:
“Ey Hanefîler! Ebû Hanife’ye göre siz Hanefî falan değilsiniz, sizin mezhebiniz falan yok. Mezhepçilik yapan şarlatanlar sizi dolmuşa bindiriyor.”
Gördünüz mü üslûbu? Altı çizili kelimelere dikkat eder misiniz lütfen?
Az-çok kitaplarla meşgul olan bir kimseye, “Şarlatan” ve “Dolmuşa bindiriyorlar” gibi sözler yakışır?

Hem bu sözleri sarfetmekten kaçınmıyor hem de gördüğünüz gibi Müslümanları suçluyor.

Hanefi bir Müslüman, hocalarından ve kitaplardan öğrenebildiği kadar Hanefîliği öğrenip ona göre ibâdet yapmaya çalışsın, İslamoğlu da kalksın, “siz Hanefî falan değilsiniz” desin.
Hangi hak ve hangi salâhiyetle?

Hem mezhepçilik dediği de nedir? Şu anda yeryüzünde İslamoğlu ve şiî gönüldaşlarının (bütün şiîler değil) dışında mezhepçilik yapan mı var?
Mezhebcilik yapanlar Hanefiler mi yoksa Şah İsmail’in torunları olan Şiîler mi?
Hangi sünnî Müslüman, “Benim mezhebimden olmazsan kurtulamazsın” diyor. Aksine, kendisinin Hanefî olduğunu söyleyen müslümanların yanlış yolda olduğunu söyleyen İslamoğlu’nun kendisi değil mi?
Yazıdaki şu üslûba bakın:
“Üçbeş yetkin âlime tahammül edemeyen tulumbacı takımının gözü aydın.”
Tulumbacı takımı dediği tabii ki Müslümanlardır, onu anladık da acaba “Üçbeş yetkin âlim” dediği kimler ola ki? Bu yetkin üçbeş âlimden birisi zât-i devletleri olmasın?

Bu ne tevazu(!) böyle…

İslamoğlu’nun başka bir cümlesi:
“Biraz da insanımız uyanık olsun; bitli baklanın kör alıcısı olmasın.”
Üslup ortada. Diğer cümleleri gibi bu sözün muhatabı da yine müslümanlar.
Son bir sözünü aktaralım:
“Dinini donundan birazcık fazla ciddiye alan…”
Eh.. En son din kelimesini don kelimesiyle yan yana getirerek kendi üslubunu kendisi anlatmış oldu.
Diğer tariflerimizi ileriki sahifelerde yaparız inşâAllah…
Bu makaleyi, o meşhur cümleyi tekrar ederek bitirelim:
Üslûb-ı beyan aynıyla insandır.


Ali EREN | 04 Mart 2013 Cuma | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/uslubi-beyan-ayniyla-insandir_39691.html)
Başlık: Kaderi inkâr Et İmanı Boz, Sarığı İnkâr Et Şekli Boz
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:40:56
Kaderi inkâr Et İmanı Boz, Sarığı İnkâr Et Şekli Boz!

Bu gazetenin okuyucuları, imanın şartlarının 6 değil 5 olduğunu söyleyen Mustafa İslamoğlu’nu iyi bilirler. Ona göre, kadere iman Müslümanlar tarafından imanın şartları içine sonradan sokuşturulmuş. Sanki Müslümanlar işi-gücü bırakıp, İslam inancına fazladan şeyler sokuşturmakla uğraşmışlar. 

Kadere iman ile alâkalı hadisler de külliyyen uydurma imiş.

İslamoğlu, takke ve sarık hakkında da şöyle diyor:

“Çok örnek gördüm de bi tanesini size söyleyim. Bi genç, “Takkem olmadığında namaz kılmıyorum” dediği anda ben bid’atın ne bela olduğunu bi kez daha anladım. Evet, takkeyi dinin öyle bir parçası zannettirmişler buna ki… Takke dinin parçası…

Takkenin dinle, dindarlıkla, İslam’la hiçbir alâkası yok.

Sarığın da yok. Sarık konusunda sahih bir hadisin olmadığını zaten âlimler, işin uzmanları, muhaddisler (hadis âlimleri) söylemişler.”

Değerli okuyucu! Yeryüzünde, aklı başında olup da takkesi olmadığı için namaz kılmayan ve “Takke dinin bir parçasıdır” diyen bir kimse yoktur.

Ama İslamoğlu var diyecek ki o vesileyle takke ve sarık üzerinden ehl-i sünnete hücum edebilsin…

“Sarık konusunda sahih bir hadisin olmadığını zaten âlimler, işin uzmanları, muhaddisler (hadis âlimleri) söylemişler” diyerek de muhaddislere iftira ediyor. 

Şimdi önce, “Sarığın dindarlıkla, İslam’la hiçbir alâkası yok” diyen İslamoğlu’nun, İslam’la alâkası olmayan(!) sarıklı fotoğrafını görelim, arkasından da sarık ve takkeyle alâkalı hadis-i şerifleri.

(http://www.gazetevahdet.com/d/other/basliksiz-1-081.jpg)
 

İşte hadis-i şerifler:

1- Ebû Kebşe el-Enmârî anlatıyor:

“Resûlüllah’ın (aleyhissalâtü vesselâm) ashabının takkeleri geniş idi.” (Tirmizî / Libas)

2- Muhammed b. Rükâne babasından rivâyet ediyor:

“Bizimle müşrikler arasındaki fark, takkeler üzerindeki sarıklardır.” (Ebû Dâvud / Libas, Tirmizî / Libas)

3- Müslim, Sahih’inde Amr b. Hurays’den naklediyor:

“Allah Resûlü’nü minberde, başında siyah bir sarık varken gördüm. Sarığın ucunu iki omuzu arasına sarkıtmıştı.” (Müslim / Hac, Ebû Dâvud / Libas. Nesâî / Zînet)

İbni Ömer (r.a.) Resûlüllah’ın sarığın ucunu hep sarkıttığını söylüyor.

4- Müslim, Sahih’inde Câbir b. Abdillah’dan naklediyor:

“Allah Resûlü, (fetih günü) Mekke’ye başında siyah bir sarık olduğu halde girdi.”

5- Abdurrahman b. Avf radıyallâhü anhten:

“Resûlüllah (s.a.v.) bana bir sarık sardı. Onu önümden ve arkamdan birkaç parmak sarkıttı.” (Ebû Dâvud)

6- “Resûlüllah (s.a.v.) başında siyah bir sarık olduğu halde halka hutbe okudu.” (Müslim / Hac)

7- Ebül Müleyh babasından rivâyet ediyor. Resûlüllah aleyhissalâtü vesselâm şöyle buyurdu:

“Sarık sarın ki hilminiz (huy yumuşaklığınız) artsın.” (Câmiüs Sağîr)

8- “Bedir ve Huneyn harplerinde Müslümanlar’a sarıklı melekler yardım etti. Sarık, müminle, kâfiri ayırt edici bir alâmettir.” (Deylemî)

9- “Takke üzerine sarık sarmak, müşriklerle aramızdaki farktır. Sarığın her dolaması için bir nur ihsan olunur.” (İmam Mâverdî)

10- “Resûlüllah, sarığın altına da sarık sarmadan da takke giyerdi” (İbni Asâkir)

11- “Resûlüllah, sarık sardığında, ucunu iki küreği arasına [iki karış kadar] uzatırdı.” (Müslim’den, İmam Kastalânî / Mevahib-i Ledünniyye)

12- Hadis-i şerif: “Sarıkla kılınan iki rekat namaz, sarıksız kılınan 70 rekat namazdan daha efdaldir.” (Ebû Nuaym)


Ali EREN | 04.03.2015 04:00 | http://www.gazetevahdet.com/kaderi-inkar-et-imani-boz-sarigi-inkar-et-sekli-boz-1177yy.htm
Başlık: Peygamberimiz'in (s.a.v.) izine sahip çıkmak
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:41:33
Peygamberimiz'in (s.a.v.) izine sahip çıkmak

Bundan önceki sahifelerde, yazar Mustafa İslamoğlu’nun müslümanları yanlış peygamber inancına sahip olmakla suçladığından bahsetmiştik.


İslamoğlu, Müslümanların Peygamberimiz hakkındaki inancının şöyle olduğunu ileri sürüyor:
“Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.” (ÜÇ MUHAMMED, s. 9)
Müslümanların peygamber inancı tabii ki böyle değil. Yaşayışıyla bize en güzel örnek olan Peygamberimiz, onun söylediğinin aksine sünnetiyle bütün hayatımıza müdahildir. Tersini iddia etmek Müslümanlara açık bir iftira olur. Çünkü 14 asır boyunca müslümanlar içinde onun anlattığı gibi bir peygamber inancına sahip olan bir grup hiç olmadığı gibi şimdi de yok. Her ne kadar yoksa da, Sayın yazar Müslümanları böyle bir inançla suçlayıp, o suç üzerinden bir şeyler söyleyebilmek için ille de var diyor.

Belki böyle bir inanç sahibi hiç yok da değil. Var olmaya var da o kimse yoksa yazarın kendisi mi?

Kendisi böyle bir inanca sahip de, aksine “iz bırakmayan” bir peygamber inancına sahip insanlar olarak Müslümanları mı suçluyor?

Madem o bunda israr ediyor, öyleyse biz de meseleyi şu istekle ele alalım:
Bu zat eğer kendisi mûcize diye bir şey kabul ediyorsa çıksın söylesin. Hatta Peygamberimiz’in bütün mûcizelerini inkâr edip etmediğini değil, söyleyebilirse mûcizelerden bir tanesini kabul ediyorsa onu söylesin.
Neyse ki gerçeği biz söyleyelim: Sayın yazara göre Peygamberimiz’in hiçbir mûcizesi olmadığı gibi, Peygamberimiz’in her biri bir mûcize olan taş üzerinde ayak izleri falan da yok…

Oysa gerçekler hiç de onun iddia ettiği gibi değil. Çünkü biz, Müslümanlar olarak sevgili Peygamberimiz’in “iz bırakmayan” değil, mânen iz/bir şeriat bıraktığı gibi maddeten de “Taşların üzerine ayağının izi çıkan bir peygamber” olduğuna inanıyoruz. İnanmayan ve Peygamberimiz’e ait böyle ayak izleri olmadığını söyleyen bay yazarın kendisi değilse buyursun söylesin. Hem kendisi Peygamberimiz’in ayak izinin varlğına bile inanmıyor hem de Müslümanları “Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber” inancına sahip olmakla suçluyorsa çelişki içindedir. Müslümanları suçlamak için, kendi yanlış inancını onlara yüklemektedir. Bu kadarına da pes artık…

iz bırakmayan derken yazarın maddî izi kastetmediğini biliyoruz. Ama Resûlüllah Efendimiz’in, o mânâda bir iz/şeriat/yaşayış şekli bıraktığına inanmayan kimse zaten nasıl Müslüman olacak ki? Fakat madem izden bahsediliyor, bu vesileyle okuyucularımıza Resûlüllah’ın maddî izi hakkında da bilgi arzedelim.

PEYGAMBERİMİZ’İN AYAK İZİ BULUNAN TAŞLAR…

Değerli okuyucu!

Sadece Türkiye’de Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’in, taşlar üzerindeki birçok ayak izleri mevcut. Hem o kadar çok ki inkârı mümkün olmayacak kadar:

1- Peygamberimiz’in, Sultan Birinci Abdülhamid Han türbesindeki ayak izi. Bu türbe, İstanbul/Eminönü’nde Yeni Câmii’nin yakınındaki Dördüncü Vakıf Han’ın karşısında. Türbe ziyarete açık. Burada, üzerinde Peygamberimiz’in ayak izi bulunan üç parça taş bulunmakta.
Bu ayak izi, Peygamber Efendimiz’in, Mîrac gecesinde Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlerin ruhlarına namaz kıldırdıktan sonra, semâya yükselirken üzerine bastıkları taş üzerindeki izdir. Dördüncü Sultan Mustafa tarafından buraya konulmuştur.

Peygamberimiz’in ayak izinin bulunduğu bu taşın bulunduğu yerde şu kitâbe mevcut:

Oldu resm-i kadem-i Hazret-i Fahr-i Âlem
Tâc-ı vehhâc-ı ser-i cümle-i ehl-i îman
O kademdir ki, idüb tayy-i semâvât-i ‘ulâ
Menzil-i Sidreye bastı şeb-i İsrâ’da ayân
Sür yüzün acz ve niyaz ile, idüb istişfâ
Olayım dersen eğer mazhar-ı aff u ğufrân.

Bugünkü lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:

Hazret-i Fahr-i âlemin ayağının resmi
Bütün îman ehlinin başının parlak tacı oldu.
O ayağın, zaman ve mekânı aşarak göklere yükselip
Mirac gecesinde Sidre’ye bastığı apaçık ortadadır.
Eğer af ve mağfirete kavuşmak istersen
Şefaat istiyerek, acziyetle, yalvararak, yüzünü o ayağın izine sür.

2- Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin mübârek ayağının izi bulunan taşlardan biri de Eyüb Sultan Hazretleri’nin türbesindedir. Onu da Birinci Sultan Mahmud 1732’de Topkapı Sarayı’ndaki mukaddes emânetler arasından çıkararak buraya getirtmiş ve halkın ziyaretine sunmuştur.

3- Peygamberimiz’in ayak izlerinden biri Lâleli Câmii bahçesinde Üçüncü Sultan Mustafa türbesindedir.

4- Diğer biri de Topkapı Sarayı’ndadır.

14. Osmanlı Sultanı olan ve Sultanahmed Câmii’ni yaptıran Birinci Sultan Ahmed de diğer bütün Osmanlı sultanları gibi Peygamber Efendimiz’e son derece bağlıydı. Peygamberimiz’in ayak izini elde işleterek tacının içine koymuş ve onu tacıyla beraber devamlı olarak başında taşımıştır.
Şu beyitler ona aittir:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol Hazret-i şâh-ı rusülün.
Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ! Durma yüzün sür kademine o gülün.”
Şimdiki lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:
Keşke tacım gibi devamlı başımda taşısam
Peygamberlerin şâhının ayağının resmini.
O ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin gülüdür.
Ey Ahmed! O gülün ayağına durma yüzünü sür.

Üzerinde Peygamberimiz’in (s.a.v.) ayağının izi bulunan taş hakkında Sultan Üçüncü Selim Han da şöyle terennüm etmiş:
“Sakın taş sanma yâhu
Gevher-i âlem bahâdır bu.
Gel ey bîçâre yüz sür
Nakş-ı pây-ı Mustafa’dır bu.
Sezâ arş-ı muallâ
Zînet- ârâ-yı makâm olsa
Zehî cây-ı muazzam
Mevki-i hâcet revâdır bu.”

Sadeleştirilmesi şöyle:
Sakın bunu basit bir taş sanma
Dünyalar kadar kıymetli bir cevherdir bu.
Ey çâresiz kimse! Gel sür yüzünü
Bu Muhammed Mustafa’nın ayağının resmidir.
Arşın süsü olmaya lâyıktır bu.
Bu ayak izinin bulunduğu yer
Öyle güzel, öyle muazzam bir mekân ki
İhtiyaçların görüleceği yer işte tam burasıdır.

Dünyaya hükmeden ve âleme nizâmât veren Osmanlı sultanlarının, Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin ayak izlerine verdikleri değer ve gösterdikleri hürmet böyle. Asırlarca devam eden o güçlü saltanat, Hazreti Resûlüllah’a işte bu derece bağlılığın meyvesiydi. Sadece Osmanlı sultanları değil, o zamanki Müslümanlar da Resûlüllah’a ve onun maddî-mânevî izine aynı hürmeti duyuyor aynı değeri veriyorlardı. Maamâfih, bugünkü Müslümanlar da öyle. Onlar da sevgili Peygamberimiz’e ait olan her ize ve her hatıraya hürmette kusur etmemektedirler.

BUYURSUN HEM ZİYARET ETSİN HEM ETTİRSİN…

Gelelim işi-gücü Müslümanları suçlamak olan İslamoğlu’na…
Eğer tenkit ettiği kimseler gibi değilse, yani “İz bırakmayan” bir peygamber inancına sahip değil de Peygamberimiz Aleyhisselam’dan kalan maddî ize bile itibar ediyor ve değer veriyorsa, bunu dile getirsin, Peygamberimiz’in ayak izlerini kendisi de ziyaret etsin, sözünü dinleyenlere de ziyaret ettirsin de bir görelim.
Ziyaret için Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selleme ait ayak izi arıyorsa, yukarıda da yazdığımız gibi İstanbul’da bile birkaç tane var. Nerelerde olduğunu da yukarıda yazdık. Buyursun, hem kendisi ziyaret etsin hem de sözüne itimat edenleri ziyaret etmeye teşvik etsin…

“Niçin böyle söylüyorsun? Bu zat böyle ziyaretlerden kaçıyor mu?” diye soruyorsanız cevap vereyim:

Kanaatımız odur ki evet, aynen öyle… Hatta ziyaretler şöyle dursun Peygamberimiz’in hiçbir mûcizesi olmadığı iddiasında…

Öyle ki, sanki kendisini adeta tasavvuf, tarikat ve mâneviyatla ilgili her şeyi ret ve inkâr etmeye adamış. Yazdığının yanlış veya doğru olduğuna bile bakmadan, inkâr furyasına devam etmekte…

Halbuki, kendi babasının da mensubu olduğu tasavvuf ve tarikat, İslamın daha ince ve daha hassas yaşayış ve tatbiki yani bir mânâda İslamın özüdür. Bu öz, ecdadımız tarafından öyle benimsenmiş ve Müslümanların zihinlerinde öyle bir yer tutmuş ki, eskiden beri bu yüce meziyeti inkâr edenler hakkında “Pirsiz-nursuz” tabiri kullanılır olmuş.
Tasavvuf ve tarikat, İslam ulemâsı arasında tarihte o derece yaygın ki, bir mürşide bağlı olmayan âlimler parmakla sayılacak kadar az. Sıradan müslümanlar arasında bir dergâha bağlı olmak da öyle. Hatta bir yere mensûbiyeti/bağlılığı olmayanlar hakkında, daha yakın zamana kadar “İpsiz-sapsız takımı” tabiri kullanılırdı.

VAAH! BİLMEZ YAZIK…

Bir de rabıta gerçeği var. Bilhassa zikr-i hafî/gizli-sessiz zikir erbabının yaptığı “Rabıta.”
Rabıta “İki şeyi birbirine bağlayan ip; alâka, bağ, münasebet” demek. Tarikatta râbıta; müridin kâmil bir mürşide kalbini bağlaması, onun sûret ve sîretini düşünüp ondan feyiz ahzetmesi demektir. Böyle bir gerçek var olduğu halde, inkârın tavanı olmadığı için, kuru kelime ilmine sahip olan ve kendilerine ulemâ-i sû denilen bazı kimseler, rabıtayı meşrû görmeyip inkar cihetine gidiyorlar. İşte bunlardan birisi de kahramanımız İslamoğlu…
Ne hazindir ki bilmiyorlar. Bilmedikleri için tatmıyor, tatmadıkları için de hazzından mahrum kalıyorlar. Eskiler böyleleri hakkında, Türkçe ile Arapçayı karıştırarak espri olarak şöyle derlermiş:

Men lem yezuk, vaaah bilmez yazık. Yani “Yazık, tatmamış ki bilsin” demek.
Halbuki uygun olan, kişinin bilmediği şeyi inkâr etmeyip o hususta susmasıdır. Ama tabii ki böyle olmak için kişinin haddini bilmesi ve iyi niyet sahibi olması şart. O kimse iyi niyetten mahrumsa, çare yok inkâr edecek. Hatta daha da ileri gidip ya dalga geçecek veya düşman kesilecek…
İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının ilk sahifelerini (sa: 17-19) rabıtayı inkâra ayırmış.

Ama kişi inkâra yeltendiği mesele hakkında birazcık bilgi sahibi olmalı değil mi? İşte onda bu yok. Yani inkâr var ama inkâr ettiği şey hakkında bilgisi yok...
Bilgisi yok ama övünme, bol keseden atma, onca cehline rağmen büyük âlim gözükme tafrası ise mebzul. Bu tavrını izah sadedinde ben kendisinden ibretlik iki misal arz edeyim, değerlendirmesini de sizler yapaarsınız…

FÎ TARİHİNE GİDELİM…

Sene 2000… Kendisiyle, “Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunulur, dokunulmaz” meselesinde aynı gazetede yani Akit’te yazan iki yazar olarak köşelerimizde tartışıyoruz. Ben, fıkıh kitaplarında yazılanları aktararak “Kur’an’a abdestsiz dokunulması câiz değildir” diyorum, o aksini savunuyor. Bütün fıkıh kitapları “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” dediği halde o şöyle diyordu:

“Bilgime güvenmeyip, ……sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”

Yani, bu kadar kaynağa baktığı halde hiç birinde, “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” hükmünü bulamamış.
Çok-çok özür dilerim, külliyen yalan desem ağır olacak. Şöyle diyeyim: Külliyen gerçek dışı…

Çünkü bu mesele en küçük fıkıh kitaplarında bile var. Yani bulamamış olması doğru değil. Çünkü var olan aranınca bulunur. Ya bakmadı veya baktı gördü de bile bile yok diyor. Biz görüyoruz da o niye görmesin.
“Buldum ama yazılanları içim kabul etmiyor” dese tamam. Ama hayır öyle demiyor, “bulamadım, yok” diyor. Yok ne demek? Kendisinin delil olarak sunduğu El-İtkan isimli eserde bile var.

Nitekim, kendisine cevap sadedinde yazdığım bir yazıda, “Bu mesele, delil olarak sunduğun El-İtkan isimli eserin falan sahifesinde var” dediğimde sesi soluğu kesilmişti. Yalansa “Hayır” desin. Diyemez.
Ama benim esas söylemek istediğim bu değil. Ben başka bir noktaya gelmek istiyorum. O da şu:

İslamoğlu, “400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım” diyerek, ne kadar çok esere baktığına ve kendisinin ne kadar büyük bir âlim olduğuna dikkat çekmek istiyor. Okuyanlara, “Vay beee! Âlime bak! Tek bir mesele için ne kadar da çok eser taramış” dedirtmek istiyor.

Bunu nereden mi biliyorum? Başka konularda da böyle yapıyor da ondan biliyorum. Meselâ râbıtayı inkâr konusunda da aynı üsluba baş vuruyor.
Gelmek istediğim nokta işte burasıydı. Anlatayım:
Hani tasavvufî eserlerde, “Peygamberimiz (s.a.v.)in Hicret yolculuğunda Hazreti Ebûbekir Efendimiz’e Sevr Mağarası’nda râbıtayı tarif ettiği” anlatılır ya, Sayın İslamoğlu bunu inkâr etmek için yukarıdaki üslubun aynısını bakın nasıl kullanıyor.

BUYURUN BERABER OKUYALIM…

Buyurun, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabında, Sevr mağarasında geçen rabıta ile ilgili anlatılan hadise hakkında yazdıklarını beraber okuyalım:
“Bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum. Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran 1000’i aşkın sünnet-hadis kaynağını, 50’yi aşkın tefsiri, mevcut tüm muteber siyer ve tarih kaynaklarını içeren CD’lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım.

Tekrar hatırlayalım, Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağını inkâr ederken de buna çok benzer şekilde şöyle diyordu:
“400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım”

Anladık… Bu zat her meselede birçok kaynağa bakıyor da(!) “400.000 hadisi taradım” sözü kendisinde saplantı olmuş galiba.
Üslüba dikkat! Demek ki bu onda bir taktik…
“Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” meselesinde de o kadar çok kaynağı taradığını söylüyordu. Rabıta meselesinde de bu kadar kaynağı gözden geçirmişmiş(!) ama rastlayamamış. Biz, onun taradığı kitaplara bakınca onun göremediğini görüyoruz, ama ne hikmetse o baktığı zaman kitaplardakı mevcut satırlar yok oluveriyor ve o göremiyor…

Dikkat ederseniz, “Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim ama rastlayamadım.” diyor.
Peki, rabıta meselesinin daha baştan uydurma olduğunu söyleyen bu kimse, hiçbir değeri olmayan uydurma haberler içeren eserlere niye bakmış ki! Peşin fikirle, “Bu mesele uydurma olanlar içinde bile yok” diyebilmek için mi?
İşte bu tavrı bile sayın yazarın rabıta konusundaki samimiyetinin(!) derecesini açıkça ortaya koyması bakımından enteresan.
Yazar, uydurma haberlere baktım dediğini biraz sonra unutup bu sefer de şöyle söylüyor:

“Vurguladığımız gibi, bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır.”
Muteber kaynak dediği de sadece, kendisinin kabul ettiği eserler.
Öyleyse biz de aynen onun üslübuyla, “Bu mesele 50’yi aşkın veya 1000’den fazla eserde veyahut 400.000 kaynakta var” diyelim mi? Desek kabul edecek mi? Ne mümkün…
Kabul edecek olsaydı, kitaplardaki “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz” meselesini kabul ederdi.
Yazarcağızın bir yanlışı da, “Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleri ile girdiğini zannetmesi.”
Yanlış anlaşılmasın, Hazret kelimesini ben ilave ediyorum. O sadece Halid Bağdâdî yazmış; “Hazret” demiyor. Hem niye desin ki! Peygamberimiz’e “Hazret” demeyen adam Halid-i Bağdâdî’ye der mi!
Yazarın, rabıtanın temelinin Sevr Mağarası olmadığını iddia etmekte temerrüdü olduğunu biliyorsunuz.

