Sadakat islami Forum

EDEBİYAT KÖŞESİ => EDEBİYAT => Konuyu başlatan: Fatihan - 16 Ocak 2006, 21:21:19

Başlık: Gülnâme
Gönderen: Fatihan - 16 Ocak 2006, 21:21:19
Gül Medeniyetinin Müstesna Gülü  

Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz

   Hilkatin Fâtiha'sı, nübüvvetin hâtimesi, ins ü cinnin peygamberine selamdan sonra,

   Varlık güzeline Gül diyeceğiz biz, Gül çağında ıtırlarını duymak için...

   Beşeriyet bütün zaman ve mekan boyunca Gül'ü bilememenin ve Gül'ü sevememenin ıstırabıyla kıvrandı ve büyük hakikat şu ki başını nereye vursa o Gül'den başka Gül bulamayacak, Gül'ü örnek almadıkça ete kemiğe bürünmüş feryadından kurtulamayacaktır. Eller nakış nakış, desen desen Gül'ü dokur çünki, kağıtlar renk renk, deste deste Gül'ü okur. Gül'ün ıtırlarında bülbüller yaşar aşk ile, ve aşk ile renginin şulesinden pervaneler düşer. Kimin eline değerse Gül, elleri Gül kokar onun. "Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır / Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi" der Sezai Karakoç'un ağzından Ka'b b. Züheyr, ve o günden sonra bürdesini giyer Gül'ün. Çelikten büklümler erir Gül'ün yapraklarında.

   "Eğer Gül'ün vasıflarının şerhini devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez." der Mevlana. Lisan ve kalem Gül'ü hakkıyla anlatamaz, bunu herkes bilir. Bilir de Asr-ı Saadet'ten bu yana sayısız kalemler Gül'ü yazar ciltler ve kütüphaneler dolusu; hesaba gelmez lisanlar Gül'ü söyler manzumeler ve şiirler boyu.

   Şimdiye kadar neler söylenmedi Gül hakkında, neler yazılmadı. Yazmakla bitirilemedi ve bitirilemeyecek. Adına na't dediler Gül'ü anlattılar; tazarru dediler, Gül'e iltica ettiler. Siyer dediler hayatını söylediler, şemail dediler vasıflarını sayıp döktüler. Hilye yazdılar yakınlıklarını ifade için, mi'raciye dizdiler şanını tebcil için. Besteler yaptılar Gül terennümünde, İlahiler söylediler Gül deminde. Na'tî diye mahlas kullandılar, divanlar doldurdular; adını anarak başladılar mesnevilere bir bakışına mazhar olmak için. Aherli kağıtlara döküldü bin bir harf düz ve eğik, Gül'ü yazmak için yarıştı gubari ile şikeste ta'lik. Hamdullah'tan Hâmid'e harf başına şükür diye yazdı divitler; Levnî'den Osman'a tel tel renk verdi çivitler. Ne yana baksa Gül'den bir iz görür gözler, ne yöne dönse Gül'ü özler, geceler ve gündüzler. Eşya ve varlık Gül için vardır ve Gül, eşya ve varlık olur serâpâ. Bir milyon adı varsa aşkın, bir eksiğiyle hep Gül'den alır ilhamını. Kağıt, kalem ve kitap... Söz, kelam ve hitap... Her suret ve her şekilde Gül'e mahkum. Nitekim kimiler Gül dediler, ömür boyu Güldüler; kimiler Gül dediler, Gül uğruna öldüler.

   Gül'ü anlatmayan dil ne söyler ki efsaneden başka!.. Gül harflerinden Gül söylemeyen kelimeler gerçeği olmayan isimlerden öte nedir ki?!.. Gül kokusu taşıyan bilgi canda ışık; Gül destesi götürmeyen kervan bedene kuru yüktür.

   Gül hakkında en müstesna sözleri Divan şiiri söylemiştir. Türk şairlere özgü bir tür olan Hilye'lerden siyer kitaplarına; mevlidlerden mi'raciyelere; divanlar ile her türlü mesnevilerin başında Tevhid ve münacaatlardan sonra yer alan na'tlardan düzyazı eserlerdeki hamdele ve salvele bölümlerine varasıya kadar hep "önce Gül" der kalemler. Divan edebiyatının Gül hakkında söyleyecek sözüne hadd ü pâyân mı bulunur? O şairler ki kitapları yahut sözlerinin, en başında O'nun adını anmakla korunabileceğine inanmışlardır. Bir divan şairinin, kendini şair saydırmak, yahut şairliğinin kanıtı olan divanını tertib etmek için yazması gereken şiirlerden biri de Gül hakkında inşad edeceği kasidesidir.

*

   Hz. Peygamber'den bahseden manzumeler belli bir konu sınırlaması içinde düşünülemezler. Risalet, hicret, mucizeler, din yolunda çektiği sıkıntılar, ümmetine va'd ettiği şefaat, özel bir kıssasının anlatımı vs. hep divan şairinin konuları arasındadır. Ancak daha da önemlisi na'tlardır ki divan şairine, Gül'e karşı beslediği duygularını dile getirme fırsatı verir. Beşeriyetin en hayırlısına, varlığın en şereflisine karşı gösterilen bu sevgi ve saygı, şairin dilini ve yolunu aydınlatır hiç farkına varmadan, kelimelerini birdenbire güzelleştiriverir. Bütün divan şiiri ürünleri içinde dilin en güzel ve sanatlı kullanıldığı manzumeler, yalnızca ve yalnızca na'tlardır. Bunun sebebi, şairin içinden geldiği şekilde anlattığı Gül aşkıdır, Gül'e bende olmanın samimiyetinden kaynaklanan sanattır. Allah'a yakınlık bakımından hiç kimse nasıl Efendiler Efendisi'ne ulaşamazsa, şair de peygamberine ulaşma yolunda kimse kendisine ulaşamasın ister. O'nun erdiği makama nasıl kimse erememişse, O'na yol alırken de kimse şaire yetişemesin ister. Bu şiirlerden pek çoğunun özel gün ve gecelerde okunmak üzere bestelenmesi, onların halk tabakaları arasında da Peygamber sevgisini çoğaltıcı eserler olarak yaygınlaşmasını sağlar çünki.

   Evrenin en güzel Gül'üne yazılan müstakil eserler içinde en yaygın okunanı hiç şüphesiz Süleyman Çelebi'nin "Vesîletü'n-Necât (Kurtuluş vesilesi)" adıyla bilinen Mevlid'idir. Bunu Hakanî Mehmed Bey'in Hilye'si (Hz. Peygamber'in suret ve siret güzelliklerinin anlatıldığı eser), sonra da Nâyî Osman Dede'nin Mi'râciye'si izler. Bu üç eser de zamanla musıkî formunda okunmuş ve çağlar boyu geniş halk kitleleri tarafından sevilerek Türk kültürünü yönlendirmiştir. Na'tlar içinde Nazîm'in küçük bir divan oluşturacak kadar çok sayıdaki maznumeleri ile Fuzulî'nin Su Kasidesi, Nabî'nin coşku dolu dizeleri, Şeyh Galib'in müseddes tarzında yazdığı muhteşem eseri, Nef'î'nin "sözüm" redifli kasidesi ilk akla gelebilecek olanlardır. Çok sayıda na't yazdıkları için Na'tî mahlasıyla bilinen Na'tî Mehmed, Na'tî Ahmed ve Na'tî Mustafa efendiler de Gül'e olan aşkı doruğa ulaştıran, fanilerin söyleyebileceği en müstesna sözleri söyleyen şairlerdir. Bu arada değişik şairlerin na'tlarının derlenmesiyle oluşturulmuş Nu'ût-ı Nebeviye mecmualarını da hatırlamak gerekir.

   Na'tların gazel tarzında yazılanları da vardır elbet. Bunlar genellikle vezin yönlendirmesiyle şekil bulan ve 4 mefâîlün kalıbıyla yazılıp "...yâ RasûlAllah" redifiyle sona eren gazellerdir. Bu tür na'tlar içinde Zekâî Mustafa Dede'nin,

Garîk-i bahr-i isyânem şefâat yâ RasûlAllah
Esîr-i nefs-i nâdânem şefâat yâ RasûlAllah

   beytiyle başlayan kısa na'ti gibi manzumeler XVII. yüzyıldan itibaren sıkça görülür. Leyla Hanım'ın,

Alîl-i derd-i isyâne devâsın yâ RasûlAllah
Bize sûy-ı cinâne reh-nümâsın yâ RasûlAllah

   dizeleriyle başlayan na'ti, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey'in,

Ser-i kûyunda kemter hâk-i râhım yâ RasûlAllah
Nesîb-i âsitânındır penâhım yâ RasûlAllah

   ve Musahip Mustafa Paşa'nın,

Hevâ-yı nefse cânım mübtelâdır yâ RasûlAllah
İşim hep çcümleten cürm ü hatâdır yâ RasûlAllah

matlalı gazelleri bu tür na'tların en ünlüleridir. Gazel tarzında olup hakkında menkıbevî rivayetler de bulunan bir şiir de Nabî'nin na'tıdır. Onun hac seyahatinde Medîne'ye varmak üzereyken söylediğine inanılan ve şehre girdiği esnada Mescid-i Nebevî müezzinlerinin hep bir ağızdan kerameten okudukları menkıbevî üslupla anlatılan şiir şu beyitle başlar:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-ı İlahî'dir makâm-ı Mustafâdır bu

*

   Bütün bunların dışında, Gül'den bir vesile ile bahsedecek olan şair için ilk başvurulacak kaynaklar, mucizelerdir. Efendiler Efendisi'ni hastalıkların devası, cennet yolunun klavuzu, Allah'ın Habîbi olarak gören şair, O'ndaki beşeriyet kadar nebeviyeti de söz konusu etmekten hoşlanır; yüceliğini dile getirmek için sık sık mucizelerden bahseder. Fenâyî'yi dinleyelim mesela:

Et kıyâs parmaklarından mu'cizâtın gayrı bes
Çeşme akdı her birinden eyleyip şakku'l-kamer

   Demek ister ki: "Sen O yüce peygamberin mucizelerindeki ihtişama bak ki, yalnızca parmakları bile her birinden çeşmeler akıttı, ve şehadet parmağıyla ayı ikiye böldü." Hudeybiye'de Ashâb'ın çok susadığı bir anda Efendiler Efendisi son tastaki suya bir elini sokup diğer elinin beş parmağından beş çeşme gibi su akıtmış ve ashab hem abdest alıp hem kana kana içmişlerdir. Keza Mekke müşrikleri kendisinden mucize istedikleri vakit şehadet parmağıyla işaret edip ayı ikiye yarmıştı, hani İslam tarihleri ve siyerlerin şakku'l-kamer diye zikrettikleri mucize. Şair Gül'ün yalnızca parmaklarından sadır olan mucizelerinin bu derece büyük olduğunu, diğerlerine sıra gelirse anlatmaya kelimelerin yetmeyeceğini ancak bu kadar güzel anlatabilir değil mi?!...

   Divan şairi Gül'den bahsedeceği zaman O'nu eşref-i mahlûkât, cihan bağının nadide çiçeği, varlığın evveli ve âhiri, şefaatin kaynağı, mahşer gününün efendisi, ahsen-i takvîm, güzel ahlakın tamamlayıcısı gibi sayısız vasıfları bir anda sıralayıverir. Bütün amaç Gül'den şefaat istemektir ya hani, bunun için sık sık O'ndan bahseden âyetlere ve kudsî hadislere müracaat eder. Bu durumda ayetler genellikle şiirdeki vezin zaruretini de beraberinde getirir ve tamamı yerine bazı ibareler şeklinde zikredilir. "Ahsen-i takvîm, kaabe kavseyn ve ev ednâ, leamrük, lî-maAllah, Kâf u Nûn, Tâhâ ve Yasîn, mâ zâğa'l-basar, Sidre ve müntehâ, rahmeten li'l-âlemîn, tarfetü'l-ayn" gibi ibareler bunlardandır. Şu beyit Nesîmî'ye aittir:

Vasfını "Ve'n-Necmi" "Ve'ş-şemsi" "Tebârek" söyledi
Şânına "Tâhâ" vü "Yâsîn" geldi Hak'tan beyyinât

   Hz. peygamber'den bahseden hadisler de zaman zaman divan şairlerinin konuları arasına girer. Bunlardan en ünlü olanı "levlâke levlâk" sırrını taşıyan hadis-i kudsîdir. Bunu "ene efsah" ve "medinetü'l-ilm" gibi ibarelerin geçtiği hadisler takip eder. Beyti Şeyhülislam Yahya'ya söyletelim:

Sana mahsûs lutfudur Hakk'ın
Tâc-ı "Levlâk" u taht-ı "Ev ednâ"

   Gül'ün şanı söz konusu olunca tasavvufî divan şairlerinin en ziyade andıkları kelime "muhabbet"tir. O ünlü beyitte olduğu gibi:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl

   Ebced geleneği bile Gül hakkında abidevî bir beytin doğmasına kapı aralamıştır:

Aman lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir
Anınçün âşıkın zikri "amân"dır yâ RusûlAllah

   "Amân" ile "Muhammed" isminin ebced karşılığı 92 eder. Buradan âşıkın "amân!" diye her haykırışında aslında Hz. Peygamber'i anmak istediğinin söylenmesi ne kadar da şairane bir buluştur. Hezâr gıbta!..

*

   Burada divan şairinin iman cephesinden İslam'ın varlık sebebi olan Gül'e bakışındaki genel kabulleri vermeye çalıştık. Şimdi en başa dönelim ve bir Gül olarak, Gülde bir remz olarak, teri Gül kokan, yüzünde Gül, ağzında gonca görülen Efendiler Efendisi'nden Güle yansıyan ilham dolu birkaç beyit ile sözü tamamlayalım. Böylece bütün Türk coğrafyasını doldurarak bir aşka dönüşen Gül medeniyetinin aslında bir iman ve aşk medeniyeti olduğunu anlayalım.

   Dicle'nin serin yamaçlarında gözyaşlarını ikindi sularına karıştırarak Kıble'ye yönlendiren bağrı yanık şair hasretini anlatıyordu ve o Fuzulî idi:

Suya versin bâğbân Gülzârı zahmet çekmesin
Bir Gül açılmaz yüzün teg verse bin Gülzâre su

   Sultan, rüyalarının sevgilisine Gül rölyefleriyle başı üzre yer vermek için sorgucunu O'nun ayak izinden yaptırıyor ve üzerine şu dizeleri nakşettiriyordu; o dahi Sultan Ahmed idi:

Nola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kademi nakşını ol hazret-i şâh-ı rüsülün
Gül-i Gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gülün

   Ve sultanın mürşidi -ki adına Hüdâyî denir- her yüzde Gül'ün aşkını okumaktaydı:

Gül ağlama Gül bize
Ele diken Gül bize
Gül olanın yüzünde
Gül açılır Gül bize

   Ve bugün biz, bir çağa geldik, Gül için feryâdlar çağına:

Güle gûş ettiremez boş yere bülbül inler
Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler

   Şikayet değildir kasdımız Gül'e, cür'etimiz içimizin yanışından. Gülistanlarda savaşlar var bugün Gül'üm ve bülbüllerin kurşuna dizilip kefensiz gömülüyor artık. Hiç bugünkü kadar yakışmadı Kâbe'ne siyahlar ve biz seni hiç bugünkü kadar özlemedik. Varlığa bir Gül ise sebep, kokusundan ya renginden nasıl duralım ayrı.

   Ebedî Gülşeninde tek ayak üzre duracak bir yer de vermez misin bize Gül'üm?!..

İSKENDER PALA

-------------------------------------------------------------------------------------
Başlık: Gülnâme
Gönderen: Fatihan - 04 Kasım 2008, 02:09:57
Cümle Güzellikleri “Gül”den Öğrendik  


Bizler;

İnsanoğlunu, yaratılış gayesiyle buluşturan,

Beşeri, kemâl ufkunun zirvesine ulaştıran,

Mü’minleri, Son İlâhî Dîn’e kavuşturan,

Müslümanları, “Gül Devri”nde yaşama mutluluğuna eriştiren,

Dünyayı cennete, ukbâyı da ebedî saadet iklimine dönüştüren,

İslâm olmak, dolayısıyla da insan olmak için gerekli her şeyi;

Güzîn-i Beşer,

Mürşîd-i Ekber,

En Kutlu Rehber,

Yegâne Önder,

Emsalsiz Lider

Ve Son Peygamber olan

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Îmandan îtikâda,

İlimden ibadâta,

Ticaretten muamelâta,

Ahlâktan hayır-hasenâta,

Kazâdan mukadderâta,

Nazariyeden icraata,

Fertten cemaata,

Ölümden hayata kadar;

Dînimizin bütün kıstaslarını,

Ve her türlü ahkâm esaslarını

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

İslâm’ın kapısının Kelime-i Şahâdet,

Temelinin îman ve hidâyet,

Zemininin ihlâs ve samimiyet

Duvarlarının Hakk’a hürmet ve muhabbet,

Direklerinin namaz ve ibâdet,

Çatısının vakar ve izzet,

Penceresinin de hüsn-ü zan ve zarâfet olduğunu

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Allah(c.c.)’ı tanıma ve O’na, O’nun istediği şekilde kulluk yapma mükellefiyetini,

Müslüman olma ve her şeyi Kur’ân’a göre târif ve tanzim etme mecburiyetini,

Her işe “Allah adıyla” başlama ve her şeyi “Allah adına” yapma şiar ve iftiharını,

Hayatın her karesini besmeleyle fethetmenin azim ve kararını,

İslâm’ı anlama, anlatma, yaşama ve yaşatma hususundaki en mükemmel ölçüleri,

Dînimiz ve dünyamız hakkındaki en doğru bilgileri,

Ve Kur’ân’ın günlük hayata tercümesini

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Îman dairesinde kalmanın ve Rahmet-i Rahmân’a râm olmanın erişilmez kutsiyetini,