Ama ayıp diye bir şey var. Madem bu meseleyi ele alıyor, insan rabıta hakkında biraz bilgi edinmez mi? Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleriyle girdiğini söyleyecek kadar da bilgi yoksunu olunmaz ki ama!
Halid-i Bağdâdî Hazretleri hicrî 1192-1242 senelerinde yaşamış. Oysa rabıta asırlar öncesinden beri var.

Yakından uzak tarihlere doğru gidelim:
Rabıta, İkinci Binin Yenileyicisi İmam-ı Rabbânî Hazretleri zamanında da vardı.
Rabıta 9. asrın sonlarında yaşayan Ubeydullah Ahrar (k.s.) zamanında da vardı.
Rabıta 9. asırda yaşayan Yakub Çerhî (k.s.) zamanında da vardı.
Rabıta 8. asırda yaşayan Şâh-ı Nakşibend (k.s.) Hazretleri zamanında da vardı.
Rabıta Hicrî 7. asrın başlarında vefat eden Necmeddin-i Kübrâ (k.s.) ve Şehabeddin Sühreverdî (k.s.) zamanında da vardı.

Yani rabıta, -o ne kadar inkar ederse etsin- Sevr’den beri VARDIR…
Değerli okuyucu!

İslamoğlu’nun, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz” hükmünü bir tarafa atıp bu hükme uymadığını biliyorsunuz. Aynı İslamoğlu’nun, şu sözüne ne dersiniz:
“İslam toplumu için fıkıhsızlık sadece hukuksuzluk değil, aynı zamanda hayatsızlıktır.” (Sa:199)

Allah’dan, “hayatsızlık” kelimesinde bir yanlışlık yapıp ta “hayasızlık” yazmamışlar. Yoksa bir “t” harfinin eksikliğiyle utanma hissinden de uzaklaşılmış olunurdu.


Ali EREN | 17 Nisan 2013 11:01 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/peygamberimizin-sav-izine-sahip-cikmak_43985.html)

Başlık: Sonu Gelmez İnkar Zincirinden
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:42:11
Sonu Gelmez İnkar Zincirinden

Kitap değil, sanki halkaları sonsuz yanlışlar zinciri. İçindeki yanlışlar yazmakla bitecek gibi değil. Hangi yanlışına baksanız ona bağlı başka bir yanlışla karşılaşıyorsunuz.

Kitabın yazarı, kendinin sayısız yanlışlarına bakmadan bir de üstüne üstlük onu bunu tenkide kalkmaz mı!..

Onun tenkidine maruz kalmak için, sıkı bir ehl-i sünnet mensubu olmanız kâfi. Başka bir suçunuzun olmasına lüzum yok. Ama onun tenkit etmesi için tek sebep bu değil. Bir yerde, ehl-i sünnet veya ehl-i bid’ad olmanız da mühim değil. Eğer onun yerleştirmek istediği bir maddeye ters düşerseniz, acımasız bir tenkidine hazır olun. Meselâ bir önceki sahifede, işine geldiği için -yanlış olmasına rağmen- İbni Teymiyye’nin sözlerini delil olarak ele alıyordu. Bu sefer de –söylediği doğru olmasına rağmen- aynı İbni Teymiyye’yi tenkit ediyor.

Çünkü o, ehl-i sünnete uygun her doğruya itiraz etmeyi kendine vazife edinmiş. Öyle ki, Peygamberimiz’den 8 asır sonra, ileri sürdüğü sözlerle ehl-i sünnete ters düşen ve Vehhâbîlerin fikir babası olan İbn-i Teymiyye bile onun tenkidinden nasibini alıyor.

İbni Teymiyye ehli sünnete ters düştüğü için, gerçi biz de onun en sert tenkitçilerindeniz. Ama Sayın Yazarın tenkidi ile bizimkisi arasında mühim bir fark var. Şöyle ki:

Sayın Yazar Şiîlere karşı sevgi, ve hayranlık hisleriyle dolu olup onları herkes gibi şiî kelimesiyle değil, “Ehl-i beyt mektebi, ehl-i beyt okulu, ehl-i beyt mezhebi” gibi gizleyici ve sevdirici ifadelerle anıyor. İbni Teymiyye ise Şiîlere karşıdır. Mustafa İslamoğlu’nun İbni Teymiyye’yi tenkidinin esas sebebi işte budur. Yani Ehl-i sünnete ters olması değil, şiîleri tenkit ediyor olması.
Yazarın kendisinden öğrendiğimize göre, İbn-i Teymiyye, Es-Sarîmi’l-Meslûl… isimle eserinde “Bir Peygambere hakaret edenin öldürülmesi gerektiğini” ifade ederken, şu sert ifadeyi kullanıyormış:

“Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse derisi yüzülür.”

Es-Sarîmi’l-Meslûl isimli eseri okumadığımız için, İbn-i Teymiyye aynen böyle mi yazmış bilmiyoruz. Ama gerçekten, “Derisi yüzülür” diye yazdıysa, bu aşırı bir ifade. Öyle yazacağı yerde, “Öldürülür” denilmesi yeterdi. Biz onun bu cümlesini Mustafa İslamoğlu’nun Üç Muhammed kitabının 79. sahifesinden aktarıyoruz.

Her ne kadar Üç Muhammed kitabı böyle yazıldığını söylüyorsa da bunda da şüphem var. Çünkü İslamoğlu’nun, kendi fikrini kabul ettirmek için, olmayan şeyleri varmış gibi göstermek gibi bir huyu olduğunu biliyorum. Tereddüdüm bundan dolayı…

Ancak ortada bir gerçek var. Şiîler, sıradan sahâbîler şöyle dursun, ashabın en büyüklerine bile dil uzatıyor, hakaret ediyorlar. Bunu bi kere kimse inkar edemez. İslamoğlu, İbni Teymiyye’yi bizim gibi ehl-i sünnete ters düştüğü için değil, “Peygamberimiz’e ve onun sahabesine hakaret edenlerin öldürülmesi gerektiğini” yazdığından dolayı tenkit ediyorsa, kendi düşüncesine göre haklı. Çünkü, eğer İbni Teymiyye’nin yazdığı kabul edilecek olursa, neredeyse derisi yüzülmeyecek şiî kalmaz. Zira Şiîler ashabın bir çoğuna ağız dolusu hakaret etmeye devam ediyorlar…

İTİRAZ AMA NE İTİRAZ…

Üç Muhammed kitabının yazdığına göre, İbni Teymiyye’nin kitabında şu cümleler de yer alıyormuş:

“Kendi sesini Peygamber’in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin, bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur.”

Biz gerçi Müslümanların Resûlüllah’a karşı hassasiyetlerinin nasıl olması icap ettiğini İbni Teymiyye’den öğrenecek değiliz. Ama kim söylemiş olursa olsun doğru doğrudur; dolayısıyla İbni Teymiyye’nin bu sözü de doğrudur. Ve ehl-i sünnetin hatta hiçbir müslümanın bu hususta bir itirazı olamaz. Çünkü herhangi bir şekilde bu söze itiraz, -Allah korusun- doğrudan doğruya Kur’an’a itirazdır. Zira bunu İbni Teymiyye’den önce Kur’an-ı Kerim söylemektedir:

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurât sûresi, âyet: 2)

Peygamberimiz’in huzurunda yüksek sesle konuşanlar hakkında Kur’an’ın hükmü böyle. Ama yazar İslamoğlu için bu hüküm hiçbir bir şey ifade etmiyormuş gibi, şunları yazmakta hiçbir mahzur görmüyor:
“Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mü’mini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan rauf ve rahim bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi? sorusu, bu tür durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur.” (Üç Muhammed, sa: 79)
Bu ne demek şimdi değerli okuyucu Allah aşkına!

Her şeyden önce, bu hükmü veren Hazreti Allah’tır.

Kur’an böyle ferman buyurduktan sonra kime ne demek düşer?
Bu emir karşısında bir Müslümana düşen, başım gözüm üstüne demek değil midir!

Kur’an-ı Kerim’i insanlara okuyup anlatan Peygamberimiz değil mi ki yazar, “böylesi hükümleri görse, ne derdi?” diyebiliyor?

Peygamberimiz, Kur’an’daki bu hükmü görmemiş midir yani?
Tabii ki görmüştür ve görüp ashabına anlatmış, ashab da o Resûl’ün huzurunda seslerini yükseltmemiştir. Var mı daha ötesi!..
Bunu Kur’an söylüyor. Kur’an, Peygamberimiz hakkında böyle bir hüküm verdikten sonra, o kitaba inanan ve onun mânâsını bildiğini iddia eden bir kimsenin buna itirazı mümkün müdür?

Bu söz karşısında, “Bu şahıs ya Kur’an’ı bilmeyecek kadar câhil veya Kur’an’ın verdiği hükmü kabul etmiyor” demez misiniz?
Lütfen altını çizdiğimiz yukarıdaki satırı bir defa daha okuyunuz. Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu Peygamberimiz hakkında, “Kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi… ” diyebiliyor.

Ne diyecek; rabbimin emri başım gözüm üstüne derdi.
Bu ne demek Allah aşkına?

Kur’an Peygamberimiz’e indirilen bir kitap değil midir?
Peygamberimiz, (s.a.v.) Kur’an’ın kendisi hakkında verdiği bu hükmü görmemiş olabilir mi?

Bütün âyetler gibi bu âyetin hükmünü de ümmetine tebliğ eden, öğreten bizzat Hazreti Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisi değil midir?
Bu hükmü indiren Hazreti Allah olduğuna göre, “Kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi?” demek, ne demek oluyor?

Yazarın bu sözü Allah’ın verdiği hükme itiraz değilse neye itirazdır?
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir” beyanı bizzat Allah’a aittir, var mı daha ötesi?

İslamoğlu, bu itirazıyla Hayrettin Karaman kadar olamamıştır. Hayrettin Karaman, “Abdest alırken biz bizeyken ayağımıza meshedelim ama başkalarının yanındayken yıkayalım” diyormuş.
Yazar İslamoğlu da, bu hükmü kendisi kabul edemeyebilir. Ama Müslümanları mânen mahvedecek olan bu itirazları kitabına koymamalıydı.

Neyse… Artık haddini bilmeli ve “Peygamber görse ne derdi? diyerek buna Hazreti Resûlüllah’ı da ortak etmeye kalkışmamalı…

Müslümanlıkta esas olan, Allah’ın her hükmünü kayıtsız şartsız kabul etmek değil midir? Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin fâsıklar, zâlimler ve kâfirler olduğu Mâide sûresinin 44, 45 ve 47. âyetlerinde açıkça beyan buyurulmuyor mu?

Her neyse… Biz fazla ümidimiz olmasa da, “Allah’tan ümit kesilmez” diyerek, bu gerçekleri kendisine hatırlatmayı bir vazife addediyoruz.

TÂBİÎNE DE İTİRAZ…

Kitabının 28 sahifesinde, “Ümmetin her ferdi Peygamber gibidir” diyerek, Peygamberimiz’le diğer insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek cüretini gösteren zatı alkışlayan yazar, Hazreti Resûlüllah’ın diğer insanlardan üstünlüğünü kabule bir türlü yanaşmıyor. Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüğünden bahsedenleri “Aşırı yüceltmeci” görüyor ve “O kadar da abartmayın” demeye getiriyor.
“Aşırı yüceltmeci peygamber inancı” diye bir suç uydurmuş, onun için Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüklerini bildiren her sözü bu suç içine sokarak itiraz üstüne itiraz ediyor. Bundan dolayı, tâbiînden mübârek bir zat olan Vehb bin Münebbih Hazretleri’nin Peygamberimiz (s.a.v.) hakkındaki şu sözüne de haliyle itiraz ediyor:

“Yetmiş bir kitabı okudum. Tümünde şu gerçeği gördüm: Dünyanın başından sonuna kadar, gelmiş geçmiş tüm insanlığın aklıyla Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin aklı kıyaslandığında, bir tek kum tanesi karşısında dünyanın tüm kumları kadar tüm insanlığa üstün olduğu görülür.”

***

Meşhur âlimlerin eserlerinde yer alan Peygamberimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifleri de İslamoğlu’nun tenkidinden kurtulamıyor:
“İsrâ (mirac) gecesinde semaya yükseltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey, yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın resûlüdür, Ebûbekir Sıddık da halefim (halifem)dir.”

İslamoğlu, bu hadis-i şerife itiraz edilmemesini kabullenemiyor. Bu hadis-i şerifi El-Hasâisu’l-Küsrâ isimli eserine alan İmam Süyûtî’ hakkında da, “Bu hadise hiç itiraz etmemiş” diyor. (Aynı eser, sa: 81)

Haklı da… Öyle ya canım, âlim dediğin hadislere itiraz etmeli ki onun büyük âlim olduğunu bilelim.(!)