Hayatı madde-mânâ bütünlüğü içinde ve aslî mânasıyla kavrama keyfiyetini,

Ömrümüzün her ânını İlâhî emirlere göre tanzim etme plân ve programını,

Nefis muhasebesiyle ebedî hayat murakabesini birlikte yapmanın nizâm ve intizâmını,

“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmayı”,

Dünya ağırlıklı ahiret yolculuğuna değil, cennet menzilli ebediyyet seferine çıkmayı,

Rıza-i Bârî’ye ulaşmak için Hakk yolunda çile çekmeyi,

“Allah de”yip, Allah (c.c.) aşkıyla “dosdoğru ol”mayı,

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

“İnsanların dindarlığı nispetinde

Sıkıntıya uğradığını,

Mükâfatın büyüklüğünün de,

Belânın derecesiyle mütenasip olduğunu,

Dindar olmayanın

Bu dünyadaki sıkıntısının da hafif olacağını,

Mütedeyyin kulların;

Günahlardan arınana kadar

Belâdan kurtulamayacağını ”

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Varlığın vâr olma sebebinin sevgi olduğunu,

Vâreden’e sevgiyle erişildiğini,

Hakîki aşka hicret etmekle

‘Besmeleli sevdâlara’ varıldığını,

“Aşk-ı Mecâzî”den “Aşk-ı Hakîki”ye yol bulunca

Muhabbetullah iklimine girildiğini,

Hilkâtin de; muhabbet üzerine,

Sevgi üzerine, aşk üzerine halk edildiğini,

Hayatın sırrı olan aşkın,

Bir fâniye fedâ edilemeyecek kadar

Yüce bir duygu olduğunu,

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Aşkın, gönüllere şifa olduğunu/olacağını,

Şifanın da “Aşk-ı Hakiki”de bulunduğunu/bulunacağını,

Bu aşkın taşlaşmış kalpleri bile yumuşattığını/yumuşatacağını,

Sevgi anahtarının en paslı kalp kilitlerini bile kolaylıkla açtığını/açacağını,

Kalp katılığının şifasının da; “Fakirleri doyurmak ve

Yetimlerin başını okşamak”tan geçtiğini/geçeceğini

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

“Sevdiklerimize, sevgimizi izhar etmemiz gerektiğini,

Sevgimizi söylemekle aradaki muhabbetin güçleneceğini”,

“Îman sahibi olmadan cennete girilemeyeceğini,

Birbirimizi kâmil mânâsıyla sevmeden gerçek mü’min olunamayacağını”

“Mü’min; hem sever, hem de sevilir...

Sevmeyen ve sevilmeyen mü’minde hayır yoktur” düsturunu,

“Rabbim! Beni sev, sevdiğin kullarını Bana sevdir,

Beni de sevdiğin kullarına sevdir” duâsını

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

İnsanın;

“Ahsen-i takvîm” olarak yaratıldığını,

Emrine kâinatın musahhar kılındığını,

Allah(c.c.)’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu,

“Eşref-i mahlûkat” ve “ekmel-i mevcudat” diye vasfedildiğini,

Âdemoğlundaki bu mükemmelliğin;

Ruh, beden, zekâ, şuur ve iradeyle anlamlı hâle geldiğini,

Hayatı muhteşem bir şiir tadında ve

İlâhî emirler istikametinde yaşaması gerektiğini,

Kulun; kendi acziyetini idrak etmeye başladığı an

Hakk’ın kudretini kavrayabildiğini,

Bütün yolların bidâyetinin de

Nihâyetinin de Allah(c.c.)’a vardığını,

Ve en büyük insanlık rütbesinin

Hakk’a hakkıyla kul olmakla kazanıldığını

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

“Hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkmayı,

Zararlı söz söylemeyerek esenliğe kavuşmayı,

Ya faydalı konuşmayı yahut susmayı”

“Dinde iyi bir çığır açan kimseye,

Hem yaptığının sevabı,

Hem de kendisinden sonra

O çığırda yürüyenlerin sevabının verildiğini,

Üstelik her birinin sevabından da

Hiçbir şey azalmadığını;

Dinde kötü bir çığır açana da

Hem bu yaptığının günahı,

Hem de kendisinden sonra

O çığırda yürüyenlerin günahının yazıldığını,

Üstelik her birinin günahından da

Hiçbir şey azalmadığını”

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Dünyanın “Bir müddet kalınıp gidilecek bir ağaç gölgesi” olduğunu,

Beşeriyetin; Bekâ Yurdu’na vuslat için bu fâni âleme geldiğini,

Doğumla avdet ettiğimiz “iki kapılı han”da insanoğlunun misafir kaldığını,

Yüce Rabbimizin herkesi, yaptığı herşeyin hesabını vermekle mükellef kıldığını,

İnsanoğlunun yeni bir hayata merhaba demek için öldüğünü,

“Her nefsin mutlaka tadacağı” ölümün ardından herkesin yeniden can bulduğunu,

“Ölümün, mü’minin canını Rabbine hediye etmesi” mânâsına geldiğini,

Ve ölümü; “şeb-i arûs” ya da “nev-rûz” bilenlerin ebediyyen güldüğünü

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

“Adâletin güzel, fakat ümerâda (idârecilerde) daha güzel”,

“Cömertliğin güzel, fakat zenginlerde daha güzel”,

“Haram olduğu şüpheli şeylerden kaçınmanın güzel, fakat âlimlerde daha güzel”,

“Sabrın güzel, fakat fakirlerde daha güzel”,

“Tevbe etmenin güzel, fakat gençlerde daha güzel”,

“Hayânın (utanmanın) güzel, fakat kadınlarda daha güzel” bir haslet olduğunu

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Nefse “hoş” gelen şeylerin “boş”luğunda kalmamayı,

Üç günlük dünya ticaretinde ömür sermayesini beyhude tüketerek “müflis” olmamayı,

Hayatın zorlukları karşısında “sabır-şükür-zafer” diyerek “muhlis” olmayı,

“Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etmeyi,

Dünyada bir garip gibi yaşamayı”,

“Dünyada karınlarını tıka basa doyuranların,

Kıyamet günü uzun süre aç kalacağını”

“Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmanın,

Allah’ın değişmez kanunu olduğunu”;

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Şu altı husûsa titizlikle uyacaklarına dair:

“Konuştuğu zaman yalan söylememeye,

Söz verdiğinde sözünden dönmemeye,

Kendilerine bir şey emânet edildiğinde, emânete hıyânet etmemeye,

Gözünü haramdan sakınmaya,

Elini haram uzatmamaya

İffet ve namusunu korumaya”

Söz verenlerin;

“Cennet’e gireceklerine dair sözü”

“Gül”den aldık,

Ve “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” sözünün

“Cennet hazinelerinden bir hazine” olduğunu

Ve Cennet’in de,

“Allah’a karşı gelmekten sakınmakla,

Ve güzel ahlâka sahip olmakla” kazanıldığını

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Sayılı nefeslerin sadece beşikle mezar arasında tüketilen bir hazine olmadığını,

Hayatın; âhiret günü mizâna çekilip, hesabı sorulacak şahsî bir sermâye olduğunu,

İnsanın da bu sermayeden müteselsîlen sorumlu tutulduğunu,

“Ölümü en çok hatırlayanların

Ve ölüm sonrası için en iyi şekilde hazırlananların

En zeki mü’minler” olduğunu

Onların “Ölmeden nefsini hesaba çektiğini,

Aciz insanın de hevâ ve hevesine uyduğunu”

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

“Ölüm gelmeden önce hayatın,

Hastalık gelmeden önce sıhhatin,

Meşguliyet gelmeden önce boş vaktin,

İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin,

Fakirlik gelmeden önce zenginliğin

Kıymetini bilmeyi”

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

“İyiliğin; kalbin uygun gördüğü

Ve yapılmasına onay verdiği şeyler;

Kötülüğün ise, kalbi tırmalayan,

Başkaları sana yap diye fetva verse bile,

İçine sinmeyen şeyler olduğunu”

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

“Yalan söylemenin,

Sözünde durmamanın,

Emânete ihânet etmenin;

Münâfıklığın üç (büyük) âlâmeti olduğunu

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Her işi tek sayılarla yapmayı,

Günlük hayatı üçe bölmeyi,

Suyu üç yudumda içmeyi,

Abdest alırken uzuvları üç kere yıkamayı,

Bir eve girmeden üç defa seslenmeyi,

Yapılan duâyı ve nasihati üç kere tekrar etmeyi,

Rükû ve secdede üç, beş, yedi, dokuz kez Rabbimizi tâzim etmeyi,

Ve namaz sonrası tesbihâtı otuzüçe tamamlamayı

“Gül”den öğrendik...

Bizler;

Kâinat kitabını hakkıyla okumayı,

Hilkatin esrarındaki aşkı gönül gergefine dokumayı,

Evvelen Yaradan’ı sevmeyi ve O’na hakkıyla ibâdet etmeyi,

Sâniyen “Yaradan’dan ötürü” “yaratılan” her şeye muhabbet beslemeyi,

Sâlisen dünyayı sevdâ çiçekleriyle süslemeyi,

Rabien, sevginin hakkını vererek gönül seferine çıkmayı,

Ahiren, sevgi nâmelerine gönül gözüyle okunan “bir güzide mektup” diye bakmayı,

Velhasıl; gönül fethi için “Cân özünden besmele çekmeyi”

Kin ve nefretten nefret ederek yüreklerde sevgi çerağı yakmayı,

İnsanlığın istikbâli için ebedî bahar besteleri terennüm etmeyi,

İfrat ve tefritten arınmayı, itidal zırhına bürünmeyi,

Aşkı vatan edinip; edebi, gönül toprağı yapmayı,

“Saltanat aşkından, aşk saltanatına” yükselmeyi,

Kâmil mânâsıyla sevmeyi, sevilmeyi,

Ve dünyayı bir gül bahçesine çevirmeyi

“Gül”den öğrendik...

Hâsılı Kelâm,

Bizler cümleten;

İnsanı insan yapan

Cümle erdemlerin

Cemî cümlesi olan

Bilcümle güzellikleri;

“Gül”den öğrendik...
Başlık: Ynt: Gülnâme
Gönderen: ay-yüzlüm - 04 Kasım 2008, 02:16:10


Gülü andığınız kokladığınız zaman RASÜLÜMÜZE salatu selam getirin diye bir şey duymuştum...

AllahÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED..
Başlık: Gül Yüzlü Yâr
Gönderen: Fatihan - 05 Kasım 2008, 23:21:14


Gül Yüzlü Yâr

Gül olmasaydı, alemler yaratılmazdı... Rahmet yüklü hidâyet bulutları, Âdemoğlunun yüreğinde karar kılmazdı... Allah (c.c.), hakkıyla anılmaz; Kur’ân, gerçek mânâsıyla anlaşılmazdı… Hilâl’in ışığı yanmaz, zifirî karanlıklar aydınlanmaz, gurûbu olmayan şafaklar ufka dayanmaz ve insanlık İslâm şerefiyle bahtiyâr olmazdı...

“Gül” olmasaydı,

Hira Dağı Cebel-i Nûr olurken, gecelere bürünmüş Mekke semâları uyanmazdı gül yüzlü bir sabaha… Serâ da, süreyyâ da âyet âyet dokunan yeni bir diriliş muştusuyla tekbir almazdı bir daha… İnsanlar, semâvî sevdâlarla serfirâz olmak, vâhyin emsâlsiz güzelliklerinden feyz almak için yol bulamazdı en kutlu felâhâ… Medine’den yayılan İlâhî dâvet, bütün dünyayı kuşatmazdı… Aşkın mi’râcına çıkan gönüller, aklın verâsına ulaşıp secdekâr olmazdı…

“Gül” olmasaydı,

“Müjdeleyici”, “davetçi”, “şahit” ve “uyarıcı” olarak gönderilen Hâkikât Güneşi (s.a.v.) ufkumuza doğmazdı… Dînin, duânın ve ibâdetin nûru sînelerimize sağanak sağanak yağmazdı… Kâinata dar gelen Rabb-i Rahîm’in aşkı yumruk kadar bir kalbe sığmazdı… Yürekler “Allah” nidasıyla dalgalanmaz, diller her nefeste şükrederek Hakk’ı anmaz, gönüller Muhabbetullah aşkıyla alev alev yanmazdı... Ve insanlık, sevginin bütün kapıları açtığından hiçbir zaman haberdâr olmazdı...