Hatta İmam Süyûtî hadislere itiraz etmemesi bir tarafa üstelik hadislere o kadar değer vermiş ki 200.000 hadisi ezbere bilen bir hadis hâfızı yani küçücük bir âlim iken, İslamoğlu bütün hadis ilmi CDdeki/Elfiye’deki hadislere bağlı olan kocaman(!) bir âlimdir. Demek ki bundan dolayı İmam Süyûtî’yi tenkit ediyor. Öyle ya, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır.
İmam Süyûtî, 500 senedir hâlâ okunan Celâleyn gibi bir tefsirin ortak müellifi olan küçücük bir âlimdir. İslamoğlu ise, Hayat Kitabı Kur’an isimli tefsirî bir meâl hazırlamıştır ki, mâşAllah bu eseri tenkit eden kitaplar eserden daha fazla sahife tutmaktadır. Hangi fâniye böyle bir bahtiyarlık nasip olur.
Öyleyse, İslamoğlu kendi eserinin tenkitleriyle meşgul olacağına, o küçücük âlimi, İmam Süyûtî’yi tenkit eder daha iyi. Çünkü, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır.
İmam Süyûtî, İslam tarihinde büyüklü küçüklü 600 civarında eser sahibi olan belki de tek kişi olan küçücük bir âlimdir. İslamoğlu ise onun eserlerinin isimlerini bile sayamayacak biri olsa bile, eserleri hakkında yapılan tenkitler Süyûtî’nin eserlerinin sayısına erişmek istidadında olan bir âlimdir. Bu durumda İmam Süyûtî’yi tabii ki tenkit edecektir. Çünkü, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır değil mi ya.

İslamoğlu, yukarıdaki hadis-i şerifin, “Hazreti Ebûbekir’in halifeliğine karşı çıkılmaması için uydurulmuş olduğu” kanaatında. (Sahife: 80)
Netice:

İmam Süyûtî, nihayet 200.000’cik hadisi ezbere bilen, sadece 600 tanecik ilmî eser verebilen küçücük bir âlimcik. Haliyle İslamoğlu gibi büyük bir âlim gib olamaz. Öyleyse rica edelim, Bay İslamoğlu ilim eksikliğinden dolayı yukarıdaki hadis-i şerife hiç itiraz etmemesini hoş karşılayıversin. Affetsin, kusuruna bakmasın artık. Bir hatadır olmuş.

Mühim olan bu hadisin uydurma olduğunu öğretmek değil miydi. Nasıl olsa, uydurma olduğunu Sayın İslamoğlu vasıtasıyla öğrenmiş olduk. Öyleyse gaye tahakkuk etmiştir. Mesele yok…
Ama Bay Yazar, niçin itiraz edilmediğini bir türlü kabullenemiyor. Onlardan ümidini kestiği için konuyu kendisi ele alıyor ve meseleye hayret edilecek şekilde yaklaşıyor. Ama ne yazık ki kuru, sığ, itaatten uzak ve itiraza dayalı bir mantıkla. Kitabını okuyan görür…
Peygamberimiz’in hiçbir kimseden okuma-yazma öğrenmediğini hatırlatarak, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini İmam Süyûtî’nin sorgulamadığına da itiraz ediyor…

İyi de Sayın İslamoğlu!

Habibini göklere davet eden Hazreti Allah celle celâlühû, “Ey habibim! O gördüğün yazıda şunlar şunlar yazılıdır” diye bildiremez mi? Veya Cebrâil Aleyhisselam bildirmiş olamaz mı?

Değerli okuyucu! Bu konu için lütfen 32. makaleye de bakınız…

HATIRLAYALIM; MİRACA İTİRAZ EDEN KİMLERDİ?..

Sayın yazara şunu soralım:
Meseleye imânî bir düşünceyle değil de sadece dünyevî bir mantıkla, şüphe ve itiraz açısından bakacak olursak, Mirac gecesinde Peygamberimiz’in Mekke’den Kudüs’e, oradan göklere ve Allah’ın dilediği yerlere nasıl gittiğini, tekrar geri nasıl döndüğünü ve bunların bir anda nasıl gerçekleştiğini de sorgulamamız ve itiraz etmemiz icap etmez mi?

Öyle mi yapalım yani? İtiraz mı edelim?

Nitekim böyle bir sorgulama olmadı değil. Fakat bu sorgulamayı yapanlar mü’min değil müşriklerdi.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, Mirac gecesi sabahı bu yolculuğu anlatınca, meseleyi imanla değil inançsız akılla değerlendirmeye kalkışan bazı Müslümanlar, anlamadıkları için İslamdan dönüp mürted olmuşlardır. Zaten mâneviyatsız kuru akıl, insanı götürse götürse ancak ve sadece inkar ve mürtedliğe götürür…
Öbür taraftan, Peygamberimizin Mirac yolculuğunu, “Resûlüllah söylüyorsa doğrudur” diye, tereddüt etmeden, duraklamadan, şeksiz-şüphesiz kabul eden Hazreti Ebû Bekir radıyallâhü anh de “Sıddîkiyet” makamına erişmişti.
İnsanların zihinlerini bulandırmaya çalışanlara şunu soralım:
Âdem Aleyhisselam’dan önce hiçbir insan yoktu. Dolayısıyla hiçbir insandan bir şey öğrenmesi mümkün değildi. Ama Kur’an’da haber verildiğine göre Allah’ın öğretmesiyle her şeyin ismini bilir hale geldi ve bunu meleklere de tekrarladı. (Bakara sûresi, âyet: 31, 32, 33)

Hazreti Âdem kimseden bir şey öğrenmedi diye şimdi buna itiraz mı edelim?
Allah’ın öğretmesi yok mu?

Hazreti Âdem’e eşyanın isimlerini öğreten Hazreti Allah, habibine bir yazıyı niçin bildirmemiş olsun?

Yine Âdem Aleyhisselam cennette her yaprakta “Lâ ilâhe illAllah Muhammedün resûlüllah” yazısını gördüğü için, yasak meyveden yeyip yeryüzüne indirildiğinde, “Yâ rabbi beni habibin Muhammed hürmetine affet” diye ilticâ etmiş ve affedilmişti.

Âdem Aleyhisselam da kimseden okuma-yazma dersi almamıştı.
O zaman Âdem Aleyhisselam’a bu yazıları okumayı kim öğretmişse, Peygamberimiz’e de semada kendi isminin ve Hazreti Ebî Bekir radıyallâhü anhin isminin yazılı olduğunu da o öğretmiştir…

Var mı bunu kabul etmeye bir engel!..

Yoktur, olamaz!.. Yeter ki, kalblerde ötelerin ötesine inanmaya meyil ve kâbiliyet olsun…

DERDİ NE?..

Bütün gayretini bu ümmetin mevcut Peygamber inancını değiştirmeye yoğunlaştırmış gözüken Bay İslamoğlu, abartılı bir hâdiseye misal olarak, Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’inde geçen bir meseleyi gösteriyor. Abartılı bulup kabul edilemez bir mesele olarak sunduğu hadise şöyle:
“Abdullah b. Ubeydullah el-Ensârî’den rivayet edildi:
Sabit b. Kays b. Şemmas’ın defni sırasında orada bulunanlar arasındaydım. O Yemâme’de öldürülmüştü. Onu kabre indirdiğimizde ondan şöyle bir ses duyduk:

Muhammed Allah’ın resûlüdür. Ebûbekir sıddıktır, Ömer şehiddir, Osman iyi ve merhametlidir.

Bunun üzerine dönüp baktık, ama o ölüydü.” (Aynı eser, sa: 82)
İslamoğlu’nun kabule yanaşmadığı bu hadisenin, bir Müslüman için kabul edilemez tarafı var mı değerli okuyucular?

İslamoğlu, galiba mûcize ve kerâmet gibi şeylerin varlığını kabul edemediği için böyle şeyleri bir mitoloji olarak görüyor. Mâlum, mitoloji bir şeyi hayalinde büyültmek demek.

Bay Yazar, Müslümanların Hazreti Resûlüllah’ı zihinlerinde gereksiz bir şekilde büyülttüklerini, aslında Resûlüllah’ın Müslümanların zihinlerinde büyültüldüğü kadar büyük olmadığını yana yakıla anlatmaya çalışıyor.

Ona göre, bu yanlışa düşenler sadece avam veya müfrit (aşırı) sufiler değil. Adı sanı belli değerli âlimler de bu yanlışı beslemişlerdir. Bir de misal veriyor. Diyor ki:

“Meselâ Buhârî şârihi Bedrüddin Aynî, Hazreti Peygamber’in yeryüzündeki tüm dilleri bildiğini söyleyebilmiştir.” (Üç. Mu. Sa: 82)

Meseleye maddî açıdan bakarsak tabii ki böyle bir şey olamaz. Ama bir mûcize olarak bakarsak niçin mümkün olmasın ki!..

Onun bakışı her nasılsa, İslamoğlu’na göre böyle bir şey mümkün değil…

Değerli okuyucu!

Peygamberler diğer insanlar gibi değildir. Onlar, Allah’ın vahyine mazhar olan sevgili kullarıdır. Onun için, Peygamberimiz’in bir mûcize olarak bütün dilleri bilmesi imkansız değildir. Ama tabii ki bu bizim inancımız. Peygamberleri diğer insanlar gibi görenlerin ise bizim gibi inanmaları tabii ki beklenmez; beklemiyoruz da...

SAHABENİN SEÇKİNLERİNİ BARİ ÂLET ETMESE…

Her şeyin en doğrusunu anlayabilmek için sadece aklını kullanan yazar, Sahih-i Müslim’deki şu hadisi de diline doluyor:
“Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Enes’in evinde uyudu ve terledi. Enes’in annesi bir bardak getirdi ve terini bir bardağa topladı. Resûlüllah bunu ne yapacağını sorduğunda, o da dedi ki: “Kokumuzun içine katacağım; çünkü o kokuların en güzeli.”
Bu hadis-i şerifi inkar etmek için bir şeyler bulması lâzım ya; ortaya şöyle bir soru atıyor:
“Bu tavır, (Peygamberimiz’in terini bardağa toplamak) sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?”
Sorusunun cevabını da kendisi veriyor:
“Elbette ki hayır.”

Hayır derken ilmî bir dayandığı olsa bari. Ama yok. Olsa canımız yanmayacak da ne gezeer!

Onun derdi zaten meseleye ilmî bir izah getirmek değil, Peygamberimiz’in terinde bir üstünlük olmadığını söylemek…

Bir meseleye ilmî izah getirebilmek için insanda ilim olması lâzım? Ne yazık ki onda da işte o yok…

Herkes gibi, İslamoğlu’nun her sözüne itimat eden kimselerden bu satırları okuyanlar, “Allah Allah! Adama bak, İslamoğlu’nun ilmi olmadığını söylüyor” diyeceklerdir. Haklıdırlar. Çünkü İslâmî ilim sahibi olmayan ve başka âlimleri görmeyenler öyle zannederler. Ancak böyle kimselerin, İslamoğlu’nun bu cümlelerinde ortaya koyduğu ilmî kaideler olup olmadığına bakmalıdırlar.
Tanıdığınız, bildiğiniz âlimlerden lütfen şunu sorunuz:

Yüksek İslam Enstitüsü’ne girip bitiremeden ayrılan, Ezher Üniversitesi’ne girip orayı da bitiremeyip, ikinci sınıfı bile geçemeden orayı da terk eden bir kimsede ne kadar dinî ilim olur?

İlmi olmadığı içindir ki ilimle değil de kendi sakim mantığı ile bir şeyler yapmaya çalışıyor. O sakim mantığıyla, yukarıda anlatılan Resûlüllah’ın teri meselesine şöyle bir izah getiriyor:
“Öyle olsaydı, (Peygamberimiz’in terinin toplanmasını sahabenin seçkinleri onaylamış olsaydı demek istiyor) aynı şey, Hz. Peygamber’in her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi.”
Hani nerede bu itirazlı izahın ilmîliği? Bu itirazda ilim de yok ilimden bir milim de yok. Zaten ortaya koyduğu itiraz herhangi bir âlime ait olmayıp kendisinin bulduğu yanlış ve tutarsız bir açıklamadır.
Hazreti Enes’in evinde gerçekleşen bir hadiseyi, Peygamberimiz’in eşlerinin, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma’nın rivayet etmeleri için onların da orada bulunmaları icap ettiğini düşünemiyor.

Bu sözüyle eğer, “Peygamberimiz’in teri güzel kokuyor olsaydı, onu eşleri de, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma da toplarlardı. Terinin güzel kokması falan yoktu” demek istiyorsa onu da açıkça söylesin de ne onu da bilelim.
Ama bilsin ki, Peygamberimiz’in mübârek terinin ve teninin mis gibi koktuğuna dair kendisinin kitabına aldığından başka birçok rivâyetler var. Bir sokaktan geçse mübârek vücudunun kokusu o sokakta, bir çocuğun başını okşasa mübârek elinin kokusu o başta epey bir müddet hissedilirdi.
İkide bir tenkit ettiği İmam Süyûtî gibi hadis hafızı olmayan İslamoğlu, başkalarının hazırladığı Elfiye’ye bakarak bu son paragrafta söylediğimiz rivâyetleri bol bol görecektir.

Ama rica edelim, lütfen diğer meselelerde yaptığı gibi “400.000 hadis taradım ama böyle bir şey bulamadım” demeye kalkmasın. O zaman biz de istemeye istemeye kendisi hakkında “Yalan” kelimesini kullanmak mecburiyetinde kalırız. Bizi bu mecburiyette bırakmamasını arzu ederiz.

DEMEK İSTEDİĞİ…

Yazar yoksa bu meselede başka bir şey demek istiyor da, ifade kabiliyeti kâfi gelmediği için söylemek istediğini tam anlatamıyor mu?. “Her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi” derken, yoksa “Onların da Peygamberimiz’in terini topladıkları rivayet edilirdi” demek mi istiyor?

Ama şu kadarcığını düşünemiyor ki, Peygamberimiz (s.a.v.) zaten her zaman yakınlarıyla beraberdi. Dolayısıyla onlar zaten O’nun mübârek kokusuyla yüzyüzeydiler. Onun için O’nun mübârek terini toplamalarına ihtiyaç yoktu…
Sahabeden diğerlerinin toplamamalarına gelince:

Resûlüllah Efendimiz sırasıyla her gün bir sahâbînin evinde uyuyor ve uyuduğu yerde terliyor değildi ki, ashabın hepsi de Peygamberimiz’in terini toplamış olsun…

Sayın inkarcı şu soruya ne cevap verecektir:
Hazreti Enes’in annesinin, Peygamberimiz’in terini bir bardağa toplaması hakkında, “Bu tavır, sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?” diye soran yazar, “Elbette ki hayır” diyor. O salahiyeti nereden aldıysa, ashabın seçkinleri namına hüküm veriyor ve kendi sorusunu yine kendisi cevaplıyor.
Yani ilmî bir cevap ver(e)miyor, onun için de kanaatını söylüyor.
Ona göre ashabın seçkinleri “Elbette ki hayır” dermiş, bize göre de “Elbette ki evet” derlerdi.
Ve iddia ediyoruz ki bizim dediğimiz doğrudur. Çünkü hiçbir seçkin sahâbî Hazreti Enes’in annesine, “Resûlüllah’ın terini niçin bardağın içine topladın?” diyecek değildi. Nitekim dememişlerdir.

Biz, inkârcı yazar gibi kanaat serdetmiyor ilmî cevap veriyoruz. İşte cevabımız:
Peygamberimiz’den veya seçkin sahabîlerden, Hazreti Enes’in annesine bu hareketinden dolayı herhangi bir itiraz gelmemiştir. İnkârcı yazar tersini iddia ediyorsa, kendi kanaatını bıraksın da ilmî cevap versin, buyursun belge getirsin.

İnkârcı yazar, Peygamberimiz’in terinin çok güzel koktuğunu inkar etmek için uğraşadursun, yukarıda da yazdığımız gibi, eserler Peygamberimiz bir çocuğun başını okşadığı zaman o çocuğun üzerinde mübârek kokusunun günlerce gitmediğini yazıyor. Bir sokaktan geçse, mübârek kokusundan, biraz önce o sokaktan geçtiği anlaşılıyordu.

Her sahabî, Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini toplamamıştı ama, birçokları tıraş olduğu zaman mübârek sakalından ve saçından bir kıl temin etmek için uğraşmış ve onu teberrüken taşımıştı.

Bunların hepsi siyer kitaplarının yazdığı gerçeklerdir…

Sayın yazar buyursun inkâr edebiliyorsa bunları da inkâr etsin…
Son olarak, sahabenin seçkinlerinin onayından bahseden Sayın Yazar’a bir soru soralım:

Sahabenin seçkinleri, Hazreti Ebû Bekir’in de Hazreti Ömer’in de Hazreti Osman’ın da (radıyallâhü anhüm) halifeliklerini, itiraz etmeyip onaylamışlardı. Bunu siz de onaylıyor musunuz?..



Ali Eren |06.05.2013 18:18 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/sonu-gelmez-inkar-zincirinden_49063.html)

Başlık: Ayetlere Zorlama Manalar Verme Gayretleri
Gönderen: Mücteba - 28 Temmuz 2016, 18:42:42
Ayetlere Zorlama Manalar Verme Gayretleri

Rabbimizin emir ve yasakları ve bize bildirmek istediği gerçekler, kendi kelamı olan Kur’an-ı Kerim’dedir.

Onun için, Kur’an’a mânâ verenlerin bu mühim işte çok hassas davranmaları şarttır. Nitekim asırlar boyunca gelen İslam âlimleri âyetlere mânâ verirken âdeta titremişlerdir.

Yeterli ilme sahip olan âlimlerimiz, Kur’an’a elbette mânâ vermeli ve müslümanları Kur’an âyetleriyle uyarmalıdırlar. Çünkü ilim sahiplerinin değişmez vazifeleri budur.

Ancak, zamanımızda bu konuda yadırganacak bazı tavırlara şahit olmuyor değiliz. İlminin yeterli olup olmadığına bakmadan âyetlere mânâ vermeye kalkışan bazı kimseler, hallerine bakmadan devirmedik çam bırakmıyorlar.
Bu da bir kıyâmet alâmeti olsa gerek.

Âyetlere yanlış mânâ veren bu kimseleri iki kısma ayırmak mümkün.
Bir: İlminin kâfi gelmediğini bile bilmeden, düşünmeden âyetlere mânâ vermeye kalkışanlar.

İki: Doğrusunu bildiği halde, kendi hevâsına uyup âyetlere bile bile yanlış ve zorlama mânâlar verenler.

Birinciler, işledikleri vebâlin büyüklüğünü düşünmeksizin, sahip olduğu azıcık ilimle âyetlere mânâ vermeye, izah ve tefsir etmeye kalkışan bir güruhtur. Bunlar hadlerini bilmeden, yaptıklarının doğru mu yanlış mı olduğunu düşünmeden âyetlere manâ vermeye kalkışırlar. Dînî hassasiyetten mahrum olan bu kimseler, giriştikleri bu boylarından büyük işin vebalinin farkında bile değiller ve olamıyorlar. Fakat, âyetlere mânâ vermenin şakaya gelir bir tarafı olmadığı için, yaptıklarının Allah indinde bir süal ve hesabı elbette olacaktır…
İkinci gurup ise bu vebâli bile bile yüklenenlerdir. Bile bile yaptıkları için, bunların vebâlleri birincilerden daha fazladır. Böylelerine ulemâi sû’ / kötü âlimler deniliyor. Âhirette bunların vücutlarının, “Buğday danelerinin iki değirmen taşı arasında öğütüldüğü gibi cehennemde öğütüleceği” haber veriliyor.

Her iki gurubun da veballeri varsa da ikinci kısımdan olanların halleri hepten felâket…

EN BÜYÜK FELÂKET!..

Değerli okuyucu!

İşledikleri cürüm bakımından bu iki guruptan da ileri olan üçüncü bir gurup var ki, onlar hem ilimsiz olup hem de yanlış-yamalak mânâlar verip bir de o mânâyı bile bile saptıranlardır...

Böyle kimselerin âhirette başlarına gelecek felâketin ise haddi hesabı yoktur.

Öyle ya canım!

Hem âyetlere mânâ verecek kadar ilmin olmayacak, hem ilmin varmış görünerek yanlış mânâlar vereceksin, hem de bu verdiğin mânâları olmayacak yerlere yani kendi istediğin mecrâlara çekeceksin…

İşte bu olmaz! Olmaz ama, bazıları “Ben yaptım oldu” dercesine bu cinayeti işliyor ve bu vebâli yükleniyor.

Misal mi istiyorsunuz? İstemediğiz kadar…

Ancak misallere geçmeden önce bir noktaya işâret etmek icap ediyor:
Kur’an lisanı olan Arapça geniş bir lisandır. Bu lisandaki her kelimenin karşılığı Türkçede yok. Onun için, âyetlere mânâ verirken eksik kalan mânâları tamamlamak için zaman zaman parantez içi izahlar kullanmak normal. Buna bir şey denilemez.

Ama âyetlerde olmayan hayâlî kelimeler uydurup, âyette olmadığı halde, varmış gibi parantez bile kullanmadan kafadan mânâlar vermenin vebalini teraziler tartamaz.

Çünkü ele alınan metin başka bir şey değil Allah kelamıdır. Allah kelamı da yanlış mânâyı kaldırmaz…
Artık misallere geçebiliriz. Önce hafifinden başlayalım.

FARKLI OLSUN DA VARSIN YANLIŞ OLSUN…

Kendisini Kur’an müfessiri makamında gören Yazar Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının 250. sahifesinde Müddessir sûresinin ilk âyetlerine güya mânâ vermiş.

Güya diyorum, çünkü tahmin ettiğiniz gibi verdiği mânâ yanlış. Ayrıca da gülünç…

Müddessir sûresinin iki kelimeden müteşekkil 2. âyetine verdiği mânâ şöyle:
“Kalk! (İnsanları) da kaldırıp uyar!”
Mânâ vermeye kalkıştığı âyette iki kelime var. Bu iki kelime Peygamberimiz’e verilen bir emirdir:
Kum fe enzir…
Eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ömer Nasûhi Bilmen’in âyete verdiği mânâ şöyle:
“Kalk artık korkut”
Elmalı Tefsiri de şöyle mânâ vermiş:

“Kalk artık inzar et”

İnzar et de uyar demek.
Yani Elmalı ile Ömer Nasuhi Hoca ikisi de aynı mânâyı vermişler.
Bahsettiğimiz yazar ise, “Kalk! Kaldırıp uyar” şeklinde mânâ veriyor.
Önce şunu bilelim:

Âyete eksik mânâ vermek de mânâda fazlalık yapmak da yanlış. Yazarın verdiği mânâda ise hem bir fazlalık domayısıyla yanlışlık hem de bir gülünçlük var.

Âyetde “Kalk, (insanları) uyar” buyuruluyor ama, “Kaldırıp uyar” buyurulmuyor. Yani “Kaldırıp” kelimesinin âyette karşılığı yok. Yani İslamoğlu olmayan bir kelimenin mânâsını veriyor.
Eğer bizim sözümüz yanlışsa, buyursun “Kaldır” kelimesinin âyetteki karşılığını söyleyiversin…

GÜLÜNÇ MÂNÂ…

Gülünçlüğe gelelim:
Peygamberimiz’e niçin “Kaldırıp uyar” emri verilmiş olsun ki?
Peygamberimiz gidip insanları yataklarından kaldırıp mı uyaracak?
Veya onlar otururken önce onları ayağa kaldırıp ondan sonra mı uyarma vazifesini yapacak?

Gülünçlük işte burada.

Bazıları niçin böyle yanlış ve değişik mânâ veriyorlar dersiniz?
Araplar, “Hâlef tu’raf” derler. Aykırı konuş ki tanınıp meşhur olasın demek.
Böyle mânâ verenlerin gayesi de bu olsa gerek. Farklı görünme, farklı tanınma, farklı bilinme ve meşhur olma hevesi…

İkinci misal:

Tebbet sûresindeki “Hammâletel hatab” âyetine “Odun taşıyıcı” mânâsı vermesi gerekirken “Laf taşıyıcısı” diye mânâ veriyor. (Sahife: 252)
Yani “Hammâletel hatab”daki “Hatab” kelimesi “Odun” demek iken, o “Laf” mânâsı veriyor.

Bu da yanlış…

Gerçi insanlar arasında lâf taşıyanlar hakkında, günah işlediği için mecâzen “Cehennemine odun taşıyor” denir ama -dediğimiz gibi- bu bir mecazdır. Aslolan, âyetin hakikî mânâsını vermektir. Esas mânâ anlaşılırsa mecaz mânâya gidilmez. Bir âyete hakiki mânâ verilemez yani o mânâdan bir şey anlaşılmazsa ancak o zaman mecaza gidilir… Bu söylediğimiz , tefsir ilminde değişmez bir kâidedir.
Tekrar edelim: Kelimenin hakikî mânâsını vermek özürlenir yani hakikî mânâsını vermek imkanı olmazsa ancak o zaman mecâzî mânâya gidilir.
Âyetlere mânâ vermeye soyunan kimselerin bu usulü bilmeleri icap ederdi…
Değerli okuyucu!
Yukarıda, ”Önce hafifinden başlayalım“ demiştik ya şimdi hafifler bitti.
Artık yavaş yavaş ağırlarına geçelim.

DEĞER ÜRETMEKMİŞ!..

Yazar, kitabında (Sahife: 255) Fussılet sûresinin 33. âyetine şöyle mânâ vermiş:

“(İnsanları) Allah’a davet eden, değer üreten ve (Allah’a) kayıtsız şartsız teslim olanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”

Buradaki “değer üreten” ifadesine dikkat!