“Gül” olmasaydı,

O’nu gören gözler “Sahâbî” sayılmaz, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir” hadîsi duyulmaz, Hz. Ebûbekir (r.a.) “Sıddîk” unvânını almaz, Hattab oğlu Ömer (r.a.) adâlet timsâli “Ömerü’l-Fâruk” hâline gelmez, Hz. Osman (r.a.) “Zinnûreyn” diye çağrılmaz ve “İlmin kapısı” Hz. Ali(r.a.)’nin kılıcı da “Zülfikâr” olmazdı...

“Gül” olmasaydı,

Hayra davet eden” son çağrıyı işitemez, “Çöle İnen Nûr”un hâlesi olmaya gidemezdik... Sevdâ yaylasından Mevlâ’ya ulaşan yolun bidâyetinin de, nihâyetinin de O’nun “İz”inden geçtiğini idrâk edemezdik… İç âlemimizde çözülmeyi bekleyen binlerce buzulun, kalbimizi neden mesken tuttuğunun ve nasıl çözüleceğinin sırlarını asla çözemezdik… Yüreğimizdeki kin ve nefret dağlarını hâk ile yeksan etmeyi, nefsanî arzuları dizginlemeyi, kalbimizi işgal eden buzulları îman ateşiyle eritmeyi “Gül” olmadan katiyyen öğrenemezdik… Kalplere ‘Gül Cemresi’ düşmeden dünyamıza bahar gelmez ve cennet-âsâ baharların getirdiği yemyeşil bir sevdânın nûru yüreğimizi gönül hâline getirmezdi… O’nun kâinata can veren muhabbeti olmasaydı; gözyaşlarında dalgalanan rahmet ummanları gönül sahillerimize vurmaz, duâlar kıyâma durmaz, seher vakti âşıkların “Hû, Hû”lara karışan “Âmin”leri duyulmaz ve yürekler İlâhî aşka giriftâr olmazdı…

“Gül” olmasaydı,

“Güzel Ahlâk” tamamlanmazdı... Beşeriyet, insanlığın kemâl ufkunu tanımazdı... Risâletin numune-i imtisâli olan Son Hidâyet Sancağı (s.a.v.) gönül gönderinde dalgalanmazdı... İnsanlar; Kelime-i Şahâdetin, Hakk’ı zikretmenin, ameli sâlihin, tatlı sözün, güler yüzün, yumuşak huyun, muhabbetin, meşveretin, sohbetin, affetmenin, eman vermenin gerçek anlamını hiçbir zaman anlayamazdı... İyiliği emretmenin, kötülükten menetmenin, kötülüğe iyilikle mukabelenin hâlet ve hasletini hiç kimse öğrenemezdi… İnsanlık; edep ve iffetin, hayâ ve haysiyetin, vefa ve asâletin, tevekkül ve teslîmiyetin, doğruluk ve emniyetin, vakar ve izzetin, cihat ve cesâretin, îtidal ve şehâmetin, tevâzû ve mehâbetin, cömertlik ve fazîletin, barış ve sükûnetin, şefkât ve merhametin, insaf ve inâyetin, müsâmaha ve hürmetin, huzur ve saadetin, nezâket ve zarâfetin, hak ve hukukun ne olduğunu aslî mânâsıyla aslâ bilemezdi… Kadın esir muamelesi görmeye devam eder, eşya gibi alınıp satılır, kız çocukları diri diri toprağa gömülür, acımasızca öldürülürdü… İnsan hakları konusu, kadın hukuku mevzuu hiç gündeme gelmez ve hiç kimse kul hakkına, komşu hukukuna hürmetkâr olmazdı…

“Gül” olmasaydı,

“Ölmeden evvel kendimizi hesaba çekmeyi”, “ölümle uyanmadan önce” Müslüman olarak yaşamayı, “Allah (c.c.) için sevmeyi ve Allah (c.c.) için buğzetmeyi” öğrenemezdik… “İnsana teşekkür etmeyen, Allah’a şükredemez” kıstasını idrak edemez, ”Mahlûku sevmeyen, Mâbudu sevemez”, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” ölçüsünü öğrenemez, “Din kardeşliğinin kan kardeşliğinden daha önemli olduğunu” bilemezdik… Böyle olunca; “Ebâbil Kuşları”nın aşkına meftûn olan mâhur düşlerimiz hüzzama döner, hayatımız hüsrân denizinde boğulur, umutlarımız karanlığın girdabında kaybolur, kelâmın tahtı devrilir ve“Âlemlere Rahmet” olan“En Sevgili”ye “Yâ Muhammed cânım arzular Seni” ikrârımız aslâ âşikâr olmazdı...

“Gül” olmasaydı,

Kullar, “Sırât-ı Mustakîm”i bulamaz, yıllar “Asr-ı Saadet”i bilemez, yollar Kıble’de karar kılamazdı... Dünyaya köle olup irtifa kaybedenler, gurur ve kibirde zirveye çıkanlar, Gayyâ kuyularından kurtulamazdı… Nefse tutsak olan duygular yüzünden onlarca parçaya bölünen yürekler; “bir kızıl goncaya” dönene kadar kanasa bile, gönüller bir türlü gül bahçesine dönemezdi… Ve “Senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi ” diyen çile harmanları “Aşk-ı Hakîki”den nasip almaz, gönüller aşk ile tâcidâr olmazdı...