İslamda “Amel-i sâlih” denilen bir şey var. Bu, “Sevap olan ve Allah’ın sevdiği iş ve hareket” demektir. Farz ibâdetler dâhil bütün ibâdetler amel-i sâlihin içine girer. Yazar ise amel-i sâlihe “değer üretmek” mânâsı veriyor. Yani “Amel-i sâlih”imizi “Değer üretmek” diyerek değersiz ve anlaşılmaz bir hale getiriyor…

Bunun kabul edilmesi imkânsız…

Yanlışlar Mâûn sûresine verdiği mânâda da devam ediyor.
Bu sûredeki “Namaz kılanlar” mânâsına gelen “Musallîn” kelimesine, “İbâdet edenler” mânâsı vermiş.

Evet namaz da bir ibâdettir ama gelgelelim verilen mânâ yanlış.
Yüksek İslam Enstitüsünü bile bitiremeyen, Ezher Üniversitesi’nin de ancak birinci sınıfını bitirip ikinci sınıfından ayrılan Bay İslamoğlu gibiler bilmez ama biz söyleyelim. Namaz ile ibâdet arasında “Umum husus mutlak” kâidesi vardır. Her namaz ibâdettir ama her ibâdet namaz değildir. Meselâ hac, zekât ve oruç da bir ibâdettir ama namaz değildir.

Hazreti Allah “Namaz kılanlar” buyuruyor, yazar ise “İbâdet edenler” mânâsı veriyor. Eğer namaz yerine ibâdet denilecek idiyse Hazreti Allah “Namaz kılanlar” yerine “İbâdet edenler” buyuramaz mıydı? Öyle buyurmamış ve “Müsallîn/Namaz kılanlar” buyurmuş.

Bunu değiştirmeye kimin hakkı, kimin salâhiyeti olabilir?

Yazar, Mâûn sûresinin Mekke’de bir bütün olarak indiğini kendi kendine bir sebep olarak görerek, hiçbir kâideye dayanmadan bu âyet hakkında, “İbâdet edenler şeklinde çevrilmesi gerekir” diy(ebiliy)or.

Neye göre? Hangi ilmî kâidiye göre? Kâide mâide yok!...
İlim haysiyeti bu olmasa gerek…

İslamoğlu’na sormak isteriz:
Usûl-i tefsir / tefsir usulü diye bir ilim vardır. Bu ilmin hangi kâidesine göre müsallîn kelimesine ibâdet edenler mânâsı veriyorsunuz?

İSLÂMÎ ŞUUR…

Hele bir de kendince namazı ve Peygamberimiz’i güya övücü ifadeleri var ki, Yazar’ın İslâmî şuura uzaklık ve yakınlığının tam bir tarifi olsa gerek.
Şu ifadeye bakınız:

“Namaz, insanda yepyeni bir hayat tasavvurunun oluşmasını sağlar; Allah kaygısını önceleyen bir hayat tasavvuru…”

Allah aşkına, Allah kaygısı ne demek?

Namaz ehli bir kimsede hiç Allah kaygısı olur mu?
Yoksa Allah korkusu demek mi istiyor?
Sayın Yazarın İslâmî ifadelere bu derece yabancı olmasını anlamak mümkün değil.
Bir Müslümanda Allah kaygısı değil, Allah korkusu ve Allah sevgisi olacağını bu zat nasıl bilemez, nasıl düşünemez hayret!
Yazarımız, bir önceki makalemizde anlattığımız kabul edilemez hata gibi bir hataya tekrar düşüyor. Peygamberimiz’i değerlendirmeye tutarcasına şöyle diyor:
“Hz. Peygamber işte bu tasavvur ve bilincin kendisinde mükemmel bir biçimde oluştuğu insandı.”
Ya ne olacaktı Sayın İslamoğlu! Tabii ki öyle olacak. Çünkü O bir peygamberdir ve üstelik kâinatın efendisi ve Allah’ın son resûldür. Her güzelliğin onda en mükemmel şekilde olacağını normal değil midir?

Ama burada Yazar namına bir çelişki var. Şöyle ki:

Peygamberimiz’i bu şekilde öven Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî’yi tenkit ediyordu. Şimdi bu sözleriyle kendi tenkidine kendi düşmüş oluyor.
Ama neyse, bu sadece bir çelişki. Ya Resûlüllah’ı namaz konusunda değerlendirmeye tâbî tutmasına ne demeli! Bakın:
“Namazın bu gücünü keşfettiği için namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü.”

Yazarımız yazmış da biz de öğrenmiş olduk ki namaz meğer Peygamberimiz’e hiç zor gelmiyormuş. Üstelik namaz onun için bir haz ve neşe imiş.
Bir peygamber için zaten tersi mümkün müdür?


ANLAMADAN, ZORLAMA ÖVGÜLER…

Değerli okuyucu!
Hazreti Resûlüllah hakkında böyle sözler söylemek, peygamberlik makamını hiç mi hiç bilmemenin, anlamamanın ve anlayamamanın ifadesidir.
Namazın Peygamberimiz’e haz ve neşe kaynağı olduğunu yazmaya lüzum var mıdır? Tabii ki öyle olacaktır.
Resûlüllah hakkında “Namazın gücünü keşfetti” demek de yakışıksız bir ifade.
Yani uğraştı didindi ve niyayet “Namazın gücünü keşfetti” demek gibi bir şey.
Peygamberimiz hakkında, “O, Allah’a gerçekten inanıyordu” demek ne kadar yersiz ve ne kadar abes ise, “namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü” demek de o kadar yersiz ve o kadar abestir.

Tarihte hiçbir müslüman yazarın Peygamberimiz’i övme sadedinde böyle bir değerlendirmeye gittiği ne görülmüş ne duyulmuştur.

Bu tür sığ, basit ve zorlama değerlendirmeleri biz bırakalım da bu dini yaşamayıp İslamı sadece kitaplardan öğrenen gayr-i Müslimler yapsınlar. Bize ne oluyor?

Onun için, İslamoğlu’nun bu satırları nasıl kaleme aldığını anlamak, maalesef mümkün olamamıştır.
Sonra, böyle değerlendirmeler Hazreti Resûlüllah hakkında değil, onun ümmetleri hakkında yapılır. Peygamberimiz hakkında ise böyle bir değerlendirmeye gitmeye asla yol yoktur.

Öbür taraftan, bu sözler Peygamberlik müessesesini hiç mi hiç bilmemenin ispat ve ifadesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu sözler, Peygamberimiz’i değil, bu sözlerin sahibi olan yazarın Peygamberlik anlayışını anlatan ifadeler olmuştur.

Şimdi Sayın Yazar’ın başka bir paragrafını okuyalım.
“Resûlüllah, oruçlunun karısını öpmesinin hükmünü soran birine bunun doğru olmadığını söylerken, aynı soruyu soran bir başkasına bunda bir beis olmadığını söylemişti. Bu birbirine zıt gibi duran iki fetvanın muhataplarına baktığımızda nedenini anlamakta zorlanmıyoruz: Hayır dediği genç, cevaz verdiği ise yaşlıydı.”

Gördüğünüz gibi, Sayın Yazar Peygamberimiz’in birbirine zıt gibi görünen iki fetvasına itiraz etmeyip kabul ediyor. Çünkü birbirine zıt gibi görünen bu fetvaların sebebini anlamış…

YA ANLAMASAYDI?..

Evet, ya anlamasaydı?

Tabii ki “Olmaz öyle şey” deyip çıkacak, kabul etmeyecekti.
Kabul etmemesinin Peygamberimiz’e itiraz şeklinde gözükmemesi için de iki fetvanın birbirine uymamasının akla ve mantığa aykırı olduğunu söyleyecek ve bunun yanlış rivâyetlerden ileri geldiğini yazacaktı.
Hele şükür anlamış da kabul ediyor.

Peki, Bay Yazar’ın dinî bir meseleyi kabul etmesi için o meselenin ille de onun aklının alacağı seviyede mi olması lâzım?
Evet aynen öyle. Değilse hemen inkâr ve itirazı basar.
Bize sayısız eserler bırakan eski yazarlar ne kadar büyük âlim olurlarsa olsunlar, eğer onların yazdığı dinî bir meseleyi yazarımızın aklı ve mantığı almazsa o mesele kesin yanlıştır(!).
Sanırsınız ki, âlimler kitaplarını onun mantığına uygun şekilde yazmak mecbûriyetindeydiler…
Evet…
Sayın Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde baştan sona sergilediği tavır aynen böyle.

ÜÇ MUHAMMED isimli eser, baştan aşağı iki büyük âlimin, (Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî’nin) iki meşhur eserindeki (Şifâ-i Şerif ve El-Hasâis-u Kübrâ’daki) Peygamberimiz’in üstünlüğünü anlatan gerçekleri, ret ve inkârlardan ibâret…
Yazar Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını, yukarıda isimlerini verdiğim ve asırlardır hem ilimlerine hem şahsiyetlerine hürmet duyulan bu iki büyük âlimin bu iki meşhur eserini tenkit için kaleme almış.
Bunu, gizlemeksizin kendisi söylüyor zaten.

O iki meşhur eserde kendi aklının almadığı ne gördüyse hepsini inkâr ediyor. İnkârdan da öte bu iki İslam âlimiyle yer yer dalga da geçiyor…

Bendeniz Sayın İslamoğlu’na, “Sen kiiim Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî kim!” demeyeceğim. Hükmü ben değil siz okuyucular veriniz. En başta da ehl-i sünnet İslam âlimleri...

Zaten de veriyorlar. Melekler de kayda geçiyor…


Ali EREN | 03.06.2013 13:02 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=61805)

Başlık: Dini Sapmalardan Çok Tehlikeli Bir Salgın. Kur'aniyyun!
Gönderen: Mücteba - 29 Temmuz 2016, 01:01:51
Dini Sapmalardan Çok Tehlikeli Bir Salgın. Kur'aniyyun!

Kur'an'dan başka delil kabul etmeyen bir dalalet (sapıklık) fırkası vardır. Kur'aniyyun ismi verilen bu dalalet fırkası yirminci asrın başlarında İNGİLİZ İŞGALİNDE bulunan Hindistan'da zuhur etmiştir!

Vehhabilik'te olduğu gibi İngilizlerden tarafından teşvik edilmiştir. Bilindiği gibi asırlardan beri Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Mezhebi üzere olan âlimlerin kabul ettiği, bütün Müslümanlarında benimsediği ve bir ilmihal bilgisi olarak her Müslüman çocuğuna öğretilen EDİLLE-İ ŞERİYYE (Kitap-Sünnet-İcma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha ) inancı tahrip edilmeye çalışılmaktadır.

Zamanımızda da da bu menfi çalışmalar bütün şiddetiyle devam etmektedir. Şu anda da Ehl-i Sünnet itikadının en büyük tehlikesi budur.
Önceleri İCMA ve KIYAS inkar edilerek sadece iki delil olduğu iddia ediliyordu. Son senelerde ise, SÜNNET de inkâr edilerek (doğrudan veya dolaylı yollarla) Kur'an'dan başka delil yok diyenler ve hatta Kur'an'dan başka delil kabul edenleri şirk ile itham eden bazı kimseler zuhur etti.

Müslümanlar, "Kur'an'dan başka delil yok, herhangi bir mesele Kur'an'da varsa kabul edilir" diyenleri, yani SÜNNET, İCMA ve KIYAS'I inkâr ve reddedenleri iyi tanımalı, onların kitaplarını, meallerini okumamalı, konuşmalarını dinlememeli ve sözlerine de inanmamalıdır.

Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat alimlerinin kitaplarını okumalı (İmam-ı Azamı, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Elmalı Hamdi, İmam Birgivi, Ahmet Davutoğlu, Mehmet Zihni Efendi, Ö.N. Bilmen VB.) Dini bilgileri bunların kitaplarından öğrenmelidirler.

Kur'aniyyun dalalet fırkası da zamanımızda isim ve şekil değiştirerek başka isimler altında faaliyetini sürdürmektedir. Bunlar " KUR'ANDAKİ İSLAM" " VAHYİN PENCERESİNDEN " ve benzeri gibi isimler altında her zaman görebilirsiniz. Bir Mezhebe dayanmadan konuşan ve fetva verenler,bu dalalet fırkasının zamanımızın üyeleridir.

"Allah'a ve Rasülü'ne itaat edin !" NUR.24/54.
"Resulüne itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur “NİSA.4/80
"Peygamber size neyi verirse alınız. O sizi neden men ederse ondan uzaklaşınız." HAŞR.59/7
"O'na (Peygambere) itaat ederseniz, hidayete ulaşırsınız."NUR.24/54.
"De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin." Al-İ İmran 3/31.
"Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır." AHZAP.33/21.

Ayet-i Kerimeleri bize açıkça, mutlak olarak, Allah’ın Resulü H.z.Peygamber'e itaat edileceğini göstermiyor mu? Peygamber Efendimiz de (SAV.) Allah'ın emri istikametinde kendisinin de HELAL ve HARAM kılabileceğini şöyle bildirmiştir.