“Gül” olmasaydı,

İnsanoğlu; subaşında susuz kalır, “bağrı yanan” kızgın çöller gibi susuzluktan bunalırdı... İnsanların değer ve ölçüler dengesi kaybolur, beşeriyet her alanda zevâl bulurdu… Fecr-i kâzipler, fecr-i sâdıkların yerine ikâme olurken; ruhlara tulû eden meskenet tüllerine, cehâlet bulutlarının en koyu sisleri çökerdi… Göz körlüğe mahkûm, kulak sağırlığa mecbur, kalp mâsivâya meftûn olurdu… Kul, günah çukurlarından kurtulamaz, nefsin yalçın dağlarını aşamaz, ebedî hayatın efsunkâr güzelliklerine ulaşamaz, ölümle dost olup merdâne dolaşamaz ve “cânı cânâna teslim edip” ölümsüzlük ikliminde berhudâr olmazdı…

“Gül” olmasaydı,

Ay’ın yüreğine değen O Şefkatli El’in mübârek parmağıyla, mehtabın titreyen gamzesi ikiye bölünmezdi…Î’lây-ı Kelîmetullah aşkına yelken açıp, gönül fethi için sefere çıkanların, zamansız mekânlara ve mekânsız zamanlara yaptığı sır dolu yolculuklar bilinmezdi… Mâverâ aşkıyla düşlerine kanat vuranların gönül seccâdeleri, müjdeli şafaklara serilmezdi... Gözler, “Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı”nı görmez, “her zorluğun yanına bir kolaylık” varmaz, her hüznün içine bir huzur girmezdi… Tefekkür, tezekkür, tenevvür, tekemmül ve tevekkül el ele vermez; ayrılık vuslata, zayıflık tâkate, ölüm hayâta bestekâr olmazdı…

“Gül” olmasaydı,

Beşeriyetin kanayan yaraları gül yaprağıyla sarılmaz, yetimlere, öksüzlere, mazlumlara ve mağdurlara merhamet edilmez, insanlara müşfik davranılmazdı… İnsanların hayatında firkat içinde yeni bir firkat kıyama durur, gözbebeklerine en kasvetli hüzünler oturur ve amel defterlerinde günahkâr gölgelerin nabzı vururdu… Katran siyahı küfür gecelerinden, îmanın âsûde iklimine varılmazdı… Karanlığın kalbine nûrânî imzalar atılmaz, Hilâl’in hükmü kalmaz, Kıble’yi kimse bilmez ve gecenin siyah perçemlerini aydınlatan ay yüzlü sevdâlar efsûnkâr olmazdı…

“Gül” olmasaydı,

İlmi farz, tefekkürü ibâdet telâkki eden bir mukaddesâta sırtımızı dönerdik… Biz; gül diye dikenleri dermeyi, umut dağıtmak yerine hazan bahçelerinde gazeller toplamayı şiâr edinirdik… Gül rengi diye ateşlere sarılırdık… Hazan sarısına dönerdi hayallerimiz… Yürekler sevdalanmaz, gönüller yanmaz, kışta gelenler baharı soluklamaz, kul ölümsüzlük şerbetini yudumlamaz, hâl ehlinin cümle eksikleri aşk ile tamamlanmaz ve ehl-i dil, dildâr olmazdı…

“Gül” olmasaydı,

İnsanlığın gördüğü en muhteşem inkılâb gerçekleşmezdi... Ruhumuz, Mâverâ’ya kanat çırpmaz, kalbimiz “Allah” aşkıyla çarpmazdı... Rahmetli Ali Ulvi Kurucu’nun


“Doğmazdı kalbe îmân, inmezdi arza Kur'ân,

Meçhûl olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed!..


Mâtem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,

Mahzûndur Arş-i alâ, Levlâke yâ Muhammed!..

Feyzinle güldü âlem, gufrâna erdi âdem,

Ağlardı belki hâlâ, Levlâke yâ Muhammed!..”


diye ifâde ettiği gibi; Arş-ı âlâ aşka gelmez, melekler gülmez, yürekler imânda karar kılmaz, gönlümüz Muhabbet-i Resûlullah’tan Muhabbetullah’a ulaşan yolu bulmaz ve insanoğlu için her iki cihan aslâ gül-i zâr olmazdı...

“Gül” olmasaydı,

Azgın tufanlar içinde âciz kalan bîçâreler, çâresizliğe göğüs geremezdi... İnsanlar ebedî barış ve kurtuluş menzîline eremezdi... Hayırlar fethedilmez, şerler defedilemezdi… Gönül tellerimize dokunan mızraplar ferâhnâk nağmeler veremezdi… Ruhların ölümden vâreste olduğunu, kışın bahara, gecenin nehâra, vefâtın dirilmeye bir beste olduğunu anlayamazdık... Bâkî olanı unutup, fânî olanlar için “âh etmeye” devam ederdik… Canlar cânı”nı bilemez, “Ballar balı”nı bulamazdık… İstikbâlimizde “Gül” yüzlü bahar, bakışlarımızda “Gül” mushaflı nazar, kalbimizde ‘Gül Yüzlü Yâr’ ve gönlümüzde “Vâreden”in aşkı vâr olmazdı…

“Gül” olmasaydı…

Dr. Mehmet Güneş
Başlık: Gül Düşleri
Gönderen: Fatihan - 22 Kasım 2008, 22:10:32
Gül Düşleri  

Hatırımıza düştün hatırına düşür bizi.
Sevdik seni, sevindir bizi.
Uzaktayız yakınına vardır bizi; yandık pınarına kandır bizi.
Sıcak yaz günlerinde yaş dalların titreyişi gibi yandır bizi serin kuyulardan; koyu gecenin yıldızlarına karşı uyandır bizi derin uykulardan.
Gözyaşı değil nice demdir gözümüzden akan; belki eriyip biten ruhumuzdur damlayan!..
Gül sözleri edelim çok çok, ve gonca sükutu az az.
Gül düşleri görelim gül gecelerinde, Gül'ün aşkını derelim gül hecelerinde.
Gözü sürmeli ile ağlayanın arasına gül serpelim, güle yeminler edip. Gönülleri yıkayalım gül suyuyla. Gönüldendir şikayet kimseden feryâdımız yoktur.

Gönlüm ki Gül'e hasret... Üçüncü halin imkansızlığında... Ve kozanın amansız yırtılışında...