"Bana Kur'an ve bir o kadarı (sünnet )daha verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi, "Size Kur'an yeter; onda neyi helal bulursanız onu helal kabul ediniz, Onda neyi haram bulursanız, onuda haram biliniz " diyecek. Şunu iyi bilinki, Allah RASULÜNÜN HARAM KILDIGI DA Allah'IN HARAM KILDIGI GİBİDİR." Ebu Davut, Sünne:5

Bu mübarek Hadis-i Şerifte bize her şeyi anlatmıyor mu? Yukarıdaki bu dalalet fırkası mensupları, şimdi, bu Hadis-i Şerife zayıf yada uydurma veya Kuran’da yoksa inanmayız mı diyecekler? CENNET ve CEHENNEMİN halen var olduğu ve ebedi oldukları hususunda Ehli Sünnet itikadı bellidir. İmam-ı Azam (RA) Hazretleri "Fıkh-ı Ekber" Kitabında : " Cennet ve Cehennem bu gün yaratılmış ve mevcut durumdadırlar. Allah Teâlâ’nın Cennette Mükâfatı, Cehennemde de azabı sonsuzdur." buyurmaktadır. Durum böyleyken, Mustafa İSLAMOGLU nasıl kalkıp ta "(Cennet cehennem yok olacaktır) görüsü benim görüşüm değildir. Bir Kur'an Talebesi olarak, Kur'andaki "huld" ve "ebed" kelimelerini tahlil ettim deyip kendisine İbni Kayyım'ın bir kitabını kaynak gösteriyor.

Kendisi aradan sıyrılmaya çalışıyor. Sn. İslamoğlu bunu hep yapıyor. 5.12.2004 Tarihinde de VAKİT Gazetesinde Kenan Kıran'nın kendisiyle yaptığı röportajda bir Hadis Meali söyleyerek (Ehl-i Sünnet inancına ters olarak) Adetli(yani abdestsiz) kadınların Kur'an Okuyabileceğini söylüyor da, ben söylemiyorum işte Hadis diyor. Güya kendisi kurnazca aradan çekiliyor. Efendi, Kur’an-ı Kerimden ve Hadis-i Şeriflerden hüküm çıkarmak senin işin değil, Müçtehitlerin işi. Naylon Müçtehitliğe yeltenirsen sapıtırsın. Hayızlı Kadın, ORUÇ TUTAMAZ, NAMAZ KILAMAZ, KUR’AN OKUYAMAZ, Ehl-i Sünnet itikadı böyle. İmam-ı Azam (RA) VB. İçtihatları seni bağlamıyor mu?

Bozacının şahidi,şıracı misali,İbni Kayyım'ın kitabını gösteriyor.Efendi ! Cennet-Cehennemin varlıgı, mükafat ve azabının da ebediligi hususunda Ehl-i Sünnet Alimlerinin İcma'sı var, Mutlak Müçtehit İmam-ı Azam'ın (RA)yukarıda da nakledilen sözleri açık iken siz kim oluyorsunuz da bu hususta aksi fikir beyan eymeye yelteniyorsunuz.

M. İslamoğlu "Kur'an Talebesiyim" derken tevazu göstermeye çalışıyor ama başka bir yazınızda ise
"..Karadavi MÜÇTEHİT olan büyük bir İslam alimidir, fakat ben bazı fikirlerine katılmam..."
demektedir." Bir Müçtehit diğer bir müçtehidin içtihadını kabul etmeyebilir" hükmünce mi acaba böyle demektedir. Karadaviye önce Müçtehit payesini her nasılsa veriyor, sonrada bazı görüşlerini kabul etmediğini söylüyor. Kendi seviyesini okuyucuya ihsas etme yemi çalışıyor?

Sayın M.İslamoglu bir ehl-i sünnet mezhebine tabi olsun ve o mezhep dâhilinde fetva versin, fikir beyan etsin ve kurtulsun, yoksa battıkça batıyor. Bizden kardeşçe bir uyarı. Yoksa yanılttıklarının da cezasını yüklenince, mahkeme-i kübrada o yükü çekemezde zarar edenlerden olur, son pişmanlıkta fayda vermez.
" Ayrılın bugün Ey Mücrimler! " (Yasin-i Şerif 36/59.) diye hitap edileceği o günden korkun...




Başlık: Hep Taktik Hareketlerle İtikadları Bozuyor; Mustafa İSLAMOĞLU (KAZANKAYA)
Gönderen: Mücteba - 29 Temmuz 2016, 01:12:36
Hep Taktik Hareketlerle İtikadları Bozuyor; Mustafa İSLAMOĞLU (KAZANKAYA)

Birkaç sayıdan beri Mustafa Islamoğlu’nun çoğunu bile bile yaptığı yanlışlarından bahsediyoruz ya, bazıları bundan rahatsız olmuş. Çareyi bendenizi telefonla taciz etmekte bulmuşlar. Telefon ediyor, fakat itirazlarının arkasında duramıyorlar. Birkaç cümleden sonra cevapsız kalıp kapatıyorlar.

Bizim derdimiz neymiş... Mus­tafa Islamoğlu'ndan ne istiyormuşuz... Bizim rantımıza engel olmuş da onun için mi aleyhinde yazıyormuşuz... Uğraşacak başka kimse kalmadı mı da onunla uğraşıyormuşuz vesaire...

Ben de kendilerine şöyle diyorum:

a- Biz ondan bir şey istemiyoruz. Ama kendisine "İslam itikadından ve İslam fıkhından ne istiyorsun?" diye soruyoruz.

b- Rant peşinde değiliz, esasen İslamoğlu ile bizim aramızda zaten bir rant meselesi de yok.
c- Uğraşacak başka bir şey kalmadı mı ki Islamoğlu Müslümanlarla, İslam akâidiyle ve fıkhıyla uğraşıyor?
Bu zatları telefonu kapatmaya mecbur bırakan esas sözüm ise şu oluyor:

Yazdıklarımın hepsi Islamoğlu'nun eserlerindeki yanlışları tenkittir. Sahife numarası vererek sadece onun yazdıklarını aktarıyorum. Mustafa Islamoğlu ile ilgili yazılarımda herhangi bir iftira varsa söyleyin. Veya hangi tenkidim yersiz veya hangi cümlem yanlışsa onu söyleyin.

İşte buna cevap veremeyip telefonu kapatmak mecburiyetinde kalıyorlar.

Onlara buradan diyorum ki:

Lütfen içinizden biraz ilim sahibi olanlar, İslam akaidini ve İslam fıkhını bilenler telefon etsinler. Etsinler ki verdiğimiz cevaba değsin...

Şimdi bu seferki yazımıza ne diyecekler bilmiyorum. İnsafla okunması ricasıyla başlıyorum.

Müslüman, İslam inancına sahip olan kimse, Müslüman ya­zarlığa soyunan kimse de, yazı­larıyla insanlara İslami cihetten yön veren, yön vermeye çalışan, en azından bu iddiada olan kimse demektir. Onun için Müslü­man yazarın işi zor, mesuliyeti büyüktür. .Meselelere İslami açıdan çö­zümler getirmek iddiasıyla mey­dana atılan kimsede, en başta İslâmi ilimlere vâkıf olma şartı aranır. Aksi takdirde o kimsenin Müslümancı yazılar yazıp eser­ler vermesi imkânsızdır. Çünkü bilinmeyen bir şey yazılamaz. İslam'da aslolan, her şeyden önce düzgün ve sağlam bir iti­kada sahip olacak kadar ilme/ bilgiye sahip olup bu doğru bil­ginin gereği gibi inanmaktır. Bu husustaki yanlış bilgi ve yanlış inanç insanı felaket götürdüğü gibi, böyle bir insanın peşinden gidenler de felâkettedirler. İslam inanç ve itikâd madde­lerinden biri de Hazreti Isa me­selesidir. Bizim inancımıza göre Hazreti İsa çarmıha gerilmemiş, ölmemiş ve öldürülmemiş, göğe kaldırılmıştır. Âhır zamanda, dünyanın son zamanlarında yani kıyametten önce yeryüzüne inecek, peygamber sıfatıyla değil, Peygamber Efendimizin bir ümmeti olarak yaşayacak ve onun şeriatı üzere ibadet edecektir.

Hiçbir kimse ebedi bir hayata sahip olmadığı gibi, o da ebede olmayıp sonunda vefat edecektir.

Bu hususta kitaplarımızda okuduğumuz bilgi böyle.

Şimdi birisi çıkar da bunun aksini söyler veya yazarsa, kesinkes Islama zıt bir şey ortaya atmış olur.

Bunu yapan kimse bilmeden yapıyorsa câhil, bile bile yapıyor­sa art niyetlidir.

İyi ama bu kimse ya Kur'an'a mânâ vermek iddiasıyla ilim meydanına atılan biriyse ne diyeceğiz?

Onun cevabını siz okuyucu­lara bırakıp ben söyleyeceğime geçeyim.

Elimde bir kitap var. Kita­bın bir bölümünde İndilerden bahsediliyor. Matta incilinden bahsederken yazar şöyle diyor: "Elde mevcut en eski metin, Hz. İsafın vefatından en az bir-bir buçuk asır sonrasına aittir." (Mustafa Islamoğlu, ÜÇ MUHAMMED, sahife: 49)

Gördünüz mü yapılan felâketi, gördünüz mü vehameti!

Yazar güya Hıristiyanları ve elde mevcut muharref İncilleri tenkit eder görünürken, aslında İslam inancının bir maddesini tenkil ediyor.

Değerli okuyucular, Hazreti Isa hakkındaki İslam inancı yuka­rıda yazdığımız gibidir. Yani Isa (Aleyhisselam) ölmemiş göğe yükseltilmiştir. İslam âlimlerinin ortak görüşü budur. Onun için bu meseleyi uzun uzun müna­kaşaya lüzum yok. Yazara biz sadece şu soruyu soralım:

Hazreti İsa vefat ettiyse, kabri nerede?..

Biz bu soruyu sorsak da sormasak da, sayın yazar Hazreti İsa'nın ölmüş olduğunda ve ye­rini söyleyemese de bir kabrinin bulunduğunda ısrarlı. Nitekim Hıristiyanları tenkit sadedinde şöyle diyor:

"Bugün, tüm kalbimle iddia edebilirim ki, eğer Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse ona en büyük düşmanlık gösterecek olan, onun mitolojik imajını pazarlayarak geçinen kilise­ler ve ruhban sınıfı olurdu." (aynı eser, sa: 62)

Ben de bütün kalbimle iddia edebilirim ki, yeryüzünde Haz­reti İsa'nın kabri yoktur. Onun için, "Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse..." şeklindeki bir söz ya cehaletten veya Müslü­manların Hazreti Isa hakkındaki inancını sarsmak düşüncesin­den ileri gelmektedir...

* * *

Hıristiyanlar, her doğan çocu­ğun günahkâr olarak doğduğu­na inanıyorlar. Onun için doğan her çocuğu vaftiz ederler. Vaftiz suyuyla yıkadıkları çocukların günahtan temizlendiğine inanıyorlar.

Sevgili yazarımız bu konuda Hıristiyanlığı güya tenkit ediyor. Bunu yaparken de devirmedik çam bırakmıyor.

Diyor ki:

"Kur'an'a göre insan doğuştan günahkâr değil, doğuştan sorumluluk sahibidir." (Aynı eser, sa: 57)

Gördünüz mü büyük âlimimizin ilminin derinliğini? Çam devirmek dediğimiz budur işte.

Buna sadece cahillik demek de eksik kalır. Denilse denilse cehl-i mürekkeb, katmerli cahillik demek lâzım.

Bay Islamoğlu, "insan doğuştan sorumluluk sahibidir" diyerek, henüz "ıngaa ıngaa" diye ağlayan ve daha konuşmayı bile bilmeyen bebekleri bile sorumluluk sahibi sayıyor.

Büyüyüp konuşabilecek seviyeye gelmiş olsalar bile, buluğ çağına gelmemiş olan sabiler asla sorumluluk sahibi değillerdir.

Hiç ilim sahibi olmayan bir Müslüman bile bunu bilir, ama sayın yazar bilmiyor...

İnsan doğuştan itibaren so­rumlu olsa, buluğ çağından önce vefat eden çocukların, hatta bebeklerin bile ibâdet yapmadıkları için günahkâr ol­maları icap ederdi. Ama İslam dini onlara böyle bir sorumluluk yüklemiyor.

Bunu birilerinin Islamoğlu'na öğretmesi icap ediyor...

Gelelim meselenin tahliline...

Hıristiyanları tenkit sadedinde, "Kur'an'a göre insan doğuştan günahkâr değil" diyen Bay Islamoğlu'nun sözünün bu kısmı doğru. Ancak, "İnsan doğuştan sorumluluk sahibidir" derken yanılıyor. Yanılmaktan da öte büyük bir tenakuza dü­şüyor ve bu sözüyle, tenkit ettiği Hıristiyanların söylediklerine çok yaklaşmış oluyor. Şöyle ki:

Hıristiyanlar doğan her çocu­ğu günahkâr kabul ederken, Islamoğlu doğan her çocuğu sorumlu sayıyor. Yeni doğan bebekler nelerden ve hangi şeyden sorumlu olacaklardır ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getireceklerdir?