Cevher Gül'e düştü, mıknatıs bana, güzellik Gül'e, sevgi bana... Güzeller güzelleri severmiş ve sadıklar sadıkları... Güzelliğimi arttır benim Gül'üm, ve arındır ayrık güzelliklerden sevgilerimi... Senden yüzüne bakma lezzetini isterim ve titrerim vefadan sonra ayrılığına düşme dehşetiyle. Genişlet sana indirilene yaslanmakta sinemi, ve sade kıl sensiz düşüncelerden gönül ayinemi.
Bir yankı ol, ses kat sesime; bir nazar kıl can ver nefesime. Düşümde ya hayalde gel, bitirdi gerçek beni; geldir bizi her halde gel ya yanına çek beni!. Gel Efendim! Sen gelmeyince hatıra bilsen neler gelir!..

Gönül ki Gül'e hasret...

Güzellik kendisine sıfat değil ad olan... Gül olmayınca bahçeler berbad olan...

Bakışındandır başlangıcı bütün hadiselerin; ve en büyük yangın aşkının bir kıvılcımından...
Dönüyorsa gökler bir yüzük halkasınca, ve dönmedeyse içinde ne varsa, kaşındandır yüzüğün, inci tanesi kaşından... İyi hal de hatırlatıyor seni bize, kötü hal de; korktuğumuzda da sevgin var içimizde, umduğumuzda da... Gözyaşlarımız gözbebeklerimizi boğazlıyor sensiz...
Gökkuşaklarını toprağa gömenler de, nurunu ağızlarında söndürmek isteyenler de senden öte sınavlarda değiller aslında. Nefis kendini içine üflemekte daim...
Gülü kendi sesinde solduranların seni beklemekle geçecektir yüzyıllar süren ömürleri. Ah bir bilseler!.. Hâb-ı gaflette geçen ömrümü rü'yâ gördüm.

Gönüller ki Gül'e hasret...

Gönül ki kana boyandı, ve Gül'ün aşkına yandı...

Aşk, bir Gül'ün adıydı... İmdat ki seven unuttu, vefa yine sevgiliye düştü!.. Gel ey, unutma bizi!... Seni bir seven aşkına sev hepimizi!.. Kararlıyım bu gece, bütün varlığımla seni öveceğim... Seni sevdiğim gibi...

İskender Pala

Başlık: Ynt: Gülnâme
Gönderen: fasulye - 19 Ekim 2009, 20:21:03
Rahmet ummanımız lutüf güneşimizdir.
Başlık: Ynt: Gülnâme
Gönderen: ilimadamı - 31 Ekim 2009, 17:44:08
Gül düşleri Hatırımıza düştün hatırına düşür bizi. Sevdik seni, sevindir bizi. Uzaktayız yakınına vardır bizi; yandık pınarına kandır bizi. Sıcak yaz günlerinde yaş dalların titreyişi gibi yandır bizi serin kuyulardan; koyu gecenin yıldızlarına karşı uyandır bizi derin uykulardan. Gözyaşı değil nice demdir gözümüzden akan; belki eriyip biten ruhumuzdur damlayan!.. Gül sözleri edelim çok çok, ve gonca sükutu az az. Gül düşleri görelim gül gecelerinde, Gül’ün aşkını derelim gül hecelerinde. Gözü sürmeli ile ağlayanın arasına gül serpelim, güle yeminler edip. Gönülleri yıkayalım gül suyuyla. Gönüldendir şikayet kimseden feryâdımız yoktur.

Gönlüm ki Güle hasret. Üçüncü halin imkansızlığında. Ve kozanın amansız yırtılışında. Cevher Güle düştü, mıknatıs bana, güzellik Güle, sevgi bana. Güzeller güzelleri severmiş ve sadıklar sadıkları. Güzelliğimi arttır benim Gülüm, ve arındır ayrık güzelliklerden sevgilerimi. Senden yüzüne bakma lezzetini isterim ve titrerim vefadan sonra ayrılığına düşme dehşetiyle. Genişlet sana indirilene yaslanmakta sinemi, ve sade kıl sensiz düşüncelerden gönül ayinemi. Bir yankı ol, ses kat sesime; bir nazar kıl can ver nefesime. Düşümde ya hayalde gel, bitirdi gerçek beni; geldir bizi her halde gel ya yanına çek beni!.
Gel Efendim! Sen gelmeyince hatıra bilsen neler gelir!..

Gönül ki Güle hasret. Güzellik kendisine sıfat değil ad olan. Gül olmayınca bahçeler berbad olan. Bakışındandır başlangıcı bütün hadiselerin; ve en büyük yangın aşkının bir kıvılcımından. Dönüyorsa gökler bir yüzük halkasınca, ve dönmedeyse içinde ne varsa, kaşındandır yüzüğün, inci tanesi kaşından. İyi hal de hatırlatıyor seni bize, kötü hal de; korktuğumuzda da sevgin var içimizde, umduğumuzda da. Gözyaşlarımız gözbebeklerimizi boğazlıyor sensiz, duru şaraplar içinde zehirler yutuyoruz. Gökkuşaklarını toprağa gömenler de, nurunu ağızlarında söndürmek isteyenler de senden öte sınavlarda değiller aslında. Nefis kendini içine üflemekte daim. Gülü kendi sesinde solduranların seni beklemekle geçecektir yüzyıllar süren ömürleri.

Ah bir bilseler!.. Hâb-ı gaflette geçen ömrümü rüyâ gördüm. Gönüller ki Güle hasret. Gönül ki kana boyandı, ve Gülün aşkına yandı. Aşk, bir Gülün adıydı. İmdat ki seven unuttu, vefa yine sevgiliye düştü!.. Gel ey, unutma bizi!. Seni bir seven aşkına sev hepimizi!.. Kararlıyım bu gece, bütün varlığımla seni öveceğim! Seni sevdiğim gibi..
Başlık: Ynt: Gülnâme
Gönderen: piskotrop - 15 Temmuz 2010, 13:41:52
emeğinize sağlık .

okuması,okurken hayal kurması enfes'di..