Hiçbir sorumluluğu yerine getiremeyeceklerine göre, doğar doğmaz günah işlemeye mi başlayacaklardır?

Ha ne oluyor? Hıristiyanlar herkesi doğuşta günahkâr sayarken, Bay Islamoğlu insanlar doğduktan sonra günah işlemeye başladıklarını kabul etmiş oluyor.

Şimdi hırisitiyâni görüş ile bu görüş birbirine iyice yaklaşmış olmuyor mu?

Öyleyse nerede kaldı Bay Yazar'ın Hıristiyanları tenkidi???

Bakara sûresi 253. âyet-i kerimenin meali şöyle:

"İşte biz bu peygamberle­rin bazısını bazısından üstün kıldık."

Âyetin mealinde de açıkça görüldüğü gibi, peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu beyan buyruluyor.

Üç Muhammed isimli eserde ise, bu âyet-i kerime hakkında şöyle deniliyor:

"Kurtubi bu âyetin 'Hz. Pey­gamber diğer peygamberlerden üstündür' demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir." (Aynı eser, sa: 66)

Islamoğlu'nun yazdığına göre, Kurtubf tefsiri âyetin açıkça beyan buyurmuş olduğu bir meseleye karşı çıkmış olmakta. Oysa Kurtubi tefsiri güvenilir tefsirlerden. Orada böyle bir şey olması mümkün değil.

Biz Bay Islamoğlu'nun huyunu biliriz. Kendi düşüncesini kabul ettirebilmek için, bir eserde olmayan bir şeyi varmış gibi yazar. Böylece o eseri kaleme alan zata iftira etmiş olur. Burada da böyle yapmış olmasın diye düşündük...

Meğer düşüncemizde yanılmamışız. Çünkü Kurtubi tefsiri, Islamoğlu'nun söylediği gibi âyete ters bir şey söylemiyor, aksine âyette ifade edilen gerçeği izah ediyor.

Yani, Hazreti Peygamberin diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye cevaz vermeyen Kurtubf tefsiri değil, Mustafa Islamoğlu'nun kendisi...

Değerli okuyucular! Bir eserde, "Falan tefsirde şöyle şöyle yazıyor" diye bir şey okusanız inanırsınız değil mi? "Acaba gerçekten o tefsirde öyle yazıyor mu?" diye o tefsire bakmak kimin aklına gelir?..

Hangi okuyucu böyle bir yalan yazılacağını düşünür?

Ama siz siz olun, Mustafa Islamoğlu hakkında böyle düşünmekten vazgeçmeyin. O eğer"Falan kitapta şöyle şöyle yazıyor" diyorsa, ismini verdiği o kitaba muhakkak bakıp kontrol edin.

Bu zat zaten ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde, Peygamberimizin diğer peygamberlerden üstün olmadığını ispat etmeye çalışıyor. Bu inancına okuyucuyu inandırmak için de Kurtubi tefsirine iftira ediyor...

Oysa Kurtubi tefsiri, Ibni Ab-bas (RadıyAllahü anhüma) Hazretleri'nin şu sözünü aktarıyor:

"Muhakkak ki Allah (Celle celalühü) Muhammed Aleyhisselam'ı peygamberlere ve gök ehline üstün kılmıştır."

Bu sözü aktaran bir tefsirin, "Hz. Peygamber'in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye cevaz vermediğini" söylemek hangi insaf ölçüsüne sığar değerli okuyucular?

Islamoğlu, peygamberimizin diğer peygamberlerden üstün Olmadığını ispata çalışarak ne
Yapmak istiyor?..

Kurtubi tefsiri, "Allahü Teâla diğer peygamberleri kendi kavimlerine gönderdiği halde Peygamberimizi bütün insanlığa peygamber olarak göndermiştir" diyor. Buna delil olarak da şu âyeti kerimeyi zikrediyor:

"Biz seni ancak bütün insanlar için gönderdik." (Sebe sûresi, âyet: 28)

Kurtubi, "Ashabı kiramın hepsi sahabedir ama aralarında üstünlük vardır" diyerek peygamberlerin aralarında da işte böyle üstünlük olduğunu izah ediyor.

Böyle söyleyen bir tefsir hak­kında sen kalk, "Bu tefsir Hz. Peygamber'in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye izin vermiyor" de... Neredesin ey ilim dürüstlüğü!..

Bu üstünlük konusu için Tefsir-i Kebir'e de baktık. Fahreddin Râzi Hazretleri, aynı âyetin tefsirinde Peygamberimizi diğer peygamberlerden üstün olduğuna dair yirminin üzerinde
delil getiriyor...Mesele bu kadar açık iken,hâlâ daha aksini iddia etmek, bile bile ve inatçı bir iddia olmaz mı?..

İmam Süyûti, EI-Hasâisi-i Kübrâ isimli eserinde, "Peygamberimiz, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali'nin öldürüleceklerini" haber veriyor. Peygamberimizin üstünlüklerini anlatan bu esere zaten çok bozulan Islamoğlu ise, eserdeki bu habere de itiraz ediyor. Şöyle diyor:

"Eğer Hz. Peygamber önceden haber vermişse, Hz. Ömer, Osman ve Ali'nin katli "kader" idi ve kaçınılmazdı. O zaman kimseyi suçlamaya gerek yoktu."

Bi kere böyle bir söz ilim adına çok ayıp. İnsana gülerler. Bir kimsenin böyle bir şey yazması için ömründe kaderle ilgili hiç bir şey okumamış olması lâzım.

Evet gülünç... Çünkü adamcağız, kaderle ilgili meselelerin sorumluluk getirmeyeceğini zannediyor. Oysa kaderin dışında hiçbir şey olamaz. Her şey kadere bağlı. Ama bu, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Çünkü kader insanları iyi-kötü hiçbir şeye zorlamıyor. Bay Islamoğlu hiç olmazsa bu kadarcığını bari bilmeliydi...

Bu kadarcığını dahi olsun bilmiyor ama, öte taraftan Müslümanların, "Allah'ı cisimler dünyasına indirdiğini" söylemekten de çekinmiyor. (Sa: 70)

Müslümanlar, Peygamberimizin insanüstü bir varlık olduğuna inanıyorlarmış gibi, Müslümanları suçluyor ve "Oysaki Kur'an Hz. Peygamber'in beşerliği üzerinde ısrarla duruyor" diyor. (Sa: 71)Bütün yaratılmışların efendisi olan Peygamberimizin, bütün ilimleri bilmiş olacağını kabul edemiyor. (Sa: 71)

Peygamberimiz her şeyi mucize olarak Allah'tan öğrendiği halde, harfleri insanlardan öğrendiğini, bunun mûcizelik tarafının olmadığını söylüyor. (Sa: 71)

Verdikleri değerli bilgiler kitaplarımızda yer alan ve iki İslam büyüğü olan Ka'bu'l- Ahbar ve Vehb bin Münebbih'i ağır bir şekilde suçlamaktan çekinmiyor. Ka'bu'l- Ahbar Müslüman olunca, güya Yahudi kültürünü, Vehb bin Mühebbih de güya Hıristiyanlık kültürünü Islama taşımışlar. (Sa: 77)

Islamoğlu'nun bu satırları yazarken samimiyet sahibi olmadığını görüyoruz. Eğer Yahudilik kültürünün Islama taşınmasını istemiyorsa, Yahudi asıllı olan Muhammed Esed'in tefsirine karşı olması lâzımdı. Ama değil.

Karşı olmak bir tarafa, onun sözüm ona meal tefsirini övüyor. Halbuki Muhammed Esed, âyetleri istediği şekilde sündürerek günümüzdeki Yahudiliğin de geçerli olduğunu usturuplu bir şekilde işleyen bir kişi.

Bunu bizim gibi her halde Islamoğlu da görüyor. Görüyor ama ses çıkarmıyor. Bununla da kalmayıp Muhammed Esed'e karşı çıkanlara karşı çıkıyor. Yahudi kültürüne karşı olan bir insan böyle yapar mı hiç?

Peygamberimizin vefatından sonra Müslüman olan Ka'bul Ahbar'ı, "Nûr-u Muhammedi teorisinin mucidi olmakla" suçluyor. Şöyle diyor:

"Yahudi avam kültürü ço­ğunlukla ondan gelen riva­yetlerle İslam kültürüne gir­di. Özellikle tefsir ve hadis rivayetleri bunların başında gelir. Ibni Ömer, Ebû Hüreyre, Abdullah ibn Amr gibi ilk kuşağa mensup isimlerin ondan gelen rivayetleri nak­letmiş olmaları, onun riva­yetlerinin yaygınlaşması ve tutunmasında önemli bir rol oynadı."

Ibni Ömer, Ebû Hüreyre, Ab­dullah ibn Amr gibi seçkin sahabelerin, Ka'bul Ahbar'a itibar etmeleri bile onu bu zatın aley­hinde olmaktan alıkoymuyor. Üstelik onun söylediklerini yay­dılar diye o güzide sahabelere kızdığı da gözlerden kaçmıyor.Öyle ya canım, bir kimse yanlış şeyler söyler, bazıları da bu yanlışları alıp ya­yarsa onlar da suçlu ol­maz mı?

Kahramanımız, sadece yukarıda ismini verdiğim iki zatı değil, asr-ı saadet­te bâtıl dinlerini bırakıp Müslüman olan diğer zatları da suçluyor:

" Müslüman olan ki­tap ehli, son vahyi ve onun taşıyıcısı olan Hz. Peygamberi de kendi kitap ve pey­gamber tasavvurlarıyla okuyorlardı."

Dikkat ederseniz hiç bir istisna yapmadan toptan hepsini suçluyor. Islamoğlu'na göre, Müslüman olan bu zat­lara Islamın hiç tesiri olmamış ve kabul ettikleri yeni dini eski dinlerinin görüşleriyle değerlendiriyorlarmış.

Yukarıda, Islamoğlu'nun Ka'­bul Ahbar'ı "Nûr-u Muhammedi teorisinin mucidi olmakla" suçladığını söylemiştik. Bu konuda Islamoğlu diyor ki, "İbni Teymiyye, bu tür uçuk iddiaları, 'Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer nur­dan yaratılmamıştır' sözleriyle reddediyor."

Gördüğünüz gibi, Islamoğlu'nu ancak işte böyle sözler rahatlatıyor. "Derecesi ve kıy­meti ne olursa olsun" sözüyle kimin kastedildiğini anlamamanız için bir sebep yok.

Tabii ki kastedilen sevgili peygamberimizidir...

Ama Bay Islamoğlu, Ibni Teymiyye'ye şunu söylemeyi akletmiyor:

"Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer nurdan yaratılmamıştır" diyorsun.

NEREDEN BİLİYORSUN?YARATILANLAR YARATILIRKEN EZELDEN BERİ HEPSİNİN YANINDA MI OLDUN?

Ali Eren
Gazeteci - Yazar

Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Mücteba - 26 Aralık 2016, 01:14:17
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15624098_197239600746003_6291428001108197376_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15535001_1203200393049987_5885671905100300288_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15624427_797108713761423_1179421946744406016_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15623677_1840332062850593_4235482763454578688_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15623782_134791713680896_5199794872361418752_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15538258_729785043837060_4807978135662362624_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15624890_1197335226986481_318391354491142144_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/s320x320/e35/15538606_679939158847133_3621988406533292032_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/14606939_580490265473518_1538065399726211072_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15624402_196727370731275_2017239963044675584_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15625413_1795580004028363_3499172438019670016_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15623929_361647384197844_4964155339957075968_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15534679_674433352738236_2735932276796817408_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15624855_223560304761025_3453846046122180608_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15538484_1048599865244518_8629384695542448128_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15534685_227202284392905_4370248447677169664_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15624674_268169466930777_6824999441921998848_n.jpg)
(https://scontent-frt3-1.cdninstagram.com/t51.2885-15/e35/15624012_223391174779948_9220312482541731840_n.jpg)

 (http://www.sadakatforum.com/mustafa-islamoglu-hakkinda-ne-dusunuyorsunuz-t35482.0.html)
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Mücteba - 31 Aralık 2016, 04:37:36
(https://pbs.twimg.com/media/C03l5RFXUAIItBR.jpg) (http://www.sadakatforum.com/mustafa-islamoglu-hakkinda-ne-dusunuyorsunuz-t35482.0.html)
Başlık: Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gönderen: Mücteba - 31 Aralık 2016, 04:38:33

(https://pbs.twimg.com/media/C03l9fFWEAEncpS.jpg)
 (http://www.sadakatforum.com/mustafa-islamoglu-hakkinda-ne-dusunuyorsunuz-t35482.0.html)